19 Mayıs 2017

,

Babam Neden Le Pen’e Oy Veriyor?


Geçen ay Marine Le Pen’in yüzü bilgisayar ekranımda göründü. Resmin altındaki başlıkta “Marine Le Pen 2. Turda” diyordu. Fransa’nın aşırı sağcı Ulusal Cephe’sinin lideri, başkanlık seçimlerinde artık sonucu belirleyecek aşamaya ilerlemişti. Hemen aklıma yüzlerce kilometre uzaklıktaki babam geldi.

Onu televizyonun karşısında, kabına sığmayan bir sevinç duyarken hayal ettim. Aynı sevinci, 2002 yılında Marine Le Pen’in babası ve ulusal cephenin önceki lideri Jean-Marie Le Pen ikinci tura kaldığında da yaşamıştı. Babamın gözlerinde yaşlarla “Kazanacağız!” diye bağırdığını hatırlıyorum.

Neredeyse 1980’lere kadar hemen hemen herkesin aynı fabrikada çalıştığı kuzey Fransa’da ufak bir kasaba olan Hallencourt’da büyüdüm. Doğduğum sıra, 1990’larda birtakım işten çıkarmalardan sonra çevremdeki çoğu insan işsizdi ve geçinebilmek için ellerinden gelen en iyi mücadeleyi vermeye çalışıyorlardı. Babam, tıpkı kendi babası gibi 14 yaşındayken okulu bırakmıştı. 10 yıl fabrikada çalıştı. İşten atılma şansına hiçbir vakit nail olamadı. Bir gün işteyken, bir depolama konteynırı üzerine düştü ve sırtını ezdi. Bu olay onu yatalak bıraktı ve acısını dindirmek için morfin kullandı.

Okumayı sökmeden önce aç olmanın ne olduğunu öğrendim. 5 yaşındayken babam beni aşağı sokağa, soframıza verebilecek biraz makarna ya da ekmekleri olup olmadığını sormak için halalarımdan birisinin kapısını çalmaya yollardı. Beni yollardı, çünkü bir çocuğa bir yetişkinden daha kolay merhamet duyulacağını bilirdi. Babamın aldığı tazminat, yıl be yıl azaldı. Dört kardeşim vardı ve sonunda babam yedi kişilik bir aileye bakamaz oldu. Annem çalışmazdı, babam kadının yerinin evi olduğunu söylüyordu.

On sekizimde, şansımın yaver gitmesi ve kimi mucizeler sayesinde, Fransa’nın en prestijli okullarından birisinde, Paris’te felsefe öğrencisi oldum. Ailemde üniversiteye giden ilk kişi bendim. Yetişip, büyüdüğüm dünyadan çok uzakta, Cumhuriyet Meydanı’nda küçük bir stüdyo dairede yaşarken, geldiğim yerle ilgili bir roman yazmaya karar verdim.

Günlük deneyimimizin parçası olan sefalet ve dışlanmaya tanıklık etmekti niyetim. Bildiğim, tanıdığım hayatın tüm o yıllar boyunca kitaplarda, gazetelerde ya da televizyonda asla görünmemesine şaşırıp kalıyor ve dertleniyordum. Ne zaman birisinin haberlerde ve hatta sokakta Fransa hakkında konuştuğunu duysam, birlikte büyüdüğüm insanlar hakkında konuşmadıklarını görüyordum.

İki yıl sonra kitabı bitirdim ve onu Paris’te bulunan büyük bir yayınevine yolladım. İki haftadan kısa bir süre içerisinde bana dönüş yaptılar. Yazdıklarımı basamayacağını, çünkü yazdığım fakirliğin yüzyıldan fazla bir süredir varolmadığını ve anlattığım hikâyeye kimsenin inanmayacağını söyledi. Bu e-postayı öfke ve umutsuzluğa boğularak, birkaç kez okudum.

2000’lerde, büyüme çağımda, ailemin her üyesi bay Le Pen’e oy verdi. Babam, onların gerçekten Ulusal Cephe’ye oy verdiklerinden emin olmak için oy kullanma kabinine büyük kardeşimle birlikte girerdi. Belediye başkanı ve personeli, babamın bunu yaptığını gördüklerinde hiçbir şey söylemezlerdi. Birkaç yüzlük nüfusu olan kasabamızda herkes aynı okula gitmişti. Herkes, birbirini sabahları fırında ya da akşamları kafede görürdü. Kimse, babamla kavga çıkarmak istemezdi.

Elbette Ulusal Cephe’ye verilen oyda bir yanıyla ırkçılığın ve homofobinin rengi de vardı. Babam, “Yahudileri ve Arapları kapı dışarı edeceğimiz” zamanı gözlüyordu. İlkokul bahçesinde diğer oğlanları daha şimdiden cezbetmeye başlamış olan bana sertçe bakarak, eşcinsellerin idamı hakettiğini söylemekten hoşlanırdı.

Durum buyken, bu seçimlerin babam için gerçekte ifade ettiği şey, onun görünmezlik hissiyle savaşma şansıydı. Babam, burjuvaların, kitabımı birkaç yıl sonra geri çeviren yayıncı gibilerin zihninde varlığımızın hesaba katılmadığını ve gerçek olmadığını benden çok önce anlamıştı. Babam, sol siyasetin serbest piyasa söylemini ve düşüncesini benimsemeye başladığı 80’lerden bu yana kendisi ve kendisi gibilere sırtını döndüğünü bir biçimde hissetmişti. Avrupa’da solcu partiler, sosyal sınıf, yoksulluk ve adaletsizlik, ızdırap, acı ve hakların tükenişi hakkında tek laf etmediler. Hep modernleşmeden, çeşitlilik içinde büyüme ve uyumdan, iletişimden, sosyal diyalogdan ve gerilimleri yatıştırmaktan bahsedip durdular.

Babam, bu teknokratik söz dağarının işçilerin çenesini kapatması ve neoliberalizmin yayılması anlamına geldiğini anladı. Sol, serbest piyasa yasalarına karşı işçi sınıfı için savaşmıyordu, işçi sınıfının yaşamını bu yasalar dâhilinde yönetmeye çalışıyordu. Sendikalar da aynı dönüşümü geçirdiler. Dedem sendikalıydı. Babam değildi.

Televizyon izlerken, ekranda bir sosyalist ya da sendika temsilcisi göründüğünde babam, “Neyse ne! Sol ya da sağ fark etmez, şimdi hepsi aynı” diye şikâyet ederdi. Bu “neyse ne!” ifadesi, onun zihninde, onu savunması gerekirken savunmayanlar karşısında duyduğu hayal kırıklığının en saf hâliydi.

Buna karşılık Ulusal Cephe, kötü çalışma koşullarına ve işsizliğe karşı, göç olgusu ve Avrupa Birliği’ne karşı yakınıp duran bir dil tutturdu. Solun onun çektiği çileyi tartışmaması, babamı sağın önerdiği yanlış açıklamalara bağladı. Yönetici sınıftan farklı olarak, onun önceliği, politik bir programı oylamak değildi. Oy verme, onun için, ötekilerin gözünde varolmaya dönük umutsuz bir girişimden başka bir şey değildi.

Geçen ay, başkanlık seçiminin ilk turunda kime oy verdiğini, Pazar günü 2. turda da nasıl oy kullanacağını bilmiyorum. Onunla pek bir sohbetimiz kalmadı. Birbirimizden çok ayrı düştük ve ne zaman telefonda konuşmaya çalışsak, iki yabancıya dönüşmüş olmamızın acısıyla, sessizliğe gömülüyoruz. Genellikle bir ya da iki dakika sonra aklımıza birbirimize söyleyecek hiçbir şey gelmiyor oluşundan utanıp telefonu kapatıyoruz.

Fakat ona doğrudan soramıyor olsam bile, babamın hâlâ Ulusal Cephe’ye oy verdiğinden eminim. Seçimin birinci turunda, kasabasında Marine Le Pen sandıktan birinci çıktı.

Bugün yazarlar, gazeteciler ve liberaller, geleceğin sorumluluğunun yükünü taşıyorlar. Ailemi Marine Le Pen’e oy vermemeye ikna etmek için onun ırkçı ve tehlikeli olduğunu göstermek yeterli değil. Bunu herkes zaten biliyor. Nefrete karşı ya da ona karşı savaşmak da yeterli değil. Bizim, babam gibi güçsüzler için dövüşmemiz, hiç görülmeyen, hesaba katılmayan insanları kuşatan bir dil uğruna mücadele etmemiz şart.

Éduard Louis
4 Mayıs 2017
Kaynak

0 Yorum: