İskender
Sadıkî Burucerdi ile yaptığı bu söyleşide, kendi kuşağının en önemli İranlı
tarihçilerinden biri olan Ervand Abrahamian, elli yıllık meslek hayatından ve
yirminci yüzyılda İran siyasetini ve İran’ı tanımlamış olaylara, politik
örgütlere ve hareketlere yönelik halk ve akademisyenler arasında yaygın olan
anlayışları biçimlendirmiş fikirlerden bahsediyor.
Tude,
İran işçi hareketi, CIA ve MI6’in 1953’te gerçekleştirdiği darbe, popülizm
meselesi ile ilgili yazılarında Abrahamian, hem İran hem de Batı’da süren
tartışmaları tayin etmeyi sürdürüyor.
Benzer
öneme sahip diğer bir husus da onun modern İran ile alakalı tarihyazımına
yaptığı katkı. İlgili çalışmasında Abrahamian, başka isimler yanında,
Christopher Hill, Eric Hobsbawm, ve E. P. Thompson gibi Marksist tarihçilerin
yöntemlerini yeniden yorumluyor. Abrahamian, çalışmasında ya oryantalist
fantezi ya da nativist nostalji ile yorumlanan İran tarihindeki toplumsal
değişimi, mücadeleyi ve sınıfın anlamını ortaya koyuyor. Kitapları İran’da çok
satıyor, yaygın olarak okunup tartışılıyor. Hâlihazırda Abrahamian, 1979 İran
Devrimi’nin tarihine dair bir kitap çalışması içerisinde.
§ § §
Çalışmalarınıza
aşina olmayan okurlar için nerede büyüdüğünüzden ve modern İran tarihi
çalışmasına sizi neyin sevk ettiğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Tahran’da
doğdum, Mehr Okulu’nda üçüncü sınıfa kadar okudum, sonrasında Britanya’daki bir
yatılı okula gönderildim. O yıllar, petrolün millileştirildiği, çalkantılı
yıllardı. Ailem de birçok aile gibi siyasetle ilgiliydi, her akşam radyodan
haberleri dinlerlerdi, İran’da yaz tatillerde ben de onlara katılırdım. Yatılı
okuldaki son yılımda öğretmenim, R. H. Tawney’nin ve Christopher Hill’in
yazılarıyla tanıştırdı beni. Siyasî açıdan neye eğilimli olduğunu bilmiyorum
ama öğretmenim gerçekten de mükemmel bir insandı.
Üniversitede
Christopher Hill’in eski öğrencisi Keith Thomas’tan Avrupa tarihi dersleri
aldım. Onun sayesinde George Rudé, Eric Hobsbawm, Lawrence Stone, E. P.
Thompson, Victor Kiernan, Brian Manning ve Rodney Hilton gibi Past and
Present [Geçmiş ve Bugün] isimli dergiyle bağlantılı tarihçilerle tanıştım.
Mezun
olduğum dönemde modern İran çalışmak istediğimi biliyordum, ama Britanya’da
üniversiteler, o dönemde modern tarihi meşru bir disiplin olarak kabul
etmiyorlardı. Bu yüzden ben de Kuzey Amerika’da siyaset bilimi bölümüne
başvurdum, ama bu tür bölümlerin sadece toplumların “nasıl modernize
edilecekleri”yle ve dünyanın ABD çıkarları için nasıl güvenli bir yer hâline
getirileceği ile ilgilendiğini bilmiyordum. Bu iki soru da beni hiç mi hiç
ilgilendirmiyordu, bu nedenle Past and Present dergisinin merceğinden
bakarak, modern İran’ı keşfe çıktım.
İhsan
Taberi ve Bican Cezeni gibi İranlı Marksistler, tarihsel materyalizmi İran’daki
ekonomik ve politik gelişimin niteliğini açıklamak için kullanırken, siz belki
de en fazla bilinen kitabınız olan Iran Between Two Revolutions’da [“İki
Devrim Arasında İran” -1982] kısmen E. P. Thompson’ın tarihyazımı yöntemini
kullanıyorsunuz ve “sınıf bir şey değildir, oluştur” diyorsunuz. Sizce
Thompson, daha gelenekçi Marksist yaklaşımlara kıyasla, İran tarihi
incelemelerine ne katmıştır?
E.
P. Thompson, sadece İranlı tarihçiler değil, tüm dünya genelinde Marksist
tarihçiler için bir dizi sebepten ötürü önemli bir isimdir. İlk olarak o,
tarihi daha uzun dönemler bağlamında ele almış, daha çok empirik tarihle
ilgilenmiştir. İkinci olarak Thompson, sınıfın oluşumunda kültürün ve bilincin
önemini kabul eder, aynı zamanda ekonomi gibi başka faktörlere de ağırlık
verir.
Ona
göre, dini de içerecek biçimde kültür, statik değil, toplumsal değişimlere
bağlı olarak sürekli değişen bir olgudur. Üçüncü olarak, birçok toplumsal
tarihçiden farklı olarak o, siyaseti tarihten kopartmayı öngören anlayışı redde
tabi tutmuştur. Dördüncü olarak Thompson, sıradan okurlara hitap etmiş, politik
jargondan uzak durmuş, akademideki fetişleri ve entelektüel obskürantizmi
elinin tersiyle itmiştir.
Özetle
o, tarihçilerin tarihçisidir, özel bir zaman ve mekâna dalar, ilgili dönemle
alakalı her şeyi okur, ardından empirik bilgilerle yüklü bir çalışma kaleme
alır. İhsan Taberi ve Bican Cezeni gibi isimlerse esasen tarihçi değil, politik
eylemcilerdir, onlar tarihin özel bir dönemine el atarlar. Onlar, tarihin
derinliklerine dalma konusunda ne imkâna, ne de böylesi bir eğilime sahiptir.
İranlı
kalabalıklara dair araştırmanızı etkileyen isimse Büyük Britanya Komünist
Partisi Tarihçiler Grubu üyesi George Rudé. Siz, onun modern Avrupa’yı
tanımlayan önemli politik kalkışmaların bir kısmında kitlelerin faaliyetleriyle
alakalı önemli çalışmasından çok etkilenmişsiniz. Rudé’un görüşlerini İran’daki
Anayasa Devrimi’ne ve İslam Devrimi’ne tatbik ederken ne tür yanlış kanaatlerle
karşılaştınız?
Rudé
üç önemli katkı yapmıştır: ilk olarak o, Avrupa tarihinde kalabalıkların rolünü
kabul etmiştir; ikinci olarak, Gustav Le Bon’un kalabalıkların “irrasyonel” ve
“tehlikeli bir güruh” olduğuna dair anlayışına karşı çıkmıştır; üçüncü olarak,
kalabalıkların farklı yönlerini, toplumsal terkibini ortaya çıkartmıştır.
Rudé’u okuyup onun New York’ta bir yaz verdiği dersi dinleyince, çalışmalarının
İran ile çok ilgili olduğunu gördüm. Esasında kalabalıklar, İran tarihinde
Avrupa tarihinden daha önemli bir rol oynamıştır. Bu, özellikle 1906-9 Anayasa
Devrimi, 1951-53’teki petrolün millileştirilmesi kampanyasında ve elbette
1977-79’daki İran Devrimi’nde geçerli bir husustur.
Onun
kalabalıklarla ilgili üç ana bulgusunu, onların oynadığı rol, rasyonaliteye
karşı irrasyonalite ve toplumsal terkiple alakalı tespitlerini İran üzerinden
sınamaya çalıştım. Bu teorinin İran’da fazla tesirli olmadığı açık. Müesses
nizama bağlı aydınlar, bilhassa 1979 devriminden istifade edenler, Le Bon’u
allayıp pulluyorlar, onların Rudé konusunda bilgisiz oldukları açık. Bu
isimler, kalabalıkları tehlikeli birer güruh olarak görmeyi tercih ediyorlar,
onların kolayca maniple edileceğini, “gizli ve yabancı ellerin” kontrolüne
gireceğini düşünüyorlar.
1969’da
Columbia Üniversitesi’ne sunduğunuz doktora tezinizin başlığı İran
Siyasetinin Toplumsal Temelleri. Bu, İran tarihinde muhtemelen en önemli
sosyalist politik örgüt olan İran Kitle Partisi’ne (Hizb-e Tudeye İran)
dair ilk sosyolojik ve politik çalışma. Tude ile ilgili bir çalışmaya sizi ne
itti ve sizce partinin İran toplumundaki politik ve kültürel etkisini nasıl ele
almalıyız?
Tude’nin
toplumsal temellerini incelemek, belki de o dönemde, İran siyasetini aşağıdan
incelemenin, devlet katında görev almış seçkinlere değil de refahtan pay
alamayan, tamircilere, petrol işçilerine, emekçilere, işportacılara, ev
kadınlarına, öğretmenlere, terzilere, hemşirelere, kamyon şoförlerine ve
dükkâncılara odaklanmamanın en iyi yoluydu. Din, etnisite, eğitim düzeyi,
cinsiyet açısından farklı olan sıradan insanlar, partiye ve sendikalara üye
oldular, böylece tarihsel planda yönetici sınıfın ana koruyucusu olan devlet
siyasetine müdahale ettiler. Tude, bu müdahalesiyle özgün bir partiydi. Bu
özelliğini sonrasında da korudu.
Siz,
on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca Britanya ve Amerika emperyalizminin
yıkıcı rolünü eleştiren ve bu müdahalelerin tarihsel kaydını titizlikle tutmuş
olan bir isimsiniz. Son kaleme aldığınız kitabınız The Coup: 1953, the CIA,
and the Roots of Modern US-Iranian Relations’ta [“Darbe: 1953, CIA ve
Günümüzde ABD-İran İlişkilerinin Kökleri”] da ana mevzu bu.
1953’te
önemli bir dönüm noktası olarak yaşanan darbeyle ilgili başka bir kitap yazmaya
sizi iten nedir? Sizce, İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin (AIOC)
millileştirilmesi ve Muhammed Musaddık’ın MI6-CIA eliyle gerçekleştirilmiş
darbe sonucu devrilmesine dair eski değerlendirmelerinizde ne eksikti?
Sizin
de belirttiğiniz gibi, 1951’de başlayıp 1953 darbesiyle sonuçlanan petrolün
millileştirilmesiyle alakalı krize dair çok şey yazılıp çizildi. Bu
çalışmaların bazıları Musaddık’tan yana saf tutuyordu. Ama Musaddık’tan yana
saf tutan çalışmalar bile nihai felâketi izah ederken oryantalizmin tuzağına
düşüyordu. Bunlar, genelde İran’a millileştirme politikasının kabulü de dâhil,
makul bir çatışmasızlık ortamını sunanın Britanya ve ABD olduğunu söylüyor,
Musaddık’ın kişisel ve kültürel eksiklerinden ötürü bu iki ülkenin şartlarını
kabul edemediğini iddia ediyordu. Bu çalışmalarda Musaddık, “akıl dışı”,
“çocuksu”, “efemine”, “dik kafalı”, “sinir edici”, “tuhaf”, “bağnaz”, “yabancı
düşmanı”, “duygusal”, “doğulu”, Robespierre,” Frankenstein” ve Şiilere has şehadet
kültürüne takıntılı biçimde bağlı bir “demagog” olarak takdim ediliyordu.
Bu
çalışmalar, özünde iki önemli detayı, detaylardaki şeytanı gözden kaçırıyordu.
İlk olarak ABD ve Britanya, “millileştirme ilkesini” kabul etmeye istekliydi,
ama bu ilkenin uygulamaya konulmasından yana değildi. Onlara göre, petrol
endüstrisi İranlıların elinde olmamalı, Batılı petrol şirketlerinin kontrolü
altında bulunmalıydı. Esasında darbeden sonra şirketler, Petrol Konsorsiyumu
adı altında, tüm kontrolü ele geçirdiler. İkinci olarak Britanya, 1953’te
petrol tesislerinin gerçek değerinden tazminat ödemeye karşı çıkıyordu. Bunun
yerine bu ülke, yüzyılın sonuna dek verilmesi planlanan kârlar üzerinden
“astronomik” bir toplamı cebe indirmek derdindeydi.
Musaddık,
aslında hiçbir teklife itiraz etmedi. O, sadece tazminatın nasıl
hesaplanacağını, hesaplamanın mevcut değer mi yoksa gelecekteki kârlar
üzerinden mi yapılacağını bilmek istiyordu. Eisenhower yönetimi ise bu
konularda net hiçbir şey söylemiyordu. Tüm tarihçiler, bu ufak meseleyi ihmal
ediyorlar. Amerikalılar, Britanyalılar gibi, başarılı bir millileştirme
sürecine mani olmakla ilgiliydiler. Her şeyden önce başarılı bir millileştirme
girişimi, Irak, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri, Endonezya ve Venezuela için
kötü bir emsal teşkil edecekti.
Darbeyi
inceleyen tarihçilerin tümü, Britanya ve Amerika’nın risk altında olduğu
gerçeğini görmezden geliyorlar. Bunun yerine Amerikalı akademisyenler, darbeyi
kuzey-güney veya sömürgecilik karşıtı mücadeleyle emperyalizm çatışmasının
genel bağlamına değil, Soğuk Savaş bağlamına yerleştirmeyi tercih ediyorlar.
Soğuk Savaş, her türden zalimane eylem için iyi bir kılıf olarak iş gördü.
Soğuk Savaş, genelde arabadan babaannenizi atmak için bile bir kılıf olarak
kullanıldı.
Son
yıllarda ABD-Birleşik Krallık istihbarat servislerinin rolünü küçülten, asıl
olarak Musaddık’ı suçlayan, revizyonist darbe değerlendirmelerine neden çok
fazla tanıklık ediyoruz?
Musaddık’a
çok farklı yönlerden saldırılıyor. Şah yanlılarının saldırı gerekçeleri açık.
Ama bunların darbeyi CIA-MI6’in örgütlediği subaylara değil de Ayetullah
Behbehani ve Kaşani gibi mollalara bağlamaları gerçekten tuhaf. Galiba “şahın
ve halkın ayaklanması” denilen gelişme adına herkesin dikkatini başka yöne
çekmek istiyorlar. Burada çoğunlukla darbenin halk desteğinden mahrum
olduğundan söz ediliyor.
İslamcılarsa,
Musaddık’ın altını oyma noktasında kendilerince belirli ideolojik gerekçelere
sahip. Her şeyden önce Musaddık, siyasette dini istismar etmeye karşı çıkan,
seküler bir milliyetçi, açıktan aydınlanmanın ürünü olduğunu söyleyen,
dindarlığa ait zihniyete karşı çıkan bir isim. Dahası İslam Cumhuriyeti’nde
bazı genç aydınlar, Batılı yeni muhafazakârların ve neoliberallerin savunduğu
serbest piyasaya ve hür teşebbüse meftun kişiler olarak yetiştirildiler. Onlara
göre, petrol halkın egemen olması gereken, kıymetli bir doğal kaynak değil,
despotik devleti finanse eden bir “lanet.” Onlar, tüm petrolü millileştirme
kampanyasını yanlış yönlendirilmiş ve modası geçmiş bir adım olarak görüyorlar.
Khomeinism [“Humeynizm”
-1993] isimli kitabınızda Humeyni’nin ideolojisinin ve liderlik ettiği
hareketin bir tür Üçüncü Dünya popülizmi olarak anlaşılması gerektiğini
söylüyorsunuz. Bu yaklaşımınız üzerinden siz, İran devrimini modernleşmeye
karşı atacı, bağnaz ve köktenci bir saldırı olarak gören Batı medyasındaki
hâkim anlatıyla çelişiyorsunuz.
Bu
noktada son yıllarda yeniden gündeme gelen Richard Hofstadter’in ünlü eseri The
Paranoid Style in American Politics’e [“Amerikan Siyasetinde
Paranoyak Tarz”] atıfta bulunuyorsunuz. Geriye dönüp baktığımızda, “Humeynizm”
ile ilgili tartışmaya yönelik katkınızı nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce
Amerikan popülizmi tarihiyle İran’daki popülizmin tarihi ne tür ortak özelliklere
sahip?
Devrimin
zirveye ulaştığı dönemde Humeyni hareketi, bir dizi farklı politik unsuru
bağrında taşıyordu. Humeyni’nin kendisi ve Ayetullah Beheşti gibi kendisine
yakın müritleri, şahı devirmek için mustazaflar adına konuşmaları gerektiğini
anladı. Bu nedenle aynı isimler, radikal popülizmin diline müracaat ettiler.
Ancak şah karşıtı hareket, aynı zamanda ekonomik açıdan muhafazakâr, hatta
gerici kimi unsurları da içeriyordu. Bu unsurlar, temelde pazarı, küçük
burjuvaziyi temsil ediyordu. Humeyni’nin son yıllarında, hatta vefatından sonra
bile bu muhafazakâr unsurlar kendisini giderek daha fazla hissettirdiler.
Bugün
karşımızda radikal popülizm söylemini kullanmayı sürdüren, ama merkezinde duran
sosyo-ekonomik politikaları alabildiğine muhafazakâr bir içeriğe sahip olan bir
cumhuriyet var. Örneğin rejim, toprak reformunun mülkiyeti sınırlandırmaması
gerektiğine hükmetti, zira ona göre, bu türden sınırlamalar şeriatın yücelttiği
özel mülkiyet haklarını ihlal edecekti. İran’da popülizm, dünyanın başka
yerlerinde karşımıza çıkan popülizmle birçok ortak yöne sahip. Dışarıdan
bakıldığında bu popülizm radikalmiş gibi görünüyor, ama özünde aynı popülizm
muhafazakâr. ABD’deki popülizmle İran’daki popülizm arasındaki farksa şu: ilki
tüm gezegene yönelik bir tehdit, ikincisi sadece kendi halkı için zararlı.
Bugünlerde
1979 İran Devrimi ile ilgili bir kitap çalışması içerisindesiniz. Devrimci
solun devrime katkıları konusunda ne düşünüyorsunuz? Genel tarihyazımı
bağlamında bu katkılar ya çok abartılıyor ya da görmezden geliyor.
Yeni
sol devrimde dolaylı, ama aynı zamanda önemli bir rol oynamıştır. Gerilla
hareketi, bilhassa Marksist Halkın Fedaileri isimli örgüt, yetmişlerin başında
direniş ruhunu diri tuttu, ayrıca petrol gelirleri ve askerî büyümeye rağmen
rejimin temelinin zayıf olduğuna dair kanaati geleceğe taşıdı. Eski sol ise,
özellikle kırklardan itibaren, yurttaşların devredilemez toplumsal-ekonomik
haklara sahip olduğuna ilişkin o önemli anlayışı politik kültüre zerketmeyi
bildi. Tude’nin ana sloganı, “herkese ekmek, herkese ev, herkese eğitim”di.
Bunun
dışında İslamî sol, özellikle Ali Şeriati, daha çok altmışların Avrupalı
Marksistlerinden etkilenmişti. Bu noktada yeni radikal İslam’ı Batı Marksizme
doğrudan atıftan bulunmaksızın analiz etmek mümkün değil. Her şeyden önce
Şeriati’nin İslam devriminin gerçek “ideolog”u olduğu tespiti doğru bir tespit.
Tude
ve Halkın Fedaileri (Çoğunluk Hizbi) ile ilgili eleştirileriniz nelerdir? Bu
örgütlerin “liberal burjuva özgürlükleri” anti-emperyalizm sunağında feda
ettiklerini, böylelikle seksenlerde İslam Cumhuriyeti’nin otoriter bir içerikle
güç kazandığı sürecin önünü açtıklarını söylemek mümkün müdür?
1978-79’da
şah yanlıları hariç neredeyse tüm politik gruplar, devrime ve İslam
Cumhuriyeti’ne destek verdiler. Farklı zamanlarda ve farklı meseleler üzerinden
muhtelif örgütler muhalefete geçtiler. Tude ve Fedailer (Çoğunluk) muhalefet
saflarına 1982’de, rejimin ciddi bir yıkıma yol açacak olan, Irak’la savaşa
girmeye dönük o önemli kararı aldığı ve Fedaileri ülkeden kovduğu dönemde
katıldı. Bir süre sonra savaş ulusal savunma savaşı olmaktan çıktı.
Solun
rejimi desteklediğine ilişkin eleştirilerin önemli bir kısmının kaynağı
Müslüman “liberaller”. Oysa bu isimler, rejimi desteklemekle kalmadılar,
rejimin ayrılmaz parçası hâline geldiler. Her şeyden önce Bezirgan, Humeyni’nin
başbakanıydı, anayasadan yana oy kullandı ve ordular Irak’a girerken sessiz
kaldı. Öte yandan solun Humeyni’den uzak kalıp seküler ilerici değerleri
savunduğu, başka bir ifadeyle, liberal Milli Cephe ile ittifak kurduğu üzerinde
de durulabilir. Bu, kimi Tude liderlerinin yürüdüğü yoldu. Ama bu girişim,
Milli Cephe’nin Humeyni’ye erkenden teslim olunca sekteye uğradı.
“İslam Cumhuriyeti Neden Hayatta Kaldı?” (2009)
isimli makalenizde, mollaların yönettiği rejimin neden ayakta kaldığını ve
1979’dan beri nispi bir istikrarı nasıl muhafaza ettiklerini açıklıyorsunuz, bu
anlamda halkın farklı kesimlerine sunulan refahtan, en genelde ekonomik ve
toplumsal popülizmden bahsediyorsunuz. Bugünse, her ne kadar çoğunlukla açık
bir kayırmacılık ve rantçı pratiklere yol açsa da özelleştirme ve teşviklerde
kesinti yönünde kimi girişimlere tanıklık ediyoruz. Sizce, üzerinizde
durduğunuz toplum sözleşme risk altında mı?
Washington
Konsensüsü’ne atıfta bulunan ekonomistler, rejimin sosyal yardım ve gıda,
altyapı, barınma, eğitim, ilâç ve gazilere yönelik teşvikler konusunda
kaynakları bol keseden harcamasını eleştirmeyi seviyorlar. Bu türden teşvikler,
finansal açıdan anlamsızmış gibi görünebilirler, oysa bunlar, bilhassa yoksul
sınıflar nezdinde, toplum ve devlet arasında önemli bir bağ kurdular.
Ekonomistler,
daha Şubat 1979’da rejimin çökeceğine dair tahminler dillendirdiler. Bu
tahminlerin boş çıkmasının ana sebebi, rejimin adil ve kapsamlı bir refah
devleti tesis etmiş olmasıydı. Son yıllarda sağa yönelik tedricî ve kesintisiz
kayma, doğalında bu refah devletinin temellerini aşındırdı ve rejimin toplumsal
zeminini çökertti.
Trump
döneminde demokratik, herkesi kucaklayan ekonomik açıdan adil bir İran ne kadar
mümkün? Trump’ın ve yönetiminin tehditkâr niteliği karşısında İran tarihi ve
siyaseti okuyan öğrenciler olarak bizim demokratik ve politik sorumluluğumuz
nedir?
Sorunuz,
birbirinden ayrı iki meseleyi gündeme getiriyor: Trump ve İran’daki içsel
dinamikler.
Trump,
belirli bir ürünü satmak için laf kalabalığı yapıp duran bir sahtekâr.
Kampanyası boyunca o, İran’a ve nükleer anlaşmasına ağır bir dille saldırdı,
çünkü o bu sayede oy kazanacağını, Netanyahu’nun desteğini alabileceğini
biliyordu. Artık bu kesimlerin desteğine ihtiyacı yok. Ama bugün asıl tehlike,
onun ekonomik vaatlerinin hükmünün kalmaması. Muhtemelen Trump, tek çare olarak
İran’ı dış düşman kabul edecektir. Büyük olasılıkla İran hedef hâline
gelecektir. Sağcı popülistlerin tüm dünya genelinde ekonomik vaatlerinin
hükmünün kalmadığı koşullarda, dış düşmanlar araması asla tesadüf değildir.
Eğer
İran hedef hâline gelmezse, onun içsel ve doğal seyri başka yöne kayacaktır.
Altmışlardan itibaren siyasetteki hâkim söylem İslam, özgünlük, yerelcilik ve
“köklere dönüş”tür. Bu türden bir söylem, reformun tıkandığı, sağın hâkim hâle
geldiği mevcut açmaza yol açmıştır.
Devrimden
sonra dünyaya gelmiş olan yeni nesil, köklere bakmakla değil, daha çok
bireysel, toplumsal ve ekonomik hakları koruyan, anlamlı reformlarla
ilgileniyor. Bu özelliğiyle yeni nesil, belli belirsiz köklere yönelik amaçsız
bir arayış yerine, 1905-9’da Anayasa Devrimi’nde ninelerinin ve dedelerinin
yaptıklarının bugünle alakalı olduğunu görüyorlar.
Dipnot:
[1] Ervand Abrahamian, “İslam Cumhuriyeti Neden Hayatta Kaldı?”, 2009, İştirakî.
0 Yorum:
Yorum Gönder