06 Mayıs 2017

, ,

İran’ın Geçmişi ve Geleceği

Ervand Abrahamian Söyleşisi
İskender Sadıkî Burucerdi
20 Nisan 2017
İskender Sadıkî Burucerdi ile yaptığı bu söyleşide, kendi kuşağının en önemli İranlı tarihçilerinden biri olan Ervand Abrahamian, elli yıllık meslek hayatından ve yirminci yüzyılda İran siyasetini ve İran’ı tanımlamış olaylara, politik örgütlere ve hareketlere yönelik halk ve akademisyenler arasında yaygın olan anlayışları biçimlendirmiş fikirlerden bahsediyor.
Tude, İran işçi hareketi, CIA ve MI6’in 1953’te gerçekleştirdiği darbe, popülizm meselesi ile ilgili yazılarında Abrahamian, hem İran hem de Batı’da süren tartışmaları tayin etmeyi sürdürüyor.
Benzer öneme sahip diğer bir husus da onun modern İran ile alakalı tarihyazımına yaptığı katkı. İlgili çalışmasında Abrahamian, başka isimler yanında, Christopher Hill, Eric Hobsbawm, ve E. P. Thompson gibi Marksist tarihçilerin yöntemlerini yeniden yorumluyor. Abrahamian, çalışmasında ya oryantalist fantezi ya da nativist nostalji ile yorumlanan İran tarihindeki toplumsal değişimi, mücadeleyi ve sınıfın anlamını ortaya koyuyor. Kitapları İran’da çok satıyor, yaygın olarak okunup tartışılıyor. Hâlihazırda Abrahamian, 1979 İran Devrimi’nin tarihine dair bir kitap çalışması içerisinde.
§ § § §
Çalışmalarınıza aşina olmayan okurlar için nerede büyüdüğünüzden ve modern İran tarihi çalışmasına sizi neyin sevk ettiğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Tahran’da doğdum, Mehr Okulu’nda üçüncü sınıfa kadar okudum, sonrasında Britanya’daki bir yatılı okula gönderildim. O yıllar, petrolün millileştirildiği, çalkantılı yıllardı. Ailem de birçok aile gibi siyasetle ilgiliydi, her akşam radyodan haberleri dinlerlerdi, İran’da yaz tatillerde ben de onlara katılırdım. Yatılı okuldaki son yılımda öğretmenim, R. H. Tawney’nin ve Christopher Hill’in yazılarıyla tanıştırdı beni. Siyasî açıdan neye eğilimli olduğunu bilmiyorum ama öğretmenim gerçekten de mükemmel bir insandı.
Üniversitede Christopher Hill’in eski öğrencisi Keith Thomas’tan Avrupa tarihi dersleri aldım. Onun sayesinde George Rudé, Eric Hobsbawm, Lawrence Stone, E. P. Thompson, Victor Kiernan, Brian Manning ve Rodney Hilton gibi Past and Present [Geçmiş ve Bugün] isimli dergiyle bağlantılı tarihçilerle tanıştım.
Mezun olduğum dönemde modern İran çalışmak istediğimi biliyordum, ama Britanya’da üniversiteler, o dönemde modern tarihi meşru bir disiplin olarak kabul etmiyorlardı. Bu yüzden ben de Kuzey Amerika’da siyaset bilimi bölümüne başvurdum, ama bu tür bölümlerin sadece toplumların “nasıl modernize edilecekleri”yle ve dünyanın ABD çıkarları için nasıl güvenli bir yer hâline getirileceği ile ilgilendiğini bilmiyordum. Bu iki soru da beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu, bu nedenle Past and Present dergisinin merceğinden bakarak, modern İran’ı keşfe çıktım.
İhsan Taberi ve Bican Cezeni gibi İranlı Marksistler, tarihsel materyalizmi İran’daki ekonomik ve politik gelişimin niteliğini açıklamak için kullanırken, siz belki de en fazla bilinen kitabınız olan Iran Between Two Revolutions’da [“İki Devrim Arasında İran” -1982] kısmen E. P. Thompson’ın tarihyazımı yöntemini kullanıyorsunuz ve “sınıf bir şey değildir, oluştur” diyorsunuz. Sizce Thompson, daha gelenekçi Marksist yaklaşımlara kıyasla, İran tarihi incelemelerine ne katmıştır?
E. P. Thompson, sadece İranlı tarihçiler değil, tüm dünya genelinde Marksist tarihçiler için bir dizi sebepten ötürü önemli bir isimdir. İlk olarak o, tarihi daha uzun dönemler bağlamında ele almış, daha çok empirik tarihle ilgilenmiştir. İkinci olarak Thompson, sınıfın oluşumunda kültürün ve bilincin önemini kabul eder, aynı zamanda ekonomi gibi başka faktörlere de ağırlık verir.
Ona göre, dini de içerecek biçimde kültür, statik değil, toplumsal değişimlere bağlı olarak sürekli değişen bir olgudur. Üçüncü olarak, birçok toplumsal tarihçiden farklı olarak o, siyaseti tarihten kopartmayı öngören anlayışı redde tabi tutmuştur. Dördüncü olarak Thompson, sıradan okurlara hitap etmiş, politik jargondan uzak durmuş, akademideki fetişleri ve entelektüel obskürantizmi elinin tersiyle itmiştir.
Özetle o, tarihçilerin tarihçisidir, özel bir zaman ve mekâna dalar, ilgili dönemle alakalı her şeyi okur, ardından empirik bilgilerle yüklü bir çalışma kaleme alır. İhsan Taberi ve Bican Cezeni gibi isimlerse esasen tarihçi değil, politik eylemcilerdir, onlar tarihin özel bir dönemine el atarlar. Onlar, tarihin derinliklerine dalma konusunda ne imkâna, ne de böylesi bir eğilime sahiptir.
İranlı kalabalıklara dair araştırmanızı etkileyen isimse Büyük Britanya Komünist Partisi Tarihçiler Grubu üyesi George Rudé. Siz, onun modern Avrupa’yı tanımlayan önemli politik kalkışmaların bir kısmında kitlelerin faaliyetleriyle alakalı önemli çalışmasından çok etkilenmişsiniz. Rudé’un görüşlerini İran’daki Anayasa Devrimi’ne ve İslam Devrimi’ne tatbik ederken ne tür yanlış kanaatlerle karşılaştınız?
Rudé üç önemli katkı yapmıştır: ilk olarak o, Avrupa tarihinde kalabalıkların rolünü kabul etmiştir; ikinci olarak, Gustav Le Bon’un kalabalıkların “irrasyonel” ve “tehlikeli bir güruh” olduğuna dair anlayışına karşı çıkmıştır; üçüncü olarak, kalabalıkların farklı yönlerini, toplumsal terkibini ortaya çıkartmıştır. Rudé’u okuyup onun New York’ta bir yaz verdiği dersi dinleyince, çalışmalarının İran ile çok ilgili olduğunu gördüm. Esasında kalabalıklar, İran tarihinde Avrupa tarihinden daha önemli bir rol oynamıştır. Bu, özellikle 1906-9 Anayasa Devrimi, 1951-53’teki petrolün millileştirilmesi kampanyasında ve elbette 1977-79’daki İran Devrimi’nde geçerli bir husustur.
Onun kalabalıklarla ilgili üç ana bulgusunu, onların oynadığı rol, rasyonaliteye karşı irrasyonalite ve toplumsal terkiple alakalı tespitlerini İran üzerinden sınamaya çalıştım. Bu teorinin İran’da fazla tesirli olmadığı açık. Müesses nizama bağlı aydınlar, bilhassa 1979 devriminden istifade edenler, Le Bon’u allayıp pulluyorlar, onların Rudé konusunda bilgisiz oldukları açık. Bu isimler, kalabalıkları tehlikeli birer güruh olarak görmeyi tercih ediyorlar, onların kolayca maniple edileceğini, “gizli ve yabancı ellerin” kontrolüne gireceğini düşünüyorlar.
1969’da Columbia Üniversitesi’ne sunduğunuz doktora tezinizin başlığı İran Siyasetinin Toplumsal Temelleri. Bu, İran tarihinde muhtemelen en önemli sosyalist politik örgüt olan İran Kitle Partisi’ne (Hizb-e Tudeye İran) dair ilk sosyolojik ve politik çalışma. Tude ile ilgili bir çalışmaya sizi ne itti ve sizce partinin İran toplumundaki politik ve kültürel etkisini nasıl ele almalıyız?
Tude’nin toplumsal temellerini incelemek, belki de o dönemde, İran siyasetini aşağıdan incelemenin, devlet katında görev almış seçkinlere değil de refahtan pay alamayan, tamircilere, petrol işçilerine, emekçilere, işportacılara, ev kadınlarına, öğretmenlere, terzilere, hemşirelere, kamyon şoförlerine ve dükkâncılara odaklanmamanın en iyi yoluydu. Din, etnisite, eğitim düzeyi, cinsiyet açısından farklı olan sıradan insanlar, partiye ve sendikalara üye oldular, böylece tarihsel planda yönetici sınıfın ana koruyucusu olan devlet siyasetine müdahale ettiler. Tude, bu müdahalesiyle özgün bir partiydi. Bu özelliğini sonrasında da korudu.
Siz, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca Britanya ve Amerika emperyalizminin yıkıcı rolünü eleştiren ve bu müdahalelerin tarihsel kaydını titizlikle tutmuş olan bir isimsiniz. Son kaleme aldığınız kitabınız The Coup: 1953, the CIA, and the Roots of Modern US-Iranian Relations’ta [“Darbe: 1953, CIA ve Günümüzde ABD-İran İlişkilerinin Kökleri”] da ana mevzu bu.
1953’te önemli bir dönüm noktası olarak yaşanan darbeyle ilgili başka bir kitap yazmaya sizi iten nedir? Sizce, İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin (AIOC) millileştirilmesi ve Muhammed Musaddık’ın MI6-CIA eliyle gerçekleştirilmiş darbe sonucu devrilmesine dair eski değerlendirmelerinizde ne eksikti?
Sizin de belirttiğiniz gibi, 1951’de başlayıp 1953 darbesiyle sonuçlanan petrolün millileştirilmesiyle alakalı krize dair çok şey yazılıp çizildi. Bu çalışmaların bazıları Musaddık’tan yana saf tutuyordu. Ama Musaddık’tan yana saf tutan çalışmalar bile nihai felâketi izah ederken oryantalizmin tuzağına düşüyordu. Bunlar, genelde İran’a millileştirme politikasının kabulü de dâhil, makul bir çatışmasızlık ortamını sunanın Britanya ve ABD olduğunu söylüyor, Musaddık’ın kişisel ve kültürel eksiklerinden ötürü bu iki ülkenin şartlarını kabul edemediğini iddia ediyordu. Bu çalışmalarda Musaddık, “akıl dışı”, “çocuksu”, “efemine”, “dik kafalı”, “sinir edici”, “tuhaf”, “bağnaz”, “yabancı düşmanı”, “duygusal”, “doğulu”, Robespierre,” Frankenstein” ve Şiilere has şehadet kültürüne takıntılı biçimde bağlı bir “demagog” olarak takdim ediliyordu.
Bu çalışmalar, özünde iki önemli detayı, detaylardaki şeytanı gözden kaçırıyordu. İlk olarak ABD ve Britanya, “millileştirme ilkesini” kabul etmeye istekliydi, ama bu ilkenin uygulamaya konulmasından yana değildi. Onlara göre, petrol endüstrisi İranlıların elinde olmamalı, Batılı petrol şirketlerinin kontrolü altında bulunmalıydı. Esasında darbeden sonra şirketler, Petrol Konsorsiyumu adı altında, tüm kontrolü ele geçirdiler. İkinci olarak Britanya, 1953’te petrol tesislerinin gerçek değerinden tazminat ödemeye karşı çıkıyordu. Bunun yerine bu ülke, yüzyılın sonuna dek verilmesi planlanan kârlar üzerinden “astronomik” bir toplamı cebe indirmek derdindeydi.
Musaddık, aslında hiçbir teklife itiraz etmedi. O, sadece tazminatın nasıl hesaplanacağını, hesaplamanın mevcut değer mi yoksa gelecekteki kârlar üzerinden mi yapılacağını bilmek istiyordu. Eisenhower yönetimi ise bu konularda net hiçbir şey söylemiyordu. Tüm tarihçiler, bu ufak meseleyi ihmal ediyorlar. Amerikalılar, Britanyalılar gibi, başarılı bir millileştirme sürecine mani olmakla ilgiliydiler. Her şeyden önce başarılı bir millileştirme girişimi, Irak, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri, Endonezya ve Venezuela için kötü bir emsal teşkil edecekti.
Darbeyi inceleyen tarihçilerin tümü, Britanya ve Amerika’nın risk altında olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Bunun yerine Amerikalı akademisyenler, darbeyi kuzey-güney veya sömürgecilik karşıtı mücadeleyle emperyalizm çatışmasının genel bağlamına değil, Soğuk Savaş bağlamına yerleştirmeyi tercih ediyorlar. Soğuk Savaş, her türden zalimane eylem için iyi bir kılıf olarak iş gördü. Soğuk Savaş, genelde arabadan babaannenizi atmak için bile bir kılıf olarak kullanıldı.
Son yıllarda ABD-Birleşik Krallık istihbarat servislerinin rolünü küçülten, asıl olarak Musaddık’ı suçlayan, revizyonist darbe değerlendirmelerine neden çok fazla tanıklık ediyoruz?
Musaddık’a çok farklı yönlerden saldırılıyor. Şah yanlılarının saldırı gerekçeleri açık. Ama bunların darbeyi CIA-MI6’in örgütlediği subaylara değil de Ayetullah Behbehani ve Kaşani gibi mollalara bağlamaları gerçekten tuhaf. Galiba “şahın ve halkın ayaklanması” denilen gelişme adına herkesin dikkatini başka yöne çekmek istiyorlar. Burada çoğunlukla darbenin halk desteğinden mahrum olduğundan söz ediliyor.
İslamcılarsa, Musaddık’ın altını oyma noktasında kendilerince belirli ideolojik gerekçelere sahip. Her şeyden önce Musaddık, siyasette dini istismar etmeye karşı çıkan, seküler bir milliyetçi, açıktan aydınlanmanın ürünü olduğunu söyleyen, dindarlığa ait zihniyete karşı çıkan bir isim. Dahası İslam Cumhuriyeti’nde bazı genç aydınlar, Batılı yeni muhafazakârların ve neoliberallerin savunduğu serbest piyasaya ve hür teşebbüse meftun kişiler olarak yetiştirildiler. Onlara göre, petrol halkın egemen olması gereken, kıymetli bir doğal kaynak değil, despotik devleti finanse eden bir “lanet.” Onlar, tüm petrolü millileştirme kampanyasını yanlış yönlendirilmiş ve modası geçmiş bir adım olarak görüyorlar.
Khomeinism [“Humeynizm” -1993] isimli kitabınızda Humeyni’nin ideolojisinin ve liderlik ettiği hareketin bir tür Üçüncü Dünya popülizmi olarak anlaşılması gerektiğini söylüyorsunuz. Bu yaklaşımınız üzerinden siz, İran devrimini modernleşmeye karşı atacı, bağnaz ve köktenci bir saldırı olarak gören Batı medyasındaki hâkim anlatıyla çelişiyorsunuz.
Bu noktada son yıllarda yeniden gündeme gelen Richard Hofstadter’in ünlü eseri The Paranoid Style in American Politics’e [“Amerikan Siyasetinde Paranoyak Tarz”] atıfta bulunuyorsunuz. Geriye dönüp baktığımızda, “Humeynizm” ile ilgili tartışmaya yönelik katkınızı nasıl değerlendiriyorsunuz, sizce Amerikan popülizmi tarihiyle İran’daki popülizmin tarihi ne tür ortak özelliklere sahip?
Devrimin zirveye ulaştığı dönemde Humeyni hareketi, bir dizi farklı politik unsuru bağrında taşıyordu. Humeyni’nin kendisi ve Ayetullah Beheşti gibi kendisine yakın müritleri, şahı devirmek için mustazaflar adına konuşmaları gerektiğini anladı. Bu nedenle aynı isimler, radikal popülizmin diline müracaat ettiler. Ancak şah karşıtı hareket, aynı zamanda ekonomik açıdan muhafazakâr, hatta gerici kimi unsurları da içeriyordu. Bu unsurlar, temelde pazarı, küçük burjuvaziyi temsil ediyordu. Humeyni’nin son yıllarında, hatta vefatından sonra bile bu muhafazakâr unsurlar kendisini giderek daha fazla hissettirdiler.
Bugün karşımızda radikal popülizm söylemini kullanmayı sürdüren, ama merkezinde duran sosyo-ekonomik politikaları alabildiğine muhafazakâr bir içeriğe sahip olan bir cumhuriyet var. Örneğin rejim, toprak reformunun mülkiyeti sınırlandırmaması gerektiğine hükmetti, zira ona göre, bu türden sınırlamalar şeriatın yücelttiği özel mülkiyet haklarını ihlal edecekti. İran’da popülizm, dünyanın başka yerlerinde karşımıza çıkan popülizmle birçok ortak yöne sahip. Dışarıdan bakıldığında bu popülizm radikalmiş gibi görünüyor, ama özünde aynı popülizm muhafazakâr. ABD’deki popülizmle İran’daki popülizm arasındaki farksa şu: ilki tüm gezegene yönelik bir tehdit, ikincisi sadece kendi halkı için zararlı.
Bugünlerde 1979 İran Devrimi ile ilgili bir kitap çalışması içerisindesiniz. Devrimci solun devrime katkıları konusunda ne düşünüyorsunuz? Genel tarihyazımı bağlamında bu katkılar ya çok abartılıyor ya da görmezden geliyor.
Yeni sol devrimde dolaylı, ama aynı zamanda önemli bir rol oynamıştır. Gerilla hareketi, bilhassa Marksist Halkın Fedaileri isimli örgüt, yetmişlerin başında direniş ruhunu diri tuttu, ayrıca petrol gelirleri ve askerî büyümeye rağmen rejimin temelinin zayıf olduğuna dair kanaati geleceğe taşıdı. Eski sol ise, özellikle kırklardan itibaren, yurttaşların devredilemez toplumsal-ekonomik haklara sahip olduğuna ilişkin o önemli anlayışı politik kültüre zerketmeyi bildi. Tude’nin ana sloganı, “herkese ekmek, herkese ev, herkese eğitim”di.
Bunun dışında İslamî sol, özellikle Ali Şeriati, daha çok altmışların Avrupalı Marksistlerinden etkilenmişti. Bu noktada yeni radikal İslam’ı Batı Marksizme doğrudan atıftan bulunmaksızın analiz etmek mümkün değil. Her şeyden önce Şeriati’nin İslam devriminin gerçek “ideolog”u olduğu tespiti doğru bir tespit.
Tude ve Halkın Fedaileri (Çoğunluk Hizbi) ile ilgili eleştirileriniz nelerdir? Bu örgütlerin “liberal burjuva özgürlükleri” anti-emperyalizm sunağında feda ettiklerini, böylelikle seksenlerde İslam Cumhuriyeti’nin otoriter bir içerikle güç kazandığı sürecin önünü açtıklarını söylemek mümkün müdür?
1978-79’da şah yanlıları hariç neredeyse tüm politik gruplar, devrime ve İslam Cumhuriyeti’ne destek verdiler. Farklı zamanlarda ve farklı meseleler üzerinden muhtelif örgütler muhalefete geçtiler. Tude ve Fedailer (Çoğunluk) muhalefet saflarına 1982’de, rejimin ciddi bir yıkıma yol açacak olan, Irak’la savaşa girmeye dönük o önemli kararı aldığı ve Fedaileri ülkeden kovduğu dönemde katıldı. Bir süre sonra savaş ulusal savunma savaşı olmaktan çıktı.
Solun rejimi desteklediğine ilişkin eleştirilerin önemli bir kısmının kaynağı Müslüman “liberaller”. Oysa bu isimler, rejimi desteklemekle kalmadılar, rejimin ayrılmaz parçası hâline geldiler. Her şeyden önce Bezirgan, Humeyni’nin başbakanıydı, anayasadan yana oy kullandı ve ordular Irak’a girerken sessiz kaldı. Öte yandan solun Humeyni’den uzak kalıp seküler ilerici değerleri savunduğu, başka bir ifadeyle, liberal Milli Cephe ile ittifak kurduğu üzerinde de durulabilir. Bu, kimi Tude liderlerinin yürüdüğü yoldu. Ama bu girişim, Milli Cephe’nin Humeyni’ye erkenden teslim olunca sekteye uğradı.
İslam Cumhuriyeti Neden Hayatta Kaldı?” (2009) isimli makalenizde, mollaların yönettiği rejimin neden ayakta kaldığını ve 1979’dan beri nispi bir istikrarı nasıl muhafaza ettiklerini açıklıyorsunuz, bu anlamda halkın farklı kesimlerine sunulan refahtan, en genelde ekonomik ve toplumsal popülizmden bahsediyorsunuz. Bugünse, her ne kadar çoğunlukla açık bir kayırmacılık ve rantçı pratiklere yol açsa da özelleştirme ve teşviklerde kesinti yönünde kimi girişimlere tanıklık ediyoruz. Sizce, üzerinizde durduğunuz toplum sözleşme risk altında mı?
Washington Konsensüsü’ne atıfta bulunan ekonomistler, rejimin sosyal yardım ve gıda, altyapı, barınma, eğitim, ilâç ve gazilere yönelik teşvikler konusunda kaynakları bol keseden harcamasını eleştirmeyi seviyorlar. Bu türden teşvikler, finansal açıdan anlamsızmış gibi görünebilirler, oysa bunlar, bilhassa yoksul sınıflar nezdinde, toplum ve devlet arasında önemli bir bağ kurdular.
Ekonomistler, daha Şubat 1979’da rejimin çökeceğine dair tahminler dillendirdiler. Bu tahminlerin boş çıkmasının ana sebebi, rejimin adil ve kapsamlı bir refah devleti tesis etmiş olmasıydı. Son yıllarda sağa yönelik tedricî ve kesintisiz kayma, doğalında bu refah devletinin temellerini aşındırdı ve rejimin toplumsal zeminini çökertti.
Trump döneminde demokratik, herkesi kucaklayan ekonomik açıdan adil bir İran ne kadar mümkün? Trump’ın ve yönetiminin tehditkâr niteliği karşısında İran tarihi ve siyaseti okuyan öğrenciler olarak bizim demokratik ve politik sorumluluğumuz nedir?
Sorunuz, birbirinden ayrı iki meseleyi gündeme getiriyor: Trump ve İran’daki içsel dinamikler.
Trump, belirli bir ürünü satmak için laf kalabalığı yapıp duran bir sahtekâr. Kampanyası boyunca o, İran’a ve nükleer anlaşmasına ağır bir dille saldırdı, çünkü o bu sayede oy kazanacağını, Netanyahu’nun desteğini alabileceğini biliyordu. Artık bu kesimlerin desteğine ihtiyacı yok. Ama bugün asıl tehlike, onun ekonomik vaatlerinin hükmünün kalmaması. Muhtemelen Trump, tek çare olarak İran’ı dış düşman kabul edecektir. Büyük olasılıkla İran hedef hâline gelecektir. Sağcı popülistlerin tüm dünya genelinde ekonomik vaatlerinin hükmünün kalmadığı koşullarda, dış düşmanlar araması asla tesadüf değildir.
Eğer İran hedef hâline gelmezse, onun içsel ve doğal seyri başka yöne kayacaktır. Altmışlardan itibaren siyasetteki hâkim söylem İslam, özgünlük, yerelcilik ve “köklere dönüş”tür. Bu türden bir söylem, reformun tıkandığı, sağın hâkim hâle geldiği mevcut açmaza yol açmıştır.
Devrimden sonra dünyaya gelmiş olan yeni nesil, köklere bakmakla değil, daha çok bireysel, toplumsal ve ekonomik hakları koruyan, anlamlı reformlarla ilgileniyor. Bu özelliğiyle yeni nesil, belli belirsiz köklere yönelik amaçsız bir arayış yerine, 1905-9’da Anayasa Devrimi’nde ninelerinin ve dedelerinin yaptıklarının bugünle alakalı olduğunu görüyorlar.
Dipnot
[1] Ervand Abrahamian, “İslam Cumhuriyeti Neden Hayatta Kaldı?”, 2009, İştirakî.

0 Yorum: