01 Mayıs 2017

Tarihsiciliğin Avrupamerkezciliği


Her şeyden önce postkolonyalizm, Batı düşüncesinde tüm toplumsal-tarihsel deneyimleri, genel kapitalist modernite başlığı altında toplamaya yönelik girişimlere karşı geliştirilmiş özel bir tepkidir. Dolayısıyla bu türden genellemeci değerlendirmeler sıkıntılıdır, zira bunlar, farklılık meselesini yanlış okurlar, daha da kötüsü, onu görmezden gelirler. Chakrabarty, bu yaklaşımı “tarihsicilik” olarak adlandırır ve bu eğilimin farklılığı hem kabul hem de nötralize eden bir tür tarih yazma yöntemi olduğunu söyler. Ona göre, bu yazım dâhilinde “tarihler arasındaki farklılıklar” uzun vadede sermaye tarafından aşılır.[1] Tarihsicilik, kapitalizmi tarihsel farklılığı karşıya atan bir güç olarak takdim eder. Bu güç, söz konusu farklılıkla mücadele içerisindedir, nihayetinde onu olumsuzlar veya kendi mantığının yayılması için gerekli olan farklı araçlara tarihsel düzlemde dâhil eder.[2]

Bu türden bir yaklaşım, politikleştirilmiş bir tür reçete içerir bünyesinde. Avrupa, bu yaklaşım bağlamında, kapitalizmin, modernitenin veya Aydınlanma’nın ilk oluştuğu saha olarak takdim edilir ve Avrupalı olmayanlar “başka bir yer”e fırlatılıp atılır.[3] Devamında tarihsel gelişmeler, Avrupa’ya has bir norma göre, özel olarak değerlendirmeye tabi tutulurlar. Bu norma uymayan veya denk düşmeyen tarihlerse “sapma” veya “eksik” denilerek çöpe atılırlar. Farklılıklar ise öze yerleştirilmiş ikilikler aracılığıyla ve onlar üzerinden dillendirilirler ve ilga edilirler. Bu ikilikler, prekapitalizm-kapitalizm, arkaik-çağdaş, dünya imparatorlukları-dünya sistemi olarak özetlenebilir.

Eksiklik anlayışı ise kendi içerisinde sömürgecilikte mevcut olan hiyerarşileri barındırır (bu hiyerarşiler, barbarlık, medeni olmama, geri kalmışlık, yetersizlik gibi kavramlarla ifade edilir). Sonuçta tarihsicilik, kültürel mesafeye dayalı bir ölçü belirler. “Bu, Batı ile Batı dışı dünya arasında mevcut olan bir ölçüdür”[4] ve “Avrupalı olmayanlara onların özerklik ve kabul görme çağrıları karşısında ‘daha değil’ diyebilmek için gerekli bir yöntem olarak kullanılır.”[5] Bu olgu, en net biçimde “köylü” veya “madun”u incelerken açığa çıkar. Örneğin Eric Hobsbawm’ın Hint köylüsünü tarih bağlamında “politika öncesi” ve “arkaik” olarak tanımlamasının sebebi, onun Avrupa dışı dünyadaki gelişmeleri “eksik” olarak anlamasıdır.[6] Bu tür unsurlar, prekapitalist ilişkilerin bakiyesi veya artığı olarak görülür. Chakrabarty’ye göre, benzer bir strateji, “eşitsiz gelişme” anlayışında karşımıza çıkar. Bu türden anlayışlar, “tarihsel gelişmeye (bütünlük değilse de) en azından önemli bir yapısal birlik atfeder. Bu yaklaşıma göre, zamanla belirli unsurların “anakronik” veya “modası geçmiş” olarak tanımlanması mümkün hâle gelir.[7]

Özellikle modernitenin oluşumu dâhilinde köylünün merkezî konumunu dikkate alırken, tarihsiciliğin sorunlu olduğu net olarak görülür. Köylü denilen fail burjuva, seküler olmamasına, tarihsel düzlemde sömürgecilik öncesinde varolan pratiklerle bağlantılı olmasına karşın, hâlen daha, hem politik hem de moderndir.[8] David Washbrook’un dile getirdiği biçimiyle, (modern dönemin aksine) toplumdaki geleneksel veya gerici katmanların yaygınlığı, Güney Asya’da sömürgeciliğin yol açtığı bir husustur.[9] Dolayısıyla köylü denilen faili, premodern, prekapitalist veya prekapital başlığı altında toplamak, madunları elitlerin rasyonalist bilincine ait kalıba zorla oturtmaktan, bunu da onları sömürgecilerin ve burjuva milliyetçilerin idrak edebileceği birer unsur hâline getirerek yapmaktan başka bir şey değildir.[10] Sonuçta başka şekilde önemli bir fail olarak görülebilecek olan köylülük, tarih yazımı üzerinden lâl edilir, yanlış tanıtılır veya kıyıya köşeye atılır.

Bu sebeple Partha Chatterjee, ekonomiye ait genel bir kategori olarak sermayenin tarihsel planda gerçekleşmesinin sınırlarının izah edilmesi suretiyle, Avrupa dışı dünyadaki moderniteye dair tarihsel soruyu yeniden dile dökmeye çalışır.[11] Chakrabarty ise esas olarak Avrupa’nın dünyanın merkezi olmaktan çıkartılması [provincialize] ile ilgilidir. Ona göre bu çaba, genellemeci düşüncenin belirli tarihler tarafından her zaman ve zaten değişime nasıl tabi kılındığını göstererek ortaya konulmalıdır.[12] Başka bir ifadeyle, söz konusu yaklaşımın amacı, genelmiş gibi görünen kavram ve kategorilerin her zaman kendi içinde genel, evrensel olmayana ait izler taşıdığını ortaya koymaktır.

Chakrabarty, bu işlemi iki şekilde gerçekleştirir: öncelikle o, politik moderniteye ait “genel” kavramların önceden varolan kavram, kategori, kurum ve uygulamalarla çatıştığını göstermeye çalışır. Ona göre, politik moderniteye ait kavramlar, bahsi geçen unsurlar eliyle tercüme edilir ve belirli bir yapıya kavuşturulurlar.[13] İkinci olarak Chakrabarty, genel kategorilerin esasında parçalı ve dar olduğunu gösterir. Ona göre, bu kategoriler Avrupa’ya ait özel bir deneyimin ürünüdürler.[14] Aynı şekilde Chatterjee de Avrupa’ya ait toplumsal formların sözde genelliğinin ancak özel bir kapitalizm tarihine bağlı olarak genelleşen özel bir tarihsel deneyimi maskelediğini söyler.

Avrupa’ya ait parçalı bir düşünceyi genel felsefeye dönüştüren, Avrupa’nın dar ve sınırlı tarihini evrensel tarih hâline getiren önemli bir moment varsa, o da sermaye momentidir. Sermaye, toprak bağlamında ulaştığı menzille ve kavramsal hâkimiyetiyle genelleşmiştir. Ticaretin, savaşın, soykırımın, fethin ve sömürgeciliğin şiddetini genel bir ilerleme, gelişme, modernleşme ve özgürlük tarihine dönüştüren şey, sermayeyi merkeze alan anlatıdır.[15]

Vivek Chibber, Madun Çalışmaları’na karşı son saldırısında[16] esas olarak sermayenin evrenselleşme eğilimini kabul etmeyenleri eleştirir. Chatterjee, Chakrabarty ve Ranajit Guha gibi isimleri içeren ve madun çalışmaları yapan akademisyenler, esasında sermayenin evrenselleşme eğilimine sahip olduğunu inkâr etmezler. Bilâkis bu isimler, aslında başka bir şey söylerler: sermayedeki evrenselleşme eğilimi sınırlıdır, bu eğilim, her zaman ve her yerde kısmîdir ki bu hususlara Chibber’ın kendisi de işaret eder. Örneğin Chakrabarty, Marx’ın “sermayeye karşı direnişin sermayeye içkin bir şey olduğuna” dair sözü üzerinde durur. Bu açıdan Chakrabarty’nin de dile getirdiği biçimiyle, “sermayenin kendisini yeniden üretmesi”, akla Marx’ın başka bir sözünü getirir:

“Sermayenin kendisini yeniden üretmesi, sürekli aşılan ama her daim açığa çıkan çelişkiler içerisinde gerçekleşir. Bunun sebebi, Marx’ın da dile getirdiği biçimiyle, sermayenin ideal planda karşısına çıkan sınırları gerçekte aşamadığı ulusal sınırlar ve önyargılarla aşar.”[17]

İlginç olan şu ki Marx’ın Grundrisse’sinden alınan bu pasajı Guha da alıntılar. Guha devamında şu tespiti yapar: “Sermayenin evrenselliği iddialarına dair bu eleştiriden daha açık ve daha yıkıcı bir tespit yapılamazdı”[18] Bunun dışında Guha, evrenselci ve karşı-evrenselci eğilimlerin çelişkili birliğinin Doğu ve Batı (özellikle Avrupa) içerisinde işlemeye devam eden bir şey olduğunu söyler. Guha’nın dile getirdiği biçimiyle, Marx’a göre:

“ideal olarak sermayenin evrenselleşme eğilimi ile bu eğilimin gerçekte kırılması arasındaki uyuşmazlık, ilgili dönemde Batı’daki burjuva toplumların çelişkilerine ait bir ölçüdür, o ölçüye özgüllük katansa farklılıklardır.”[19]

Guha’nın ifadesiyle, “burjuvazinin tarihsel projesindeki yapısal fay hattı[20] Hint burjuvazisi ile Avrupa’daki ecdadı arasında değildir.[21] Burada esasen tüm dünyayı boydan boya kesen, daha kapsamlı bir uzamsal-zamansal fay hattı söz konusudur: Bu fay hattı, İngiltere ve Fransa’daki “ilk dönem” burjuva devrimleri ile Elbe Nehri’nin doğusuna, Avrupa ötesine uzanan sonraki burjuva devrimleri arasındadır.

Alexander Anievas
Kerem Nişancıoğlu

[Kaynak: How The West Came To Rule, Pluto Press, 2015, s. 33-35.]

Dipnotlar:
[1] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 47-8. Aynı şekilde, kapitalizmin genişlemesi meselesinin her şeyi içeren bir kategori altında toplanması, Batı dışı toplumların Avrupamerkezci ve sorunlu tarihine yol açmaktadır.

[2] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 48.

[3] Chakrabarty, A.g.e., s. 7-8.

[4] Chakrabarty, A.g.e., s. 7. Dolayısıyla tarihsicilik, tarihsel geçiş anlatısına damgasını vuran bir husustur. Geçiş teorisinde tarih iki eş kutup arasında asılı gibidir: despotik/anayasal, ortaçağ/modern, feodal /kapitalist. Bu noktada sömürge tarihlerinde söz konusu geçiş anlatıları, şiddet ve fetih konusunda emperyalistlerin sahip olduğu kapasite ve imkân küstah bir dille övülür (A.g.e., s. 32).

[5] Chakrabarty, A.g.e., s. 8; ayrıca bkz. Partha Chatterjee, ‘A brief history of Subaltern Srudies’, Empire and Nation: Selected Essays içinde (New York: Columbia University Press, 2010), s. 296-7. Sömürge ideolojisi dâhilinde bunun en açık örneği, muhtemelen John Stuart Mill’dir. Oysa postkolonyalistler, söz konusu yaklaşımın izlerini nispeten daha radikal düşünürlerin çalışmalarında da sürerler. Bunlardan biri de Karl Marx’tır. Marx’a göre, “endüstriyel açıdan daha gelişkin olan ülke, azgelişmiş olan ülkeye kendi geleceğine ait bir imajı gösterir. Bu tespit, Wallerstein’ın Dünya Sistemi Teorisi’ni ve Robert Brenner’ın teorisini belirler.

[6] Chakrabarty, A.g.e., s. 11-12.

[7] Chakrabarty, A.g.e., s. 112, 47.

[8] Postkolonyalizm teorisi, köylü denilen faili, o tarihsiciliği altüst ettiği, tarihin ilerlediği ana güzergâha girişine izin verilmemesine rağmen girdiği, burjuva öncesi değil de burjuva dışı, modern öncesi değil ama modern dışı oluşu sebebiyle yere göğe sığdıramaz (Chakrabarty, A.g.e., s. 10-11).

[9] David Washbrook, ‘South Asia, the world system, and world capitalism’, Journal of Asian Studies, Cilt. 49, Sayı. 3 (1990), s. 479-82.

[10] Chatterjee, ‘Subaltern Studies’, s. 292.

[11] Partha Chatterjee, ‘Peasants, politics and historiography: a response’, Social Scientist, Cilt. 11, Sayı. 5 (1983), s. 64-5.

[12] Chakrabarty, A.g.e., s. xiv.

[13] Chakrabarty, A.g.e., s. xii. İlginç olan şu ki Chakrabarty’ye göre bu, modern tarihin genel bir kanunudur. “Eğer bu argüman Hindistan için doğru ise, o vakit Avrupa dâhil diğer her yer için de doğrudur.” Ayrıca bkz. Chatterjee, ‘Subaltern Studies’, s. 294.

[14] Chakrabarty, A.g.e., s. xii.

[15] Partha Chatterjee, The Nation and Its Fragments: Colonial and Postcolonial Histories (Oxford: Princeton University Press, 1993), s. 235.

[16] Chibber, nihayetinde iddiasını daha da abartılı bir dille aktarır ve postkolonyalistlerin Doğu’nun özgüllüğünü savunmaya çalıştıklarını, bunu da sermayenin başarılı biçimde genelleştiği meselesini redde tabi tutup Batılı teoriye ait evrensel kategorilerin uygulama imkânının bulunmadığını söyleyerek yaptığını iddia eder. Bu suçlamaların yanlış bir zemine dayandığını söylemek gerekir. Bkz. Chibber, Postcolonial Theory, s. 212. Chibber’ın yanlış temellendirilmiş eleştirisine yönelik önemli cevaplar için bkz. Partha Chatterjee, ‘Subaltern Studies and capital’, Economic and Political Weekly, Cilt. 48, Sayı. 37 (2013), s. 69-75; Sanjay Seth, ‘Review of Vivek Chibber’s Postcolonial Theory and the Specter of Capital’, American Historical Review, Cilt. 119, Sayı. 4 (2014), s. 1.218-20; Alexander Anievas ve Kerem Nişancıoğlu, ‘Chibber’s follies: the potentials and pitfalls of Postcolonial Theory and the Specter of Capital’, yayınlanmamış makale, 2015.

[17] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 85.

[18] Ranajit Guha, Dominance without Hegemony: History and Power in Colonial India (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1997), s. 16.

[19] Guha, Dominance without Hegemony, s. 16, vurgular bize ait.

[20] Guha, A.g.e., s. 5.

[21] Chibber’ın iddialarının tam zıttı için bkz., Postcolonial Theory, s. 39.

0 Yorum: