Fransa’da seçmenlerin yaklaşık dörtte biri seçimde
oy kullanmadı. Bu, 1969’dan beri görülen en yüksek oran. Tahminlere göre,
Macron’a oy verenlerin yüzde 25’i ona Le Pen’e karşı olduğu için oy verdi. Oylar,
esas olarak Macron’a verilmedi. Macron’a belirli bir destek verilmiş olsa da
halkın neoliberalizmin sürdürülmesine ne ölçüde destek verip vermediği
ilerleyen süreçte görülecek.
Bağımsız, partisiz, sadece En Marche [Yürüyoruz] ismi adı altında çalışma yürüten bir hareket
olarak seçime giren Macron’un elde ettiği zafer, seçim sürecinde yaşanan, özel
bir dizi gelişme sayesinde mümkün olabildi.
İlk gelişme, iş dünyasının desteklediği Juppe ve
Fillon’un ilk turda elenmesine neden olan skandalların yaşanmasıydı. Burada
politik elitler, iş dünyasını, bürokrasiyi, meslek sahibi sınıfları tek adayın
arkasında birleştirmeyi amaçladılar. Patronlar, çıkarları noktasında
birleştiler, böylelikle sol ve sağ partiler bölündüler.
Diğer bir gelişme de solun sisteme meydan okuyan
bir isim etrafında birleşememesiydi. Sosyalist Parti’nin adayı Benoît Hamon’un
önündeki en büyük engel, Francois Holland’ın yaptıklarıydı. Bu süreçte partiye
dönük destek, yüzde beşlere kadar geriledi. En güçlü solcu aday ise, yeni bir
yüz olarak Melenchon’du. Melenchon ise kampanya sürecine geç dâhil oldu ve
medyanın yaydığı “Le Pen ve aşırı sağı durdurmak için Macron’a oy verin”
mesajını değiştirmeyi beceremedi. Diğer sol partiler de Melenchon arkasında birleşemediler.
Kampanya sürecinde tanık olunan önemli bir
taktiksel hata da Macron’un kampanyası ile destekçileriyle ilgili olarak
internette kimi belgelerin sızdırılmasıydı. Belgeleri kimlerin sızdırdığı
bilinmiyor. Ama bu belgeler, Cuma günü bir saat içerisinde kaldırıldı ve kimse,
onların içinde ne olduğunu tam olarak öğrenemedi. ABD’de de yaşandığı üzere,
medya ve Macron, bu belgeleri Rus hacker’ların sızdırdığını iddia ediyor.
ABD’deki 2016 seçimiyle Fransa’daki seçim arasında
şaşırtıcı başka benzerlikler de mevcut. ABD’li seçmenler, geçen Kasım ayında
Demokrat Parti’nin neoliberal politikalarına karşı çıktı ve Trump’la başka bir
şey elde edebileceğini düşündü. Trump, seçimi bu politikalara karşıymış gibi
görünmek suretiyle kazandı. Ne var ki yüz gün içerisinde onun aynı
neoliberalizmi sürdüreceği bir biçimde anlaşıldı. Göçmen karşıtlığı, çevre
düşmanlığı, toplum karşıtı programın sürdürülmesi, iş dünyası lehine vergi
kesintileri, deregülasyon, iki taraflı serbest ticaret önerileri üzerine kurulu
siyaset olduğu gibi muhafaza edildi.
Macron ise o dönemde “yeni demokratlar” olarak
takdim edilen Tony Blair ve Bill Clinton’ın göreve getirildiği doksanlarda,
Britanya ve ABD’deki ekonomi elitlerinin uygulamaya soktuğu Avrupa tipi
neoliberalizmi kurtarma stratejisini temsil ediyor. Emmanuel Macron, Fransa’nın
“yeni demokrat”ıdır ve Blair ile Clinton gibi “parlak yeni genç yüz” olarak
takdim edilmektedir. Dolayısıyla Macron, Fransa’nın “Tony Clinton”ı veya “”Bill
Blair”idir. Bu stratejinin ve çözüm yolunun Fransa’da sonuç vermesi, bu momentte
pek mümkün değil. Bu “parlak yeni genç yüz” denilen çözümün Fransa’da işe
yarayıp yaramayacağını zaman gösterecek. Bu yolun ABD ve Britanya’da
itibarsızlaştığı açık.
Macron eski bankacı, bu nedenle o, ABD, Birleşik
Krallık, Japonya ve Avrupa gibi gelişmiş ekonomileri yöneten hükümetlerde
bankacıların ve finans kapitalistlerin kontrolünün ve nüfuzunun derinleşme
eğilimini temsil ediyor.
Bugün ABD’de Goldman Sachs gibi büyük bankacılar,
Trump yönetiminde çalışan kurumların ve bakanlar kurulundaki önemli pozisyonların
neredeyse tamamını kontrol altında tutuyor. 2008’de Obama döneminde
kurumlardaki ve bakanlar kurulundaki pozisyonlarla alakalı tüm tavsiyeleri
Citigroup dile getiriyor, bu tavsiyeler, nihayetinde Obama tarafından kabul
görüyordu. Fransa da bu yola girdi, zira bankacılar ve finans kapitalistler,
ekonomideki aksamalar karşısında gelişmiş ekonomiler dâhilinde politik sistem
üzerinde sahip oldukları hâkimiyeti muhafaza edecekleri yeni yollar buldular.
Macron, Sosyalist Parti’nin devreye soktuğu
“çalışma reformu” sopasını eline alacağına söz verdi. Bu politika, sendikaların
zayıflatılmasını, toplu iş sözleşmelerinin altının oyulmasını, işçilerin işten
atılmasını, grevlere mani olunmasını, sosyal yardımların kesilmesini, sağlığın
ve eğitimin özelleştirilmesini öngörüyor. Dolayısıyla bugün Fransa’da çelişki
alanı, seçim sahasından işyerlerine doğru kayıyor. Seçim sürecinde ülkedeki
işçi direnişleri hızla yoğunlaştı. Kısa süreli birçok grev gerçekleştirildi. Bu
grevlerde işçi karşıtı yeni iş kanunlarına dönük planlar protesto edildi.
Muhtemelen işçileri haklarından ve aldıkları yardımlardan mahrum edecek, de
Gaulle ve kapitalist partilerce geliştirilmiş planlara tepki olarak 1967’de
açığa çıkan sürece tanıklık edilecek. Bu plan, ülke genelinde grevleri tetiklemiş,
ekonominin durmasına neden olmuş, “Mayıs “1968” denilen eylemlere yol açmış,
bunun sonucunda de Gaulle istifa etmek zorunda kalmıştı. Macron’un
cumhurbaşkanlığı da bu şekilde mi sona erecek? Macron ile birlikte Fransa, gene
de Gaulle döneminde olduğu gibi aynı yola mı girdi? Ülkedeki en büyük sendika
olan CGT, genel grev hazırlığı içerisinde olduğunu duyurdu ve şirketlere karşı
yoğun bir muhalefet ortaya koyacağını dile getirdi. Macron, bu süreçte emek
karşıtı kanunları ile cumhurbaşkanlığı sürecinde işçi sınıfını doğrudan karşıya
atıp atmayacağına karar vermek zorunda kalacak.
Bugün ABD’li işçiler, Trump’ın herkese iş imkânı
sağlamasını umut edip duruyor. Fransız işçiler ise önümüzdeki aylarda
birleşerek, militan bir tarzda yürütecekleri bir çatışma sürecine
hazırlanıyorlar. Macron’un, iş dünyasının ve bankacıların bu süreçte “aşağıdan”
yükselen bu militanlıkla yüzleşmek isteyip istemeyeceğini ileride göreceğiz.
Her hâlükârda bu isimler,
seçimle birlikte bir miktar zaman kazandılar. Pazartesi günü Avrupa
borsalarındaki ani yükselişe tanıklık eden yatırımcılar, Fransa borsasına
yatırdılar paralarını ve daha fazla kâr elde etmeye çalıştılar.
Jack Rasmus
8 Mayıs 2017
8 Mayıs 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder