12 Mayıs 2017

,

Yeşil Hareket ve Mavi Marmara


İsrail’in Gazze Ablukası ve Washington’ın Yaptırım Politikası Yeşil Hareket’e Nasıl Zarar Verdi ve İran’da Tutucuların İktidarda Kalmasına Nasıl Katkı Sundu

 

Yeşil Hareket bu Pazar bir yaşına girecek, halk Tahran sokaklarında yapılan o ilk büyük gösterilerin yıldönümünü anacak. Bugün dünyanın önemli bir kısmında büyük bir umut olarak selamlanan hareket, bir yılın ardından daha zayıf, ülke daha fazla baskı altında, tutucuların konumu daha güçlü; bu tutucuların elde ettikleri başarı, kısmen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun hamleleri ile Obama yönetimindeki şahinlerin uyguladığı tedbirlerin bir ürünü.

Eğer geçen yıl bu tutucular, İran toplumu içerisinde ve yurtdışında büyük itirazlara karşı koymayı bilmişlerse, bunun tek sebebi, rejimin baskılama becerisi ve uluslararası baskılardan kurtulmayı bilmesiydi. Her şeyin ötesinde İran, İsrail’in uzlaşmazlığı ve Amerika’nın Ortadoğu’da nükleer silâhlardan arındırılması konusunda gösterdiği ikiyüzlülükten yaralandı.

İran’ın İsrail’e karşı düşmanlığı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Gazze ablukası konusundaki ısrarı ve Tel Aviv’in son dönemde Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması imzacılarının düzenlediği ve İsrail’i Ortadoğu’yu nükleersiz bölge kılma çabasına çağıran konferansı kibirli bir biçimde reddetmesi ile daha da pekişti. Öte yandan Başkan Obama’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı daha sert yaptırımlar dayatması, ülkeye ciddi zararlar verdi.

Ardından ABD’de iç savaşta ölenleri anma gününde İsrail’deki Likud hükümeti, ABD yaptırımlarının devreye gireceği günlerde, tüm gücüyle adamlarını uluslararası sulardaki bir barış gemisine komandolarını göndererek Tahran’a en önemli propaganda zaferini vermiş oldu. Bir önceki gün BM Güvenlik Konseyi’nde İran’ın cezalandırılması meselesinin oylanması, kırk şirketin hedefe konduğu zayıf ve sulandırılmış bir kararın çıkartılmasına neden oldu; oybirliğiyle tasdik edilmekten mahrum kalan karara Türkiye ve Brezilya “hayır”, Lübnan’sa “çekimser” oyu kullandı. Üstelik petrol veya benzin boykotu konusunda bir bahsin bulunmadığı kararın dili, yeni yaptırımları zaruri kılmıyordu. Bu, muhtemelen İran’ın nükleer zenginleştirme programının sonlandırılmasını öngören, “felç edici” yaptırımlar için bastıran şahinler için bir tür Pirus zaferi idi. Bu noktaya gelişimizin hikâyesi, sabırlı ve etkili siyaset oluşturma üzerinden, maço bir poz takınanların elde ettikleri zafere dair uzun, dolambaçlı ve kirli bir hikâyedir.

Yeşil Hareket’in Bastırılması

Geçen yaz, hatta son kıştan beri İran İslam Cumhuriyeti’ne mensup tutucular, 12 Haziran 2009 tarihli cumhurbaşkanlığı seçimini hileli bulan reformistlerin güçlü bir itirazına maruz kaldılar. Tüm azametiyle yaşanan sokak gösterilerine büyük kalabalıklar coşkuyla katıldılar; muhalefetse, İran sanki önemli bir değişimin eşiğindeymiş gibi, ısrarcı bir tavır içerisine girdi. İşlerin, üstelik uluslararası planda bile, kendi lehine gelişeceğini düşündü. 1978-9 İslam Devrimi’nden beri en büyük kitleselliğe ulaşan muhalefete Yeşil Hareket adı verildi, bunun nedeni, Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin renginin yeşil olması idi. Mir Hüseyin Musevi’nin de bu soya ait olduğu düşünülüyordu. Her ne kadar hareketin kimi destekçileri seküler isimler olsa da önemli bir bölümü dindardı ve rejime karşı İslam Cumhuriyeti’nin dinî sloganları ile sembollerini kullanıyorlardı.

Rejimin Levant’taki İsrail-Filistin çatışmasına vurgu yaptığı noktada Yeşil Hareket eylemcileri, “Kudüs Günü”nde “Ne Gazze ne Lübnan. Ben sadece İran için ölürüm” diye bağırdılar. Eylemciler, bu sloganın ipucunu “Filistin’i severim ama onun bayrağını İran’da dalgalandırmak lüzumsuzdur” diyen Musevi’den aldılar. Musevi, aynı şekilde Obama yönetiminin kendi hareketinin İran’ın nükleer zenginleştirme programına yönelik tavrının Ahmedinejad’ın tavrından farksız olduğuna dair imalarına da karşı çıktı. Musevi, sadece İran’da nükleer silâh istemediğini söylemekle kalmadı, ayrıca uluslararası planda bu konudaki endişeleri anladığını beyan etti. Ayrıca iktidara geldiğinde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile işbirliği içerisinde olacağını söyledi.

İsrail duyduğu bu sözlerden hoşnuttu; Başbakan Netanyahu bile geçen yaz “Basınla Buluşma” toplantısına katılarak Yeşil Hareketi öve öve bitiremedi. “Bence ortada epey derin ve köklü gelişmeler yaşanıyor, bunlar, İran halkının daha fazla özgürlük için duyduğu derin arzunun açık birer ifadesi” dedi.

Halk arasındaki huzursuzluk, din adamları ve köktenciler arasındaki üst düzey isimler arasında yaşanan ayrışma sayesinde açığa çıkabildi. Cumhurbaşkanlığı seçimi adayları Musevi, Mehdi Kerubi ve onların Büyük Ayetullah Yusuf Sanai ve düzenbaz eski cumhurbaşkanı ve milyarder müteşebbis Ekber Haşimi Rafsancani gibi, din adamları arasındaki destekçileri ülkenin otoriterliğine karşı çıkmaya başladılar, (Musevi’nin İran’ın dünyanın maskarası olmakla suçladığı) Ahmedinecad’ın donkişotvari politikasına ve kişisel özgürlüklerin engellenmesine itiraz ettiler ve hareketin alttan alta ilerlemesi için gerekli zemini hazırladılar.

Reformcular, Ahmedinecad’ın görüşlerini tercih ettiğine ilişkin iddiaları doğrulayan ve seçim sonuçlarını savunan, İran’daki üst düzey teokrat Ayetullah Ali Hameney’e karşı çıktılar. Hameney’in arkasında birçok üst düzey din adamı ve siyasetçinin, çarşıdaki büyük tüccarların, daha da önemlisi polisin, Besic’in (sivil milislerin), ordunun ve Devrim Muhafızları’nın desteği vardı. Rejimin savunulması için silâhlanmış olanlar arasında herhangi bir önemli ayrışma yaşanmadığından, rejim, hareketi acımasızca ezme becerisini sonuna kadar kullandı. Süreç içerisinde Devrim Muhafızları, genel manada Ahmedinecad’a bağlı partizanlar daha fazla güç kazandılar.

Bir yıl sonra görüldü ki tutucular, uyguladıkları baskı politikası, kalabalıkları dağıtmada kullanılan motosikletli Besic birliklerinin devreye sokulması, binlerce göstericinin hapse atılması ve bunların işkenceye tabi tutulması ve idam edilmesi üzerinden muzaffer oldular. Muhalefetin sadağındaki en önemli ok, birden ortaya çıkabilen halk kitleleriydi, bunlar Twitter, cep telefonları ve Facebook üzerinden görece kendiliğinden hareket eden kitlesel kent gösterilerine katıldılar. Rejim, zaman içerisinde elektronik medyayı kesmek ve ülke içi gözetimi artırmak suretiyle bu taktiği nasıl bastıracağını öğrendi. (Görünüşe göre, Devrim Muhafızları’nda bile bugün Facebook Casusluk Departmanı var.) Muhalefetin umudu, yeraltında faaliyet yürüten bir insan hakları hareketi olarak yaşamaksa da bugün için açık bir politik değişime yol açma şansı çok sınırlı.

Nükleer Meselesindeki İkiyüzlülük

Çok az ifade edilen bir husus olsa da Yeşil Hareket, bugün Obama’nın İran’ın nükleer zenginleştirme programı ile ilgili doğrudan müzakereleri hızla başlatma umudu için bir tür anahtar hâline geldi. Obama ekibinin Hameney’in temsilcileriyle masaya oturması pek mümkün değildi, zira Hameney, hapishanelerdeki göstericilerle işkence, hatta öldürme tehditleriyle dolu bir pazarlık yürütüyordu. Ancak 1 Ekim 2009’de kitlelerin sokaklarda artık düzenli görünmemesiyle birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş önemli üyesi ve ek olarak Almanya, Cenova’da Hameney’in temsilcisiyle doğrudan bir görüşme gerçekleştirdi.

Çığır açma ihtimali bulunan bir nükleer anlaşması, İran’ın ürettiği düşük zenginleştirmeli uranyumunu başka bir ülkeye gönderdiği günlerde imzalandı. Bunun karşılığında İran, kanser tedavisi için izotop üretecek küçük bir tıbbi reaktörü çalıştırması için gerekli zenginleştirilmiş uranyum filizi aldı. Söz konusu reaktör 1969’da şaha teslim edilmişti ve Arjantin’den satın alınan nükleer yakıtın son partisi de tükeniyordu. Anlaşma Batı’ya sunuldu, bu noktada İran, nükleer savaş başlıklarının imal edilmesi ihtimali için, silâhlardaki düzeyde, yani yüzde 3,5’ten yüzde 90’ın üzerinde bir oranda zenginleştirilmesi ve santrifüjleri aracılığıyla teorik düzeyde desteklenmesi muhtemel, tonlarca düşük zenginleştirmeli uranyumdan mahrum kalabilirdi. İran’ın böylesi bir becerisinin ya da niyetinin olup olmadığına ilişkin elde bir kanıt yok, ancak Güvenlik Konseyi üyeleri güven içerisinde olmanın ileride üzülmekten daha iyi olduğunu düşündüler.

Hameney’in temsilcisi, Ekim ayında İran’a döndüğünde, İranlılar, teklifin incelenmesi için mola alabileceklerini duyurdular. Bu mola hiç bitmedi, zira Hameney çekinceli bir tavır içerisindeydi. Ülkedeki düşük zenginleştirmeli uranyum stokunu tutucular bir tür caydırıcı politika olarak görmesine karşın, söz konusu stokun İran’ın bir savaş iklimi oluştuğunda bomba yapmaya dönük bir işaret olarak görülmesi muhtemel.

Başarılı bir bomba yapım programını devreye sokma becerisi düşünüldüğünde, nükleer konusundaki mevcut gizliliğin neredeyse bombaya sahip olmak kadar önemli jeopolitik sonuçları var; büyük batı Avrupalı iktidarlar, Tel Aviv ve Washington’un İran’ı söz konusu statüye ulaşmaktan alıkoyma konusunda hevesli olmalarının nedeni de bu. Cenova’daki fiyasko, İran rejiminin iyi niyetli bir müzakereye hazır olmadığına dair izlenim bıraktığından, Obama ekibi, sürece İran’a yönelik Güvenlik Konseyi’nin aldığı yaptırımları yoğunlaştırarak cevap verdi; burada Obama, İran’ı pazarlık masasına oturtmayı umut ediyordu. Bu esnada Netanyahu da Tahran’a yönelik “felç edici” uluslararası yaptırımların dayatılmasını yüksek sesle talep etmekteydi.

Ancak bu noktada Washington bir sorunla karşılaştı: Rus başbakanı ve güçlü bir politik aktör olan Vladimir Putin, tıpkı Çinli liderler gibi, yaptırımlara karşı çıktı. Putin şu tespiti yaptı: “Doğrudan diyalog […] güç kullanımına dönük karardan, tehdit ve yaptırım politikasından her zaman daha verimlidir.” Ayrıca Konsey’in pek önemli olmayan iki üyesi, Türkiye ve Brezilya, giderek güç kazanıp daimi olmayan bloğun muhtemel liderleri olacak konuma geldi; hiçbir ülke, İran’a yönelik uluslararası boykot konusunda hevesli değildi, onlara göre, böylesi bir boykot sivil bir nükleer zenginleştirme programı için gereksizdi. (Bu tarz bir programa Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması izin verdiğinden, İran’a yönelik her türden Güvenlik Konseyi yaptırımı, en iyi hâliyle, keyfi birer eylem olacak kalacak.)

Gene de Mayıs ortasında Obama oylama için işleri yoluna soktu; oylamada Rusya ve Çin, muhtemelen Devrim Muhafızları ile bağlantılı yatırımlara az da olsa kimi mali sınırlamalar getirilmesi kararını destekleyecekti. Birçok gözlemcinin kanaatine göre, yeterince “felç edici” olamayan böylesi bir hamle gerçekte tümüyle etkisiz kaldı.

Sadece Konsey’de veto yetkisinden mahrum olan Türkiye ve Brezilya Washington için sorunlu olduğunu gösterdi. Ankara’da geçmişte kurulan birçok seküler hükümetten farklı olarak, ılımlı düzeyde İslamî politikaya yakın duran Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başında bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kendisini Hıristiyan Batı ile Müslüman dünya arasında bir köprü olarak görüyor ve komşu İran’a yönelik yeni yaptırımlara sert bir biçimde karşı çıkıyordu. Bu yaptırımların kısmen kendi ülkesinin ekonomisine zarar vermesinden korkuyordu. Ayrıca Erdoğan, Türkiye’nin tüm doğrudan komşularıyla iyi ilişkiler geliştirme üzerine kurulu bir siyaseti tatbik ediyordu.

Brezilya Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva da İran’a yönelik cezalandırma faaliyetinin pekiştirilmesine aynı gerekçelerle karşı çıktı. Cumhurbaşkanını bu konuda motive eden şey, uluslararası ilişkiler ve ticaret alanında ABD’nin hâkim olduğu sistemi değiştirme arzusu idi. Halk arasında “Lula” olarak bilinen cumhurbaşkanı, daha çok Güney ülkeleri arasındaki ilişkilerin teşvik edilmesine vurgu yapıyordu. Ülkesi nükleer silâh konusundaki arzularını 1980’de terk etmişti, ama sivil nükleer enerji programını sürdürüyordu, son dönemde ise nükleer enerjiyle çalışan bir denizaltı üretimine dönük çalışmalar yürütüyordu. Güvenlik Konseyi’nin barışçıl nükleer zenginleştirmeyi yasadışı ilân etmesi Brezilya için sakıncalı bir durumdu.

15 Mayıs’ta Erdoğan ve Lula, Tahran’da Ahmedinecad’la bir araya geldi ve Ekim’de İran’ın kabul ettiği anlaşmaya benzeyen bir nükleer anlaşmasının imzalandığını duyurdu. Anlaşmaya göre, İran’ın karşılığında tıbbi reaktörü için yüzde 19,75 oranında zenginleştirilmiş yakıt çubukları alabilmesi, Türkiye’ninse İran’ın bloke edilmiş düşük zenginleştirmeli uranyumunun [DZU] önemli bir bölümünü elinde bulundurması mümkün olacaktı. Eleştirmenlere göre, İran artık daha fazla DZU’ya sahip olabilecekti ki bu, yurtdışına gönderilecek yakıt yüzdesinin İran’ın nükleer gizlilikle ilgili her türden umuduna daha az zarar vereceği, dolayısıyla söz konusu yüzdenin Washington ve Tel Aviv için daha az cazip olacağı anlamına geliyordu. Washington, Türk ve Brezilyalı liderleri sinirlendirecek bir karar alarak, anlaşmayı iptal etti.

Bu esnada, Mayıs ayı boyunca New York’ta, “Ortadoğu nükleersiz bölge olsun” diyecek bir uzlaşma metninin kaleme alınacağı, Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması imzacılarından oluşacak bir konferans yapıldı. İmzacılar beklenmedik biçimde başarılı olduklarını açıkladılar. İsrail, Ortadoğu’da nükleer silâha sahip (tahminen 200 civarında savaş başlığı ya da Britanya’nın elindeki rakama yakın) ve Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı imzalamayan tek ülke olduğu için Tel Aviv fırtınayı koparttı ve “Bu karar alabildiğine kusurlu ve ikiyüzlü. […] Ortadoğu’nun tek gerçek demokrasisi ve imha edilmekle tehdit edilen tek ülkesi olan İsrail’i özel olarak seçip bir kenara koyuyor. […] Bu kararın bozuk yapısı yüzünden İsrail’in kararın uygulanması sürecine dâhil olması mümkün değildir” dedi.

Tüm bu olup bitenlerde aşikâr olan ikiyüzlülüğün arkasında Washington ve Tel Aviv vardı. Her şeyin ötesinde her iki ülke de nükleer silâhları olmayan bir ülkeyi “silâhsızlandırma”yı ve bölgede nükleer silâhlara sahip tek ülkenin de silâhsızlanma sürecinden tümüyle muaf tutulmasını talep ediyordu. Bu, elbette Tahran’a verdikleri bir hediyeydi. Sürece dâhil olan diğer ülkeler gibi İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu temsilcisi zekice bir karşılık vererek şunu söyledi: “ABD, dünyanın isteğini desteklemeye mecburdur, zira dünya, İsrail’in de Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’na [NSYÖA] imza atmasını ve kapılarını Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu müfettişlerine açmasını arzulamaktadır.”

Tutucuların Başına Talih Kuşu Konuyor: Gemiye Saldırı

Tahran’ın Türkiye ve Brezilya ile anlaşma imzalaması ve İsrail’in NSYÖA konferans belgesine karşı çıkması üzerine, Obama’nın yaptırımlar programı Çin’in itirazına maruz kaldı. Ardından 31 Mayıs’ta İsrail komandoları Gazze’ye giden Türk yardım gemisi Mavi Marmara’nın güvertesine helikopterlerle çıkartma yaptılar. Komandolar, daha çıkartma yapmadan önce ses bombaları atıp yolculara plastik mermilerle ateş ettiler, yaşanan çatışmada dokuz kişi öldü, otuz civarında yolcu yaralandı. Uluslararası planda kıyamet koptu ve İsrail-Türkiye ilişkileri epey gerildi.

İran’da Yeşil Hareket’in hileli cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci yıldönümü için gösteriler düzenlemeye hazırlandığı momentte, Mavi Marmara saldırısı, ülkedeki tutucular için muazzam bir haberdi. Tutucular, İsrail’in yardım gemisine saldırısı ve Gazze’ye yönelik ablukası üzerinden, İran’daki teokratik hükümetle dayanışma yürüyüşleri tertiplediler. İran, devletsiz Filistinlilere yönelik İsrail zulmünü uzun zamandır en ağır şekilde eleştiren bir ülkeydi. Ardından Hameney, İmam Humeyni’nin vefatının yıldönümünde başkent sokaklarına iki milyon göstericiyi yığabildi, Yeşil Hareket liderleri, bunun üzerine İsrail’i kınayan bir bildiri kaleme almak zorunda kaldılar.

Gemi saldırısı, aynı zamanda tutuculara Türkiye, Irak, Suriye ve genel manada Arap dünyası ile dayanışma içerisine girmesine imkân veren, Filistinlilerin savunucuları olarak saygınlıklarını kullanabilecekleri ve ülkenin bölgesel etkisini artıracak bir dış siyaset imkânı sundu. Üstelik o günlerde İranlılar, Gazze’ye yeni bir yardım gemisi göndermekten bile söz ettiler. Mağdur taraf olan Türkiye Güvenlik Konseyi üyesi olduğundan, bu tesadüfî gelişme sayesinde İran, Obama’nın yaptırımlar konusunda oybirliğiyle aldığı karara karşı çıkma imkânı buldu. Nihayetinde söz konusu olay, Tahran’ın nükleer zenginleştirme programıyla ilgili uluslararası endişeyi ve Ortadoğu’daki yeni kararlılığı arka plana itti, öte yandan da İsrail’in Gazze’deki zorbalığını, barış sürecine girmeyip nükleer konusunda yasadışı bir konumda bulunduğu gerçeğini ön plana çıkarttı.

Sonuçta başkan, oybirliğine dayalı olmayan yaptırımlarla ilgili kararını yumuşattı. Netanyahu’nun kovboy tarzı, askerî taktikleri ve Filistinlilerle adil bir barış yapma konusundaki gönülsüzlüğü, Obama’nın İran’a baskı yapma, ayrıca dünün anlaşmazlık konularından biri olan Türkiye’yi dışlama hususunda Obama’nın kafasını epey karıştırdı. Şubat 2009’daki başbakanlık seçimi İran’a verilmiş bir hediyeydi. Likud liderliğinde kurulan hükümet, Batı Şeria’daki yerleşimci siyasetine ve Gazze halkına yönelik ablukaya hâlâ devam ediyor, Filistinlilere yönelik adaletsizlikleri dilinden düşürmeyen İranlı şahinleri de önsezili birer lider hâline getiriyor. İsrail, NSYÖA’ya katılma fikrine ve BM müfettişlerinin nükleer tesislerine girmesine izin vermeye karşı çıkıyor ki bu da İran’ı NSYÖA üyesi devletler konusunda bir modelmiş gibi görünmesine neden oluyor.

Juan Cole
10 Haziran 2010

[Kaynak: The People Reloaded: The Green Movement and the Struggle for Iran’s Future, Yayına Hz.: Nadir Haşimi ve Danny Postel, Melville House, s.309-316.]

0 Yorum: