06 Temmuz 2024

George Grosz

Almanya’nın en büyük karikatüristlerinden biri olan George Grosz, Avrupalı okurlarını saldırgan diliyle şaşkına çeviriyor. O, son dönemde eski Almanya’ya karşı dillendirilmiş en sert talebin sahibi olarak takdim edilmeyi hak ediyor.

Grosz, Alman burjuvazini en iyi anlatan sanatçı. Bu sınıfı gayet yalın ve basit bir dille tasvir ediyor. Çizimleri asilzadelerin, bankacıların, rantiyecilerin vs. ruhunu açığa vuruyor. O, ensesi yağlı, göbekli ağalara-paşalara hürmet etmiyor, başka sanatçılar gibi onlar karşısında el pençe divan durmuyor. Grosz, artık bitap düşmüş, temelleri çürümüş kast sisteminin ruhsal çöküşünü ve psikolojik sefaletini bir edebiyatçıdan, ressamdan ve bir psikiyatristten daha iyi anlatıyor. Grosz bir psikolog, bir psikoanalizci.

Çizdiği, resmettiği karakterlerin psikolojisi, hassasiyetten uzak. Grosz’un kalemi, bu zenginlerin tüm hâllerini ve şehvetle sarıldığı şeyleri inceliyor. Dünyevi olana ve paraya düşkünlüğü resmediyor. O zenginlerin restoranlarında, kumarhanelerinde, kabare salonlarında, hassasiyete zerre yer yok. Zenginler, şampanyasını zevk düşkünü arkadaşlarının önünde yudumladığı sofrasına bakan kalabalığa kör gözlerle bakıyorlar.

George Grosz, aslında karikatürist değil. Güldürü ustası hiç sayılmaz. Bir çizimini görseniz karikatür demezsiniz. George Grosz, doğayı komik olacak şekilde deforme eden biri değil. O, doğayı ondaki hakikati ortaya çıkartmak denilen o korkunç güçle yorumluyor, onu soyuyor. Onun ressamlığı Goya mertebesinde. Onunla aynı kategoride ele alınması gereken biri. Goya’nın modern, devrimci ve şiddetli tartışmalara sebep olan hâli.

Bu dönemde Grosz, teorik düzeyde aşırı realizm sınıfına sokulabilir. Onu realizm kategorisinde ele alan René Arcos, Grosz’u tarif ederken “realizm” kelimesinin fazlasıyla kâfi olduğunu söylüyor. “Eğer” diyor Arcos, “bu realizm kelimesi yetersiz geliyormuş hissi uyandırıyorsa bunun sebebi, ondaki realizme layık hizmetkârların henüz bulunamamış olmasıdır. Grosz’u görenin aklına, natüralizmin hâkim olduğu dönemde eser üreten, realizmin en düşük düzeyde varlık alanı bulduğu ressamlar ve yazarlar gelmez. Bu dönemin yazarları ve ressamları, varlıkların ve eşyanın dış görünüşüne takılıp kalmışlardı. Bugün realizm henüz hâlâ emekleme çağında. Ben burada, kimseyi ürkütmeyecekse eğer, iç realizmden, içsel realizmden söz ediyorum.”

İster aşırı realist isterse realist olsun, George Grosz üst mertebeye ait bir sanatçıdır. Çocukların çizimleri kadar basit ve yalın olan çizimleri, tüm imkân ve olasılıkları kuşatan bir ifade gücünün ürünüdür.

Grosz, çocukların başvurduğu üslup ve tarzın kendisini her daim etkilediğini, baştan çıkarttığını söylüyor. Bu sanatsal niteliği dâhilinde onda ekspresyonizmin, en genel manada aşırı modern sanat okullarının izlerini tespit edip görmek mümkün.

Grosz, gerçek sanatçıyı devrimci dürtünün hareket ettirdiğini düşünüyor. Gerçek sanatçı, kendi döneminin üslubunu, zevklerini ve uzlaştığı mevzuları dikkate almadan çalışandır. O, kendi çağdaşlarıyla uzlaşma içinde olmakla hiç ilgilenmez. Onun için kendisiyle anlaşabiliyor olmak önemlidir. Kendi bireysel ilhamına itaat eder. Gelecek için üretir. Eserlerini gelecek nesillerin eleştirilerine teslim eder. O, insanlığın değişeceğini bilir. Eserlerinin bu değişime katkı sunmaya yazgılı olduğunu düşünür.

İlk başlarda Grosz, kendisi gibi sanatçılarla aynı yoldan ilerleyerek, şüpheci ve ümitsizliğe gömülmüş bir bireyciliğe teslim olmuştu. Sanata olduğundan daha fazla değer ve anlam yükleyen o sağlıksız yaklaşımın esiriydi. İnsandan kaçmak denilen illetin çilesini çekti. Ondaki kötümser felsefeye göre insanlar iki ayrılırdı: zayıflar ve aptallar. Savaşla birlikte ondaki bu huysuz ve benmerkezci hayat ve insanlık anlayışı, tümüyle değişti.

“Birçok yoldaşım çizimlerimi güzel buluyor, duygularımı bir biçimde paylaşıyordu. Bu durum, hayal mahsulü bir bakış açısı üzerinden eserlerimi takdir eden sıradan bir amatör ressamın alacağı ödülden çok daha fazla memnun etti beni. O dönemde sırf çizmek bana zevk verdiği için değil, ayrıca bendeki ruh hâlimi başkaları paylaşsın diye çizmeye başladım. Sadece kendim ya da resim tüccarları için çalışmaktan daha iyi bir amaç olduğunu gördüm.”

Grosz’un durumu biraz da Barbusse’ün durumuna benziyor. Tıpkı Barbusse gibi Grosz da şüpheci, bireyci ve her şeye olumsuz bakan bir nesle mensuptu. Savaş, ona yeni bir yolda yürümeyi öğretti. Savaş sayesinde mevcut hâli inkâr ve mahkûm edenlerin yalnız olmadıklarını gördü. O siperlerde Grosz, insanlığı keşfetti. Daha öncesinde o, sadece insanları baştan çıkartıp duran elitleri biliyordu. Oysa bu elit kesim, o capcanlı suyun yüzünde tüm rahatsız hâliyle yüzüp duran ölü bir kabuktan başka bir şey değildi.

“Bugün artık ayrım gözetmeksizin tüm insanlardan nefret eden biri değilim. Bugün kötü kurumlardan ve onları savunanlardan nefret ediyorum. Tek umudum, bu kurumların ve onları koruyan sınıfın yok olduğunu görmek. Eserlerim, bu umudun hizmetinde. Milyonlarca insan, ne amatör ressam, ne sanat galerisi sahibi ne de resim tüccarı olan milyonlarca insan, bu umudumu paylaşıyor.”

Bu, kibar beylerin ve burjuva eleştirmenlerin sadece mizah gücü, biçimsel ve dışsal unsurları, tekniği, saldırgan dili ve nüfuz etme becerisi sebebiyle hayranlık duyabildiği, sanat denilen pratik, Grosz’da manevi kökleri olan bir duyguyla, dini bir hissiyatla besleniyor.

Grosz’daki ifade gücü, ondaki imanın ve değerler sisteminin bir ürünü. İtalyan yazar Italo Tavolato, Grosz’un eserlerinin metafizik âlemde üretildiğini söylerken haklı:

“Grosz’un anladığı biçimiyle burjuvazi, Hristiyanlıkta gördüğümüz, yaratılıştaki kusurların cisimleştiği sorumsuz varlık, doğanın kösteklenmiş deneyiminin ürünü, kusurlu oluşun sembolü olarak günahkâra denk düşüyor. Tüm dinlerin ilk arzusu uyarınca insanın tek ve yegâne görevi kâmil, yani dahi olmaksa, bu bağlamda burjuvazi, insanlık içerisinde üst mertebede olma cüretine sahip bulunmayan, kutsal özün kimi unsurlarına sahip olmayı bilmeyen, kendisini ondan kopartmış ve yarı yolda fosilleşmiş varlığı ifade ediyor.”

İşte George Grosz’u diğer avangart okullara mensup sanatçılardan tam da bu vasfı ayırıyor. Birçok ekspresyonist, fütürist, kübist ve aşırı realist vs. kendilerini tuhaf ve fayda getirmeyen maceralara sürükleyen bezgin ve kısır araştırmalara girişiyor. Bu insanların ruhu bomboş, hayatları çölleşmiş. Mitten, duygudan, gizemden yoksunlar, eserlerini ve fikirlerini besleme becerisine sahip değiller. Bu sanatçılar, sadece aracın kendisiyle ilgililer. Amacı asla dert etmiyorlar. O aracı bir kez bulmuşlarsa, onu sadece yeni bir okul icat etme işine hasrediyorlar.

Grosz, biraz aşırı gerçekçi, biraz Dadacı, biraz da Fütürist. Ama o, ne ruhunu meydana getiren unsurları, ne de sanatını üstün kılan özellikleri kendisindeki dehayı göz ardı edemeyecek durumda olan bu okullara borçlu.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

05 Temmuz 2024

,

İyi Polis-Kötü Polis


CHP, devletin sermaye partisi; AKP sermayenin devlet partisidir. Sermaye ve devlet bütünlüğünde ikisi, kendilerine pay edilen rolleri oynamaya mecburdur. Misal, kâr oranlarının düştüğü, kriz ve savaş koşullarının hüküm sürdüğü gerçeklikte devlet bir yola girer, o yolda yürüyenlerin geride bıraktıkları pisliği temizlemek CHP’ye düşer. AKP’ye vurarak devlet ve sermaye aklanır. CHP, o yolun başında, misal Man Adası işlemleri başladığında değil, işlemler bitip eller yıkanırken sahneye çıkar. Sosyalist hareketin bu oyalama taktiğine kul olması, acziyettir.

Sosyalist hareket, CHP ve AKP’ye verilen rollerin kesildiği sahneyi devrimci bir güç olarak dağıtmak yerine, orada arkada figüran veya dekor olarak varolmayı tercih etmiştir. Çünkü artık maddi ihtiyaçlar ve zorunluluklar değil, kişisel tercihler önemlidir. Sosyalist hareket, sahnede dönen oyunun sahipleri rahatsız olmasın diye vardır. Belirli bir kıvama getirilmiştir.

Devletin güdümünde olan sermayeyle sermayenin güdümünde olan devlet arasındaki sürtüşmelere fazla anlam yüklenmektedir. Birbirlerini yok edemezler. Solun önemli bir kısmı devlete karşı sermayeye uşaklık etmeyi tercih etmiştir. Bu tercih de kutsaldır, ilahidir, bu anlamda, dokunulmazdır. Tarihi ve toplumu devlet ve sermaye arasındaki kavga üzerinden okuyanlar, gaflet içerisindedirler. Hepimizi bu gaflete teslim olmaya zorlayanlar, devletin veya sermayenin uşağı olma hâllerini meşrulaştırabileceklerini düşünüyorlar. Bu meşruiyet zemini, reddedilmelidir.

Sürekli tuzaktayız. Fili çukura düşürürler. Siyah giyimli adamlar gelip fili sopalarla döverler. Ardından beyaz giyimli adamlar, fili çukurdan çıkartıp ona yemek verirler ve istediklerini yaptırırlar.

Sürekli nezaretteyiz. Kötü polis gelir, hakaret eder, vurur, sonra iyi polis gelir, gardımızı düşürecek, direncimizi kıracak hamleler yapar, teslim oluruz.

Sürekli işkencedeyiz. Cellât gelir, elektriği verir, papaz gelir elimizden tutarmış gibi yapar, vaatlerde bulunur, bizi çözer.[1]

Bu yöntem, iktidar katında da kullanılmaktadır. Yabani, kontrol dışı, tehlikeli ve tekinsiz bulunan halk kitleleri, her daim baskı altında tutulmalıdır. Politikaların önemli bir yönü, bu baskıyla alakalıdır. Bugün “enflasyon, sermaye adına halka kesilen vergidir, sermayenin güçlendirilmesi işlemidir” diyenler, o halk için hiçbir şey yapmazlar. Yalandan poz keserler, “şirketlerin kârlarına el koyup emekçiye ve emekliye dağıtacaklarını” söylerler. 

Bu TKP yalanı, esasen seçim siyasetinin bir ürünüdür. Bu tür bildirilerle oy toplamak niyetinde olan parti, “o kârlar için yaşayan şirketler, o kârlara el konulduğunda ne yaparlar?” sorusuna cevap verme gereği duymaz. O kârlara nasıl el koyacağını açıklamaz. Kârlara el koymak için güç biriktirmek, güç olmak gerekir. Bunun için TKP, devletin icazetiyle sahip olduğu yüz küsur yıllık tarihi boyunca ne yapmıştır, bunları açıklamak zorundadır. Tarihsel analiz buradan, güç meselesi üzerinden yapılmalıdır.

Bu tür sol örgütler, ancak Batı’da bazı elektrik dağıtım şirketleri kamulaştırıldığı vakit “şirketlere el konulmalı” diyebilirler. Bu örgütlerin şirketlerin kılına zarar vermeleri mümkün değildir. Danışma kurulunda Koç’un yetiştirdiği bir kadronun bulunduğu TKP, şirketlere hiçbir şey yapamaz. Ama zevahiri kurtarmak adına, şirket karşıtı dile başvururlar. Köşeleri ve subaşlarını tutmak, tek siyasetleridir.

Sol, “normalleşme derken CHP’yi normalleştirmekten söz ediyorduk” diyen Erdoğan’ın istediğidir. Sol, normalleşmiş, düzene uygun kıvama getirilmiştir.

1 Mayıs sonrası CHP’nin ve CHP borazanlarının gözaltıları meşrulaştıran tutumuna kimse laf edemedi. Ancak anlamsız ve gerçeksiz “sosyalist ilkeler”den dem vurabildi. Bu burjuva akıl, sosyalizmi ancak “ahlaki temellere oturan bir iyilik ideolojisi” olarak tarif edebilirdi.[2] Çünkü Özel, Erdoğan’la el sıkışmıştı ve solculara ancak ahlakçı bir yerden mızırdanmak düşüyordu. Bu normalleşme sürecinde, AB’den ve belediyelerden gelen paralar adına susulmalıydı. Birgün, susma biçimiydi.

Ahlakçı Birgün yazarının yoldaşı, mecburen “Ülkemiz tarihinin gördüğü en büyük proleterleştirme, mülksüzleştirme sürecini yaşıyor” der.[3] Ama bu sürecin en keskin momenti olan pandemide iktidara destek olur, “çocuklara aşı vurulsun, kapanma olsun” diye bağırır. Sonra gider, seçimlerde CHP için oy toplar.

Özgür Özel ve solun yeni öncüsü Fatih Altaylı, vantrolog sermayenin kuklası olarak der ki “bölgesel ve sektörel asgari ücreti doğru buluyoruz.” O CHP’lilik yüzünden “bu lafı edenden uzak durulmalıdır” diye tvit atan Aksu, lafın sahibinin adını anamaz. CHP, anti-CHP’cilik imajına da ihtiyaç duyar. Zaten eldeki yenilenmiş, çapaklarından arındırılmış CHP’dir. Sol Haber sitesinin sahibi, o yüzden Sivas Katliamı’nın gerçekleştiği dönemde iktidarda olan partinin adını anamaz. “İnsanlıktan tiksindiğini” söyleyen bu “komünist”, tüm estet hâliyle, CHP’ye kul-köledir. Ama bir yandan da CHP’den dökülenleri toplayıp gerisin geri aynı burjuva yatağına akıtmakla görevlidir. Bu anlamda, TKP CEO’sunun “Mehmet Şimşek tüm sermaye partilerinin bakanıdır” lafı boştur. Onun “o zaman o adamın programına neden oy ve destek verdiniz?” sorusunu cevaplaması gerekir. O program, Altılı Masa’nın ekonomi programıydı ve tek bir solcu bile onu eleştirmedi. Bu dilsizlik, liberalizme teslimiyetle ilgili.

Özellikle Gezi’den beri liberallerin ve Fethullahçıların inşa ettikleri bir AKP karşıtlığı siyaseti yürürlükte. Sosyalist hareket, “Kuzey Kore oluyoruz!” yaygarasını kopartan koroya teslim olmuştur. Kendisine operasyon çekildiğini görmemiştir. Bu körlüğün sebebi, teslimiyettir.

Özgür Özel, o liberal Fatih Altaylı’nın karşısında “Hamas zeplinlerle bomba attı” türünden saçma sapan laflar etmektedir. Sosyalistlerin tek görevi ise bu liberalizme oy toplamaktır. “Zeplin” vurgusu, muhtemelen dil sürçmesi değil, Nazilere atıftır. Fatih Portakal, aynı liberallikle, “Hamas’ın politbürosu”ndan bahsetmektedir. Bir belgeselde görüldüğü üzere, Ukrayna’yı ziyaretinde görüştüğü askerlerle sohbetinde karşı tarafın gücünü merak eden Alman heyetinin başkanı, “Sovyet güçlerinin kaç askeri var?” ifadesini kullanmaktadır. Liberal, ezileni-sömürüleni kriminalize etmekte mahirdir. Aynı maharet, İslam ve Müslüman konusunda da yürürlüktedir.

İslam’la ilgili kullanılan ifadelerin de sosyalizmi kestiğini, komünist harekete atıfta bulunduğunu, solun burjuva efendilerine yaranmak için giderek daha fazla liberalleştiğini artık kimse göremeyecek haldedir.

Özgür Özel, Ankara’da emeklilik mitingi yapar. Aynı parti, liberal burjuva iktisatçısı Özgür Demirtaş’ı cumhurbaşkanı adayı yapsa oy verecek olan “Atatürkçü anti-emperyalist” kitle, Dünya Bankası projesiyle parlamış Mansur Yavaş’ı alkışlar. Kitle, Demirtaş’ın emeklilik maaşının kaldırılması gerektiğini düşündüğünü bilmez. Aynı kitle ve arkadan ona bildiri dağıtan TKP’liler, 28 Mayıs’ta, batılı yazarların “Bozkurt” olarak andıkları Atatürk’ün partisine, onun bozkurt işareti yapan Kılıçdaroğlu isimli liderine ve Ümit Özdağ’ın içişleri bakanlığına oy verdikleri gerçeğini gizleyerek, Merih Demiral ile oyalanırlar. Kendilerini böylelikle aklayacaklarını sanırlar. Sosyal medyalarında gerici milliyetçilikle ve dinle mücadelesinde burjuvaziden takdir almak için taklalar atarlar. Aynı TKP, partinin İstanbul’a giden bir otobüsündeki muhabbeti Ümit Özdağ’ın nasıl bilebildiğini, Özdağ’ın parti içerisindeki kadrolarını nedense açıklamaz. Dün Osmaniye ve Sakarya gibi yerlerde ülkücülerin TKP’li olduklarıyla övünen parti, bugün hangi nabza şerbet vereceğini şaşırmıştır.

Avrupa Birliği dayatmalarına hiç direnmeden, halkın “Hayır” demesine rağmen teslim olan, boyun eğen Çipras, Koç Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde “Boyun eğme!” diye bitirir sözlerini. İşte TKP, bu yalandır. “Boyun eğme!” diyorsa kesin boyun eğmiştir. Çünkü gaz alınmalıdır, kitlelerdeki kopuş ve devrimcilik ihtimalleri yok edilmelidir, elektrik toprağa verilmelidir, devrimci olasılıklar oyalanmalıdır, ezilenin-sömürülenin güç olma imkânları ortadan kaldırılmalıdır. Karaburun gibi yerlerde emeklilik hayalleri, bu çabalar sayesinde kurulabilmektedir.

Dün “Suriyeliler ve Afganlar işçi sınıfının parçası, onları AB adına örgütleyeceğiz, onları burada tutacağız” diyen TKP, şimdi programını revize etmektedir. “Göçmen romantizmine gerek yok” diyen parti, birden, nasıl olduysa, işçi sınıfını ve ekonomiyi anımsamıştır. Kim anımsatıyor, kim bunların kulağına sufle veriyor, bunlar önemlidir.

Fatih Yaşlı, “Bozkurt” işaretinin politikliğini görmeyene “cahil dombili” der. Bu tabir kendisini de kapsar, zira o da aynı bozkurt işaretini yapan Kılıçdaroğlu’na tıpış tıpış oy vermiştir.

Sol, Merih Demiral’la ve AB’nin ülkücüleri yasaklama olasılığına el ovuşturmakla yetinebilir. Merih’e laf eden aynı Alman içişleri bakanı, Ukrayna’da neonazileri beslemektedir.

Sol, bireyci özgürlük yanılsaması üzerinden, bütünlükten azade ve bağımsız olduğu vehmine teslim olmuştur. Bu liberal burjuva fikriyat, sosyalistleri ele geçirmiştir. Dolayısıyla, sosyalist hareket, kitleleri, halkları, kolektif dinamikleri değil, ancak bireyi görebilir. Bütünü, bütündeki çatlakları, gerilimleri ve hareketi ancak birey üzerinden okuyabilir. Bu sebeple, AKP-CHP bütünlüğünü ve anlamını sorgulayamaz.

“Kemal Derviş, kimin adamıdır, hangi partinin görevlisi olarak gelmiştir, ne yapmıştır?” gibi soruları soramaz. Derviş, madencilik yasasını değiştirdi, Kaz Dağları’ndan Aladağlar’a dek uzanan coğrafyayı yağma ve talana açtı. Maden Mühendisleri Odası’nın kulu-kölesi olan sosyalist hareket, bu yağma ve talana tek laf etmedi. Yıllar sonra zengin olan bu solcu şefler, “Z kuşağı” mensubu çocukları rahat tatil yapsın diye ekolojik mücadeleyi örgütlüyormuş gibi yaptılar. Bunlar, asla bir mücadele örgütleyemezler.

Liberalizme teslim olan sol, birey ölçüsünde okuduğu bütünlüğü, gerçekliği ve hareketi, bireyin çıkarları ve tercihleri ölçüsünde anlayabilir. Bu sebeple, AKP karşıtı siyasetin devlete değil, belirli kişilere yönelik olduğunu, devletle ve sermayeyle mücadelenin birey ölçüsü üzerinden yürütülemeyeceğini göremez.

CHP normalleştirilmelidir. Buradaki muhalif dinamikleri, devrimci imkânları soğurması, kontrol altına alması, etkisizleştirmesi için bu zaruridir. “CHP’nin 13. Katı”, esasen doğrudan MİT gibi devlet mekanizmalarına bağlıdır. Oradan gelen döküntü haberlerle gazetecilik pozu kesenlere hiçbir şekilde inanılmamalıdır. O haberlerin neden CHP MHP ile ortakken yayınlanmadığı sorgulanmalıdır. MHP adayı Ekmeleddin'e oy verenler, bu sorgulamayı yapamazlar.

Birey merkezli ve birey merkezci akıl, CHP ve AKP’ye kendisi gibi hür ve müstakil varlıklar olarak muamele eder. Bütünlükten kopartılmış olgular olarak CHP ve AKP, ancak birey odaklı, bireye göre anlaşılır. Bu yöntem, gericidir ve reddedilmelidir.

CHP, en fazla devlete kol kanat gerebilir, sermaye zarar görmesin diye uğraşabilir. Onda başka bir anlam ve değer aranmamalıdır. AKP’nin eksiklerini giderir, yanlışlarını düzeltir, hepsi bu. Eksiğe ve yanlışa dair bilinçse devlete ve sermayeye aittir. “CHP sağa kaydı, ondan dökülenleri toplayalım”, sosyalist siyaset olamaz.

Eren Balkır
5 Temmuz 2024

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Papaz”, 5 Şubat 2016, İştiraki.

[2] L. Doğan Tılıç, “Erdoğan-Özel görüşmesinin perde arkası ve Sosyalist 10 Emir”, 4 Mayıs 2024, Birgün.

[3] Başaran Aksu, “Zafer Yakında!”, 5 Kasım 2023, Umutsen.

04 Temmuz 2024

,

Mültecilerle Değil Küresel Sistemle Mücadele Edelim


1 Temmuz 2024 tarihinde yayılan yalan bir haber sebebiyle Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilere yönelik geniş kapsamlı saldırılar gerçekleştirildi. Bu saldırılar sonucunda Antalya’nın Serik ilçesinde yaşayan Ahmet Handan Naif isimli 17 yaşındaki Suriyeli bir genç, gündüz vakti sokak ortasında bıçaklanarak acımasızca katledildi.

Türkiye’de uzun süredir Suriyeli mültecilere yönelik bir nefret dalgası inşa edilmektedir. İki halk birbirine düşman kılınmak istenmektedir. Oysa asıl çelişki, esas çıkar çatışması halklar arasında değildir. Ortak düşmanımız küresel kapitalist hegemonyadır. Doğrudan ya da dolaylı yollarla varımızı yoğumuzu çalıp kapitalist merkez ülkelerde istifleyen sömürgeciliktir. İtiraz ettiğimizde boğazımıza sarılan küresel emperyalist dünya düzenidir. İsrail’e karşı yürüttüğümüz mücadele, bizatihi bu hegemonyadan ve bu kontrol mekanizmasından özgürleşme mücadelemizdir.

Suriyeli mülteciler, bugün Türkiye’de kendilerine uygulanan baskıyla, kimliklerinden utandırılmaya, itilip kakılmaya ve sindirilmeye çalışılmaktadır. “Gönüllü” olarak geri dönmeye “ikna” edilmek için en ufak vesilelerle geri gönderme merkezlerine alınmakta, her türlü işkence ve kötü muameleyle yüzleşmekte, kendilerine karşı işlenen suçlar cezasız bırakılmaktadır. Toplumsal hayattan dışlanmakta, düşük ücretlerle ağır koşullarda çalıştırılmakta, sürekli ayrımcılık ve ötekileştirmeyle muhatap kılınmaktadır. Kimi mültecilerce işlenen suçlar, suçun şahsiliği ilkesine bakılmaksızın genel bir nefret söylemine kolaylıkla çekilmektedir. Bugün Türkçede “Suriyeli” kelimesi bir hakaret ve aşağılama sözcüğüne dönüştürülmektedir. Suriyeli mülteciler, evlerinin basıldığı, dükkânlarının yakıldığı, arabalarının ters çevrildiği yetmezmiş gibi sokak ortasında yaralanmakta ve hatta acımasızca katledilmektedir.

İsrail’e karşı direnmemizi gerektiren tam da aynı ilke ve amaçlar bizleri Suriyeli mültecilerle dayanışmaya mecbur kılıyor. Bir halkın ezilmesine karşı mücadele edenler, başka bir halkın ezilmesine nasıl göz yumabilir? Filistinlilere yönelik sömürgeciliğe karşı direnenler, başka bir halka yönelmiş sömürgeciliği nasıl onaylayabilir? Filistin’de İsrail rejiminin istikbar ve istiğnasına karşı savaşanlar, Türkiye’de tekebbüre, büyüklenmeye ve bir halkın topyekûn aşağılanmasına nasıl göz yumabilir?

Bizler, Filistin Direnişi’nin ilkelerinden ve mücadelemizin temel değerlerinden hareketle, bütün halkımızı mülteci düşmanlığına ve ırkçı nefrete karşı dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz. Tüm dostlarımızı Suriyeli komşularıyla, çalışma arkadaşlarıyla, mahallesindeki Suriyeli esnafla, camideki Suriyeli cemaatiyle konuşarak kendilerine dayanışma mesajlarını iletmeye davet ediyoruz. Irkçılığın çoğaltacağı toplumsal cinnetin yakın tarihimizde nasıl büyük acılara yol açtığı hepimizin hafızasında yer almaktadır. İnsani ve İslami bir sorumluluk gereği ırkçılığın her türlüsüne karşı mazlumdan yana tavır almak ertelenemez vicdani bir ödevdir.

Kararlılıkla vurguluyoruz ki Filistin gibi bu coğrafyanın da kurtuluşunun yegâne yolu, hedefe masum bir halkı koymaya çalışanlara inat, mücadelesini küresel kapitalist dünya düzeni ve yerli işbirlikçilerine yöneltmekten geçmektedir.

Direniş Çadırı
4 Temmuz 2024
Kaynak

Antisemitizm

Dünya genelinde Yahudilik yeniden canlandı ve bu canlanma, antisemitizmin yeniden can bulmasına neden oldu. Yahudilerin eylemleri, karşısında antisemitist gericiliği buldu. “Kutsal Birlik” politikasının savaş süresince benimsediği antisemitizm, savaş sonrasında her yana yayıldı. Barış, onu bir savaşçı hâline getirdi. Bu ifade, bir miktar çelişkiliymiş gibi gelebilir. Fakat tarihsel gerçeklere bakanlar, bu sözün ne kadar doğru olduğunu kolaylıkla göreceklerdir.

Versay Barış Anlaşması’nı hiçbir milliyetçilik akımı benimsemedi. Bu koşullarda antisemitizmi yaygınlaşan milliyetçilik ve muhafazakârlık besledi. Antisemitizm, sağa ait bir duygu ve fikir hâline geldi.

Savaştan zaferle çıkmış olan ülkelerde ve yenilmiş olan ülkelerde sağcılar, Versay Barışı’nın kendilerini dışladığını düşündüler. Diğer yandan sağcılar, barış anlaşmasının mevcut dokusunda enternasyonalizme ait kimi izler buldular. Onda, kudretsiz olsa da kendisini alenen ortaya koyan, soldan ilhamını almış bir şeyler olduğunu düşündüler.

Fransız sağı, barış anlaşmasını püritenlerin, Yahudilerin ve İngilizlerin barış anlaşması olarak görüp çöpe attı. Korkmadan, çekinmeden, sonrasında veya eşzamanlı olarak gündeme gelen tüm önerilere karşı çıktılar.

Bugün Fransız sağına göre barış anlaşmasını dayatan, uluslararası bankacılık sistemiydi ve bu genel merkezi Londra’da bulunan sistem, büyük ölçüde İsraillilere aitti.

Sağ, Yahudiliğin Anglosakson püritenizminin oluşumuna güçlü bir manevi ruh katarak onun parçası hâline geldiğini düşünüyor. Sonuç itibarıyla, sağ, İsraillilerin, püritenlerin ve İngilizlerin çıkarlarının örtüşmesinin gayet doğal olduğu görüşünde. Bu yakınlaşma, çıkarlar arasındaki uyuşma ve ilgili güçlerin kurdukları dayanışma ilişkileri, barışın da anlaşmanın da aynı zamanda İsraillilere, püritenlere ve İngilizlere ait olduğu gerçeğini bir biçimde izah ediyor.

Burada Fransız gericiliğine mensup yazarların teorilerinin izini, soyut ve çelişkili görüşlerle örülü yol üzerinden, püritenizmin ve kapitalizmin köklerine dek sürmeye gerek yok. Sadece basit kimi sebeplere bağlı olarak, barış anlaşmasının metnini yazanların, orada İsraillilere ait kimi hak iddialarını kabul ettiklerini söylemekle yetinelim.

Anlaşma, Milletler Cemiyeti’ne üye devletlerdeki etnik ve dini azınlıklara verilmiş olan hakların Polonya ve Romanya’daki Yahudilere verilmesi gerektiğini söylüyor. Bu karar üzerinden, Polonya ve Romanya’da İsraillilerin maruz kaldıkları, Ortaçağ’dan miras alınmış olan hukuki ve politik eşitsizlikler, tek darbede ortadan kaldırılıyor.

Fakat öte yandan, Versay Anlaşması’nda yeniden bir millet olarak alınan Polonya, Çarlık rejiminden ona ait antisemitist yöntem ve alışkanlıkları da miras aldı. Ayrıca bu ülke, dünyadaki en büyük Yahudi nüfusuna ev sahipliği yapan yer. Gettolarda yaşayan, toplum nezdinde ayrımcılığa tabi tutulan, sürekli, sistematik olarak pogromlara (katliamlara) maruz bırakılan Yahudilerin nüfusu 3 milyonu aşıyor.

Dolayısıyla, buradaki Yahudi sorunu diğer yerlere göre daha yoğun. Tam da bu sebeple Versay Anlaşması üzerinden Yahudiler lehine alınmış olan kararlar, başka ülkelerde görülen antisemitist ajitasyonu katbekat aşan bir ajitasyon faaliyetine sebep oluyor.

Polonya’nın savaş sonrası Avrupa siyasetinde oynadığı rol de bu ülkede iktidarın antisemitizmin kontrolüne girmesine neden oldu. Fransa’da gericiliğin hâkim olduğu bir dönemde bu ülkenin nüfuzuna ve güdümüne giren Polonya’ya Rus Devrimi’nden sızan tehlikeli unsurlara karşı Batı’yı savunma ve koruma görevi verildi. Bu politika, muhafazakâr sınıflara bel bağlamak, onlardaki önyargıları ve Yahudi karşıtı öfkeyi beslemek zorunda. Burada İbrani olan herkesin ve her şeyin ayrım gözetmeden Bolşevizme meyilli olduğuna dair şüphe, epey güçlü.

Polonya, bugüne dek antisemitizmin en acımasız yüzüne tanık olduğumuz ülke. Burada antisemitizm, sadece şoven ve milliyetçi kalabalıkların gerçekleştirdikleri katliamlarda vücut bulmadı.

Barış anlaşmasının dile getirdiği yükümlülüklere ilkin hükümet karşı çıktı. Polonya’dan gelen son haberler de bunu söylüyor:

“Polonya’da hükümet ve toplum kaynaklı antisemitizm giderek güçleniyor. Bugüne dek Çarlık Rusyası’nın Polonya’ya miras bıraktığı, belirli kesimleri istisnai gören kanunlar, hâlen daha yürürlükten kaldırılmış değil.”

Romanya, antisemitizmin yoğunlaştığı diğer bir ülke. Burada da güçlü bir İsrailli azınlığı mevcut. Zulüm, bu halkın göç etmesine neden olmuş. Bugün Filistin’e göç edenlerin önemli bir bölümü Romanyalı. Ülkede kalanların sayısı ise 755.000’i buluyor.

Tüm Avrupa’da olduğu gibi Romanya’daki Yahudiler de kentli. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Romanya’da da yasama ve idare, tümüyle toprak sahibi sınıfın çıkarları üzerine kurulu. Bu demek değil ki Yahudiler, kentlerde çile çekmiyorlar. Kentlerde de köylülere ait fikir ve duygular güçlü.

Rumen milliyetçiliği ve muhafazakârlığı, Yahudilere vatandaşlık hakkı ve serbest meslek sahibi olma hakkı verilmesini hiçbir zaman bağışlamadı. Antisemitist nefret, üniversitelerde giderek güçleniyor. İsrailli öğrenciler, bu nefretin sert yüzüne her gün tanık oluyorlar. Antisemitizm, bugün üniversitelere sınırlı sayıda İsraillinin alınmasını istiyor.

Sınırlı sayıda İsraillinin üniversiteye girmesini öngören karar, komünist devrimin yaşadığı yenilgiyi antisemitist terör döneminin takip ettiği Macaristan’da uzun zamandır yürürlükte. Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanların gördüğü zulümden daha ağır bir zulmü gören komünistler, bir dizi katliamla yüzleştiler. Bu terör döneminde Yahudiler, kanunların ve mahkemelerin koruması altında olma hakkını tümüyle yitirdiler.

Bir İsrailli olarak Bela Kun, Macar Sosyalist Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıydı. Bu bile tüm Yahudi ırkının ağır baskılara maruz kalması için yeterli görülüyor. O günden beri antisemitist öfke, hiçbir şekilde dinmedi.

Macar faşizmi, kontrol ettiği kalabalıkları dönem dönem Yahudilerin üzerine salıyor. Hristiyanlık adına eyleme dökülen öfke, son dönemde Macaristan Başpiskokosu Kardinal Csernoch’un tepkisine yol açtı. Kardinal, bu “menfur eylemler”i gerçekleştirenlerin yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için Hristiyanlığı kullanmalarına karşı çıktı ve şunu söyledi: “Bu bin yıllık koltukta oturan kişi olarak ben, bunların imandan veya hukuktan yoksun kişiler olduklarını haykırıyorum.”

Batı Avrupa’da antisemitizmin uyguladığı şiddet, Doğu Avrupa’daki düzeyde değil. Burada ahlaki yapı ve tarihsel zemin farklı. Batı Avrupa’da Yahudi sorunu ciddiyet arz edecek düzeylerde değil. Burada antisemitizm, biraz daha güçsüz, o kadar yaygınlık arz etmiyor.

Fransa’da aşırı sağın sesi çok çıkan ama aslında ufak olan belirli bir kesimiyle sınırlı. Bu ülkede antisemitizme L’Action Française ev sahipliği yapıyor. Liderliğini ise Charles Maurras üstlenmiş.

Devrimle birlikte antisemitizmin tehlike arz edecek ölçüde mayalandığı Almanya’da ilgili akım sadece iki partide dil bulabiliyor. Almanya Milliyetçi Partisi ve Faşist Parti. Almanya’da ırkçılığın en önemli savunucusu, Alman general ve siyasetçi Erich Luddendorff. Bu tür isimlerin öncülük ettiği ırkçılık, Yahudiliği şeytanlaştırıyor ve sosyalizmin bu “şeytan”ın işi olduğunu söylüyor. Ama ülkede bu türden batıl inançları pek ciddiye almayan geniş bir sağcı kesim var. Yahudi iş adamları ve finansçılardan oluşan İsrailli plütokrasisi ise Halk Partisi’nde kümelenmiş durumda.

Tüm dünya genelinde gericilik, belirgin bir antisemitist eğilimi içeriyor. İsraillilerse demokrasi ve devrim cephesinde dövüşüyorlar. Antisemitist ve gerici bir yazar olarak Georges Batault, bu durumu şu şekilde izah ediyor:

“Beynelmilel Yahudilerin elinde devrim ve Milletler Cemiyeti denilen iki kart varken antisemitizmin elinde milliyetçilik kartı var.”

Aynı yazar, devamında, Siyonizmin Yahudi sorununa çözüm sunabileceğini söylüyor.

Bugün Avrupa’daki milliyetçilik akımları el ele vermişler, hep birlikte Yahudi milliyetçiliğini imal etmek için uğraşıyorlar. Zira bu akımlar, Yahudi milleti teşkil edildiği takdirde dünyayı Sami ırkından kurtaracağını düşünüyorlar. Her şeyin ötesinde milliyetçilik içre akımlara mensup kişiler, tarihi düşman milliyetçilik akımlarıyla savaşçı emperyalizmin bir mücadelesi olarak görüyorlar. Üstelik bundan gayrı bir tarih anlayışına da sahip değiller.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

03 Temmuz 2024

Semitizm

Savaş sonrası ortaya çıkan en ilginç olgulardan birisi de Yahudi rönesansıdır. Siyonizmin destekçileri, bugün İsrail halkını yeniden diriltmekten söz ediyorlar. Büyük göçün insanları, bir kez daha tarihte büyük bir rol oynamakla görevli olduklarını düşünüyorlar.

Siyonist hareket, tüm faaliyetleri tekeline alabilmiş değil. Birçok Yahudi, Siyonist harekete şüpheyle bakıyor, onun İngilizlerin emperyalist politikalarının kontrolünde ve güdümünde olduğunu düşünüyor.

Yahudi rönesansı ise çok daha kapsamlı bir olgu. Siyonizm, bu rönesans hareketinin sadece bir veçhesi, onun içindeki akımlardan biri.

Siyonizm denilen olgu, savaşın ürünü. Müttefik Kuvvetler’in gündeme getirdiği barış programı, İsrail’le ilgili eskiden beri dile dökülen hak iddialarına değinmeden yol alamazdı. Doğu Avrupa’daki Yahudiler, kitleler hâlinde paryalaştırıldılar, büyük eziyetler gördüler. Burjuva medeniyeti, Avrupa’da Ortaçağ’ın kimi kalıntılarıyla birlikte, Yahudilerin hukuki düzlemde aşağı konumda olmasına yol açan düzenlemeleri ve alışkanlıkları bir biçimde muhafaza etti. Dolayısıyla, bugün İsrailli halkların haklarını vermek ve korumak için yeni bir uluslararası kanuna ihtiyaç var.

İngiltere, gayet zeki ve akıllı bir yaklaşım dâhilinde, eskiden kalma Yahudi meselesinin Müttefik Kuvvetler lehine olacak şekilde yağını çıkartıp ekmeğine sürebileceğini gördü. Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu, Yahudilere Filistin’de kendi milli yurtlarını inşa etme hakkını verdi.

Bu süreçte Wilson’ın ilkelerine yönelik propaganda faaliyetleri yoğunlaştı ve ilgili faaliyetler İsrail halkının konumunu güçlendirdi. Savaş öncesi dönemde Yahudilere liberal bir üslupla yaklaşmış bir millet olarak ABD’nin savaşta ve barışta oynadığı rol, İsrail konusunda dillendirilen hak iddialarına verilen desteğin epey artmasını sağladı. Barış anlaşması, İsrail’in Milletler Cemiyeti’nin himayesine girmesine neden oldu.

Barışla birlikte Doğu Avrupa’daki İsrailli halk topluluklarının özgürleşme süreci de başlamış oldu. Polonya ve Romanya’da devlet, Yahudilere vatandaşlık hakkı verdi. Siyonist hareket, İsrail’in sağa sola dağılmış, eziyet gören çocuklarına Filistin’de Yahudiler için bir vatan inşa edeceğini duyurdu. Oysa İsrail rönesansının ardında savaşın doğurduğu devrimci kalkışmanın desteği vardı.

Rus Devrimi, sadece Çarlık rejimini değil, Yahudileri politika ve hukuk düzleminde eşitsizliğe mahkûm eden tüm uygulamaların kalıntılarını da ortadan kaldırdı. Devrim, Sami ırkına mensup birçok kişiyi hükümete dâhil etti. Sosyal demokrasinin iktidara gelmesiyle birlikte Alman devrimi de benzer bir sonucun oluşmasını sağladı. Marx ve Lassalle döneminden beri Alman sosyalizminin yönetim kadrosunda birçok İsrailli yer aldı.

Bu sebeple, reformcu ve devrimci politika, şu veya bu şekilde Yahudilerdeki canlanmayla bağlantılı. Batı genelinde gerici politikaya güçlü bir antisemitik renk çalınmış olmasının sebebi bu. Milliyetçiler ve gericiler, Avrupa genelinde Versay Anlaşması’nı İsraillilerin çıkarlarını ve duygularını esas alıyor iddiasıyla reddettiler. Bu kişiler, Bolşevizmin Hristiyan medeniyetine ait kurumlara karşı Yahudilerin geliştirdikleri korkunç bir komplo olduğunu söylediler.

Antisemitizm, Avrupa, hatta ABD’de epey yaygınlaştı ve saldırgan bir dil edindi. Siyonizm de kendisine bağlanmış kimi insanların zihinlerini tıpkı antisemitizm gibi zehirledi, benzer bir ruh hâlinin oluşmasına yol açtı. Siyonizm, savaş öncesi görülen krizden evvel varolmayan Yahudi milliyetçiliğini Batılı ve Doğulu milliyetçiliklerin karşısına çıkartmaya çalıştı.

Bu krizi nesnel planda gözlemleyen herkes, Yahudilerin reformist ve devrimci politikada oynadıkları rolü gayet rahat izah edebiliyor. Ortaçağ’da Yahudi ırkı günahkâr bir ırk kabul ediliyordu. Aristokrasi, asillere has addettiği mesleklerin hiçbirisini icra etmelerine izin vermiyordu. Bu dışlama çabası sebebiyle dünya genelinde Yahudiler, tüccar ve zanaatkâr bir ırk hâline geldiler. Kamplarda tutulan Yahudilerin dağılımına mani olundu. Şehirlerde, ticaretle, tefecilikle ve sanayiye ait işlerle geçinmek zorunda bırakılan Yahudiler, kent hayatı ve kalkınma süreciyle iyi ilişkilere sahip oldular. Tam da bu sebeple, Burjuva devrimi Yahudilere ait özsudan beslendi.

Kapitalist ekonominin oluşumunda işinin ehli olan tüccarlar ve sanayiciler olarak Yahudiler, önemli bir rol oynadılar. “Asillere has meslekler”se giderek zayıfladı. Toprak mülkiyeti dönüştü. Aristokrasinin elindeki imtiyazlar yitip gitti. Böylelikle kapitalist düzende bankacı, tüccar ve sanayici hâkim konuma geldi.

Bu tür alanlarda ehil ve hazırlıklı olan Yahudiler, ekonominin cereyan ettiği ana sahanın tarımdan kente kaymasını sağlayan ilgili tarihsel sürecin tüm sonuçlarından bir biçimde istifade ettiler.

Modern ekonominin en karakteristik unsurlarından biri olarak finans kapitalin gelişimi, sonrasında İsrailli burjuvazinin gücünü artırdı. Günümüzde ekonomik hayat içerisinde Yahudi, kapitalizm, sanayicilik, kentçilik ve enternasyonalizm gibi önemli hareketlerin örtüştüğü, en uygun biyolojik faktörlerden biri olarak görünüyor.

Güçlü çıkarlar üzerinden, sınırları kesen ilişkiler ve bağlar kuran finans kapital, Batı’nın tüm başkentlerinde Yahudileri en aktif ve en ehil ajanları hâline getirdi. Tüm bu sebeplere bağlı olarak İsrail burjuvazisi, demokratik-kapitalist düzene dair fikirleri ve bu düzenin kurumlarını beğeniyle karşılıyor. İsrail burjuvazisinin ekonomideki konumu, onu burjuva reformizminin safına fırlatıp atıyor.

Genel manada bankacılık, siyaset sahasında demagojiyle birlikte ilerleyen oportünist ve demokratik taktiklere bağlanma eğilimi gösteriyor. Bankacılar olağan koşullarda burjuvazinin ilerici partilerini destekliyorlar. Diğer yandan, toprak sahipleri ise muhafazakâr partilere giriyorlar.

Burjuva reformizmi, Milletler Cemiyeti’ni kudretsiz ve takatsiz bir enternasyonalizmin aracı olarak kurdu. Kendi çıkarlarıyla uyumlu bir davranış dâhilinde İsrail burjuvazisi, finans kapitalin yarattığı bu türden bir kuruma beğeniyle yaklaşmaya mecbur.

Yahudiler arasında burjuvazi ve küçük burjuvazi yanında proleter güçler de mevcut. Bu sebeple, Yahudilerin sosyalist ve komünist harekete iştirak etmesi kaçınılmaz.

Peki Yahudilerin bir ırk ve sınıf olarak iki kat zulüm gördüğü koşullarda onların devrimci fikre ve duyguya kayıtsız ve duyarsız kalması mümkün mü?

Sahip oldukları meşrep, psikoloji, yaşam tarzı, kentlerdeki huzursuzluğun izini taşıyor. Bu da İsrailli halk kitlelerini devrimi tutuşturacak en önemli yakıt kaynaklarından biri hâline getiriyor.

Devrim, felâketler ve yıkımlarla tanımlı, gizemli bir niteliği haiz. Bu anlamda devrim, Yahudi ırkına mensup bireylere özel olarak yönelmeye ve onlarla birlikte yol almaya mecbur. Aşırı sağ, bu konuda oldukça basit ve yavan bir hükümde bulunuyor, dolayısıyla, bu tür hususları hiçbir şekilde dikkate almıyor. Onun tercihi, sosyalizmde Yahudi ruhunun gelişkin hâlini bulmak yönünde. Aşırı sağ, Batılı Hristiyan medeniyetine karşı gettonun kininin sosyalizmi besleyip büyüttüğünü düşünüyor.

Yahudi rönesansı, bir millete ait olma bilincinin yeniden doğuşu olarak gerçekleşen bir şey değil. O, bir dinin yeniden doğuşuna da işaret etmiyor. Yahudi rönesansı, esasen Yahudi ruhunu, Yahudi aklını ve Yahudilik duygusunu yeniden doğurma iddiasında. “Yahudilere ait vatan” meselesi, bu dirilişin dillendirdiği olgulardan sadece birisi.

Bir Fransız yazarının da dediği gibi “Dünyanın en hayalci ve en pratik halkı” olan İsrail halkı, yüzlerce yılın ardından Filistin toprağında bir millet inşa etme ihtimali konusunda abartılı vehimlere sahip değil.

Barış anlaşması, ilk planda Yahudilere Filistin’de örgütlenmek ve özgürce yerleşmek için gerekli aracı temin edemedi. Anlaşmaya göre, Filistin temelde Büyük Britanya’ya ait bir sömürge. Britanya, Siyonizmi emperyalist politikasına ait bir teşebbüs olarak görüyor.

Barış anlaşmasının üzerinden altı yıl geçti. Paris’te iki aylık olarak yayımlanan La Revue Juive’nin [“Yahudi Eleştiri Dergisi”] aktardığına göre, o günden beri Filistin’e yerleşen Yahudi sayısı 43.500 civarında. Özellikle ilk yıllarda Filistin’e göç süreci, İngiltere’nin getirdiği bir dizi kısıtlamaya tabiydi. İngiliz makamları, göçmenleri sınıra varmazdan önce sıkı bir elemeye tabi tutuyorlardı.

Öte yandan, Avrupa ve Amerika’daki Yahudilerde Filistin’e yerleşme arzusunun pek güçlü olmadığı görülüyor. Filistin’e gelen göçmenlerin önemli bir bölümü Doğu Avrupalı. Bunun nedeni, söz konusu bölgede ekonomik koşulların ağır olması ve antisemitist fikirlerdeki yaygınlık. Kentli ve Batılı hayat tarzına alışkın olan Yahudi halk kitleleri kırsal yerleşimlerin ihtiyaçlarına kolaylıkla uyum sağlayabiliyorlar.

Yahudiler, genelde sanayici, tüccar, zanaatkâr ve işçi. Filistin ekonomisinin örgütlenmesi işi, bu anlamda tarım işçilerince üstlenilmek zorunda. Ama Filistin’de Yahudi yurdu inşa etme girişimi karşısında on iki yüz yılı aşkın bir süredir o topraklara sahip olan ve orada yaşayan Arapların direnişini buluyor. Filistinli Arapların sayısı 800.000 civarında. Filistin’de yaşayabilecek nüfus, en fazla dört ilâ beş milyonu bulabilir.

Diğer yandan, Charles Gide gibi isimler, Arapların “Vaat edilmiş toprakları ölü topraklar hâline getirdiğini” söylüyorlar. Bu türden iktisatçılar, bir yandan da “Kur’an’da toprağın onu işleyene, sulayana, ona can verene ait olduğunu söyleyen, bu anlamda, toprak mülkiyetini işgal ve talimat üzerine kurup miras hukukuna tabi kılan Roma hukukundan üstün olan bir kanundan bahseden ayet”i aktarıyorlar.

Bunlar, gayet güzel argümanlar. Fakat bugün için bu argümanları dillendirenler şu iki gerçeği görmezden geliyorlar:

1. Bugün itibarıyla İsraillilerin nüfusu, toplam Filistin nüfusunun yüzde onu bile değil, ayrıca yakın dönemde Yahudi göçünün hızlanması pek beklenmiyor;

2. Araplar, sadece toprakla ilgili haklarını değil, Arabistan’ın, Mezopotamya’nın, genel manada İngiliz emperyalizminin saldırısı altında olan tüm Müslüman âleminin bağımsızlığını savunuyorlar.

Siyonizme bağlı olan İsrailli aydınlar, ait oldukları hareketi ondaki milliyetçilik üzerinden yüceltiyorlar. Bu noktada, Yahudilerin kendi milli yurtları olmasının zaruri olduğunu, böylelikle asimile edilemeyen, Avrupa’da kendilerini yabancı ve rahatsız hisseden Yahudilerin göç edebilecekleri bir yerin oluşması gerektiğini söylüyorlar. Bugün gettolarda sıkışıp kalmış olan, Orta ve Batı Avrupa’da antisemitist önyargılarla uğraşan Yahudiler, bir azınlığı oluşturuyorlar. Siyonistler, vaat edilmiş toprakları ele geçirecek olan Yahudilerin Batı medeniyetince yüzüstü bırakılmaması gerektiğini, onlarla birlikte olunmasının şart olduğunu söyleyip duruyorlar.

Einstein, ahlaki meziyeti açısından Siyonizmde belirli bir değer buluyor.

“Siyonizm, Filistin’de Yahudilerin manevi hayatına ait bir merkez inşa etme yoluna koyulmuş durumda. Bu sebeple ben, milliyetçiymiş gibi görünen bir hareket olarak Siyonizmin sonuçta insanlık için bir değer ifade ettiğine inanıyorum.”

Yahudi rönesansı gerçek bir olgu ve her şeyden evvel, o büyük düşünürlerinin, büyük sanatçılarının ve büyük savaşçılarının manevi ve fikri eseri olarak varoluyor. La Revue Juive dergisine Albert Einstein, Sigmund Freud, Georges Brandes, Charles Gide, Israel Zangwill ve Waldo Frank gibi isimler katkı sunuyorlar. Doğu ve Batı’daki devrimci harekette Yahudi ırkına mensup çok sayıda insan yer alıyor. Bugün tüm bu değerleriyle İsrail halkı, teşekkürü ve hayranlığı hak ediyor. Yakın tarihte Einstein’ın da dile getirdiği biçimiyle, bu halkın misyonu, esas itibarıyla beynelmilel ve insani bir misyon.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

02 Temmuz 2024

,

Karanfiller İçin


Söze nereden başlanacağı bilinmese de başlanır ama bazen ya da çoğu kez yazıya nereden başlanacağı önemli bir sorundur. Yazmaya başladıktan sonra dil kendini bulur, kalem o dilin peşinden gider. Bu yazı da belki öyledir. Asıl söyleneceği sonda söylemeden önce değinilmesi gerekenlere yer vermek gerekir.

68 kuşağı, birçok genç solcu için solculuğa başlamada önemli bir romantizm içerir fakat asıl etkileyici olan, 89’da Berlin Duvarı'nın bir sembol olarak yıkılmasının ardından tüm dünyada sosyalist mücadelede moral çöküntü yaşanırken ülkemizde 12 Eylül zindanlarında sınavını veren sol çevreler sınıfsız sömürüsüz bir düzen ideali için hızlı bir toparlanma sürecine girer. Sınavı veremeyenler, darbe mahkemelerinde tek tip giyen sendikacılar, 80’e kadar ülkenin en kitlesel çevresi olup da mahkeme de “Biz zaten gazete-dergi çevresiyiz/çevresiydik” diyenler, 95 sürecinde hızlı bir reformistleşme evresine geçerek düzen-içileşme ve muhalefet olma yolunu seçtiler ve bu yolu kitlelere dayattılar.

Bu süreçte dikkat çeken başka bir husus da şuydu: bu savrulmaya direnenler hatta direnmekle kalmayıp ağır bedeller ödeyenler oldu. Bugün 90’ların “karanlık” günleri adına demokrasi ve insan hakları mücadelesi verenler, asıl olarak o karanlığa maruz kalanların ödediği bedel üzerine kendini var ettiler.

Bu dönemden itibaren sınıf mücadelesinin ideolojik hattını iki paradigma hedef aldı: reformizm ve ezilen halk “adına” yürütülen milliyetçilik. İki paradigmayı sol adına yenilik olarak sunanlar, bugün emperyalizmden fon alanlar ve CHP’nin fahri “sosyalistleri”.

2010’a kadar adım adım gelen çözülme; Suriye meselesinden sonra dağılma dönemine geldi. Oynanan satrançta beyaz taşların içinde yer alan özünde gri olan taşlar, siyah taşlar adına hareket etti ama beyaz göründüler. Gezi’yle Haziran’ın ayrışması ideolojik olarak inşa edilemeyince Gezi galip geldi: dost görünümlü post modernizm, çevrecilik, cinsel kimlikçilik, bireysel özgürlükçülük, yaşam tarzı anarşistlik, liberal sendikacılık ve bunların çatısının kurulduğu 7 Haziran seçimleri. Amaç mücadele değil muhalefet hattı kurmaktı. Çözüm sürecinde herkes Kürt oldu, her Kürt özgürlükçü oldu. OHAL geldi, hemen her Kürt Kemalist oldu. OHAL dönemi önemli bir gerçeği ortaya çıkardı: Neredeyse CHP’lileşmeyen çok az sol çevre kalmıştı.

Bir gün İştiraki'den bir yazı okuyunca aslında yakıştırmak istemediğimiz ve düşününce bu kadarının “ağır” bir eleştiri olacağından kaygılandığımız solun durumu ideolojik ve politik olarak terminolojiye uygun şekilde kaleme alınmıştı, yazının başlığı ise “Sarı Sol”, Eren Balkır imzalı.

Sendikalarımızın durumunu düşündük “Turuncu Sendikacılık” yazısını kaleme aldık. “Bu kadar eleştiriyorsan gel içeriden düzelt, sendikal faaliyette etkin görev al” diyenler haklıydı. OHAL’de anladığımız bir gerçek vardı ki gözümüzde büyüttüğümüz o sol çevrelerin birkaçı dışında diğerleri çoktan beyaz bayrak açmıştı. “Bireyler” bazında harekete geçtik, en zor zamanında 20 kişiye kadar düşen sendikal eylemlerde yer aldık. Umudunu sendikadan kesenlerle günlerce konuşa konuşa mitinglere gelmelerini sağladık. Bir kişi gelince ona güvenen ve inanan başka insanlar da geldi. Süreç böyle işlerken sendikamız işi, direnenleri üyelikten ihraç etmeye, delegenin onayıyla seçilen şubeye kayyum atamaya kadar vardırdı, hem de tüm tepkilere rağmen.

“Gel içeriden düzelt” diyenler, kendi yayınlarında iki cümle eleştiri yazdırmak için politik aidiyetlerinin kendilerinden yana olmasını talep ettiler. Genel oy hakkını tanımayan sendika, demokrasi mücadelesi verdiğini iddia ediyor ama içeriden düzeltmeye gelenleri yönetimde, şube toplantılarında bile görmeye tahammül edemiyor. Genel merkezinin de durumu bundan farklı değil.

İnsanların korktuğu, geriye çekildiği, sendikanın da eski gücünde olmadığı iddia ediliyor. Bu bir yalan. Gerçek ise şu ki geçmişte tanık olunan o dinamizmi asıl kimlerin ortaya koyduğu OHAL döneminde ortaya çıktı. Sendikayı sendika yapan hat bugün olmayınca şube yönetimleri de dernek tipi solculuğu ifa ediyorlar getiriyor. Turuncu sendikacılık yazısı böyle ortaya çıktı.

Ülke solunda tuhaf, anlamlandırılamaz bir gerçek daha var. Sünni gelenekten gelen, Alevi güzellemesi yapıyor, Türk milliyetinden gelenler, Kürt olmaya çalışıyorlar. Her ikisi de kültürde yurtsuzlaşarak halka sırtını dönüyor. Yunan mitolojisinin köşe taşlarını yazılarımızda kullanırken Göç Destanı’ndan da Dede Korkut’tan da bahsettik, Kerbela sürecinden çıkarılacak dersleri ve sembolleri güncelleyerek bugüne uyarlamaya çalıştık.

Kürt ve Alevi halkın mücadelesini Türk işçi ve emekçi sınıfların anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist mücadele hattıyla birleştirmeye çalışırken ne Kürt ne de Alevi olduk. Halka değil hakların ortak mücadelesine bağlanırken geldiğimiz kültürden ve inançtan utanmadık. Her kültürün geri ve ileri yönleri vardır. Ezilen halktan gelmek, ait olunan kültürün feodal yönlerinin eleştirilmeyeceği anlamını taşımıyor. Öyle bir atmosfer oluşturuldu ki ezilen kültür ve inanç eleştiriden muaftır fakat hâkim kültür ve inanç geridir. Bu yüzden ezilenleri daha da geriletecek ve kurtuluşa götürmeyecek olan çarpıklıkları eleştirmek sadece bu kimliksel aidiyete mensup çevreye ve bireylere mülk edildi. Bunu da önemli ölçüde sol yaptı. Oysa ki hiçbir kuş, başka bir kuşun kanatlarıyla ve kanatlarının üstüne/altına yerleşerek uçamaz.

Çözüm süreci, esasında solun anti-emperyalist bilincinden uzaklaştırılmasına yönelik solun çözülüş sürecinin hızlandırılmasıydı. Mücadele edilmemeliydi çünkü süreç “zarar” görürdü. Bu dönemde Suriye ilhak edildi. Suriye Kürtlerinin üzerine yürümesine müsaade edilen IŞİD, emperyalizmin Suriye’yi açık işgali için bir gerekçeydi. Sonra Suriye Kürtleri adına emperyalistler bölgeye çağrıldı. Gelmeleri için grev ilan edildi. Emperyalizm, “meşruiyeti” IŞİD aracılığıyla buldu. Aynı IŞİD, Rakka’yı konvoylar halinde terk etti.

Ülkemiz solu ise bu aşamada anti-emperyalist bir tavır almadı, alamazdı, çünkü sendikada yöneticiliği, mecliste vekilliği tehlikeye girerdi. Bu da yetmedi. Aynı sol, canla terle kurulmuş mahallelere giren emperyalizm destekçisi politika üreten milliyetçilerle kol kola girmeye çalıştı. “Faşistlerin” iş yerlerine kadar zarar verdiğine yönelik söylemlere ortak oldu. Mahallelerde uyuşturucu, kumar, alkol ve fuhuş gibi çeteler eliyle yürütülen yozlaştırmaya yönelik mücadele edenleri “gerici, sekter, kadın düşmanı, eril, ataerkil, tarikat gibi” diye ithamlarla yalnızlaştırdı. Şimdi o mahalleler çetelerin elinde ve 16-17 yaşındaki çocuklar uyuşturucu çetelerinin çatışması arasında kalıp can veriyor, faşistler duvarlara yazı yazıyor, “kentsel dönüşüm” denilerek konutların elektriği ve suyu kesiliyor, uyuşturucu ve fuhuş artarak devam ediyor. Buna taraf olan sol, birilerinden “izin alıp” Diyarbakır’da politik hat oluşturabiliyor mu ki batıdaki mahallelere yönelik söz sahibi olmak istiyor?

9 aydır Filistin direniyor. Orada komünist yapılar, dini referans alıp mücadele eden Hamas’la birlikte direnmeyi sorun yapmadığı gibi birbirlerinin alnından öpüyorlar ama ülkemiz solu buradaki muhalifliğini Hamas’a yöneltiyor. Olabilir. Peki o vakit Donbass’ın komünistleri için neden tek destek açıklaması yapılmıyor?

Ezilen halk “sözcülerinin” Suriye’ye emperyalistleri çağırması “mecburiyet”, Donbass Rus komünistlerinin Ukrayna faşist çetelerine karşı Rusya’yı çağırması “emperyalistler arası savaş” diye zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Sendikalar, partiler, “sivil” toplumcular “anti-emperyalist” olup Ukrayna faşistlerine kalkan oluyorlar; işçi sınıfının gazetesi, buna uygun köşe yazarlarına alan açıyor.

Tüm yazılarda “Sendikalar ve sol, tarihî görevini yerine getirsin” dedik. Tüm yetkileri CHP’ye devrettiklerinden bugün CHP; geçinemiyoruz mitingi, öğretmen mitingi, emekli mitingi düzenliyor. Bu yazıların okunduğundan eminiz. Birileri CHP’ye sözde ideologluğu bu yazılar üzerinden yapıyor olmalı ki bugün işçi sınıfının biricik gazetesi CHP mitingi için “emek mitingi” diye manşet atıyor. O zaman siz ne yapıyorsunuz! Siz küçük burjuva için siyaset üretiyorsunuz.

Söz uzarsa yazının tadı kaçar. Sonuca bağlamak gerekir. Uyuşturucu, kumar, borsa, bitcoin, bahis oyunları, fuhuş, ilişkilerdeki çürüme, ezilenlerin-sömürülenlerin birbirine yönelttiği şiddet, barınma sorunu, yalnızlaşma, güvensizlik ve güvencesizlik, adaletsizlik ve şikâyet ettiğimiz ne varsa her yanımızı kuşatmış durumda. Tüm yazılarda emperyalist kapitalizmin insanımızı nasıl kirleterek sömürdüğünü teşhir etmeye çalıştık. Bir kesim erkeği ifşa ederken, biz emperyalizmin suçlarını ifşa-teşhir etmeye yöneldik.

Erkeği ifşa edenler ne tuhaftır ki sol kesimdi. İdeolojiyi ahlak yasası olarak yaşam biçimi haline getiremeyen çevrelerin politik çıkmazına düşen tartışmalara girmedik. Eğitemediğiniz insanınız, erkeği değil sizin iç sorununuzu ilgilendirir. Yoldaşlık kültüründe taciz yoktur, kadın da yoktur erkek de, sadece yoldaş vardır. O yoldaşla alkol almak, flört ilişkilere kapılmak yoktur. Çağdaşlık anomalisine kapılarak değerleri, mezarları, ilkeleri terk etmek yoktur. O yüzden “Yoldaş” sözcüğü, rastgele kullanılacak bir hitap biçimi değildir. Bedel ödemeyen, bedel ödeyene ve ödemeyene yoldaş değil; sadece arkadaş olur çünkü yoldaşlık ailedir, ailede bu tür yozlaşma ve çarpıklıklar olmaz. O yüzden her koşulda aileyi savunduk. Ailesizlik ve mezarsızlık, yurtsuzluğu getirir.

Bu yazılar olmasaydı, ne o mitingler düzenlenirdi ne TİP’in feminist vekili konuşmasına çekidüzen verirdi, ne de sendika açıklamalarında “Filistin” sözcüğüne yer verilirdi.

Yaşam, çok sert ve keskin ilerliyor. Zaman, kirli bir su olarak akıyor. Temiz kalan tek gerçek, 90'ların mücadelesini bugüne taşıyan karanfiller, türküler, yazılar, biyografiler, değerler, ilkeler ve ahlak.

Küçük burjuva politikalarına da ezilenleri ve sömürülenleri CHP’de “terapi” edecek sola da onun sendikal bürokrasisine de ihtiyacımız yok.

Edip Cansever, Gökanlam 3 şiirinin sonunda “Soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı/ bir de sen kaldın buzul mavi” der. El almak gibi soğumuş ceylandan ateşten bir dil aldık. Ateşten dil de yeri geldi küçük burjuvanın hassas gururuna dokundu, üzüldü, sert ithamlar olarak algılandı. Ateşten dil, hiçbir şekilde bir ceylana dokunmadı. Kalpleri dursa da canlarını ateşten dillerinden alıp yeniden var olacaklar. Bizim yaptığımız ise o dili soğutmamak, can, o dilde var. O yüzden, canla terle tüm hatalarına rağmen bu zengin ideolojik birikimi bugüne miras olarak bırakan o güzel insanların geleneklerine söz etmedik, etmeyeceğiz de. O gelenekleri onlar var etti, uzaktan serap gören küçük burjuva solu ve bireyleri değil.

Bugün, o doksanlar konuşulurken otobiyografi ve anı üretenler, üniversite yıllarına sığınanlar, 12 Eylül’de 15 gün hapiste kalanlar, o doksanların dinamizmini ortaya çıkaranları tüm acemiliğine rağmen fedakarlığını görmeden eleştirenler; onların kurduğu mahallelerin tüm imkânlarından yararlanıp orayı rant kapısına çevirmek isteyenlerdir. O mahallelerde bir bardak çay içilebiliyorsa o insanların sayesinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçılıyor. O parti ve sendika bürolarınız açık kalabiliyor, reformist yayınlarınıza devam edebiliyorsanız o da bu mücadelenin sonucudur.

Bizi bugüne getirip bu değerler ortaya çıkartan, bireysel anarşist mücadeleler değil. Ne öğrendiysek onlardan öğrendik. Küçük burjuva ideolojisinin yüce bireyi ve politik kâhini olmayı tercih etmedik. “Ben”den ve yayılmaya çalışılan “ben” kültüründen uzak durduk. “Komünist ben” olmayı reddettik, ideolojinin gereği buydu. Komünden ayrı düşmedik. Tek başımıza da komün olmaya çalışmadık. İdeolojiyi, bilirkişilik olarak görmeyip öğrenme mekanizması olarak kabul ettik. Burada komünist, çevrede Kemalist CHP’li; söylemde kadın hakları savunucusu, ilişkilerde eril olmadık. İçinden geldiğimiz halkımızı değil, onu savunması gerekeni solu eleştirdik. Bunu halk ve sınıf için yaptık çünkü o, bu sürecin en suçsuz olanıydı ve bireyler toplamı değil, bir aileydi. Onun ilerici geleneklerini öğretici gördük, kolektifin eseriydi.

Halkımıza karşı yozlaşma bataklığına saplanmış Avrupa insan tipini üstün tutmadık ve Batı’yı güzellemedik, hiçbir halkı da küçük görmedik. Kendini dışarıda tutarak halkı ve sınıfı eleştiren her söylem, özünde kolektiften kopuştur. Halkını sevmeyen hiçbir “sosyalist”, düzenin değişeceğini beklemesin çünkü sevgi, bedel gerektirir. Sevmeyen, eylemeye cüret edemez, inanç boşluğu bu nedenle tesadüf ve duygusal değildir.

Duraklama dönemleri her daim olur; çelişki devam ettiği sürece, sömürü çarkları ve adaletsizlik işlediği sürece, emperyalizm var olduğu sürece o mücadele hiçbir zaman bitmeyecek çünkü gecenin en karanlık anı, sabaha en yakın zamandır.

Sonuç olarak, mücadele önce zihinde başlıyor ve bu duraklama döneminde zihinlerimizi sömürü karşısında işletecek, diri tutacak bir İştiraki var. Tüm samimiyetiyle ve özverisiyle bunu yapmaya çalışıyor. Sizde ezilenin ve sömürülenin sınıf tavrı dışında bir aidiyet aramaz. O nedenle solun önemli bir bölümü İştiraki olduğu sürece huzursuzluğu her gün yaşayacak. Teşhir, emperyalizme ve onun fahri temsilcisi sola olduğu sürece İştiraki var olacak. Evet, birileri sizin düşündüğünüz tüm çarpıklıkları görüyor ve size ulaşsın diye yazıya döküyor. Bu noktada hangi çevre ve insanı bu kolektifi eleştiriyorsa iki kez düşünüp karar vermek gerekir. Asıl düşünmesi gereken bireyler ise bir ayağı yozlaşmada bir ayağı da sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisinde olduğunu sanan reformist çevrelerin insanları. Sizce yaşadığınız bu çarpıklığın sorumlusu bağlı olduğunuz yapının şefleri olamaz mı?

Bu, bir bayrak devridir. Filmlerden, kitaplardan, destanlardan, mitolojiden, türkülerden, inançtan, kültürlerden ilham alarak dilimiz döndüğünce ve kalemimiz yettiğince yazmaya çalıştık. İştiraki, dertlerimizi ve emperyalizme öfkemizi ilk eylemimiz olan sözü üretecek bilinçlere kollektifin kapısını açıyor. Bu kadar kirlenmenin ortasında temiz kalma çabasını sınıfa ve kitlelere yaymak için gece gündüz çaba sarf eden İştiraki iyi ki var diyoruz. Bir tür veda olmasa da yayınlanan yazıları ve çevirileri daha iyi özümsemek için bir tür ara değil, ideolojik disiplin zamanı diyoruz.

S. Adalı
2 Temmuz 2024

, ,

Arabiya


Arabiya isimli medya ağının sahibi, Suudi Arabistan krallığı. Doğrudan iktidardaki ailenin denetiminde faaliyet yürütüyor.

Son 12 saatte yaptıkları yayınlara baktığımızda, kanalın Gazze konusunda farklı bir manzara sunduğu görülüyor.

Bu yayın kuruluşu, yaptığı haberlerde 7 Ekim öncesi Gazze’yi “cennet gibi bir yer” olarak takdim ediyor, ardından da 7 Ekim saldırısının “yanlış bir eylem” olduğu, Gazze’deki durumu kötüleştirdiği imasında bulunuyor. Bu anlamda, ilgili yayın kuruluşu, İsrail’in resmi dilini benimseyerek, suçlunun İsrail ordusu olmadığını söylemiş oluyor.

Arabiya, Filistinli direniş örgütlerine ait açıklamalara hiçbir şekilde yer vermiyor!

Bunun yerine, sadece İsrailli siyasetçilerin ve liderlerin açıklamalarını paylaşıyor, buradan da Gazze’de İsrail ordusunun zafer elde ettiğini ispatlamaya çalışıyor.

Son 12 saatte yapılmış haberler incelendiğinde, Gazze’deki Filistin direnişine ait tek bir açıklamaya bile yer verilmediği görülüyor.

Arabiya ve ona bağlı kuruluşlar, aynı politikayı Yemen silahlı kuvvetleri konusunda da uyguluyor, bu ülkeyle ilgili olarak da sadece ABD Merkez Komutanlığı’nın açıklamalarına yer veriyor.

Ayrıca Sünni bir örgüt olan Müslüman Kardeşler’e saldırıyorlar ki bu, “şaşırtıcı” bir gelişme aslında.

Zira Arabiya ve sahipleri, kendilerini “Şii” olduğu için Hizbullah karşıtı olarak takdim ediyorlar, böylelikle Sünnileri önemsedikleri izlenimi yaratmaya çalışıyorlar.

Oysa gerçekte yegâne Sünni politik olarak Müslüman Kardeşler’e de saldırıyorlar!

Son 12 saat içerisinde Müslüman Kardeşler’e yönelik bir dizi saldırı gerçekleştirdikleri, yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttükleri görülüyor.

Bu da Suudi Arabistan’ın antipolitik Müslüman ve direniş karşıtı olduğu, direniş ne tür bir biçim almış olursa olsun, ona karşı olduğu anlamına geliyor.

Suudi Arabistan, bir yandan da her türden laik içeriği ve fikri yaymakla meşgul.

Ek Not:

Aşağıda Kral Selman’ın doksanlarda Londra’da bulunan, Suudilere ait MBC şirketler grubunu ziyaretine ait bir videoya yer veriliyor. Bu ziyaretin amacı, doksanların başında Londra’da bulunan medya şirketinin elindeki teçhizatı ve yürüttüğü operasyonları kontrol etmek.


Bu ziyaret, şirket merkezi Ortadoğu’ya taşınmazdan, Katarlılara ait El-Cezire’yle “yarışsın” diye El Arabiya haber kanalını kurmazdan önce gerçekleştirildi.


Arkada burnuyla oynayan, Muhammed bin Selman’dan başkası değil.

Warfare Analysis
1 Temmuz 2024
Kaynak