30 Nisan 2016

, ,

Köpük

Edvard Munch –“İşçiler Evlerine Dönüyor”

Suyun yüzündeki köpük dağılır gider.
Geriye kalan, insanların yararına olandır.

[Rad Suresi:17]

 

Üzerinden üç yıl geçti. Temel Demirer ve şürekâsı, bir din sempozyumu tertipledi. Soru-cevap kısmında bir genç, Demirer’e itiraz ederek, “…ama Karmatîler gibi İslamî sosyalist dinamikler de var tarihte” deyince sempozyum sahibi Demirer, gence öfkelenerek, “ben böyle bir şey bilmiyorum, ben bilmiyorsam, tarihte böyle bir şey yoktur, saçmalamayı kes!” diye bağırdı, hatta itirazlarını sürdüren, kürsüye gelip konuşmak isteyen gencin konuşmasına mani oldu. Neyse ki bugün bir çarktır edildi, bugün “Evet öyle şeyler vardır” diyen, o geleneğe ait Muhtare[1] ismiyle yazılar yazan İhsan Eliaçık’la Temel Demirer, üç yıl sonra yan yana geldi.

Çarksa edilmek, ediliyormuş gibi yapmak içindi. Birkaç hafta önce yazdıkları üzerine Orhan Gökdemir, “O kadar da din düşmanı değiliz” diyen bir yazı kaleme aldı.[2] Cumhuriyet mitinglerinde en ön safta yürümesinden belliydi. Oysa refiki, “Türkiye’deki siyasi ve toplumsal yaşantının dinsellikten arındırılmasından” söz ediyordu.[3] Muhayyel ve müstakbel “sosyalist iktidar”ında dinin kökünü kazıma faaliyetini burjuvazisi ve devletiyle, bugünde ifa edeceğini düşünüyordu. Zimmet-himmet, Gökdemir’in tabiriyle, “dolaşım odağı” olmak, bunları söylemeyi gerekli kılıyordu. Özel olmak için yan yana gelinen Tayyip’e fark koymak gerekiyordu.

* * *

Gökdemir tuhaf: “Dindar olmak, kimseye faiz esasına göre çalışıyor diye bankaların kaldırılmasını talep etme hakkı vermez” diyor. Esasında gönlünden geçen, banka patronlarının medya organlarında çalışmanın verdiği cüretle, o türden dindarların kökünü kurutmak. Gökdemir, bir dindarın bankalara karşı olmasına tahammül dahi edemiyor. Din düşmanlığının sebebi uzakta değil, burada.

O yüzden, Marx’ın liberal kulvarda yürürken kaleme aldığı iki makale üzerine kuruyor fason Marksizmini. Bir kelime oyunuyla Yahudilik yerine İslam koyuyor. Dinler tarihiyle ilgili çalışmalarına, ta Mısır ve Yunan dinlerine dek uzanan malumatfuruşluğuna küfrediyor. Metnin mazrufuna değil, zarfına bakıyor. Teori merakının politik bir içeriği ve anlamı bulunmuyor.

Gökdemir’in çarkı dönerken, ağzından şu kelimeler dökülüyor: “İnsan, burjuva toplumunun üyesi olan bencil kişidir.” Buradan da komünizm simyasına dair formülüne ulaşıyor: “Komünizm, burjuvazinin soyutladığını somutlamaktır.” Ama Gökdemir, burjuvaya bağ(ım)lılığından ötürü, “insanın özgürlüğü insanı kurtarmaz, ona burjuvanın insan’ı olma özgürlüğü bahşeder” diyemiyor.

* * *

Marx’ın salladığı kılıcın açtığı yaraların burjuvazinin bezine sarılması şart. Bahsi geçen üç yazar ve başkaları bu sancıyı yaşıyor. Gökdemir’in geçmişte dürüstçe dediği gibi, bu isimler “Marksist değil, sadece Marx’a referans veriyorlar”, o kadar. Referans, atıf da o yaranın kanamasıyla ilgili. Burjuvazinin insan-öznesiyle politik, ideolojik, teorik düzeylerde çok katmanlı bir mücadele veren Marx’ın bireyliğe kapatılması, zihin pratiğine indirgenmesi, ait olduğu yere küfredilmesi şart.

Mesele, kolektif mücadelenin özel ellerden çıkartılması, hakikatin herkese açılması, sömürü ve zulme karşı mücadelenin buradan kurulması.

Bugünkü “Taksim fetişizmi” tartışması da burada. Portekizli sömürgecilerden öğrendikleri bu kelime [feitiço] hem geri, kara Afrika’yı hem de yoz, yobaz dindarlığı çağrıştırıyor. Taksim, “1 Mayıs herkesin olsun” demekse, ondaki büyü, cazibe ve sihrin temizlenmesi zorunlu. 1 Mayıs, gene özel bireylerin mülkü olmalı. Aynı durum, Marx ve Marksizm için hep geçerli.

Bu temizlikçi kafa geçmişte, “Artık dua etmek yetmez”[4] diyen kurtuluş teologlarına, tıpkı Vatikan gibi, düşmanca saldırıyor, “Bunlar solu tasfiye etmek için çalışıyorlar” diyordu.

Latin Amerika’daki bir toplantıda Gökdemir’in şefi Kemal Okuyan’a güya, “Sizin devrim yapmanız zor, çünkü ülkeniz Müslüman” deniliyor, o şef de kendi basiretsizliğini ve kifayetsizliğini Müslümanlık bahanesi ardına gizliyordu.

Oysa o partinin köken aldığını iddia ettiği yapının kurucusu Mustafa Suphi, Komintern koridorlarında aynı lafı edenlere, “Doğuda devrim ocaklarını yakacağız” diye bağırıyordu kürsüden. Ocağa, doğuya ve devrime düşman olmak, İslam perdesi arkasına gizleniyor bugün.

* * *

Vatikan kafasıyla bir yere varılmayacağı açık. O kafanın gene dinle, imanla o Vatikan’a başkaldırmış, kıyam etmiş bir tarihi görmesi mümkün değil. İmanın, bilincin düşmanı, ona dışsal bir mikrop olduğu yalanı, burjuvalara ait.

Mircae Eliade tam aksini, “imanın bilincin temel taşı” olduğunu söylüyor. O iman olmadan, doğum günü partisine ya da kendilerini özel zannedenlerin dinsiz tarikatlarına dönüşmek kaçınılmaz.

Mesele bilim ise fizik bilimi, bugün ilerilik-gerilik meselesinin insanların zihinlerindeki bir kurgu, bir yanılsama olduğunu söylüyor. Fizikten, hareketten yana saf tutunca, onunla empati kurunca siyaset yapılacağı zannediliyor. Mademki din bir yanılsama, hangi bilim ve kimin bilimi, neden söylüyor bunu? O bilim ve o madde adına sadece güç görenle, güçlü görünmek için o bilime ve maddeye tapan arasında bir fark yok.

Dinle mücadele ediyorlar ve bunu sanki “emekçi kitleleri o boyunduruktan kurtarmak istedikleri” için yapıyorlar. Koca bir yalan! Emekçinin derdiyle dertlenmeleri, derdin emekçisi olmaları mümkün değil. Burjuvanın insan-bireyini putlaştırıyorlar, onu aşan her şeye düşmanlık ediyorlar. Solculukları dahi burjuva için, ona içre. Tek meseleleri, o burjuvanın kurduğu zihne-akla uygun bireyler bulmak, gerçeğin belirli cüzünü o zihne-akla uydurmak. Emekçinin aşkınlığı, ezilenin aşkınlığı, devrimcinin aşkınlığı… Hepsine düşmanlar! Ne burjuvanın kabilesinden kovulmak istiyorlar ne de burjuva dışı kabilelerin kavgasına karışmak.

Ve safça, “Ey ahmak İsmail, sen Müslüman olduğun için kapitalizme kul olmaya mecbursun, bak ben oluyor muyum” diyorlar. Borsada çevrilen paraları, müteahhitlik işlerini, yoldaşlarını yıllarca sigortasız çalıştırmalarını, kültürevlerinde burjuva sanatına, TV’sine “kaliteli” elemanlar yetiştirdiklerini, bir seçim çalışmasında patrondan alınan bilbordları vs. unut(tur)uyorlar.

Hem İsmail’i sudan çıkmış balığa çevirmek istiyorlar, hem de o balığı yemeye-satmaya niyetleniyorlar. İsmail de “benim adım İsmail, ait olduğum yerdeyim” deyince “gerici” oluyor. Onlar Batı’dan, burjuvadan, devletten hiza alınca ileri oluyorlar, İsmail o hizaya kıyam edince geri.

“Burjuvazinin dinselleşmeye mecbur” olduğunu söylüyorlar durmadan. O burjuvazinin bankalara itiraz eden, kıyamla varolan Müslüman’ın ruhunu çalıp dinsiz dindar yaratma kumpasına perde oluyorlar. Çünkü bunu arzuluyorlar. Cesetlerin eline bayraklarını tutuşturabileceklerini düşünüyorlar.

Yıllar önce cumhuriyet yürüyüşlerinde dile getirilen tehdit, bunlarda dil buluyor şimdi. Emekçiler, gene ve inatla merhabacılar/selamünaleykümcüler diye bölünüyor. Bekir Coşkun galebe çalıyor. Tüm bu keşmekeşin son bulması, köpüğün dağılıp gitmesi, çekicin çark etmesine bağlı. O çekicin bayramı kutlu olsun.

Selam, Yaradana selam!

Eren Balkır
30 Nisan 2016

Dipnotlar:
[1] İhsan Eliaçık, “İslam’ın Kayıp Şehri: Muhtare”, 13 Ocak 2010, ihsaneliaçık.

[2] Orhan Gökdemir, “Din Devleti Değil Devlet Dini”, 30 Nisan 2016, Sol.

[3] Özgür Şen, “AKP Laikliği Kaldırmayacak ama Yeniden Tanımlayacak”, 30 Nisan 2016, Sol.

[4] Suad Şarabani, “Kurtuluş Teolojisi”, 25 Nisan 2016, İştiraki.

AB-Türkiye Anlaşması Göçmenleri Riske Sokuyor


Ortadoğu, Afrika ve Asya’dan Yunanistan’a gelen binlerce göçmen, Avrupa’ya yönelik akını engellemek ve sayıyı azaltmak için Türkiye’ye gönderiliyor.

Yunanistan’a varmış olanların statüsüyle ilgili belirsizlik, 10 Nisan’daki çatışmaların ana nedeni. O çatışmalarda Makedon güvenlik kuvvetleri iki ülke arasındaki Idomeni sınırını geçmeye çalıştığını iddia ettikleri kalabalığı zaptetmek için göz yaşartıcı gaz ve plastik mermi kullandı. 300 kadar göçmen ve 23 güvenlik memuru yaralandı.

Yunan hükümeti yaptıklarından ötürü Makedon polisini kınadı ve “korunmasız insanlara karşı, sebepsiz yere, ayrım gözetmeksizin kimyasal, plastik mermi ve ses bombaları kullanılması tehlikeli ve esef verici bir eylemdir.” dedi [Reuters, 10 Nisan]

Bu son saldırı, Yunanistan’ın Sisam Adası açıklarında dört kadın ve bir çocuğun boğulmasından bir gün sonra gerçekleşti. 4 Nisan’da AB’nin göçmenleri Yunanistan’dan Türkiye’ye göndermeye başlamasından sonra resmî yollardan rapor edilen Ege Denizi’ndeki ilk ölümler.

Makedonya sınırında yapılan saldırıya yönelik eleştirilere cevaben o saldırılarda yer alan güvenlik kuvvetleri baskı tedbirlerini şu şekilde gerekçelendirdiler: “Büyük bir göçmen grubu, dikenli telleri kopartıp Makedonya topraklarına girmeye çalıştı. Polise taş ve benzeri şeyler attılar.” [Irish Times, 10 Nisan)

Orta Avrupa’ya ana geçiş kapısı olan Balkan devletleri sınırlarını kapattığından beri, Şubat’ın ortasından bu yana Idomeni Köyü’ndeki sınır kapısında en az 11.000 göçmen kamp kurdu. Haberlere göre, Yunanistan’da Türkiye’ye gönderilme ihtimaliyle yüzleşen göçmenlerin sayısı yaklaşık 50.000.

Avrupa Bölündü

Son bir yıl boyunca AB’ye bir milyondan fazla insan giriş yaptı. Bu durum AB üyesi devletlerarasında ve o ülkelerdeki toplumların içinde gerilimlere yol açtı. Sağcı hükümetler ve politik partiler göçmen krizini seçimlerde daha fazla destek bulmak ve iltica etmeye çalışanlara karşı şiddeti tırmandırmak için kullandı.

Avrupa devletleri arasındaki ilişkileri normalleştirmek ve göçü durdurmak amacıyla AB liderleri 5 Nisan’da Türkiye’yle bir anlaşmaya vardı. Ankara, Ege üzerinde yolculuk eden tekneler türünden, usule aykırı yollardan Yunanistan’a giren tüm mültecileri ve göçmenleri geri alacak. Bunun karşılığında AB, binlerce Suriyeli mülteciyi resmi göç kanalları üzerinden doğrudan Türkiye’ye kabul edecek. Bu politikanın arkasındaki sözde gerekçe, göçmenleri insan kaçakçılarının imkân sağladığı geçiş üzerinden Yunanistan ve adalarına girmekten vazgeçirmek.

İnsanî yardım örgütleri bu planı eleştirdiler. Planın hâlâ yardıma ihtiyaç duyan yüz binlerce insana yiyecek, su, barınak ve tıbbî tedavi imkânı sunmakla ilgili giderek artan ihtiyaçla bağlantılı daha çok soruna yol açacağını söylediler. Idomeni sınırındaki kampta karşımıza çıkan kötü koşullar bu gerçeğin bir dışavurumu.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi göç ve yerinden yurdundan edilme meseleleriyle ilgilenen kurumlar da AB anlaşmasının göçmenler ve mültecilerin yönlendirilmesi ile ilgili uluslararası hukuk anlaşmalarını ihlal ettiğini söyledi. 1 Nisan’da Sakız Adası’nda çok sayıda insan birçok zarar gördü. Söylendiği kadarıyla, Yunanistan ve uluslararası örgütlerin kapasitesi mevcut göçmen toplamıyla ilgilenme noktasında kesinlikle yetersiz.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği insanî yardım şubesinin gözlemine göre Midilli Adası’nın Moria tesisinde de istikrarsızlığı ve kaygıyı artırıyor. Resmî rakamlarla barınma imkânı bulan göçmen sayısı 2.300 ki bu mevcut iki bin civarındaki kapasiteyi aşıyor.

Mülteciler Komiserliği’nin 1 Nisan tarihli bildirisinde ifade edildiği üzere:

“Bizler, mülteciler ve göçmenlerle ilgili yapılan son AB-Türkiye anlaşmasının taraflarının her türden geri dönüş başlamazdan önce tüm tedbirleri almasını istiyoruz. Her iki taraftaki ciddi açıkların varlığını sürdürdüğü açıktır. Avrupa’daki diğer her yerde sınırların kapalı olması sebebiyle, bu insanlara ev sahipliği yapmak zorunda kalan Yunanistan genelinde uluslararası korumaya muhtaç olan insanları almak ve onlarla ilgilenmek için gerekli sistemlerin bir dizi yönü henüz ya işlemiyor ya da zaten mevcut değil.”

Göçmen Krizine Yol Açan Emperyalizmdir

Batı’daki şirketlerin ve hükümetlerin kontrolündeki medyada bu göçmen akınının sebeplerinden hiç bahsedilmiyor. Bu kaçan insanlar, Libya ve başka ülkelerden insan kaçakçılarının insafına terk edilmiş biçimde Akdeniz üzerinden Avrupa’ya giderken her gün tehlikelerle yüzleşiyor.

Krize asıl yol açan, Afrika, Ortadoğu ve Asya-Pasifik genelinde ekonomilerin kısa süre önce yaşadığı çöküş yanında, rejim değişikliği ve işgal amacıyla ABD ve NATO’nun gerçekleştirdiği savaşlardır.

Washington, 1991’de Körfez Savaşı’yla başlayan askerî müdahalelere ön ayak oldu ve bu yüzyılın başından beri hem Irak’ın hem de Afganistan’ın işgali üzerinden bu faaliyetine devam ediyor.

2011’den beri ABD ve müttefikleri Libya, Suriye ve Yemen’e karşı yıkım ve işgalle sonuçlanan yeni savaşlar yürüttü. Bu savaşlar on milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına, ölmesine veya yaralanmasına sebep oldu. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden beri içte ve dışta en kötü insanlık krizine yol açan, bu savaşlar.

Ayrıca emperyalistler hedef alınan devletlerin ve komşularının ekonomilerini de mahvetti. Emperyalist entrikanın ve hâkimiyetin adına yürütülen bu savaşlar, 2008 ve sonrasında yaşanan küresel kapitalist krizden ekonomik açıdan tam manasıyla çıkılamadığı koşullarda, varlığını sürdürüyor.

Abayomi Azikiwe
24 Nisan 2016
Kaynak

, ,

Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisinin Yükselişi ve Çöküşü


Dan Kovalik Söyleşisi

Suad Şarabani

25 Nisan 2016

 

Latin Amerika’da kurtuluş teolojisi ilerici hareketlerin mütemmim cüzü. Dan Kovalik, Vatikan’ın ABD’nin desteği ve rehberliğiyle Latin Amerika’da kurtuluş teolojisini nasıl sabote ettiğiyle ilgili çalışmalar kaleme alan bir insan hakları avukatı ve eylemci. Ona göre, ABD’nin amacı, statükoyu koruyup ilerici güçlerin kontrolü ele geçirmesine mani olmak. Dan Kovalik’le Latin Amerika’da kurtuluş teolojisinin yükselişi ve düşüşü hakkında konuşuyoruz.

¤ ¤ ¤

İşçi avukatlığı yapıyorum, aynı zamanda Pittsburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Uluslararası İnsan Hakları Hukuku dersleri veriyorum. Sosyal adalete olan ilgim, Latin Amerika’ya yaptığım ziyaretlerden kaynaklanıyor. Bir genç olarak beni harekete geçirenin ve bugünkü hâlime kavuşmamın ana nedeninin kurtuluş teolojisi olduğunu söyleyebilirim.

Kurtuluş teolojisi gibi bir hareket nasıl bu kadar parçalandı? Her şeyden önce, görünüşe göre feda edilen, sadece Vatikan değil, Cizvitlerin ilerici felsefesi.

Cizvitlerin sadece belirli kısımları ilerici. Bazıları kurtuluş teolojisine inanıyor, bazıları da aşırı muhafazakâr. Ama Latin Amerika’da dindarların birçoğunu özellikle altmışlar ve yetmişlerde kurtuluş teolojisi motive ediyor. İlk bakışta ilerici hareketleri cesaretlendiren, Vatikan’ın kendisi. 1962’nin başında düzenlenen İkinci Vatikan Konseyi ile birlikte Papa XXIII. John, kiliseyi “halk için kilise” hâline getirmek için adımlar atıyor. Bu, Konstantin kiliseyi dördüncü yüzyılda resmi Roma kilisesi yaptığından beri ilk kez karşılaşılan bir durum. Epey radikal bir değişiklik.

Latin Amerika’daki piskoposlar, II. Vatikan üzerinden gerçekleşen açılımdan istifade ediyorlar ve kurtuluş teolojisinin üzerindeki örtüyü kaldırıyorlar. Bunu yapmakla yoksullara ayrıcalıklı muamele yaklaşımını öne çıkartıyorlar ve ilgili yaklaşım ana ilkeleri hâline geliyor. Bilhassa Brezilya’da çeşitli topluluklarda bu ilkenin muhtelif uygulama biçimlerine rastlanıyor.

Kurtuluş teolojisinin kolayca parçalanmış olduğuna inanmıyorum, o esasen Brezilya’daki 1964 darbesinin başında zor yoluyla parçalandı. ABD bu darbeyi destekledi ve bir askerî diktatörlük kuruldu. Darbeyi büyük ölçüde motive eden, kurtuluş teolojisinin zor yoluyla kökünün kazınması arzusuydu. Tanık olduğumuz biçimiyle altmışlarda, yetmişlerde, hatta bugün bile baskıcı güçler kurtuluş teolojisine bağlı rahipleri ve din görevlilerini ortadan kaldırmayı sürdürüyorlar.

Kurtuluş teolojisi, aynı fikirde olan insanları cezbetmekle mi yetindi yoksa insanların inançlarını da değiştirdi mi?

Burası her zaman belirsizliğini koruyacak bir alan. Bence her ikisi de geçerli. Diyalektik bir ilişki söz konusu. Her ikisi de cari. Latin Amerika’nın İspanyollarca sömürgeleştirilmesi sonucu Katolik Kilisesi ciddi bir güç ve nüfuza kavuştu. Kilisenin yönelimi Latin Amerika’daki toplumun yönelimini etkiledi.

Politik liderliğin yönünü ilerici sola çevirmesi en geniş manada toplumu da etkiledi. Ama kurtuluş teolojisinin duhul ettiği her örnekte isyan ve direniş tohumlarına rastlamak mümkün. İsyan ve direnişin kökleri Latin Amerika’da yerli grupların ve yoksulların üzerindeki baskılara dayanıyor.

Bence kurtuluş teolojisine bu kıtada daha fazla rastlamamızın sebeplerinden biri kıtanın tarihi. Kıta bereketli bir toprağa sahip. Burada insanlar, emperyalist güç olarak ABD’ye ve kendi hükümetlerine karşı ortak şikâyetleri paylaşıyorlar. Kurtuluş teolojisinin böylesine büyük bir güç hâline gelmesinin nedeni bu. Karşımızda hem ilerici teolojiyi benimseyen, nüfuz sahibi bir kilise var, hem de onu dikkate almaya hazır, kendi zor durumunun bilincinde olan bir halk.

Vatikan, ilerici Katoliklere sırtını dönmeyi ve Latin Amerika’yı köktencilere kaybetmeyi neden bu kadar çok istedi?

Evet, Vatikan bunu istedi, tıpkı çocuk tacizcilerini koruyarak tüm kiliseyi feda etmek istemesi gibi. Bu farklı bir mesele, ama kilisenin yıllar boyunca ortaya koyduğu korkunç tercihlerin başka bir örneği de bu taciz vak’ası. Bence onlar, kendilerini kilisenin ve Roma’nın kilise üzerindeki hâkimiyetinin kurtarıcısı olarak gördüler, ama bunu yaparak çok fazla şeyi feda etmemiş oldular. Geriye baktığımızda kilise bu sebeple kaç kişinin kaybolduğunu kabul mü etti, yoksa sonuçta daha fazla mürit mi kazandı?

Sağa kayış gerçekleştikten sonra o ilerici rahip ve rahibelerin başına ne geldi?

Öncelikle çok nüfuzlu liderleriniz vardı, bunlar katledildiler. En ünlüleri de Başpiskopos Romero’ydu. Romero, El Salvador’da kurtuluş teologu olan arkadaşı Peder Grande’nin katledilmesiyle radikalleşmiş, muhafazakâr bir din adamı. Kendi ülkesindeki adaletsizlikler konusunda onu bilinçlendiren, bu olaydır. El Salvador, Guatemala, Uruguay ve Brezilya gibi ülkelerde askerî diktatörlükler kurulmuş, önemli insanlar katledilmiştir. Ayrıca yetmişlerde Arjantin ve Şili’yi içeren Güney Burnu’nda ayrıca Akbaba Operasyonu yürütülmektedir. Bu askerî darbeler kendi halklarına karşı işlenen zulüm ve katliamlar tertiplemekte, onları terörize etmektedir, bu zulüm ve katliam, sadece din adamlarını değil, kilise dışı kitle içinde kurtuluş teolojisini destekleyenleri de vurmaktadır.

Söz konusu diktatörlükler çoğunlukla ABD tarafından desteklenmektedir. Vatikan, bilhassa Papa 23. John’un ardından papa olan aşırı sağcı 6. Paul sonrası, bu sürece itiraz etmez. Papa Paul kurtuluş teolojisine karşı konum alır, böylece kilise kurtuluş teologlarına karşı kendi baskı politikalarını uygulamaya başlar. Bu, diktatörlüklerin kullandığı zor yoluyla değil, radikal olduğu düşünülen rahiplerin sansürlenmesi suretiyle gerçekleştirilir. Bu sürecin en fazla öne çıkan ismi Nikaragua’daki Peder Ernesto Cardenal’dır. Cardenal, Sandinist Devrim’i desteklemiş, yüzüğünü öpmeye kalkışınca Papa II. John Paul tarafından herkesin gözü önünde azarlanmıştır. Haitili Peder Jean Bertrand Aristide de hükümette aktif rol aldı diye sansürlenmiştir. Bu, o dönemde kilisenin kurtuluş teolojisine yönelik tavrına dair sembolik bir örnektir.

Kurtuluş teolojisinin akamete uğramasına neden olan, dünyadaki kimi başka olaylardan bahsetmiştiniz. Bunun üzerinde biraz daha durabilir misiniz?

Doksanların başında Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist bloğun çöküşü insanları epey etkiledi. Tüm bunlar bir boşlukta gerçekleşmedi. Yaşananları II. Vatikan’ın altmışlarda, tüm sömürge karşıtı mücadelenin sadece Latin Amerika’da değil, Afrika ve Asya’da da sürdüğü koşullardan ayrı düşünemeyiz. ABD’de insan hakları hareketine ve barış hareketine tanık olundu. Tüm bunlar birbirini etkiledi. Kurtuluş teolojisi zayıfladı, zira en genel manada sol zayıfladı. Bu ikisi birbiriyle bağlantılıydı.

Kurtuluş teolojisi sadece Latin Amerika ile birlikte tanımlana geldi. Dünyanın geri kalan kısmında o kadar faal değildi. Neden?

Bildiğim kadarıyla Latin Amerika uzun bir isyan ve devrim tarihine sahip. Augusto Sandino, Jose Marti, Faribundo Marti, Fidel Castro veya Che Guevara gibi isimlere bakılabilir. Latin Amerika solcu devrim için bereketli bir topraktı uzun vakittir, kurtuluş teolojisi de sonuçta benzer bir toprağı buldu. Örneğin Nikaragua’da tıpkı İsa gibi çarmıha gerilmiş bir Che resmi görmüştüm. Bu toplumlarda bu türden imajlar bir anlama sahiptir. Onun gelişip serpilmesini sağlayan işte bu kusursuz fırtınadır.

Yeni papa, öncekilerden daha ilericiymiş gibi görünüyor. Kurtuluş teolojisinin tekrar yükselişe geçmesini umuyor musunuz?

Evet, böylesi bir yöne girmesi mümkün. Francis, Avrupalı olmayan ilk papa. Askerî cunta esnasında Arjantin’deydi, öldürülen rahipleri biliyor. Ona danışmanlık yapan kadın komünistti. Bu tarihsel bağlamı Vatikan’a taşıyor. Sonuç olarak evet, onun kiliseyi Latin Amerika’da kurtuluş teolojisini yeniden inşa etmeye yönlendirmesi mümkün. Kurtuluş teolojisinin Amerikan politikaları ve Vatikan yüzünden yaşadığı geri çekilme dünya için büyük bir kayıp olmuştu. Umudum bu ruhun ve vizyonun yeniden talep edileceği yönünde ve bu, herkesin hayrına olacak bir gelişme.

Kaynak

,

Yere Düşen Bayrak

Özünde diyorlar ki “burjuvazi o bayrakları bir bir yere düşürdü, bize düşen, o bayrakları toplayıp havaya kaldırmak”. “Ama bu burjuva siyaseti!” denildiğinde, “Ne burjuva siyaseti, o bayrakları biz bulduk, artık bizimdir!” cevabı veriliyor.

Emekçiler, demokrasi ve laiklik denilen bayrakları bir bir toplamaya çağrılıyor. Onca materyalizme rağmen, idealar, fikirler ve söz dünyası örgütlenmeye çalışılıyor. Bayrağın temsil ettiği maddiyat, o söz ve edebiyat karşısında gölgeleniyor. Maddiyata vurgu amatörlük; ona karşı dile dökülen edebiyat profesyonellik olarak takdim ediliyor. Ortalık, kâmil siyasetçilerden ve profesyonel siyasetçilerden geçilmiyor.[1]

* * *

Çulhaoğlu, “şöhret”ini maddiyatın karşısına “hem o hem o” diyalektiğini çıkartmaya borçlu. Bazen “rakı” diyor bazen “viski”, bazen de ikisini karıştırıyor, ortaya istifra yazıları çıkıyor. Bazen tarihe bazen güncele vurgusu bu yüzden. 

İşine geldiği yerde her şeyden münezzeh, sınıf mücadelelerinden azade bir kavramın altını çiziyor, işine geldiği yerde de bugünün acil ihtiyaçlarına sadece kendisinin vakıf olduğunu satıyor.

Alıcısı olmasa, o da bunu yap(a)maz. O, burjuvaziyi biraz cahil ve biraz akılsız bulan bir burjuva siyasetçisi. Hep burjuvazi için “ah bir marksizmi bilse neler yapacak ama!” diyen biri. Küçük burjuvanın her dalda oynama ihtiyacına denk düşüyor. Marksistlerin devlet erkanına kabul edildiği dönemin “aydın”ı o.

Dolayısıyla Çulhaoğlu, bir yandan da marksizmin zararsız olduğunu kanıtlamak, varsa dikenleri, çapakları, temizlemek zorunda. Siyasetini ve teorisini egemenlerin özel localarına dâhil olma arzusuyla biçimlendirenlerin başka bir şey üretmesi beklenemez. Kalkınmacılık ve modernizm dönemine yakılan ağıt da bunun ürünü.

Uzun zamandır bunun karşısına özel localar inşa etme arzusu çıkartılıyor. “Devleti, kapitalizmi, iktidarı, hegemonyayı görmeyelim, görmezsek yok olur” deniliyor. Maddiyatın karşısına gene edebiyat çıkartılıyor. Bir tampon bu: maddiyat karşısında çaresizlik, sıkışmışlık bu şekilde gizleniyor. O maddiyat sözle dönüştürülür zannediliyor. Bağlar kurmak, mücadeleyi ilmek ilmek örmek, anlamını ve değerini yitiriyor. Devlet ve sermaye, komün ve meclisle esniyor, varolma imkânı buluyor. Akademisyenlerin ve gazetecilerin öncü olduğu sol siyaset, bu esnemenin birer tezahürü, AKP bahane.

Komün, meclis gibi olgulardan söz edilmesinin sebebi burada. Bunlar, sözün boncuk gibi dizilmesi olarak anlaşılıyorlar. O komünlerin aynı ipe tüm dünya genelinde dizilmesiyle sömürü ve zulümden kurtulacağımızı söylüyorlar. Yanılıyorlar. Egemenler, karşıt ocakları bir bir bu şekilde dağıtıyorlar, kendi bayraklarını bu sayede albenili kılıyorlar.

Komün, meclis gibi olgulardan söz edenler, maddiyata küfretmek, onu gizlemek zorundalar. Edebiyat ise allı pullu kelimelerle bu maddiyatı geri plana atmanın adı. Bir meclis, mücadelenin içinde bir mevzi ise anlamlı; onun dışında edebî bir gevezelikten ibaret. Kendi sözünün hâkim olmasını isteyen, bundan emin olan, komünü, meclisi öne çıkartıyor. Bunlar, demokratlıktan değil, niceliğin önemi üzerinden, sayısal çoğunluğu yeterli olduğu düşünüldüğünde övülüyorlar. Mücadelenin tarihsel-toplumsal seyri değil, öznenin kabarık, şişkin hâli bir yanılsamaya neden oluyor.

* * *

Maddiyattan edebiyata kaçışın bir yansıması, boyun eğme’ler, diz çökme’meler… Bu laflar sıralandığında gerçeklik, diz çökenler-çökmeyenler diye, zihinde, bölünüyor, dolayısıyla ortada, maddiyatta, boyun eğilecek, önünde diz çökülecek bir şeyin olduğu söylenmiş oluyor. Kendi zihin dünyası önünde ip gibi dizilmesi isteniyor herkesin. Siyaset, sadece dilde ve sözde varlık alanı buluyor; somut eylemler bu hâlin zorlaması sonucu gerçekleştiriliyor.

Bir yönüyle bu, o bayrakların toplanması ile alakalı. Yani maddiyata burjuvalar hâkim ve sahip. Zamanı geldiğinde gelip o sözü de temellük ediyorlar. Burjuva bayraklarını ele alıyorlar, güç olacaklarını zannediyorlar, sözler allanıyor pullanıyor ama maddiyat ve fikriyat arasındaki açı her gün açılıyor. Bayrak hep sahibine doğru dalgalanıyor. Çünkü eksik maddiyat sözle tamama erdirilecek zannediliyor. Burjuvazi seviliyor içten içe ya da onun devleti, tüm o çocuksuluk ile. Varlık orada şekil alıyor, o varlık hep kendisini çağırıyor. Kendisi gibi olana tahammül edebiliyor.

Asıl bu süreçte dizin neyin önünde çöktüğüne, o boynun kimin önünde eğildiğine bakmak gerekiyor. AKP’nin burjuva siyasetinin, Kemalist devletin dışına ait, yabancı bir kuvvet olduğuna dair her laf, teorik olarak yanlış, sapma. Biraz burjuvadan biraz kemalizmden rol çalarak, onların bayrağını sallayarak AKP’yi daraltacağını düşünmek boş.

Bu aklın tek söylediği şu: “AKP’yi bırakın, beni alın.” Burjuvazi, Kemalizm ve emperyalizm geriliminde devlet kendisini sosyaliste, Kürd’e ve Müslüman’a nispetle kuruyor, tüm gerilimleri ve çatışmaları bununla alakalı. Belirli bir ideolojisi yok. Kendisini sürekli korumaya mecbur.

AKP, birey ölçüsüne denk düşen bu devlet kurgusunun merkezine çekilmiş durumda. Dolayısıyla, kendisini bu birey ölçüsüne göre kurmuş, “bir gün o merkeze çekilirim” umudu ile çabalayıp duran tüm siyasi özneleri boşa düşürüyor. Laik Tayyip’le laik sosyalistlerin yan yana düşmesinin sebebi burada.

Bir çift laf da 1 Mayıs’a dair: DİSK’e özel bir siyasi özne olarak bakılıyor, oysa içinde onca siyasi örgüt var. Dolayısıyla, bugüne dek Taksim çağrısı yapıp kendi eylemine gelmeyen DİSK’in suçu, günahı o örgütlere ait. Bugünkü Bakırköy pazarı tercihi de onların hanesine kazılı.

İşten çıkartmalar, baskılar, iş kanunları, kıdem tazminatı vs. gibi konularda kılı kıpırdamayan bu sol özneler, merkeze çekilme konusunda yerde “buldukları” bayrakları sallayarak gün geçirecek, bu açık. Bunların ana programında “dostlar alışverişte görsün”cülük yazılı. O bayrakların sahipleri, her sallanışta mutlu olsunlar, kâfi. Onların bayrakları adına, kendi bayraklarımızı yere düşürmeye değer mi peki?

Eren Balkır
29 Nisan 2016

Dipnot:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Laiklik Mücadelesi” İçin Notlar”, 8 Mart 2016, İleri.

28 Nisan 2016

Yeni Cumhuriyet Muhafızları


Sol cenahta uzun süredir devam eden bir yarılmanın güncel siyasetin katkısıyla ayyuka çıkması ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak sınıfsal konumlanmaları belli etmesi ile karşı karşıyayız. Son laiklik tartışması ve özellikle bu tartışmayla solun belli bir kesiminin, daha çok da Haziran Hareketi çizgisinde saflaşan kesimlerin verdiği siyasal tepki, bu yarılmanın artık ciddi bir boyuta vardığını göstermektedir.

Askerin bir devlet sınıfı olarak müesses nizamın denkleminde özgül ağırlığıyla yer tuttuğu dönemde soldaki ‘common sense’, yaratılan laik/anti-laik geriliminin yapay bir gerilim olduğu, toplumsal çelişkileri maskelediği ve buna kesinlikle angaje olunmaması gerektiği yönündeydi.

Şimdi kendilerini yeni cumhuriyet muhafızları olarak tahkim eden çevrelerin “Laiklik!” naraları atarlarken bize açıklamaları gereken ilk nokta şudur: bu yapay gerilim, artık doğallaşmış mıdır? Ya da artık temel gerilimlerden birisi hâline mi gelmiştir? Eğer bu böyleyse, irtica paranoyasıyla itham edilen ordu, yıllardır bize bir doğruyu anlatmaya çalışmıştır da biz mi anlamamışızdır? Eğer bu böyleyse, şu an yeni cumhuriyet muhafızları, zamanında ordunun uyarılarına yeterince kulak asmadıkları ve bu yönde bir siyaset geliştirmedikleri için özeleştiri yapmalıdırlar. Ve bize, nasıl oldu da bu düzenin temel çelişkilerini yumuşatan enstrümanlardan birisi olan bu yapay gerilimin doğallaştığını, marksizmin bütüncül yöntemi içerisinde açıklamalıdırlar.

İlginç bir nokta daha göze çarpmakta. Bahsettiğimiz sol kesimlerin medyalarında ürettikleri söylem, haber seçme-yayınlama-yapma biçimleri, olaylarda odaklandıkları noktalar, her yönüyle rezil 28 Şubat medyacılığını anımsatmakta.

Kendilerini yeni cumhuriyet muhafızları olarak bir siyasal hatta tahkim ederlerken, medyalarını da post-28 Şubat formatıyla güncellemekten çekinmiyorlar. Nitekim, ibretle gelinen nokta, ülkenin komünist partisinin “yobaz takip hattı” kurarak müthiş bir siyasal öncülük örneği göstermesi, Türkiye işçi sınıfına ve emekçilerine geleceğe umutla bakabilecekleri bir siyasal ‘hat’ armağan etmiş olmasıdır.

‘Laiklik elden gidiyor’cularla ‘din elden gidiyorcular’ın yarattıkları siyasal tiyatroyu dağıtacak olan ise Müslüman, Ateist, Alevi, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Laz, Çerkes emekçi halklarımızın düzenin tesviyesinden geçmiş hiçbir kavramla birbirlerine seslenmeyecekleri, birbirlerini bu kavramların sopasıyla tehdit etmeyecekleri bir özgürlük mücadelesi olacaktır.

‘Gericiliğe karşı mücadeleye’ gelince. Bu mücadelenin en temel siyasi çıkış noktası, her şeyden önce AKP’nin Türkiye halkında yarattığı bölünmeyi açık ya da gizli bir şekilde varsaymamak, bunu kabul etmemektir. Bunu varsayan ya da baştan a priori olarak kabul eden her tutum, karşı devrimci bir tutumdur, tıpkı Gezi’yi bir Alevi ayaklanması olarak gören politik tutumun karşı devrimci olması gibi. Ve bu tutum, AKP’nin yarattığı karşı devrimci toplumsal bölünmede kendisine tahsis edilen sosyolojik mekânda siyaset yapmaya mahkûmdur. Maltepe Beşçeşmeler’e hapsolup Başıbüyük’te politik faaliyet yürütememek budur.

Şu gericilikle mücadeleye kendini vakfetmiş arkadaşlara bir çift laf. Ahmet Hakan size tavsiyelerde bulundu, söyleyene değil, söyletene bakmalı, ona bu tavsiyeleri söyleten şey, içinden çıkıp geldiği ve ne kadar değişirse değişsin benliğinde mutlaka yer tutan sosyolojidir. Bu sosyolojinin deneyimini çok da hor görmeyin. İkincisi, aydın, laik, bilimsel orta/üst-orta sınıf kitlenize (ki bu kitlenin içinde Celal Şengör hocanız da var) Stalin sevdanızdan pek bahsetmeyin, yoksa sizi de gerici görmeye başlarlar.

Ozan Çılgın
27 Nisan 2016

, ,

Yırtık Yelken

Kimse şaşırmasın. Üç gün önce “Taksim’e çıkmak için 15 neden” diyen DİSK’in bugün Bakırköy pazarına yelken açmasına kimse şaşırmasın. Dev Maden-Sen’deki tartışma, kimseyi üzmesin. Devir, artık sınıf mücadelesi değil, “ilkelliğe karşı uygarlığın mücadelesi”dir.[1] Ülke insanına Hindistan’daki İngiliz vali gibi bakma devridir bu devir.

Şaşırıp üzülmek, sınıf mücadelesinin “demode, çağdışı, ilkel bir kavram” olduğunu hâlâ idrak edememekle alakalıdır.

Seksenlerde bedenen, doksanlarda fikren, Batı’ya kaçılmıştır. Batı’ysa kaçanları bir maske takıp geri yollamıştır. O, sadece kendi siyasetinin ajanlarına sahiptir. Orada sınıf mücadelesine emirler uyarınca değmeyenler, bu mücadelenin kesmediği siyaset, buraya pazarlanmıştır.

Bugün ezilenden, yoksuldan, işçiden yana olmak, ilkelliktir. Tek kurtuluşumuz, yüce laik cumhuriyeti korumaktır. Saflar sıklaştırılmalıdır. 28 Şubat’ın arkasındaki irade, bize bu görevi tevdi etmiştir. Görevi reddetmekse ihanettir.

Kimse kimseyi kandırmasın: bugün esen laiklik rüzgârı, 1 Mayıs’taki geri çekilmeyle alakalıdır. Eskiden sol şefler, “1 Mayıs’lar, ülkedeki sınıflar mücadelesi açısından önemli bir göstergedir” derler ve buna göre konum almaya çalışırlardı. Artık sınıf mücadelesi, basit bir akıl oyunundan, sıradan bir zekâ pratiğinden, başkalarına poz kesmekten, ucuz pazarlıklardan ibarettir. Bu konum, devlet içi gerilimlerin yarattığı, havanın üst katmanlarındaki rüzgâr ve o rüzgârla yelkenleri şişirmekle bağlantılıdır. 1 Mayıs “out”, laiklik “in”dir”.

Eskiden üniversitelerde bilimsel eğitim için mücadele edilmekteydi, bugünse “üniversitelerde bilimsel eğitim verildiğinden” söz edilip, “bu gericilere karşı onu korumalıyız” denmektedir. Artık sol gazetelerde “sinemayı kırolar bastı” diyen yazılar yayımlanmakta[2], orta sınıfın Müslüman ve Kürd alerjisi, gene orta sınıfçı bir siyaset üzerinden örgütlenmek istenmektedir. Bu birey merkezli örgütlenme ölçüsü, sınıf mücadelesine de düşmandır. Eskiden bireyin adı işçiyle alakası olmayan İşçi’ydi, o artık don değiştirmiştir. 1 Mayıs gerici, ilkel, eski kafalı işçilerin yola getirileceği zemindir. Mustafa Koç’un cenazesinde ağlayanların sınıfsal bir konum almak, mevzi örmek, sürecin geldiği aşamayı değerlendirmek gibi bir derdi yoktur.

Artık bu birey ölçüsü galiptir, muzafferdir. Gezi’nin ilk günü Ankara’da bir toplantı yapılmış, Halkevleri o toplantıda sözünü geçirememiş, ertesi gün kadrolarını eylemde geriye çekmiş, Kızılay’da yapılan genelimsi grev çağrısında bu geri çekilme sonuç vermiştir. Sonrasında diğer örgütler, başka bir alanda çadır kurma eylemi yapmaya karar verince, Halkevleri yalandan Kızılay’a girmiş, tüm örgütler ve çadır eylemi saldırıya uğramış, süreç kırılmıştır. Bu ve benzeri pratikler, forum süreçlerinde de deneyimlenmiştir.

Sonra tüm pratik, seçimlere endekslenmiş, CHP ve HDP arasında pazarlık masasında önemli bir koltuk elde etmek siyaset zannedilmiş, gerekli adaylar elde edilince Kürd’e dönük öfke ve eleştiri geri plana itilmiş, ardından, cumhurbaşkanlığı adaylığında başka bir yönelim içine girilmiştir. Dev Maden-Sen’de işçileri kapı dışarı eden irade, bu aklın eseridir.

Aynı irade, 2014 1 Mayıs’ına bir hafta kala “Kızılay olmazsa olmaz” demiş, devrimci pozlar pazarlanmış, “Sıhhiye değil Kızılay” çağrısı ile aylardır süren seçim çalışmalarındaki günah ve zaaf örtbas edilmeye çalışılmıştır. Bugünse nasıl oluyorsa, aynı Halkevleri, “Ankara için merkez Sıhhiye’dir” demektedir.[3] Anteplilerin tabiriyle, “kaz gibi havalanılmış, tavuk gibi yere çakılınmıştır”. En geri olanla uzlaşmak, sonra en ileriye dair imaj sunmak ama dönüp en geriye ricat etmek, siyaset bu değildir.

Bu orta sınıf şeflerin gemi sahibi olmaları, yelkenlerini devletten ve burjuvaziden esen rüzgâra göre şişirmek istemeleri ile alakalıdır. Bugünkü 28 Şubat solculuğu[4] bunun eseridir, bugün İbrahimî hatta yönelik küfür, bu yelkenlerin ürünüdür.

* * *

Bir müsamere oynandığı açıktır. Hava yukarıda başka, aşağıda başkadır. Aşağıdakilerin ezik, zavallı, küçük, değersiz görüldüğü kesindir. Siyaset bir sonuçtur, çıktıdır. Aşağısıyla ilişkilerin kopması sonucu yukarıya kaçıldığı, egemenlerin rüzgârıyla yelken şişirmenin tek dert olduğu bir dönem, tüm sancısıyla işlemektedir. Yukarıda anlaşma gizli kapılar ardında sağlanmış, aşağıya boş bir edebiyat kalmıştır.

Söz konusu müsamerede demokrasinin, laikliğin başına hoş kelimeler getirildiğinde, güzel takılar takıldığında, fukara seyircinin aldatılacağı düşünülmektedir. Her şeyden azade, her şeyden münezzeh, sadece kendisinden sorumlu, bağ, bağlam gibi bir derdi olmayan, burjuva birey ölçüsü uyarınca hareket edenler, kavramlara takılar taktığında, onlara taklalar attırdığında yol alabileceğini zannetmektedirler. Bu, bir oyundur; ağza çalınan baldır.

Temelde 1 Mayıs, yukarıda yapılan uzlaşma, müzakere ve teslimiyet üzerinden, egemenlere peşkeş çekilmiştir. Yeni devlet bunu emretmektedir.

Yeni devlet, zararsız Müslüman, zararsız Kürd, zararsız solcu peşindedir. Bomba patlar, çocuk istismarı belgeleri çıkar ortaya. Oyalanmamız istenmektedir. Çocuk istismarı ile yolda gördüğümüz bir çocuğun başını okşamak bile suç hâline getirilmiştir. Bu konuyla ilgili “bilim insanları”nın konuşturulduğu bir programda, “ABD’de insanların diş raporları bile arşivlenmekte, takip edilmektedir. İstismar gibi sorunların çözümü devletin gözetimine ve kontrolüne bağlıdır” denilmektedir. Taciz ve istismar üzerinden ait olduğumuz tarihsel ve toplumsal bağ ve bağlamımız bize düşman edilmektedir.

AKP, “bir anlamda paratoner olmak, gaz almak”tır.[5] Anti-AKP’nin de işlevi budur. Gaz almalı, paratoner olmalıdır. “Atatürk’ün piçleri” haberleri bu sebepledir. CHP ile şişirilen yelken, CHP ve AKP’yi yırtan, yırtacak olan emekçi pratiğini de göze almış demektir.

Kimse şaşırmasın: patronlara kol kanat geren sosyalistlere, kazanılmış hakları bir bir geri verenlere, “memleket gericileşiyor” yaygarasıyla emekçi halkı burjuvaziye kul etmeye çalışanlara, birey ölçüsü üzerinden birey dışı her şeyin şeytanîleştirilmesine katkı sunanlara, kimse şaşırmasın. Bu gemi varolmak, yüzmek ve yelkenlerini şişirmek zorundadır.

“Sonuçta hepimiz aynı gemideyiz” ya da en azından, işyerinden tüm topluma kadar bu yalana inanmaya mecburuz. O yalanın perdesini, emekçilerin, mazlumların hakikati yırtacaktır.

Eren Balkır
27 Nisan 2016

Dipnotlar:
[1] Burak Cop, “Laiklik Düşmanlığı ve İlkelliğe Övgü”, 27 Nisan 2016, Sol.

[2] Tuğçe Madayanti Dizici, “Toz Bezi’nin Hint Kumaşı Düşmanlığı”, 18 Nisan 2016, Birgün.

[3] “Halkevleri: Taksim ve Sıhhiye’yi Savunduk”, 27 Nisan 2016, Sendika.

[4] Ozan Çılgın, “Yeni Cumhuriyet Muhafızları”, 27 Nisan 2016, İştirakî.

[5] “Erdoğan: Ümit Boyner İşine Baksın”, 17 Eylül 2012, NTV.

26 Nisan 2016

,

Gramsci ve Ermeni Soykırımı


Hep aynı hikâye. Bir olayın bizi ilgilendirmesi, bizi etkilemesi için özel hayatımızın bir parçası olması, kökeninin bizden uzak olmaması, tanıdığımız insanların, insanî alanımızın çevresine ait insanların söz konusu olması gerekiyor.

Goriot Baba’da Balzac Rastignac’a şu soruyu sordurur: “Her portakal yediğinde bir Çinli ölecek olsaydı, portakal yemekten vazgeçer miydin?” Rastignac da şuna yakın bir cevap verir: “Portakallar yakınımda, onları iyi tanıyorum; oysa Çinliler o kadar uzaktaki gerçekten var olup olmadıklarını dahi bilmiyorum.”

Belki de hiçbir zaman Rastignac’ın bu sinik cevabını verecek kadar ileri gitmeyeceğiz. Ancak, Türklerin milyonlarca Ermeni’yi katlettiğini gördüğümüzde, ıstıraplara ve can çekişmelere ya da Almanların Belçika’yı istila edişine tanık olduğumuzda yaşadığımız aynı keskin acıyı acaba yaşıyor muyuz? Tanınmıyor olmak büyük bir adaletsizliktir. Bu, başkalarının desteğine güvenme ya da kıyaslama imkânı olmadan yalıtılmış kalmak, kendi kişisel acısında hapsolmak anlamına gelir. Bir ulus için bu, yavaş yavaş çürüme, dünya ile bağlarının gitgide yok edilmesi anlamına gelir. Bu, terk edilmiş olmak, şirazeden çıkmış olan ama kılıç kuşanıp, küffarın yok edilmesiyle dinî bir vecibeyi yerine getirdiklerini söyleyenler karşısında savunmasız kalmaktır. Nitekim Ermenistan, en dramatik anlarında, kendisine karşı gösterilen çok az sözlü merhamet ifadesi ve cellâtlarının kınanması dışında bir şeye mazhar olmamıştır. “Ermeni katliamları” dillere destan olmuş, ancak bu, somut insan imgelerini betimlemeyi başaramayan boş laflardan ibaret kalmıştır. Bütün Avrupa uluslarına bağımlı olduğuna göre, Türkiye’yi, tek arzuları rahat bırakılmak olanlara işkence etmemeye zorlamak mümkün olabilecekti.

Hiçbir şey ya da en azından somut sonuçlar yaratan bir şey olmamıştır. Vico Mantegazzo, doğu siyaseti üzerine açıklamalarında Ermenistan’dan ara sıra biraz bahsetmiştir. Birinci Dünya Savaşı Ermeni sorununu bir kez daha gönülsüzce yeniden gündeme getirmiştir. Erzurum Rusların eline düştüğünde, Türklerin Ermeni topraklarından çekilmesi, basınımızda zeplinin Fransa’ya inişinden daha az yer almıştır. Bütün Avrupa’ya dağılmış olan Ermenilerin bize ülkelerinden, ülkelerinin tarihinden, edebiyatından bahsetmeleri gerekirdi. Ermenistan’ın başına, bir zamanlar Perslerin başına gelen gelmiştir. Büyük Arapların (başkalarının yanı sıra İbn-i Sina, İbn-i Rüşd) aslında Fars olduğunu kim bilmektedir? Arap medeniyetine ait olan hemen her şeyin aslında Fars olduğunu kim bilmektedir? Ya da içinizden kim, Türkiye’yi modernleştirmek için son dönemde harcanan bütün çabaların Yahudilerden ve Ermenilerden kaynaklandığının farkındadır?

Ermenilerin Ermenistan’ı tanıtmaları gerekirdi. Onu, onu tanımayanların, onun hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin ve bu nedenle de sempati duymayanların yaşamlarına ve zihinlerine taşımaları gerekirdi.

Torino’da bir şeyler oluyor. Ermenistan başlıklı bir dergi yayımlanıyor ve dergiye katkıda bulunan çeşitli yazarlar Ermeni halkından bahsediyorlar: Ermeniler kimdir? Kendilerini neye dönüştürmeye çalışmaktadırlar?

Yine bu proje kapsamında, Ermeni halkının tarihini, kültürünü, şiirini ve dilini daha inandırıcı bir tarzda ve daha büyük güçle tanıtan çok sayıda kitabın yayımlanması öngörülmektedir.

Antonio Gramsci
11 Mart 1916
Il Grido del Popolo [“Halkın Çığlığı”]
Kaynak
Çeviri: Osman Binatlı
Yeniyol
Mart-Nisan 2015 Sayı: 13

,

Arjantinli Anaları Anımsamak

Pasif Direniş Kampanyası, aktif bir şiddet dışılık kültürü inşa etmeyi amaçlayan bir hareket. Şiddet dışı eylemlere dair hikâyeleri paylaşıyor, dersler çıkartıyor, dünya genelinde sürmekte olan ve değişimi amaçlayan halk hareketlerinden stratejiler ediniyor, onlardan güç alıyoruz. Tüm bir yıl boyunca tarihsel mücadelelere bakıyoruz. Bu hafta Arjantin Kaybedilenlerin Anneleri’nin, Plaza de Mayo Anneleri’nin ilk eyleminin 39. yıldönümü.

30 Nisan 1977’de Arjantin’in başkentindeki Plaza de Mayo’da Azucena Villaflor de De Vincenti ve on kadar anne, Kirli Savaş dönemi boyunca askerî cunta tarafından “kaybedilen” çocukları için adalet talebinde bulunmak amacıyla bir araya geldi. Kirli Savaş, CIA’in desteğiyle 1976-1983 arasında süren terör döneminin adı.

Arjantin’de askerî rejim dönemi boyunca yoğun bir korku iklimi hüküm sürdü. Muhalefetin kafasını kaldırmasına izin verilmedi. On binlerce insan “ortadan kayboldu”. Sadece bir kısmının cesedi bulunabildi. Hapishanelerde annelerin elinden 250’den fazla çocuk alındı, bunların bir kısmı kaybedilenlerin çocuklarıydı. Bu çocukların bazıları evlatlık verildi. Kaybedilenlerin Anneleri’nin eylem yapmaları muazzam bir cesaret örneği idi. Analar önce sayıca azdı, bir yıl içinde her hafta tertiplenen gösterilere katılanların sayısı yüze ulaştı. Analar, oğullarının ve kızlarının fotoğraflarını taşıdılar. Rejim onlara “las locas” [“deliler”] diyerek onları itibarsızlaştırmaya çalıştı.

10 Aralık 1978’de Uluslararası İnsan Hakları Günü’nde analar kayıp çocuklarının isimlerinin olduğu bir ilân verdiler gazeteye. O akşam ve hemen sonrasında üç ana ortadan kayboldu.

Gösteriler yoğunlaşarak devam etti. 1978’de, Arjantin’in Dünya Kupası’na ev sahipliği yaptığı sırada uluslararası basın anaların gösterilerini haber yaptı. Ordu, yetkisini 1983’te sivil hükümete bıraktıktan sonra Plaza de Mayo Anaları adalet ve gerekli cevaplara ulaşmak için daha fazla baskı uyguladı, kaybedilenlerle ilgili yüzlerce tanığın ifadelerine başvuruldu. 1985te Cunta Davası ölümlerle ilgili bir dizi adli takibata başladı. Ordu, bu takibatlar sürdüğü takdirde darbe yapmakla tehdit etti. 1986’da Kongre, Ley de Punto Final [“Nokta Yasası”] isimli yasayı geçirerek adli takibata son verdi. Yurttaşların ve anaların baskıları sonucu bu yasa ilga edildi ve mahkeme süreci 2005’te kaldığı yerden devam etti.

Kaybedilenlerin Anneleri hareketi, Şili ve Meksika’da da örgütlendi. Türkiye’deki Cumartesi Anneleri’ne, İran’daki Yas Tutan Analar ve Havaran Anaları’na, Honduras’taki Kaybedilenlerin Anneleri Komitesi’ne, El Salvador’daki Comadres’e ve Çin’deki Tiananmen Anaları’na ilham verdi. Dünya genelinde oğulları ve kızları kaybedildiğinde tüm analar adalet talebiyle ayağa kalkıyorlar.

Rivera Sun
25 Nisan 2016
Kaynak

22 Nisan 2016

,

Öte

1995 Liverpool Dok İşçileri Grevinden: “Ben ve Babam Grev Kırıcılardan Nefret Ediyoruz” –Dave Sinclair

Bugün aynı partinin eşbaşkanı (Demirtaş), “Taksim takıntısı boşuna, herkes kendi kapısının önünde halay çeksin” diyor, oysa aynı partinin üyeleri emekçileri, Taksim’e çağırıyorlar. Bu, kendi çelişkili hâlimizdir. Çelişkili hâl ile hâlin çelişkisi, başka şeylerdir.

Doksanlar, biraz da sınıflar mücadelesinin edebiyata doğru kapatıldığı, defterden, eylemden silindiği dönemdir. Herkes, postmodern sularda, meslekî varlığının ideolojisini öne çıkartma imkânı bulmuştur. Ayrımsız, politikayı tek tek insanlara açma çabası, insanların kolektif pratiğini dışlamıştır. Artık birileri, politika bilgilerinin takdir edilmesi için uğraşmayı politika zannedeceklerdir.

Düşman, baskı uygulamış, “iktidarın değdiği yerde direniş” yücelme adına gerçekleştirilmiş, direniş, mülkiyet ve rekabet ilişkileri ile birlikte varolmuştur. Yani iktidar, hepimize ötesini ve ötekiyi unutmayı öğretmiş, sadece kendi varlığımızı önemsememizi telkin etmiştir. Direnen, onların mülkü, parasıdır. Baskı ise bunu öğretmek için vardır.

Sınıf silinince, onlarla aynı masada, aynı ortamda olunacağı vehmine kapılmak kolaydır. Aynı tespit, Müslüman hareket için de geçerlidir. Kur’an ve Sünnet’teki kavga, ayıraç olarak silinince, bireysel düzlemde birileriyle aynı ortamda olmakta bir beis görülmemektedir. Dolayısıyla, onların sendelediği, düştüğü yerde solun yükseleceğini zannetmek, nafiledir. Aynı tuzaklara düşülmektedir.

Tuzak, ordudan darbe, ABD’den medet, Cemaat’ten himmet beklemektedir. Doksanlarda bunların üçü, hafızalarda 12 Eylül başlığı altında, bir arada idi. Özellikle son on yıldır, doksanlarda sınıfı ve kıyamı silenlerce, bu başlık geçersizleşmiştir. 12 Eylül onlarla, onlarda tamama ermiştir. 12 Eylül, onunla dövüşmeyenlerin ama onun edebiyatıyla yaşayıp bugüne gelenlerin varlığında sürmektedir.

Bu, onların günahı değildir, zira aslında 12 Eylül, 2003’te AKP’nin iktidara gelmesiyle tamama erip bitmiştir. O günleri nostaljiyle ve ütopya ile anmak geçersizleşmiştir. “Neydi o günler!” demenin anlamı kalmamıştır. On üç yıldır iktidarda olan bir partinin içinde olduğu bağlam üzerinden, anlamın ve de değerin nerede ve ne vakit oluştuğu üzerinde durulmamıştır. Bugün bağlam basit bir AKP karşıtlığıdır, çünkü artık o, muktedir değildir. Muktedir olması için gereken Kürt kolu ve Cemaat kolu kesilmiştir. Geriye torso kalmıştır. Yükseklerdeki rüzgârlarla uçacağını düşünenler, düşmemek için aşağıyı sürekli aşağılamak zorundadırlar.

Ama 12 Eylül, o uçanlarda tamama ermektedir. 1977’de saldıranlar kimlerse ve ne istiyorlarsa, bugün de değişen bir şey yoktur. O gün Taksim’de olanlar sağa sola kaçışmışlardır. Bir kısmı “doğum günü partisi”; bir kısmı da gazeteciler derneği olabilmiştir. Misal, Ufuk Uras, birinin büyüttüğü, diğerinin yaldızladığı bir isimdir. Demek ki Ufuk Uras şahsında alınması gereken ders şudur: Dev-Yol ve TKP’nin karışımı olmak, çare değildir, işçi sınıfına ve ezilenlere bu karışımın bir hayrı olmayacaktır.

Bu isimlerin hükmü altında, Parti bugün yoktur. 2007 sonrası liberal rüzgâra saçlarını kaptıranların istemediği, böylesi bir parti disiplinidir. Herkes, takdir ve takdis edilme derdindedir.

Onlar, devletle veya burjuvaziyle aynı masada olabileceklerini düşünmüşlerdir. Teori, ideoloji, birkaç kişiyi avlamakla ilgilidir sadece. Gerisi boştur. Teknikçi bir kafa, basit işlemlerle yol almaya çalışmaktadır. Her şey aritmetiktir. Sınıfsal ayıraç, iptal olmuştur. Eskiden işçi sınıfına, “sen de büyüksün, yücesin, gücünü bilmiyorsun, gel benle tanrı ol” diyenler, eski metinlerinde “işçi sınıfı” geçen yerlere “kadın, Kürt, LGBT” kelimelerini koyarak kendilerini tekrar piyasaya sürmektedirler. Bahsi geçen cümlenin ardındaki mantığı sorgulayana rastlanmamaktadır.

12 Eylül, o cümlelerin sahiplerince, sahiplerce kökleşmiştir. AKP, onlara basarak yükselmektedir. Onların boşalttıkları yerleri doldurmaktadır. Küçümsedikleri, hor gördükleri yoksulları, sahipsizleri, hiçbir şeye sahip olmayanları AKP avlamaktadır, üstelik devlet adına. Bugün Ensar’a küfredenler, yoksulları, çocuklarını okutmaya çalışan emekçi halkı bugüne dek aşağılık kabul etmiş olduklarını unutturma derdindedirler.

12 Eylül olmuştur. Küçük burjuvalar sağa sola kaçışmıştır. Bazen toplumdan, bazen tarihten bazen de hayatın kendisinden takdir ve kıymet dilenmiştir. İktidarsa bazen ağzının payını vermiş, bazen de ağzına bir parmak bal çalmıştır. Bu pay ve bal, halkın kılcalından uzaklaşılması, iliğinden uzak durulması ile ilgilidir. Bedel ödenmiştir.

12 Eylül’ün isteyip de bir türlü yapamadığı, herkesin muhbirleşmesidir. Devletin aşağıya sinmesidir. Bugünkü teknolojik imkânlarla herkes, bu yola sokulmuştur. ABD, ordu, cemaat, iç içe geçmiştir. Halk dışı ve karşıtı ne varsa, yoldaş olmuştur, yol onların tarlasından geçmekte, onların menziline uzanmaktadır. Devlet, belirli bir kitleyle kendisini yeniden kurmaktadır. Sol, uzun zaman Kemalizmi sadece iktidarı yukarıdan aşağı kurduğu için eleştirmiştir. Bu, “ben onu aşağıdan ama gene Kemalizmle kuracağım” anlamına gelir. Bugün olan budur.

Bir devlet kurulmaktadır. Bir iktidar tesis edilmektedir. Köy enstitüleri yerine kent enstitüleri zaruridir. AKP ne kadar büyültüldükçe, ne denli yüceltilirse, ne ölçüde her şeye hâkim özne olarak takdim ve takdis edilirse, bu devlet ve bu iktidar kökleşmektedir. Daha doğrusu, bu ifadeler, o devlet ve iktidarın köklerinin derine inme sancılarıdır. AKP dolayımdır, mecazîdir.

Acun, yaptığı programlarla insanların hayatlarına bir dokunuş gerçekleştirmek istediğini söylemektedir. İstediği, istenilen, hayatsız hayattır. O hayat ki ancak kendilerinin yaşayabileceği bir hikâyedir.

Ayrımları, ayıraçları silenler, bir sözle, bir eylemle, ahmak kitleleri sürükleyeceklerini zannedenler, egemenlerin masasında yer kapma derdinde olanlar, bireysel siyaset meziyetlerinin takdir edilmesini bekleyenler, politikasız politika derdindedirler. O politika ki ancak kendilerinin idrak edeceği bir masaldır.

Kıyamı, kavgayı, hakla batılı, müşrikle muvahhidi unutanlar, dinsiz din istemektedirler. O din ki sadece kendilerinin inanabileceği bir yalandır.

O hayatta yaşama kavgasına yer yoktur. O politika, öteye ve ötekiye kapalıdır, bugün işe yarıyorsa, açıktır. O dinde Allah yoktadır, yoktur.

Eren Balkır
21 Nisan 2016

19 Nisan 2016

,

Ütopya Beş Yüz Yaşında

Ütopya, beş yüzüncü yılına girdi. Avukat, yazar, teorisyen, radikal, şehit ve bir aziz olarak Thomas More, 1516 tarihli Ütopya isimli kitabıyla bu sözcüğü bize armağan etti. Birçok yönden Thomas More, Platon’un Cumhuriyet’inden ortaçağ efsanelerindeki Cockaigne tepelerine uzanan, hep varolagelmiş, hayali bir ülkenin ana hatlarını veriyordu sadece. Bu istek uyandıran yere dair bir resim dâhilinde More, radikallere en güçlü kavramlardan birini miras bıraktı.

Aynı zamanda bu kelimeye ilk günlerinden itibaren derin bir muğlâklık damgasını vurdu. 1535’te Meksika’da misyoner olarak faaliyet yürüten Fransiskan keşişi Vasco de Quiroga, More’un Ütopya’sını İspanyolcaya tercüme etti. De Quiroga, bugün kayıp olan tercümesini More’a gönderdi. More, eseri okumadan önce (başka sebepler yanında, kralın boşanmasına karşı çıktığı için) idam edildi.

Gözü pek bir isim olan De Quiroga, yerli halkı kahramanına ait kitaptaki politik ilkeler temelinde, cemaatler hâlinde örgütlemeye başladı. Bunlar, Yeni Dünya’da veya başka bir yerde bir ütopyanın bayrağı altında, açıktan ve bilinçli bir şekilde örgütlenmiş, belirli bir amacı olan ilk cemaatlerdi.

Ama özgürleştirme, ekonominin kendisine yeterli olması, eşitlik ve toplumsal hizmetlere dayalı misyoner programı (radikal değilse bile) ilerici olmasına karşın, sömürgeciliğe ait günahların damgasını taşıyordu. Aynı türden çelişkiler, neredeyse tüm ütopik cemaatlerde de karşımıza çıkıyordu. Belki de bu, doğal bir durumdu, zira bu cemaatler, söz konusu kelimenin öncülleri idi.

Ütopya’nın İngilizcede ilk yayımlanmasından bir yıl sonra bir keşiş, Almanca kaleme alınmış bir bildiriyi Wittenberg’deki katedralin kapısına çiviledi. Böylelikle Protestan reformu başladı. Korkuya kapılan More, hemen Katolik tarafına kaçtı. O, desteğini tüm coşkusuyla verdi, altı idama nezaret etti, söylendiği kadarıyla Protestan ajitatörlerin işkencelerine katıldı.

Esasında Almanya’daki kısa süreli komünist bir teokrasinin hüküm sürdüğü ama bu yapının hem Katoliklerin hem de Protestanların saldırıları sonucu baskı altına alındığı Münster kentinin kuşatılması sonrası Ütopya’nın nüshalarına rastlandığı günlerde More, kitabının tüm nüshalarını insanlarla birlikte ateşe atacağını duyurdu.

Dolayısıyla birçoklarının ifade ettiği üzere, ilk büyük ütopyacı, aynı zamanda ilk ütopya karşıtı idi.

Bugün sıklıkla övülen, Ütopya’nın idealist yazarı değil, bu More’dur. Bugün “dinî hürriyet” diye yürüyüp duran, bir tür sağcı Amerikan insan hakları örgütü olan Thomas More Derneği, heretikleri ateşe veren adamla bağlantılıdır, toplumsal örgütlenmenin temel ilkesi olarak gerçek bir vicdan hürriyetini tahayyül eden kişiyle değil.

Ya da Obama’nın ikinci başkanlık dönemine başladığı gün More’un o ünlü resminde aktarılan şapkanın bir benzerini giyen müteveffa Yüksek Mahkeme Yargıcı Antonin Scalia da ilk More ile bağlantılı bir isim. Söz konusu derneğin hediye ettiği bu şapkayı takması, o günlerde Obama’nın sağlıkla ilgili verdiği direktife karşı çıktığına dair politik bir ifade olarak yorumlanmıştı.

Oysa Rus Devrimi sonrası Lenin’in onay verdiği Emekçi Halkın Kurtuluşu İçin Verilen Mücadelenin Liderleri ve Önde Gelen Düşünürleri isimli çalışmada aynı More, Marx, Engels ve diğer isimlerle birlikte anılıyordu. Yirmi yıl sonrası ise More, Papa XI. Pius tarafından aziz ilân edildi.

More’un çeşitli çevrelerce bu şekilde kabul görmesi gerçekten kafa karıştırıcı. Solcular, bu şövalye komünist ve aziz mertebesine yükseltilmiş bir radikal olarak More’u ne yapacak? Hangi More’a, hangi ütopya versiyonuna yönelmemiz gerek? “Ütopya”, en iyi hâliyle boş bir gösteren, partiler arasındaki pazarlığa ait modası geçmiş bir kavram hâline mi geldi? Yoksa bu kavram, yüzümüzü çevirdiğimiz evrensel anayurt mu hâlâ?

Hiciv mi Şablon mu?

Ütopya, iki kısma ayrılmış kısa bir metin. İlk kısım, More’un gerçek kişi olarak yer aldığı, Raphael Hytholday isimli bir gemiciyle girilen sohbeti aktarıyor. More, bu adamla Aşağı Ülkeler’e yönelik diplomatik ve ticari bir görev esnasında tanışıyor.

Hytholday (kaba bir tercümeyle “saçmasapan konuşan”) Amerigo Vespucci ile Yeni Dünya’ya gitmiş, burada Ütopya’yı ziyaret etmiş. Burası, küstah bir dille aktardığı kadarıyla, nerede olduğunu bilmediği bir yer.

İkinci kısım, Hytholday’in Ütopya’ya dair detaylı bir değerlendirmeyi ve buranın ekonomik, toplumsal, politik, kültürel ve dini yapılarına dair tespitleri içeriyor. Sonrasında en çok alıntı bu kısımdan yapılıyor ve bu kısım daha fazla popüler oluyor. Tüm metnin ilk bilim kurgu eseri olduğuna dair bir his veren yanı burası (bunun sebebi, More’un kurguladığı ülkedeki alfabeyi ve haritaları vermesi değil, sonraki hayale dayalı metinlerin dünya kuran, yoğun yapısını önceden haber vermesi).

Ütopya, aynı zamanda çoksesli: More’un kurgusal vekili ile Hytholday (diğerleri) arasında geçen tartışmalar, belirli bir bakış açısının tespitini güçleştiriyor (ya da birden fazla görüşün savunulduğu ortaya konuluyor.)

Sonuçta kimi eleştirmenler, özellikle muhafazakâr olanlar, çalışmanın saf manada hiciv içerdiğini, imkânsız bir topluma dair ironik bir portre sunduğunu söylüyorlar ve kitabın ilk modern güç yapılarını eleştirmediğini, reform için somut bir platform sunmadığını iddia ediyorlar.

Edebiyat eleştirmeni Susan Bruce’un ifadesine göre, “sağcı eleştirmenlere göre İngiliz edebiyatında karşımıza çıkan en önemli, kabul gören metinlerden birinin, tüm Batı toplumlarının üzerinde yükseldiği ekonomik sisteme yönelik bu kadar kapsamlı ve açık bir eleştiri getiriyor oluşu, can sıkıcı bir durum.” Bu isimler, More’un yazdıklarına inanmadığını söyleyerek esasen olmayacak duaya âmin diyorlar.

Ama More’un ikinci kısmın gerçek bir politik öneri olmasını istediğini düşünsek bile, onun tüm adanın olduğu hâliyle “tek bir aile ya da hane” olduğuna dair hissiyatı desteklediğini düşünmemiz için bir sebep yok.

Dahası, metnin çoksesli olması, samimiyetsizliğinin bir kanıtı olamaz, hatta (hicvin kimi yönlerini paylaşıyor olsa da) Ütopya’nın doğrudan bir hiciv olduğunu da ispatlamaz. Bu özellikleri, sadece kitabı romanın habercisi yapar ve hikâyesiyle ilgili karmaşıklığa dair bir şeyler söyler.

Ütopya’nın politikası, aynı zamanda inkâr edilemeyecek ölçüde radikaldir. More, Londra’daki devlet iktidarının konsolidasyonu ve İngiltere’deki ekonomik gücün giderek daha fazla eşitsiz dağıtılmasına dönük iğneleyici bir eleştiriye başvurur.

Ütopya, birçok yönden İngiltere’nin çok renkli bir aynası gibidir. Bu aynanın sırrından adaletsiz bir toplum yansımaktadır. Ütopya, elli dört alt bölüme ayrılmıştır, tıpkı İngiltere gibi. Bruce’un tespitiyle “Britanya adaları gibi Ütopya da bir adadır. Ana şehri ve nehri Londra veya Thames’e benzemektedir.”

More’un metni, ancak o özel tarihsel bağlamından çıkartıldığı takdirde, muhafazakâr olarak görülebilir. On beşinci yüzyılın sonu ve on altıncı yüzyılın başında İngiltere, hem toplumsal güç dinamikleri hem de genel manzara açısından önemli değişimlere tanıklık etmektedir. Ütopya’nın da gösterdiği üzere, bu değişiklikler ortalama bir insan için öylesine zararlıdır ki ortaçağdaki karanlık dönemlerden itibaren o ümit verici olduğu söylenen rönesansın belirginleştiği çok az anlaşılabilmiştir.

Bu bozulma sürecine damgasını vuran, çitleme sürecidir: ortaçağ proletaryasının barınma, tarım, geçim ve dinlenme için beş yüz yıl boyunca özgürce paylaştığı müşterek topraklar hızla özelleştirilmiş, bu nedenle asiller, bu toprakları koyun otlatmak, epey kâr getiren yünden ve tekstil ithalatından sermaye temin etmek için kullanma imkânı bulmuşlardır.

More ve Hytholday arasındaki buluşmanın yün endüstrisi ile doğrudan alakalı olması, tam da bu sebeple hayatîdir. Hytholday, İngiltere hakkında şunları söylemektedir:

“Bu asiller ve beyefendiler, yıllık kazançları ve kârları ile tatmin olmuyorlar. Ziraat için tek karış toprak bırakmıyorlar. Tüm otlakları çitliyorlar. Evleri söküp atıyorlar. Kasabaları yıkıyorlar, sadece kilisenin ağıl yapabileceği bir yer bırakıyorlar.”

İlk modern dönemde uygulanan (bugünkü karşılığı özelleştirme olan) çitleme, Londra’ya sel gibi akan büyük bir başıboş sınıf üretiyor. Destek noktasında devreye sokulan geleneksel araçlar ortadan kalkıyor, eskiden köylü olanlar, küçük suçlar işlemeye mecbur ediliyorlar.

Elitler ise bu sürece ağır cezalara dayanan bir polis devleti ile cevap veriyor. Örneğin hırsızlık ölümle cezalandırılıyor. Vebanın hüküm sürdüğü Newgate gibi hapishaneler, “ortaçağ” diye bahsi edilen küfrün rönesansa daha fazla uygun olduğunu gösteriyor.

Ütopya’da Hytholday, bu mücrim sınıfın ortaya çıkışını ve o dönemi karakterize eden genel hukuksuzluğu tartışıyor. Hytholday, aç kitleleri toplamak için kullanılan devletin cezalandırma yöntemlerini daha dehşet verici buluyor.

Kendi ifadesiyle, “para kaybetmenin bir insanın hayatının kaybedilmesine neden olması ne haktır ne de adalet. Kanaatimce dünyadaki tüm mallar, bir insan canı etmez.” Bu sözlerine şunları ekliyor: “Tanrı, bize öldürmemeyi emretti. Bir avuç parasını almak için bir insanı öldürme konusunda neden bu kadar acele ediliyor o zaman?”

Hytholday, bu şiddeti Ütopyacıların sunduğu örnekle kıyaslıyor: “Onlar hiç işsiz kalmıyorlar, ayrıca yiyeceklerini ve içeceklerini temin ediyorlar, herkes, gündelik kazancını ortak hazineye katıyor.”

Ütopyacılara göre, zenginliğe ancak “her şeyde eşitliğin” sağlandığı bir ortaklığın kurulması sayesinde ulaşılabilir. Ulusu teşkil eden elli dört yönetsel yapıda hiçbir şehir, kendi idari bölgesinin sınırlarını ve kapsamını genişletmeye niyetlenmiyor, çünkü onlar, kendilerini topraklarının sahiplerinden çok iyi birer çiftçi kabul ediyorlar.” Ütopya’daki hanelerde “özel olan ya da herhangi bir insana ait olan hiçbir şey bulunmuyor.”

Ütopya’ya (ve esasen sosyalizme) yönelik en yaygın eleştiri şudur: bu toplum sıkıcıdır, renksizdir, faydacıdır. Ama More’un iddiasına göre tam aksi geçerlidir.

Ütopyacılar, günde dokuz saat çalışıyor (o dönem için ciddi bir ilerleme) ve “çalışmak, uyumak ve yemek” dışında kalan zaman “herkesçe en çok hoşlanacağı şekilde harcanıyor”, bu da on dokuzuncu yüzyıla ait radikal slogan “çalışma için sekiz saat, dinlenme için sekiz saat, dilediğimizi yapmak için sekiz saat”i önceden haber veriyor.

Tek renkli bir dünya yaratmak ya da insanlar arasındaki ayrımları silmek şöyle dursun, Ütopya, her bireyin kendisini eksiksiz gerçekleştirdiği bir yer. Sıkıcı ve kasvetli değil, “müziksiz akşam yemeklerinin yenmediği” bir yer. Ütopya’da herkes, hem ekmeğe hem de güle sahip. Çünkü orada yaşayanlar, ekonomik mahrumiyetten azade ve gerçek manada özgürler.

Ütopyacılar, aynı zamanda müzik yapma hakkına da sahip. Bu hak, More’da “Eski Mutlu İngiltere”nin hızla ortadan kaybolmasıyla alakalı. Burada More, Anglo-Saksonlara özgü kırsal cennet olarak Norman İngilteresi öncesinden kalma radikal İngiliz edebiyatına ait ortak bir mecaza başvuruyor.

Tarihçi Norman Cohn’un da ifade ettiği üzere, bu bağ, İngiliz işçileri üzerinden ortaçağın mistik anarşistlerinden on yedinci yüzyılın konformist olmayan, radikal dinî çevrelerine ve oradan da on dokuzuncu yüzyıldaki Fabyusçu sosyalistlere uzanıyor.

“Eski Mutlu İngiltere”nin romantize edilmesi önemli ama diğer bir önemli husus da ilerleme için bir zafer olarak o eski İngiltere’nin ölümüne alkış tutulmaması. Tarihsel süreçlerde ne tür bir ilerleme yaşanmış olursa olsun ve bu ilerleme ne kadar önemli olursa olsun, söz konusu ilerlemeler, İngiliz köylerindeki insanların hilafına gerçekleşiyor.

Bu açıdan, bir okumaya tabi tutulduğunda More’un Ütopya’sı, belirli bir dönemde yaşanan kimi özel adaletsizliklerin mahkûm edilmesi olarak görülebilir. Çoğunlukla ağız bükülen ütopyacılık fikri de yeniden temellendirilebilir ve farklı bir zamanda yaşanan farklı adaletsizlik örnekleri için yeniden diriltilebilir.

Ütopyacı Pusula

More’un çığır açıcı çalışmasından beş yüz yıl sonra bugün ütopyacılık ne hâlde?

2005’te kaleme aldığı çalışmasında düşünce tarihçisi Russell Jacoby, nahoş bir değerlendirmede bulunuyor. Ütopyacı vizyon, ona göre, fişlenmiş durumda. Kimsenin ilgisini çekmiyor. En iyi hâliyle “ütopyacı” kelimesi, bir küfürmüş gibi kenara itiliyor. Artık bu kelime, gerçek dışı ve şiddete meyyal kişi anlamında kullanılıyor.

Biz, bu kelimenin bu şekilde itibarsızlaştırılmasına dönük hamleyi kesinlikle reddetmek zorundayız.

Ed Simon
19 Nisan 2016
Kaynak