Onların Şiddeti, Bizim Değerlerimiz:
Avrupa’nın Politik Muhalefete Yönelik Tepkisinin Tarihi
Terör, İdeoloji ve Korku: İşte Avrupa’nın Hikâyesi
Brüksel’de gerçekleştirilen son terörist saldırılar,
Avrupa’nın politik şiddet tehdidi ile içte ve dışta nasıl başa çıkması
gerektiğine dair bir tartışmayı da alevlendirdi. 11 Eylül saldırılarından beri
söz konusu mücadele, hâkim anlatı eliyle ideolojik bir savaş bağlamı içine
oturtuluyor. Bu savaş, çatışan değerler sistemine dayandırılıyor. İlgili
anlayışın örneğini Paris saldırıları ardından Küresel Siyaset Enstitüsü’nden
Jacques Reland şu şekilde veriyor:
“Bence
bu saldırılar, Batı’nın değerlerine karşı verilen savaşın hâlen daha devam
ettiğini ortaya koyuyor. Bu, Fransız toplumuna, Fransız yaşam tarzına, Fransız
kültürüne, daha genel mânâda Avrupa’nın değerleri olan demokrasiye ve özgürlüğe
yapılmış bir saldırıdır.”
Aynı minvalde Fransız Stratejik Araştırmalar Vakfı
isimli düşünce kuruluşundan Bruno Tertrais de aynı cümleyi tekrarlıyor: “Bu,
fikirlerin savaşıdır.”:
“[…]
Cuma akşamı hedef alınan da, IŞİD’e göre nefretin ve sapkınlıkların başkenti
olan Paris’in kimliği ve ruhudur. Birçok Fransız, IŞİD’in intikam isteyen
bildirisinde aşırı seküler ülkelerinin ‘üzerinde haç bulunan bir bayrak’la
tarif edildiğini gördüklerinde şaşırdı. Oysa burada Fransa’nın Ortadoğu’da
uyguladığı politikalar silâhlı cihadistler için ikincil bir gerekçe sunuyor.
Cumhurbaşkanı Hollande’ın Cumartesi sabahı söylediği gibi: olduğumuz şey
yüzünden hedef alındık.”
Bunlar gayet özgül ifadeler. Söz konusu yaklaşımlar,
bu tür şiddet anlarını belirli bir sürekliliğin içerisine yerleştiriyor,
değerlerarası köklü bir çatışmaya ideolojik tepki geliştirilmesini gerekli
kılıyor, gerçek dünyadaki öfkelerden kaynaklanan, politik motivasyona sahip
şiddettense kimse bahsetmiyor.
2004’te Madrid’de patlayan bombaların ardından o
dönemde İspanya başbakanı olan Jose Maria Aznar şunları söylüyordu:
“İspanya’nın
El-Kaide ve İslamî terörizmle meselesi Irak krizi ile başlamadı. Esasında bu
meselenin hükümetin kararları ile de bir alakası yok. Bu noktada İspanya’nın
Mağriplilerce işgal edilmesi, ardından İslam dünyasının bir parçası olmayı
reddedip kimliğini yeniden kazanmak için uzun bir mücadeleye başladığı
sekizinci yüzyıla, ta bin üç yüz yılı aşkın bir zaman öncesine geri dönmeniz
gerekiyor.”
Yıllar içinde bu anlayış, birçok devlet adamınca
tekrar tekrar dile getirildi. Tony Blair, “kötülüğün ideolojisi”ni mağlup
etmekten bahsetti. Hükümette değişiklik yapmak ve terörizmle mücadele siyaseti
konusunda farklı bir yaklaşım sergilemek yerine, muhafazakârlar ve liberal
demokratlardan oluşan koalisyon bu düşünce çizgisini sürdürdü. Şimdi başımızda
olan muhafazakâr çoğunluk üzerinden bu çizgi varlığını muhafaza etti.
İngiliz hükümetinin en son geliştirdiği aşırıcılıkla
mücadele stratejisine göre “aşırıcılık”, özelde “İslamî aşırıcılık”, istisnai
bir cevabı gerekli kılan yeni bir tehdit. Muhafazakâr parti hükümetinin
bakanlar kurulundaki üst düzey isimler, bu özel mücadelenin değerler üzerinden
verileceğini ifade ediyorlar. Mesele, artık İngiliz veya Avrupalı “yaşam
tarzı”nı korumak. David Cameron şu iddiada:
“İslamcı
aşırıcılıkla mücadele, kanaatime göre, içinde bulunduğumuz kuşağın en büyük
mücadelelerinden biridir. Bu zehirli ideolojiye cevap geliştirirken, önümüze
şöylesi bir seçenek çıkıyor: gözlerimizi kapatıp çocuklarımıza eldivenlerini
giydirdikten sonra değerlerimizin bir şekilde ayakta kalmasını mı umut
edeceğiz?”
Hükümetin mevcut işleminin ve düşüncesinin olağandışı
bir cevap geliştirebildiğini söylemek ne kadar mümkün? Terörizm tehdidi ve ona
karşı verdiğimiz tepki, Avrupa’nın uzun bir tarihsel geleneği içerisine
yerleştirilebilir mi?
Bu makalede ben, öncelikle tarihçi Adam Zamoyski ve
antropolog Lale Halili’nin iki çalışması üzerinden, aşırıcılıkla mücadele
politikalarını tartışacağım. İngiltere ve Avrupa’da bu politikaların uzun bir
geçmişi var ve pek de olağandışı değil.
Aydınlanma’ya Karşı Avrupa: Unutulmuş Bir Tarih
Adam Zamoyski’nin Phantom Terror: the Threat of
Revolution and the Repression of Liberty [“Hayalî Terör: Devrim Tehdidi ve
Özgürlüğün Bastırılması” -2015] isimli kitabı, yukarıda yöneltilen soruların
hiçbirisine cevap vermiyor, bize sadece kimi paralel görüşler temin etmemize
imkân sağlıyor:
“Daha
da derinleştikçe gördüm ki bu panik, belirli ölçüde günümüz hükümetlerince
canlı tutulmuş. Ayrıca bir de yeni kontrol ve baskı yöntemlerinin takdimini
kolaylaştıran politik ve toplumsal düzeni güven altına alma ihtiyacının
bilincine vardım. Son yaşanan olaylar bana çok şey anımsattı; halk içerisinde
Bolşeviklere, Yahudilere, faşistlere ve İslamcılara yönelik korkunun
koşullanması, iktidardakiler için çok faydalı ve sözde tehditten bireyi korumak
için kimi tedbirlerin alınması ile bireyin hürriyetine sınırlamalar getiriyor.
Aklımdaki şeyin tarihsel-kültürel bir olgu olup olmadığına dair merakımı
giderme isteğim, sonrasında beni çok daha ciddi bir amaca odaklanmaya itti.
Bunun üzerine ele aldığım konunun bugünle yakından ilgili olduğunu fark ettim.”
Zamoyski’nin kitabı, on sekizinci yüzyılda İngiltere
dâhil birçok Avrupa ülkesinin genç ve duyarlı zihinleri aydınlanma ideallerinin
radikalize edeceği korkusu ile aldığı baskıcı terörizmle/aşırıcılıkla mücadele
tedbirlerini detaylı olarak aktarıyor. Çalışmada Zamoyski, halklar dâhilinde
insanların haklarından mahrum edilmesinin sebeplerine odaklanmak yerine, o
günün krallıklarının tıpkı bugünkü Cameron gibi “fitneci” düşüncenin asıl
sebebi olarak ideolojiyi nasıl suçladıklarına bakıyor (“Terörizmin gerçekte bir
semptom olduğunu biliyoruz; asıl sebep ideolojidir.”)
Aydınlanma düşüncesi ve diğer yıkıcı fikirler,
Avrupa’da iktidarın sürekliliği için bir tehdit olarak görüldü. Avusturya kralı
II. Joseph, tüm bu tür düşüncelerin ezilmesi gerektiğini söylüyordu.
“O,
tebaasını yanlış felsefe ve ‘aydınlanmanın fanatizmi’ olarak gördüğü şeyden
korumanın gerekli olduğuna inanıyordu. Eğitim sistemini belirli bir çerçeveye
oturttu ve 1782’de Graz Üniversitesi’ni kapattı. Katı bir sansür uyguladı. Bu,
kötü yazarlardan uzak durmak için gerekliydi. Ayrıca eğitim, din ve krallık
gibi başlıkları kapsamakla birlikte, ‘doğru düşünme tarzı’na odaklanıyordu.
Kral, tarikatların farkındaydı, Mason localarından okuma kulüplerine dek tüm
örgütlenme faaliyetlerinin etrafa hata yayıp durduğunu düşünüyordu. Yabancılar
şüpheli varlıklardı, din adamları gibi bunlar da sürekli izleniyorlardı.”
Fransız Devrimi’ne arka çıkan birçok düşünce ilk başta
önemli bir kısmı üniversitelerde ortaya çıkmış özel grup ve cemaatlerce
tanımlandığından, Avrupa devletlerinin bu tür grupların oluşmasına verdiği
cevap bunları kapatmak yönünde oldu.
Avusturya, bu tarz tedbirler alma konusunda yalnız
değildi. Benzer politikalar Fransa, Almanya, Sardunya ve Rusya gibi birçok
Avrupa ülkesinde uygulandı, ama gene de toplum dâhilinde önleme amaçlı
politikayı perçinleyen bir tek Avusturya idi.
Francis’in Hapsburg Hanedanlığı’nın başına geçmesinden
birkaç gün sonra yeni bir baskı dönemi başladı. Bu dönemde özellikle polislere
“fanatik sözde aydınlanma”nın ayrıca kamu düzenini tehdit edecek başka her
türden fikirlerin her yerde ve sürekli olarak izlenmesi talimatı verildi.
Dahası ilk olarak okullarda çocuklara kimi fikirlerin
zerk edilmesine çalışıldı. İmparatorluk genelinde uygulanacak bir karar alındı.
10 Mart 1796’da alınan bu karara göre, “işi ilk ve ortaokullarda öğrencilerin
davranışını ahlaka ve düzene uygun olup olmamaya göre sürekli gözetlemek ve
öğretmenlerinin politik tutumları ile ahlakî vasıflarını her daim gözetim
altında tutacak olan bir okul polisi teşkilâtı kuruldu. Tiyatrocular gibi
öğretmenlerin de ‘doğaçlama’ yapmaları yasaklandı. Sadece onaylı ders kitaplarını
kullanabilecekler ve kitaba uygun ele alsalar bile politik konulara girmekten
kaçınacaklardı, zira onların öğrencilere kazara yanlış fikirler aşılaması
muhtemeldi.”
Avrupa genelinde krallıkların gösterdikleri bu
tepkilere karşı olanlar da vardı. Genç Richelieu Dükü itidal önerdi ve şunları
söyledi:
“Bu
yaklaşım da dünyayı altüst eden diğerleri gibi benzer sonuçlar üretecek. Eğer
kendi hâline bırakılsa yok olur gider ve bir daha ortaya çıkmaz. Ama baskı
görürse zamanla şehitleri olur, ömrü uzar, doğal süresini aşar.”
İngiltere’deki anayasal kralcıların hükümeti döneminde
Avrupa’nın diğer kısmında meydana gelen aşırılıklara pek itiraz edilmedi,
aksine aynı yolda yüründü. Zamoyski’nin yazdığı gibi, her daim Fransız
Devrimi’ne karşı çıkmış bir isim olan Edmund Burke, “her türden değişim
arzusunu devrimci gayeyle eşitledi ve ‘eğer muhalifler imkân bulsalar,
Hristiyanlığın kökünü kuruturlar’ uyarısında bulundu. Esasında Burke’e göre,
kendisi gibi olmayan herkes teröristti, bir seferinde İngiliz gazetecileri
Paris’teki Jakoben Kulübü’nden para almakla suçladı.”
2015’te “aşırıcı” fikir ve inançlar İngiliz toplumuna
gerçek ve fiili bir tehlike olarak sunuluyor. Bu yaklaşım, geçmişteki örneklere
benzer deneyimleri Müslümanlara yaşatıyor. Güvenlik güçleri ev sahiplerine
kiracılarının “aşırıcı” faaliyetlere karıştığını söylüyor, bunun sonucunda
kiracılar hiçbir kanıt ya da sebep öne sürülmeden evlerinden çıkartılıyorlar.
“Aşırıcı” isimlerin konuşacakları etkinlikler iptal ediliyor. Herkesin bildiği
kişiler, inanç ve fikirlerinden ötürü evlerinden alınıyorlar. Tüm bunlar,
Zamyoski’nin aktardığı 1792 Britanya’sında yaşananlara benziyor:
“Arazi
sahipleri, kiracılarını radikal görüşlere sahip oldukları takdirde evlerinden
atmakla tehdit ediyor, işverenler aynı sebeple işçilerini işten atıyor,
reformcu cemaatlere üye tüccarlar ve dükkân sahipleri müşterilerinin boykotuna
maruz kalıyor, ülkenin belirli kısımlarında tek tek evlere girilip kişilerin
sadakatleri kontrol ediliyordu. Han sahipleri, toplantı için reformcu
derneklere oda ve yer vermeyi reddediyorlardı. Bir seferinde Cambridge
Üniversitesi Mahkemesi, Fransız Devrimi’ne onay veren bir bildiriyi yayınladığı
için öğretim görevlilerinden birini okuldan atmıştı. Adaylardan biri reformu
destekliyor diye Kimya Kürsüsü Başkanlığı seçimi ertelenmişti.”
Fransız Devrimi’ni destekleyen fikirlere dönük korkuyu
fiiliyatta yöneten, içişleri bakanlığı idi. Muhbirler ağına ek olarak polis
Fransa’ya has yıkıcılıkla ilgili korkuyu yayın yoluyla yaymak için Sun ve
True Briton gazetelerine destek sunuyordu. Halk arasında korkunun
düzeyinin iyice yükselmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Zamoyski’nin ifadesiyle:
“Bu
genel panik hâli dâhilinde içişleri bakanlığı ve hazine avukatları bürosu
reformcu derneklere sızmak, her türden şüpheliyi rapor etmek ve kamusal
alanlara gizlice yerleşip halkın ruh hâlini ölçmek için casuslar görevlendirdi.
1792’nin ikinci yarısında bu casuslar kışkırtıcı sohbetleri, hükümete dönük
hoşnutsuzluklara dair ifadeleri, krala hatta asker ve polise karşı gelen
çıkışları rapor etmeye başladı.”
Bu döneme dair incelemesinde Zamoyski’nin sunduğu
önemli görüşlerden birisi de hükümetin devreye soktuğu şebekelerin ne kadar
vasıfsız olduğuyla ilgili. Görev başındaki polisler, en ufak kışkırtıcı
konuşmayı ve tartışmayı rapor etmekte, buradaki tespitler de muhbirin kendi
bakış açısına dayalı olarak biçimlenmektedir.
Avrupa’daki krallıkları kuşatan bu korku iklimi 23
Mart 1819’da zirveye ulaşır. O gün aydınlanma felsefesi, Avrupa’daki ilk
terörist intihar eyleminin sorumluluğunu üstlenir. Prusya’da Jena
Üniversitesi’nden bir öğrenci olan Karl Ludwig Sand ünlü yazar August von
Kotzebue’nün evine girer, kısa bir konuşmanın ardından birkaç kez onu
bıçakladıktan sonra elindeki bıçağı midesine saplar.
Aydınlanma karşıtı faaliyetleri yöneten Alman bakan
Klemens von Metternich bilhassa öğretmenlerin oynadığı rol üzerinde durur. Onun
kanaatine göre, “öğretmenler neyin kötü olduğunu bilmezlerse, tüm bir kuşağı
devrimcileştirebilir.”
Cinayetin sonuçları tüm Avrupa’da hissedilir. Aynı yıl
Çar Alexander, Kazan Üniversitesi’nin ateizmden ve ahlaksızlıktan
temizlenmesini emreder. Bunun sonucunda öğretim kadrosunun yarısı işten atılır:
“Kütüphane,
Makyavelli’den başlayarak, tüm aydınlanma felsefecilerinin ve o günün birçok
Alman yazarın ihanet yüklü eserlerinden temizlendi. Kitab-ı Mukaddes’e uymadığı
için jeoloji müfredattan çıkartıldı, matematik ve felsefe dersleri azaltıldı,
dinî eğitim verilmesi amacıyla okula rahipler getirildi.”
O günlerde Prusyalı bakan Karl Albert von Kamptz şu
uyarıyı yapıyordu:
“Fransa’da
ilkin ansiklopedistler, ardından anayasacılar, sonra da cumhuriyetçiler çıktı
ortaya, onları da kral katilleri ve hainler izledi. Bugün burada katillerle ve
hainlerle yüzleşmek istemiyorsak, ansiklopedistlerin ve anayasacıların ortaya
çıkmasına ve kök bulmasına izin vermemeliyiz.”
Bugün İngiliz hükümetinin önleme stratejisi de
benzer bir şey söylüyor ve aynı anlayışa sırtını yaslıyor: fikirler ve şiddet
arasında düz bir çizgi vardır. Bu anlayış, Cameron’ın Temmuz 2015’te yaptığı
konuşmada karşılığını şu şekilde buluyor:
“Tüm
işe, yüzleştiğimiz tehdidi ve onunla neden yüzleştiğimizi anlamakla başlamak
gerek. İslamcı aşırıcılıkta bizim asıl mücadele ettiğimiz şey ideolojidir. Bu,
uç bir öğretidir. Her türden uç öğreti gibi yıkıcıdır. Olsa olsa sonuçta kendi
barbar âlemini kurmak için ulus-devletleri yok etmeye çalışır. Çoğunlukla bu
amaca ulaşmak için şiddete destek verir. Bu şiddet büyük ölçüde bu hastalıklı
dünya görüşünü benimsemeyen Müslümanlara yöneliktir. Ama sizin aşırıcıların
gelişip serpildiği bir iklim teşkil eden belirli hoşgörüsüz fikirleri
benimsemek için şiddete destek çıkmanız gerekmez.”
Bu türden bir söylem, bugün IŞİD türünden gruplar
üzerinden yüzleştiğimiz tehdidi anlayamamakla kalmıyor, ayrıca tehditleri
destekleyen şiddet ve öfke tarihini, o tehditlere yönelik bugünkü cevapları da
kavrayamıyor.
Gölgede Kalmış Dönem:
Avrupa’nın Sömürge Karşıtı Politik Muhalefete Tepkileri
Zamoyski’den farklı olarak Lale Halili’nin Time in
the Shadows: Confinement in Counterinsurgencies [“Gölgede Kalmış Dönem:
Kontrgerilla Harekâtı Kapsamında Tutukluluk” -2013] isimli kitabı, geçmişle
bugün arasındaki açık paralellikler üzerinde durur. Esasında bu kitabın amacı
da uygulamalar dâhilinde sömürge döneminden bugüne uzanan hattı ortaya koymaktır.
Kitabın önemli bir kısmı, Avrupa ve ABD hükümetlerince
kontrgerilla stratejileri kapsamında benimsenen tutuklama anlayışına odaklanır.
Ancak kitap, ayrıca bu türden stratejilerin kapsamlı bir ideolojik mücadele
bağlamı içine yerleştirir. Bu ideolojinin temelini ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı teşkil eder. Halili’nin ifadesiyle:
“Düşmanın
ırkîleştirilmesi, özgürlüğü hedef alan kontrgerilla faaliyetleri için hayatî
önemdedir. Nihayetinde oluşturulan ırksal hiyerarşi, özgürlüğü dışlayan
yöntemlerle özgürlükçü söylem, kanlı el ile tatlı dil, savaş silâhları ile
abartılı özgürleştiricilik arasındaki gerilimi çözer.”
Avrupa’nın on sekizinci yüzyılda aydınlanmaya verdiği
tepki dâhilinde temel haklar ve özgürlükler bastırılır, bu, iki yüzyıl boyunca
Avrupa ve ABD’deki hükümetlerin ana politikasıdır. Örneğin Halili’nin ortaya
koyduğu kanıtlara göre, Fransa’nın Hindiçini’nde uygulamaya soktuğu kanunlar
isyanı önleme amaçlıdır:
“Bu
iyi huyluymuş gibi görünen ‘modernleşme’ müsameresinin ve kalkınmacılığın
süngülerle dayatılması zorunludur, bu noktada hukukun kör bıçağı devreye
sokulmalıdır. 1890’larda yürürlüğe giren Hindiçini ceza kanunu Fransız
idaresine karşı oluşan politik muhalefeti ezmek için gerekli araçları temin
eder.”
Halili’nin tüm çalışmasında gayet iyi becerdiği bir
şey de insanların kitleler hâlinde (Malta, Seyşeller, Andaman Adaları ve
Guantanamo Körfezi’ndeki) ada hapishanelerine nakledilmesi gibi sömürgelerdeki
cezalandırma pratiklerini bu türden cezalandırma pratiklerinden sorumlu
kişilerce geliştirilmiş kontrgerilla teorilerine bağlamasıdır. David Kilcullen
ve John Nagl gibi günümüzdeki uygulamacıların David Galula gibi atalarından çok
şey öğrendiği açıktır.
Kontrgerilla teorisinin peygamberi kabul edilen
Galula, teorisini ve pratiğini Cezayir’de Fransız ordusu bünyesinde yüzbaşı
olduğu dönemde geliştirmiştir. Geliştirdiği taktikler Fransız ordusunca
benimsenmiş, bu da kendisini önemli bir teorisyen mertebesine yükseltmiştir.
Halili’nin ifadesiyle:
“Galula’nın
yazdığı kadarıyla, kontrgerilla faaliyetleri dâhilinde hukuk sistemi çok fazla
muhalif ve gerilla yakalamaya imkân veren olağanüstü hâl tedbirlerine
indirgenemez. Bu sorunu önleyici tedbirler kadar, isyancıların içine sızma ve
onları gözetleme de çözebilir, bu nedenle hukuk sisteminin mevcut sisteme
uyarlanması, bürokrasinin güçlendirilmesi, polisin ve silâhlı kuvvetlerin
tahkim edilmesi, eğer kontrgerilla liderliği kararlı ve uyanık ise, isyana
dönük gayretlerin cesaretini kırar.”
Nagl’in tavrı bu konuda aynı ölçüde serttir:
“Şu
an onların kalpleriyle ilgilenmiyorum. […] Henüz davranış değiştirme
aşamasındayız. Şimdi benim istediğim, onların zihinleri.”
Galula ve Nagl, iki farklı tarihsel bağlama atıfta
bulunuyor olsalar da ellilerde Cezayir ayaklanmasını ezmeye dönük çaba ve
ABD’nin 2004’te Irak’ta kalpleri ve zihinleri kazanma çabaları konusunda her
iki isim de bunların ülke dışında tatbik edilmesi gereken kontrgerilla
faaliyetleri olduğunun bilincindedir. Bu faaliyetler, yerli halkın büyük
kısmının boyun eğdirilmesini gerekli kılar. Gene de benzer ilkelerin ülke
içerisinde de tatbik edildiğine tanık olunmaktadır. Örneğin Avrupa ülkeleri, bu
taktikleri kendi içlerinde isyana meyyal kitleleri boyun eğdirmek için devreye
sokmaya çalışmaktadır.
Esasında mevcut İngiliz hükümetinin aşırıcılık karşıtı
stratejisi de geçmişin kontrgerilla faaliyetlerinde mündemiç olan fikirlere çok
şey borçludur. Örneğin davranış değiştirme hükümetin vizyonunun ana unsurudur.
Burada bir kez daha politik şiddeti besleyen öfkeden çok, “değerlerimize
saldırıyorlar” anlayışına odaklanılmaktadır.
Bu yaklaşımın en önemli savunucularından biri de yeni
muhafazakâr parti milletvekili ve Celsius 7/7 kitabının yazarı
Michael Gove’dur. Kitabındaki tespitine göre:
“Ulusal
güvenlik talepleri suçlunun adil yargılanması taleplerinden farklıdır.
Hükümetler, genelde istisnai yasaların ve özgürlüklerin geçici süre askıya
alınmasının gerekli olduğunu söyler. Bu noktada bugün de aynı şeylere ihtiyaç
olduğunu net olarak görmek gerekmektedir.”
Gove’un önerisi, 1800’lerin sonunda İngiliz
sömürgelerindeki, bilhassa Hindistan’daki uygulamaların yinelenmesi ile
ilgilidir. Hindistan’da Müslümanlara her daim büyük bir şüpheyle
yaklaşılmıştır.
Buradaki paralellik tesadüfî değil: İngiliz hükümeti,
1857’de ordu içindeki yerli unsurların isyanını şiddetle bastırmış, bu uygulama
özel bir politik paradigma ile birlikte icra edilmiştir. İsyanın ana sebepleri
üzerinde durmak yerine “ideolojik mücadele” için başını W. W. Hunter’ın çektiği
bir komisyon kurulmuştur.
1876’da Hunter bulgularını yayımlar. Eğitim sektörünün
rolü üzerinde durur. Bu sektörün amacı, bilhassa Müslümanlar arasında davranış
değişiklikleri yaratmaktır. Tahmin edileceği üzere, Hunter meseleyi ideolojik
açıdan ele almakta, İngiliz idaresinde Hintli nüfusun yaşadığı adaletsizlikleri
ve gerçek sorunları göz ardı etmektedir. Raporunda Hunter şunları
söylemektedir:
“[…]
gelişmeye açık yeni bir Muhammedî nesil yaratmalıyız, onlar artık öğrenme
konusunda o dar çerçevelerinden kurtulmalı, Ortaçağ hukukuna ait o sert
öğretilerden arındırılmalı, Batı’nın makul ve iyi huylu bilgisine vakıf
olmalıdırlar. […] Hindu ya da Muhammedî, hiçbir genç, İngiliz-Hint okullarından
babalarının inancına bağlanmamayı öğrenmeden mezun olmamalıdır.”
1877’de Bengal’de çıkan haftalık gazete Som Prakaş’ın
haberine göre, okullarda çocuklara çoğunlukla sömürge idaresi altında sahip
oldukları insan haklarına dönük ihlallerden bahsedilmektedir. Sudipa Topdar’a
göre, bu “politikleştirilmiş yeni çocuk” kendi içinde isyankâr görülmekte ve
eğitim bakanlığı yazışmalarının on dokuzuncu yüzyılın sonunda isyancı
fikirlerle ilgili olarak uyarılması hususunda nasıl güven verici olduğundan
bahsedilmektedir.
O dönemde Hindistan Ceza Kanunu’nun 124A bendi isyana
teşvik meselesini şu şekilde tarif etmektedir:
“[…]
Kraliçe veya Hükümet’e yönelik nefret, hakaret ya da coşkulu bir hoşnutsuzluk
(yani sadakatsizlik ve düşmanca hisler) ile ilgili sözlü ya da yazılı
kelimeler, işaretler veya gözle görünür temsiller.”
Bu tanım ilginçtir, zira Hindistan’daki İngiliz
idaresinin sorunlu olan fikirler konusunda takıntılı olduğunu göstermektedir.
Bu takıntı, teröre karşı savaş dönemine aktarılmış, bu sefer isyana teşvik
meselesi radikalleşme veya aşırıcılık olarak nitelendirilmiştir.
1800’lerin sonunda Hindistan’da okul çağındaki
çocukların politikleşmesiyle birlikte İngilizler bu türden radikal/isyankâr
fikirlerin okul sistemi içinde yayılmasını engellemeye karar verir. Topdar,
müfredattaki değişimin nihai amacını ve neyin elde edilmek istendiğini şu
şekilde açıklamaktadır:
“[…]
yeni politikalar, devlete karşı düşmanca duyguların oluşmasına neden olan,
saldırgan bir niteliği haiz ders kitaplarının sansürlenmesini ve bunların
yerine devlet anlayışı ile iyi yurttaş görevlerine dair derslerin uygulanmasını
öngören kitapların konulmasını sağladı. Burada sömürge devletinin isyankâr
Hintli çocuğu yeniden bir kalıba döküp yönetilebilir bir İngiliz tabisi kılmaya
dönük çabalarına tanıklık ediyoruz.”
Hükümet bugün gördüğümüz önleme stratejisinin ilk
versiyonunu uygulamaya 1900 yılında başlama imkânı bulur. Bombay’daki
yeterlilik sınavında sunulan kâğıtları inceleyen İngiliz Gizli Politik
Departman sekreteri William Lee-Warner verilen cevapların çoğunun isyankâr bir
dile sahip olduğunu tespit eder. Bilhassa üç kurum sorunludur. Buralarda
isyankâr duygular, eğitim ortamında Pushpavatika Balbodh ve Maratha
Tarihinden Hikâyeler gibi kitaplar üzerinden üretilmektedir. Bunların
sadakatsizlik için birer mazeret olarak iş gördüğü düşünülmektedir. Topdar,
bilhassa Balbodh’a dönük itirazları şu şekilde izah eder:
“Eğitime
dair birçok kayıtta Balbodh ile ilgili ciddi itirazlara rastlanmaktadır. Bu
çalışmanın Hindistan’ın ekonomik yıkımından İngiliz idaresini sorumlu tutan,
İngilizlerin yargılanmadığı, yozlaşmış ve ırkçı bir hukuk sisteminin tesis
edilmesini eleştiren, Hindistan’daki dinlere saygısızlık eden, kadınları
aşağılayan yaklaşımlarından dolayı İngilizlere veryansın eden pasajlar içerdiği
düşünülmektedir.”
Tarihsel bir merakın ötesinde dile getirilen bu
açıklamaların bugün de geçerli oluşu tüyler ürpertici bir durumdur. Esasında
mevcut İngiliz hükümetinin ilgili kitapların içeriğine bugün de karşı
çıkacağını öngörmek çok da zor olmasa gerektir.
Bugün Avrupa’nın terör tehdidine gösterdiği tepki,
sömürgecilik bağlamında benimsediği yaklaşımlara paralel olarak, Fransız
Devrimi ile başlayan yolu hiç terk etmediğini gösterir. Aksine değişen tek şey,
tepkinin ideolojik hedefi, yani tartışmalı bulunan düşünce tipidir. İlkin
aydınlanma felsefesine, ardından sömürgecilik karşıtı fikirlere, sonrasında
komünizme şimdi de İslamcılık veya politik İslam’a karşı çıkılmaktadır.
Tüm bu süreçte algılanan “tehditler” konusunda
tutarlılığını muhafaza eden tek şey bu tehditlerin ezilmesinde devreye sokulan
yöntemdir. Bu noktada her daim kötü bir ideoloji tanımlanmakta ve ona mani olma
meselesine odaklanılmaktadır.
Sonuç:
Eski Köye Yeni Âdet
Zamoyski’nin
kitabındaki en tuhaf bölüm, Fransız Devrimi esnasında Britanya’nın Frankfurt
elçisi olan William Augustues Miles ile ilgili pasajdır. Devrimci “Eşitlik,
Özgürlük, Kardeşlik” sloganına itiraz eden bakan, bu itirazının niteliğini
bugünkü İslamofobik mecazı anımsatarak dile getirmektedir:
“Fransız generaller
Custine ve Dumouriez, zaferin kıymetini bilen birliklerin başında iken, Halife
Ömer’inkine benzer bir şevkle coşa gelmiş görünmektedir. Bu komutanlar, bugüne
dek bu yeni tür Muhammedîliği Arabistan’a has bir başarı ile vaaz etmişlerdi.
[…] Eğer bu modern halifelerin hiddeti başarıyla, çabucak kontrol altına
alınmaz ise, Avrupa’daki tüm hükümdar asaları yüzyıl kapanmadan önce kırılıp
atılacak ve Jakobenler her yerde muzaffer olacaklar.”
Sonrasında
aydınlanmayı benimseyecek olan bu ülkeler, bugün aynı yabancı düşmanlığına ve
korku tellâllığına başvuran bir dili benimsiyorlar. Bu dil Müslümanları tehdit
olarak görüyor. Buradan da kamuoylarını politik şiddete yönelik ideolojik
kökleri bulunan bir tepki etrafında birleştirmek istiyorlar. Bu çaba, Avrupa
elitlerinin kendi tarihlerine ait derslerden bir şeyler öğrenmeyi bile bile
redde tabi tuttuklarını ortaya koyuyor.
Kendi
yöntemleri dâhilinde Zamoyski ve Halili, bize Avrupa tarihi üzerine tefekkür
etme noktasında derinlikli ve yeni bir dizi yol sunuyor. Bu tarihin Brüksel ve
Paris’teki saldırılar türünden olaylara yönelik tepkiler konusunda bize kimi
bilgiler sunması mümkün, hatta bu konuda ilgili tarihin edinilmesi şart.
“Değerler”in
saldırı altında olduğunu söyleyen anlayış etrafında bir savaş başlatmak ve
fikirlerin içinde bulunup işlediği toplumsal-politik bağlamı perdelemek,
meselelere makul çözümler bulma becerimizi ortadan kaldırıyor.
Fransız
Devrimi sonrası süreç yoğun bir baskı dönemine tanıklık etti. Bu dönemde ihzar
emri askıya alındı, güvenlik devleti tesis edildi, temel haklar ve özgürlükler
lağv edildi, bu da sonuçta insanları haklarından mahrum etti. Sömürge döneminde
bu tip tedbirler yeni bir düzeye taşındı. Kontrgerilla faaliyetlerine içkin
ilkeler iyice kökleşti. Teröre karşı savaş, bu ilkelerin dirilmesine ve yeniden
devreye girmesine sebep oldu. En sonunda aşırıcılığa karşı ideolojik bir dürtü
oluştu. Bugün politik şiddet meselesine yönelik yaklaşım tarzımızı yeniden
düşünmek ve korkunun tepki verme sürecini belirlemesine izin vermemek
gerekiyor.
Avrupa,
Brüksel’deki son trajedi üzerinde kafa yorarken, bizim Britanya’nın Floransa
elçisi Lord Burghersh’ün sözlerini anımsamamız zorunlu:
“Ben ne radikalim ne de
içinde yetiştiğim ilkeleri unuttum, yurtdışındaki yıkıcılık ve Jakobenizmin
ruhundan tiksinmekle ilgisi yok bu terbiyenin. Ama ifade etmem gerekir ki bugün
İtalya’da Avusturyalıların uyguladığı sistem, hükümetlerine tabi olan İtalyanlara
yönelik o sert muamele devam ettiği sürece Avusturya’nın güvenliğine bir nebze
katkı sunmayacaktır!”
Asım Kureyşî
25 Mart 2016
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder