Bugün Batı’da politik İslam, büyük ölçüde IŞİD’in
şiddet gösterisi ile ve ona ilham veren, toplum ve dine dair dar ve bağnaz bir
anlayışla eşitleniyor. Dolayısıyla İslamî entelektüel ve politik faaliyetin
yirminci yüzyılın başından bugüne dek uzanan mirasını keşfetmek birçok okurun
ilgisini çekiyor. Söz konusu miras, komünist ve solcu gelenekler arasındaki
karmaşık etkileşimin izlerini taşıyor. McGill Üniversitesi’nden Rula Jurdi
Abisaab ile Malik Abisaab’ın kaleme aldığı kitap [The Shi’ites of Lebanon:
Modernism, Communism, and Hizbullah’s İslamists –“Lübnanlı Şiiler:
Modernizm, Komünizm ve Hizbullah’ın İslamcıları”: 2014] tarihin izlerini
sürüyor ve Lübnan’da Şii cemaati ve din adamları arasında bazen simbiyotik
bazen de çatışmalı bir hâl alan ilişkiyi, bunun yanı sıra Irak siyasetinde
ilgili meselelere dair ara sıra gündeme gelen tartışmaları ele alıyor. Her iki ülkeye
dair zengin bir belge birikimine sırtlarını yaslayan yazarlar, bölgedeki
komünist tecrübenin doğuşunu ve çöküşünü detaylı bir biçimde izah ediyor, zaman
içerisinde İslamî parti oluşumları üzerinden geçersiz kılınan solun kusurlarına
odaklanıyor ve İslamî yapıların sola dönük borcunu inceliyor.
Çalışmada ele alınan tarihsel dönem, Osmanlı’nın
çöküşünden Ortadoğu’da devletlerin kurulduğu yirminci yüzyılın ilk aşamasına
dek uzanan kesiti kapsıyor. Yazarlar, bu dönemin iki coğrafî “aşama”sı arasında
sürekli gidip geliyorlar. Bu noktada ilk aşamada Lübnan’ın güneyine bakıyorlar.
Yirmilerde hüküm süren Fransız mandası döneminden başlayarak Şii bölgesinde
meydana gelen toplumsal ve politik değişimleri aktarıyorlar. Bölge, Filistin’i
Osmanlı’ya ve Avrupa’ya başlayan bir ticaret merkezi iken, zamanla yeni
kurulmuş Lübnan isimli ulus-devletin içinde kenara itilmiş bir alan hâline
geliyor. İkinci aşamada ise yazarlar, Irak’taki Necef şehrini ele alıyorlar.
Din okulları ile ünlü olan bu şehir toplumsal-dinî yüzeyde yükselme derdinde
olan her Şii âlimin kaçınılmaz olarak uğradığı bir yer. Ama şehir, Irak’ın
1921’de İngilizlerin himayesi altında kurulması sonrası bir meşruiyet krizi
içine giriyor. Yazarlar, burada da devletin oluşumunu tüm çıplaklığı ile
veriyorlar, devletin kuruluşunun muhtelif toplumsal gruplar, bilhassa
Necef’teki ulema üzerindeki etkilerini inceliyorlar. Bu âlimler onlarca yıl
süren rahatsızlık sürecinin ardından, altmışların sonunda bir rönesansa
tanıklık ediyorlar, ardından da komünist parti ve Marksist düşüncenin nüfuzu
ile yüzleşiyorlar.
Lübnan’da Şii cemaati içindeki önemli isimler Fransız
işgaline karşı çıkmış kişiler. Politik iddiaları her ne kadar tam olarak net
olmasa da bu kişiler sonrasında büyük Suriye ya da büyük Arap devleti fikrini
benimsiyorlar. Bu fikir, esas olarak sadece Lübnanlı Şiiler değil, Osmanlı
sonrası tüm Arap toplumları genelinde hâkim olan belirsizlik ortamının bir
sonucu. Bu ortam, Arap ulus-devletlerinin itiraz edilemeyecek birer gerçeklik
olduğu tespitinin oluşumuna katkı sunuyor. Yazarlar, kitapta sadece seçkinlerin
hareketine ait politik tarihin izleriyle ilgilenmiyorlar, ayrıca kitlesel
politikleşme sürecine yol açan bir dizi toplumsal-ekonomik meseleyi ele
alıyorlar. Bu noktada güney Lübnanlı köylülerin çilesini incelemeye tabi
tutuyorlar, bunun yanında bu köylülerin azınlık konumundaki toprak sahibi
aristokrasi ile ilişkilerine bakıyorlar ve daha önce görmezden geldikleri
devletle temas kurdukça bu aristokrasinin politik nüfuzunun nasıl arttığını
inceliyorlar.
Kitapta Lübnan’daki toplumsal hareketlerin doğuşuna,
politik parti ve örgütlerin oluşumuna ve bunların modern Lübnan devleti ile
kurdukları ilişkilere eşlik eden kültürel ve entelektüel değişimlere dair
kapsamlı bir analize yer veriliyor. Lübnanlı Şiiler, kısmen farklı tarihsel
akımların kesişiminde gelişme imkânı bulmuş önemli politik hareketlerin
entelektüel tarihinin bir parçası, ayrıca Batı modernitesinin tüm epistemolojik
bagajını yükleniyor. Söz konusu modernite yeni teknolojileri, özellikle kurumsal
ve örgütsel kimi yenilikleri beraberinde getiriyor. Bu yeniliklerden biri de
politik partinin kendisidir. Bu olgu söz konusu hareketlerin kaynaklarını
seferber etmelerine ve “geleneksel” muadillerinden farklı bir yoldan kendi
toplumsal taleplerini dillendirmelerine imkân sağlıyor.
Bunun dışında kitap, Şii ulema denilen o özel
toplumsal sınıfın Osmanlı’nın çöküşü ile yaşanan politik karışıklıkla ve modern
bir devletin kurulması süreciyle cebelleşmek için verdiği mücadeleyi ele
alıyor. Fransız ve İngiliz kurumlarının sömürgecilikten kalma mirası, kültür ve
aidiyet meselelerini gündeme getiriyor. Burada çoğunlukla gelenek-modernite
veya din-sekülerlik gibi ikilikler belirleyici rol oynuyor. Marksizm sadece
devletin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin yeni sosyo-ekonomik kurgusunu anlama
konusunda bir dil sağlamakla kalmıyor, ayrıca toplumsal gerçekliğe dair “meşru”
bilgiyi neyin teşkil ettiğine dair geleneksel uzlaşmayı istikrarsızlaştıran
farklı bir ilerleme anlayışını gündeme getiriyor. Diğer Batılı politik
ideolojiler gibi Marksizm de bu fikirlerin ilerlemesi için gerekli olan politik
partinin çerçevesini teşkil ediyor. Marksizme kazanılmış olan Şii liderler,
toplumlarını yeniden teşkil eden değişimlere yönelik uygun araçlardan yoksun
olmaları sebebiyle, modernizm öncesi Lübnan’ın toplumsal, hukukî ve politik
kurumları arasında karmaşık bir denge kuruyorlar.
Abisaab & Abisaab’ın kitapta net biçimde
gösterdiği üzere, Lübnanlı Şii Müslümanlara göre, Marksizm hem kültürel kimliği
hem de politik eylemi yeniden değerlendirmede en yıkıcı dünya görüşü olduğunu
kanıtlamıştır. Zira Marksizm devletin zulmü ve ağır toplumsal eşitsizlikleri
ifşa etme noktasında gerekli sözlükçeyi sunmuştur. “Ulema Evlerinde
Komünistler” isimli bölümde bir dizi Lübnanlı âlim ile öğrencileri arasında
yaşanan şiddetli tartışmalara yer verilir. Bu öğrencilerin bir kısmı Marksist
fikirleri benimsemiş, böylelikle dünyaya dair tarihsel materyalist anlayışa
sahip olmuştur. Marksizm örgütlü politik eylem için hem bir alet çantası hem de
iman ve metafizik ile ilgili meselelerin tartışıldığı genel felsefî çerçeve
hâline gelmiştir. Marksizmin nüfuzunun kapsamı en açık biçimde merci olan
Seyyid Muhsin Emin’in üç oğlunun hayatlarında görülmektedir. Güney Lübnan’ın
önde gelen fakihlerinden olan Emin’in üç oğlu da Marksizmle farklı yollardan
bir muhabbet içerisine girmiştir. Haşim ismindeki oğlu Necef’te eğitim görmüş,
ülkesine sadık bir ateist, Marksist aydın olarak geri dönmüş, Lübnanlı
komünistlerle yaşadıklarından sonra dine tekrar bağlanmıştır. Seyyid Cafer ise
bir dizi aktivist hareketi adına devletle çatışma içine girmiş, sonrasında
hapse atılmış, komünistlerin hain suçlaması üzerinden onlardan kopmuş, gene de
köylülerin toplumsal davasına sadakatini hiç yitirmemiştir.
Diğer bir Lübnanlı din âliminin oğlu olan Hüseyin
Mürüvvet daha iniş çıkışlı bir tecrübeye sahip olmuştur. Mürüvvet, din eğitimi
için Necef’e gitmiş, İslamî gelenek bağlamında “aydınlanma” ve “ilerleme”
anlayışlarını benimsemiştir. Bu anlayışlara dair metinleri sömürgecilik karşıtı
mücadelenin merceği üzerinden okumaya tabi tutan Mürüvvet Marksist olmuş,
altmışlarda Lübnan Komünist Partisi’nin önemli ideologlarından biri hâline
gelmiştir. Mürüvvet, Şam ve Bağdat’taki solcu faaliyetlerin o seküler dünyası
ile Necef’in dinî yapısı arasında gidip gelmiştir. Abisaab & Abisaab’ın
tespitiyle: “Bağdat’ta dinî kıyafetini ve türbanını çıkartıp görünümünü
değiştirmektedir. Necef’e giderken de bunları tekrar giymektedir.” [s. 70].
Mürüvvet, on dokuzuncu yüzyıl sonunda ortaya çıkan Nahda (uyanış) hareketinin
dile getirdiği entelektüel sorgulama sürecinin önemli bir temsilcisidir. Bu
dönemde içteki reform ve Batı’nın nüfuzu Arapça yazıyı ve Arap felsefesini
yeniden biçimlendirmiştir. Nahda’nın edebiyat ve politikayı birbirine
harmanlayan pratiği geride köklü bir miras bırakmıştır: Necefli birçok din
âlimi aynı zamanda şairdir. Dinî müfredatın önemli bir kısmı, aynı zamanda
yetmişlerden sonra modern İslamî politikanın öncülerinden biri olan Muhammed
Hüseyin Fadlallah’ın eserleri birçok şiiri içermektedir.
Lübnanlı komünistlerle yaptığı mülâkatlar üzerinden
Abisaab & Abisaab, parti üyelerinin Hz. Hüseyin’in şehadetinin anıldığı
Aşura törenlerini toplumsal meseleler konusunda halkı bilinçlendirmek için
kullandıklarını ortaya koymaktadır. Örneğin bir seferinde işçi bayramı On
Muharrem’e denk gelmiş, komünistler Aşura’yı devlet karşıtı bir gösteriye
dönüştürmüş, eylemde Şiilerin ve Marksistlerin zulüm ve adaletsizlik karşıtı
ifadelerine başvurulmuştur. Yıllar sonra Şii partisi Emel’in kurucusu Musa Sadr
ve Hizbullah da aynı şeyi yapar. Bu türden politik bağdaştırma girişimleri
İtalya’da komünistlerin kitleleri harekete geçirme konusunda Hristiyan
ritüelleri ve uygulamaları ile kurdukları ile ilişkileri andırır. David Kertzer
Yoldaşlar ve Hristiyanlar isimli çalışmasında bu türden çalışmalara dair
bir açıklama sunmaktadır.
Lübnan’da Şiiler, ister komünistlerin isterse ulemanın
çabaları sonucu, devlet iktidarından büyük ölçüde dışlanmış durumdadır.
Kimlikleri üzerinden derin bir kriz içerisindedir. Irak’ta ise komünist parti
üyeleri ekseriyetle Şii’dir ve devleti kontrol altına alma noktasına
gelmişlerdir. Sonuçta komünistlerle Şiiler arasındaki ilişki daha çatışmalı bir
nitelik arz eder, zira gücü giderek artan parti büyük toprak sahipleri sınıfını
zayıflatacak toprak reformları için bastırmaktadır. Dinî sınıfın politikadan bağımsız
oluşuna tarihsel planda katkı sunan husus ise bu sınıfın mali güvenliğini
sağlayan güçlü toprak sahipleri ile kurduğu ittifaktır. Abisaab &
Abisaab’ın da ifade ettiği üzere, Iraklı komünistler kırklarda İngiliz
sömürgeciliğine karşı sürdürülmüş olan direnişin ön cephesinde olmuşlardır.
1958’de iktidara gelişinde komünistlerin devrimci çabalarının önemli etkisinin
bulunduğu Abdülkerim Kasım’ın Aile Durumu Kanunu din âlimlerinin özel ve
kamusal hayatı yönetme imkânını tehdit etmiştir. Sahip oldukları nispi güce
bağlı olarak Iraklı komünistler Şii kimliği ile ilerici veya solcu toplumsal
değişim anlayışını harmanlama konusunda Lübnanlı muadilleri kadar rahat
değillerdir. Abisaab & Abisaab kitaplarında Iraklı solcu militanların ve
aydınların şiirlerinden ve diğer yazılarından epey alıntı yaparlar. Bu
komünistler Kerbela, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali gibi tarihsel Şii motiflerine
başvurmaktadırlar.
Modern Şii politikası Irak komünistlerinin en parlak
döneminde ortaya çıkar. Bu dönemde, 1957 yılında İslamî Dava Partisi kurulur.
Sonrasında söz konusu politika yetmişlerde Lübnan’a yayılır. Ardından bilhassa
Bakır Sadr ve Lübnanlı öğrencisi Muhammed Hüseyin Fadlallah’ı içeren küçük din
âlimi grubu komünistlerin eski muhafızının genç nesilleri etkileyememesini
eleştirir ve pratikte daha solcu bir dil benimser. Günümüz politik İslam’ının
bu öncü isimleri bile Dava gibi politik partilerle aynı safta buluşmaz. Bu,
ulema sınıfının geleneksel manada doğrudan politikayla uğraşmaya dönük hamlesi
konusunda ısrarcı olduğunun bir kanıtıdır. Abisaab & Abisaab, ulema sınıfı
içerisindeki dinginlik ve eylemlilik arasında vücut bulan bu gerilime dair
detaylı bir analiz sunmaktadır. Söz konusu çatışma Sadr’ı geleneksel manada Şii
içtihadı çalışmış önde gelen âlimleri temsil eden “merci” anlayışının
“kurumsallaştırılması” noktasında yeni yollar üzerinde tefekkür etmeye iter. Bu
muhtemelen, ilkin İran’da Ruhullah Humeyni’de görülen, parti yapılarını aşan
bir liderlik rolünü üstlenmeye dair bir stratejidir. Bir zamanlar kültürel
durgunluğun sembolü olarak algılanan Necef, Sadr’ın nüfuzu ile birlikte
bölgedeki politik Şii mücadelesinin ana merkezi hâline gelir. Genç Şii öğrenciler
Sadr’dan eğitim almak için Lübnan’dan ve başka yerlerden bu şehre gelirler.
Sadr Marksizmin ve tarihe, felsefeye dair diğer materyalist anlayışların ilk
eksiksiz İslamî eleştirisini kaleme alır.
Gramşici bir hattı takip eden Abisaab & Abisaab,
modern politik partinin yapısının sömürgeci devlete meydan okuma ya da onu ele
geçirme mücadelesinde toplumsal değişimin ana merkezi hâline gelişinden
bahseder. Aktardıklarına göre, Bakır Sadr “komünizmle rekabet etmek için her
türden İslamcı hareketin ekonomik ilişkileri, devlet yasamasını ve toplumsal
adaleti ele almak zorunda olduğunu kavramıştır.” (s. 97-98). Altmışlarda aslen
Lübnanlı olan İranlı diğer bir din âlimi Seyyid Musa Sadr sonrasında Emel ismini
alacak olan, Lübnan’daki partinin kurulup yönetilmesinde önemli bir rol oynar.
Musa Sadr solcuların üzerinde durduğu toplumsal meseleler üzerinden hareket
eder, ama bir yandan da komünistlerin eskiden beri mücadele ettiği devletin
mezhepsel düzenlemesine uyum gösterir. Abisaab & Abisaab’a göre, Musa Sadr
ulemanın otoritesini muhafaza etmek, böylelikle Yüksek İslamî Şii Şurası’nı
teşkil etmek niyetindedir. Yazarların Musa Sadr ile ilgili olarak onun
Lübnan’da “dinî farklılığı arttırdığına” dair ifadeleri nispeten kötümser bir
dil içermektedir. Zira Musa Sadr, her türden politik diyalogun ve dinî
teşebbüsün içinde aktif olarak yer almıştır. Önde gelen laik ve dindar âlimleri
seminer ve konferanslar için bir araya getiren, 1946’da kurulan Lübnan
Toplantıları isimli aydın derneğine katılmıştır. Ama gene de Musa Sadr’ın
Libya’da ortadan kaybolması ardından, sonraki dönem Emel hareketinin 1975-1990
arası dönemde yaşanan Lübnan iç savaşında her türden milis kuvveti kadar
çeteleştiğinden de bahsetmek gerekir.
İsrail’e karşı Hizbullah liderliğinde yürütülen
örgütlü İslamî direnişin oluşumu Lübnan’daki Şii politikasında bir dönüm
noktasına işaret eder. Abisaab & Abisaab Hizbullah’ın doğuşunu gayet iyi
izah etmektedir. Onlara göre, Hizbullah “politik ve kamusal bir din”i
savunmakta, “Humeyni’nin velâyeti fakih teorisini İsrail karşıtı kurtuluş
hareketinin yerelde güttüğü amaçlara uydurmaktadır.” (s. 126). Hizbullah
aslolarak sadece İsrail’le mücadeleye odaklanmak üzerinden Emel’den kendisini
ayırır. Yazarların inceledikleri politik tarih epey teferruatlı olsa da kitapta
bir husus öne çıkmaktadır: komünistlerin ve İslamcıların direnişe başvurmaları
arasındaki farklılık. Komünist parti bilhassa seksenlerde dâhil olduğu İsrail
karşıtı mücadeleye Filistin yanlısı veya İsrail karşıtı örgütlerle birlikte
katılmıştır. Eğer komünistler ve İslamcılar ahlâkî doğrulukları ile
tanınıyorsa, komünistlerin zaman içerisinde bu doğruluğu yitirdiğini, bunun da
İsrail işgaline karşı cılız bir tepki geliştirmelerinin bir sonucu olduğunu
görmek gerekir. Oysa Hizbullah bu süreçten daha etkili bir örgüt olarak çıkmayı
bilmiştir.
Burada önemle üzerinde durulan husus, komünistlerin
sahip olduğu genel kültürle (en azından Şii) İslamcıların genel kültürünün çok
fazla örtüşmüş olmasıdır. Her iki hareketin öne çıkmasının sebebi, sahada
yürüttükleri politik faaliyetlerinin devletle etkileşime girme veya politik
partiler üzerinden kitleleri seferber etme, hatta militan eylemlere imza atma
konusunda sahip olduğu etkidir. Kitabın geri kalan kısmında esas olarak
Hizbullah’ın Lübnan devleti ile ilişkileri, örgütün iç savaş sonrası dönemde politik
ortamla münasebetleri, İsrail işgaline karşı yürüttüğü başarılı direniş ve
2000’de toprakların özgürleştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bugün Lübnan
toplumunda hâkim olan kamusal İslam’ın farklı biçimlerine değinen yazarlar,
politikleşmiş İslam ile modernitenin uyumluluğu meselesine dair karmaşık bir
teorik tartışma yürütmektedirler. Kitapta öne çıkan temalarla uyum arz etse de
bu çaba, yazarların politik aktörlerin muğlâk bir modernite anlayışı ile nasıl
başa çıktıklarına dair ilk anlama gayretleri ile karşıtlık arz etmektedir.
Yazarlar İslamcıların “modern” olup olmadıkları üzerinde durmaktadırlar.
Daha geniş bir düzeyde yazarlar, sömürgecilik sonrası
devletlerin politik tecrübelerine dair düşünce geliştirme noktasında üç önemli
görevi başarıyla ifa etmektedirler. İlk görev bağlamında yazarlar, İslamî
politikaya ait mirasın anlaşılmasının, korunmasının hatta “modernize”
edilmesinin Ortadoğu olarak bilinen bölgedeki muhtelif devletlerin tarihlerine
dair derinlikli bir incelemeyi gerekli kıldığı iddiasındadırlar. İkinci görev
bağlamında bu kitabın iyi yaptığı bir şey de İslamcı ideolojilerin ve politik pratiklerin
İslam’a ait kimi sabit, tarih dışı öğretilerden ve usullerden çok, bu
hareketlerin içinden çıktıkları muhtelif toplumsal-ekonomik bağlamlara bağımlı
olduğunu göstermesidir. Üçüncü ve son görev bağlamında ise yazarlar, modernite
fikrinin dinî kimliklerin reddedilmesi veya onaylanmasından çok daha karmaşık
ve çok daha acil bir mesele olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadırlar.
Beşir Saadî
1 Şubat 2016
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder