08 Nisan 2016

Tekerrür


Charlie Hebdo Karşı Çıktığını Söylediği
Hikâyeyi Yeniden Anlatıyor
Bir arkadaşım Charlie Hebdo dergisini “zekice yürütülecek tartışmaları tetiklemeyi beceren aptalca karikatürler yığını” olarak tarif etmişti.
O dönemde okurları arasında öfkeye sebep olan karikatürlerinden birinin anlamını tartışıyorduk. Birçokları derginin o karikatürde tüm mültecilerin Köln’deki tacizleri gerçekleştirecek kişiler olduğunu ima ediyor, masum Aylan Kürdi’nin bile böylesi bir tacizci olacağından dem vuruyordu.
Dergiyi savunanlarsa, karikatürün Avrupa’nın kaypaklığını alaya aldığını, kıta genelinde insanların Aylan’a acımakla Köln’deki saldırılar sonrası militan bir yabancı düşmanlığına savrulma arasında gidip gelişini eleştirdiğini söylüyordu. Bu da şüphelere yol açıyordu doğalında. Hebdo da zaten gücünü bu şüpheden alıyordu.
Dergiye yönelik tavır ne olursa olsun dergi herkesin tadını kaçırmaya, hatta bazen rahatsız edici ölçüde muğlâk kalmaya ve böylelikle “birilerinin canı yanmazdan önce mutlak özgürlüklerin peşine nereye kadar düşebiliriz?” ya da “o özgürlükler sonsuza dek yitip gitmezden önce onlar konusunda ne ölçüde bir uzlaşmaya varabiliriz?” gibi kimi tartışmalara yol açmaya devam etti.
Hebdo’nun politik yönelimi konusunda hâlâ bir şüphe var mı bilemem ama son başyazısı bu konuda gayet net. Brüksel’deki IŞİD saldırısı sonrası yayınlanan sayısında dergi dinî terörizmin gerçeğini ortaya koyduğuna inandığı alametleri göstermeye çalıştı.
Derginin editörlerine, bilhassa karikatürist Riss’e göre, Brüksel “çok büyük bir buz dağının görünen kısmı” idi. Gerçek sorun, politik doğruculuk maskesi takan otosansür kültürüydü. Fransız halkı, kendi muhaliflerini tehdit eden kültürel bir işgali desteklemiş ve terörizm sorununa katkı sunmak suretiyle tartışma kanallarını tıkamıştı.
Helâl ekmek pişiren fırıncılar domuz eti ve jambon servisi yapmadıkları için suçlanıyorlar. Müslüman kadınlar örtündükleri için azarlanıyorlar. Riss ise şu sonuca ulaşıyor: “Dilediğiniz şeyi yemenize mani olan fırından başörtüsünden rahatsız olduğunuzu kabul etmenizi bile yasaklayan kadına dek herkes bizi bu türden düşüncelere alan açmanın suç olduğuna dair bir hissiyata soktular.”
Asıl rahatsız edici olansa fırıncı ile teröristin ifa ettiği İslam’ın doğası gereği aynı şey olduğuna dönük iddia idi. Burada aslında Müslüman fırıncıya “ya domuz eti ver ya da kapat dükkânı” denmiş olsa, Brüksel’deki saldırının yaşanmayacağı iddia ediliyordu.
Editörler dinî faşizmin alametlerini sergilediklerini iddia ediyorlar ama bu faşizmi sıradan Müslümanların gündelik hayatlarında bulmak suretiyle militan ateistlerin dile doladıkları aydınlanma söylemindeki ırkçılığın deşifre edilmesi girişimine de son vermiş oluyorlar. Bu militan ateistlerden biri de Sam Harris. Ona göre İslam bugün varolan en sorunlu öğreti.
Aynı şekilde Charlie Hebdo’nun mantığı koşulsuz nefret ve herkesi kapsayan cezalandırma politikasına dönüşme potansiyeline sahip. Bu politika, İnsan Hakları Beyannamesi’nde makul, hoşgörülü insanlara hakaret etmeyle ilgili bir madde varmışçasına, açıktan övülüyor.
Bu, İslam’ın dinî öğreti ve uygulama olarak ahlakî çelişkilerden azade olduğu anlamına gelmiyor. Bu dinin onu eleştiren kişilerce yanlış anlaşıldığı da iddia edilmiyor. Sadece sıradan Müslümanların, bilhassa Müslüman kadınların Batı’da çoğunlukla maruz kaldıkları zulüm karşısında pasif bir tavır içerisinde olan kişiler olarak algılanmasına itiraz ediliyor.
Bu söylem kadını maddi ve mecazî açıdan nesneleştiriyor, kadın bedenini, “toplum”un ona kendi ideallerini, ahlakî değerlerini ve yasalarını kazıyabileceği birer mekâna dönüştürüyor. İlgili söylem üzerinden birbirinden farklı Müslüman kadınların bir dizi bağlam dâhilinde farklı direniş ve baskı deneyimleri yaşadığını görmezden geliyor.
Bu tartışmaların sakallı erkekler meselesine nadiren odaklanması, söz konusu ayrımcı yaklaşımı ortaya koyuyor. Yorumcular başörtüsü meselesinin dışına nadiren çıkıyorlar. Başka insanların mevcut koşullarını nasıl ele aldıkları ve bu koşullara nasıl tepki verdiklerine dair anlayışa yabancı direniş biçimleri konusunda zor sorular soramıyorlar. Müslüman kadınlar için yaptıkları tercihler noktasında önemli olan nedir? Müslüman kadınlar kendilerini her daim mağdur mu hisseder? Dinî kimlikle ilgili semboller onlara güç katar mı? Tüm ataerkil toplumlar aynı kıyafet zorunluluğunu mu paylaşır?
Müslüman kadınların çilesini zerre merak etmeyen, bu çile karşısında yüreğinde hiç merhamet beslemeyen Charlie Hebdo’nun dinî ataerkillik eleştirisi boştur ve sadece kendisine hizmet etmektedir.
İnsanî koşulların karmaşıklığını göz ardı edip, yaşanan deneyimlerin çeşitliliğini reddederek bu dergi, kendini üstün görmenin tehlikeli ve ayrıştırıcı bir biçimini ortaya koyar. Bu yaklaşımda imtiyazlı Avrupalının çektiği dert beyaz olmayan mağdurların derdinin üzerine yerleştirilir ve daha yüce bir meşruiyet zeminine sahiptir.
Başka bir deyişle Charlie Hebdo polisin yan yana dizdiği şüphelilerin arasından gerçek saldırgana uyan tarife göre seçim yapmaktadır.
Bu yeni-aydınlanmacı söylem sıklıkla rasyonalite üzerinden takdim edilir. Buna göre, ilerici bir toplumsal örgütlenme, yurttaşların birbirlerine “nesnel” bir üslup dairesinde davranmaları ile ilgili kişisel sorumluluklarına bağlıdır.
Birbirimizle etkileşim kurma yöntemimizi nasıl gerekçelendirdiğimizi göstermemiz gerekir: bir Müslüman jambonlu sandviç satmıyordur, çünkü o domuz etinin yenmesini yasaklayan bir dine inanmaktadır. O bunun için makul bir izahat sunmalıdır. Alerji yaptığını, kansere yol açtığını veya piyasada fazla talep görmediğini vs. söylemelidir.
Bu türden ifadelere bir de Galile, demokrasi, fikirlerin ve bakış açılarının barış içinde yarışmasına özgürlük tanınması ile ilgili hikâyeler eklenir.
Ne var ki insanlar, kendilerini nesnel ya da rasyonel bir tarzda hareket etmeye nadiren mecbur hissederler. Dolayısıyla iman, şüphe ve güç ile alakalı bu türden tartışmalar üzerinde kafa yormak daha faydalıdır. Bu tip meseleler duygusal yapımızla alakalıdır, kendi gerekçelerini, motivasyonlarını ve davranışsal değişikliklerini üretir.
Sam Harris, bilimin ahlakî meselelere cevap verebileceğine inanır. Doğrudur ama bilimin zihinsel alanın dışına taşan bu motivasyonları düzenlemesi mümkün müdür?
O hâlde davranışımız sürekli bilinçaltımızla oynayıp duran sosyo-politik süreçlerden kaynaklanıyorsa, sıradan insanlardan her zaman “rasyonel” kararlar almasını nasıl bekleyebiliriz?
Şüpheyle kurulan sağlıklı bir ilişki kişinin inancında iyimser bir artışa yol açabilir. Tersten böylesi bir ilişki olmadığında inanç nihilist derinliklere gömülür. En kıymetli inançlarımızdan şüphe etme becerimiz iktidarla olan ilişkimiz hakkında bir şeyler söylüyor ise Charlie Hebdo’da çıkan başyazının demokrasi ve sekülerizm söylemi kılıfı ardında kaba bir ahlakî üstünlük iddiasında olduğu görülecektir.
Bu türden bir söylem, iddiasının aksine, dünyaya farklılık penceresinden değil, küresel düzene ait kültürel alanı düzleştirip homojenleştirmek isteyen bir kimlik penceresinden bakıyordur.
Tüm sorgunun temeli şüphedir. Şüpheden feragat ederek bu dergi, dürüst bir tartışmadan da uzaklaştığını kabul etmiştir. Sıradan Müslümanları Brüksel’den Lahor’a her yerde yaşanan her türden terör eyleminden sorumlu tutarak Charlie Hebdo ileride bir inanca sahip olma gerekçesini bir kez daha çöpe atmıştır.
Bugün artık önemli olan, dinî aşırıcılık meselesinin Avrupa’daki sekülerlerle dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaşanan manevi bir çatışma olarak takdim edilmesinden kaçınmaktır. Her şeyden önce bu, IŞİD’in insan kazanmak için başvurduğu hikâyenin ta kendisidir.
Karşı çıkma niyetinde olduğumuz kişilerin benimsediği aynı türden kıyametçi kötümserliği büyütmeyi göze alamayız.
Riss’in kaleme aldığı başyazıda dile getirdiği biçimiyle: burası “korkunun temeli çökerten, her şeyin altını oyan bir iş hâlini aldığı yer ve zamandır. Yürüyecekler için o yolun taşları döşenmektedir.”
Ferhad Mirza
7 Nisan 2016

0 Yorum: