19 Nisan 2016

,

Ütopya Beş Yüz Yaşında

Ütopya, beş yüzüncü yılına girdi. Avukat, yazar, teorisyen, radikal, şehit ve bir aziz olarak Thomas More, 1516 tarihli Ütopya isimli kitabıyla bu sözcüğü bize armağan etti. Birçok yönden Thomas More, Platon’un Cumhuriyet’inden ortaçağ efsanelerindeki Cockaigne tepelerine uzanan, hep varolagelmiş, hayali bir ülkenin ana hatlarını veriyordu sadece. Bu istek uyandıran yere dair bir resim dâhilinde More, radikallere en güçlü kavramlardan birini miras bıraktı.

Aynı zamanda bu kelimeye ilk günlerinden itibaren derin bir muğlâklık damgasını vurdu. 1535’te Meksika’da misyoner olarak faaliyet yürüten Fransiskan keşişi Vasco de Quiroga, More’un Ütopya’sını İspanyolcaya tercüme etti. De Quiroga, bugün kayıp olan tercümesini More’a gönderdi. More, eseri okumadan önce (başka sebepler yanında, kralın boşanmasına karşı çıktığı için) idam edildi.

Gözü pek bir isim olan De Quiroga, yerli halkı kahramanına ait kitaptaki politik ilkeler temelinde, cemaatler hâlinde örgütlemeye başladı. Bunlar, Yeni Dünya’da veya başka bir yerde bir ütopyanın bayrağı altında, açıktan ve bilinçli bir şekilde örgütlenmiş, belirli bir amacı olan ilk cemaatlerdi.

Ama özgürleştirme, ekonominin kendisine yeterli olması, eşitlik ve toplumsal hizmetlere dayalı misyoner programı (radikal değilse bile) ilerici olmasına karşın, sömürgeciliğe ait günahların damgasını taşıyordu. Aynı türden çelişkiler, neredeyse tüm ütopik cemaatlerde de karşımıza çıkıyordu. Belki de bu, doğal bir durumdu, zira bu cemaatler, söz konusu kelimenin öncülleri idi.

Ütopya’nın İngilizcede ilk yayımlanmasından bir yıl sonra bir keşiş, Almanca kaleme alınmış bir bildiriyi Wittenberg’deki katedralin kapısına çiviledi. Böylelikle Protestan reformu başladı. Korkuya kapılan More, hemen Katolik tarafına kaçtı. O, desteğini tüm coşkusuyla verdi, altı idama nezaret etti, söylendiği kadarıyla Protestan ajitatörlerin işkencelerine katıldı.

Esasında Almanya’daki kısa süreli komünist bir teokrasinin hüküm sürdüğü ama bu yapının hem Katoliklerin hem de Protestanların saldırıları sonucu baskı altına alındığı Münster kentinin kuşatılması sonrası Ütopya’nın nüshalarına rastlandığı günlerde More, kitabının tüm nüshalarını insanlarla birlikte ateşe atacağını duyurdu.

Dolayısıyla birçoklarının ifade ettiği üzere, ilk büyük ütopyacı, aynı zamanda ilk ütopya karşıtı idi.

Bugün sıklıkla övülen, Ütopya’nın idealist yazarı değil, bu More’dur. Bugün “dinî hürriyet” diye yürüyüp duran, bir tür sağcı Amerikan insan hakları örgütü olan Thomas More Derneği, heretikleri ateşe veren adamla bağlantılıdır, toplumsal örgütlenmenin temel ilkesi olarak gerçek bir vicdan hürriyetini tahayyül eden kişiyle değil.

Ya da Obama’nın ikinci başkanlık dönemine başladığı gün More’un o ünlü resminde aktarılan şapkanın bir benzerini giyen müteveffa Yüksek Mahkeme Yargıcı Antonin Scalia da ilk More ile bağlantılı bir isim. Söz konusu derneğin hediye ettiği bu şapkayı takması, o günlerde Obama’nın sağlıkla ilgili verdiği direktife karşı çıktığına dair politik bir ifade olarak yorumlanmıştı.

Oysa Rus Devrimi sonrası Lenin’in onay verdiği Emekçi Halkın Kurtuluşu İçin Verilen Mücadelenin Liderleri ve Önde Gelen Düşünürleri isimli çalışmada aynı More, Marx, Engels ve diğer isimlerle birlikte anılıyordu. Yirmi yıl sonrası ise More, Papa XI. Pius tarafından aziz ilân edildi.

More’un çeşitli çevrelerce bu şekilde kabul görmesi gerçekten kafa karıştırıcı. Solcular, bu şövalye komünist ve aziz mertebesine yükseltilmiş bir radikal olarak More’u ne yapacak? Hangi More’a, hangi ütopya versiyonuna yönelmemiz gerek? “Ütopya”, en iyi hâliyle boş bir gösteren, partiler arasındaki pazarlığa ait modası geçmiş bir kavram hâline mi geldi? Yoksa bu kavram, yüzümüzü çevirdiğimiz evrensel anayurt mu hâlâ?

Hiciv mi Şablon mu?

Ütopya, iki kısma ayrılmış kısa bir metin. İlk kısım, More’un gerçek kişi olarak yer aldığı, Raphael Hytholday isimli bir gemiciyle girilen sohbeti aktarıyor. More, bu adamla Aşağı Ülkeler’e yönelik diplomatik ve ticari bir görev esnasında tanışıyor.

Hytholday (kaba bir tercümeyle “saçmasapan konuşan”) Amerigo Vespucci ile Yeni Dünya’ya gitmiş, burada Ütopya’yı ziyaret etmiş. Burası, küstah bir dille aktardığı kadarıyla, nerede olduğunu bilmediği bir yer.

İkinci kısım, Hytholday’in Ütopya’ya dair detaylı bir değerlendirmeyi ve buranın ekonomik, toplumsal, politik, kültürel ve dini yapılarına dair tespitleri içeriyor. Sonrasında en çok alıntı bu kısımdan yapılıyor ve bu kısım daha fazla popüler oluyor. Tüm metnin ilk bilim kurgu eseri olduğuna dair bir his veren yanı burası (bunun sebebi, More’un kurguladığı ülkedeki alfabeyi ve haritaları vermesi değil, sonraki hayale dayalı metinlerin dünya kuran, yoğun yapısını önceden haber vermesi).

Ütopya, aynı zamanda çoksesli: More’un kurgusal vekili ile Hytholday (diğerleri) arasında geçen tartışmalar, belirli bir bakış açısının tespitini güçleştiriyor (ya da birden fazla görüşün savunulduğu ortaya konuluyor.)

Sonuçta kimi eleştirmenler, özellikle muhafazakâr olanlar, çalışmanın saf manada hiciv içerdiğini, imkânsız bir topluma dair ironik bir portre sunduğunu söylüyorlar ve kitabın ilk modern güç yapılarını eleştirmediğini, reform için somut bir platform sunmadığını iddia ediyorlar.

Edebiyat eleştirmeni Susan Bruce’un ifadesine göre, “sağcı eleştirmenlere göre İngiliz edebiyatında karşımıza çıkan en önemli, kabul gören metinlerden birinin, tüm Batı toplumlarının üzerinde yükseldiği ekonomik sisteme yönelik bu kadar kapsamlı ve açık bir eleştiri getiriyor oluşu, can sıkıcı bir durum.” Bu isimler, More’un yazdıklarına inanmadığını söyleyerek esasen olmayacak duaya âmin diyorlar.

Ama More’un ikinci kısmın gerçek bir politik öneri olmasını istediğini düşünsek bile, onun tüm adanın olduğu hâliyle “tek bir aile ya da hane” olduğuna dair hissiyatı desteklediğini düşünmemiz için bir sebep yok.

Dahası, metnin çoksesli olması, samimiyetsizliğinin bir kanıtı olamaz, hatta (hicvin kimi yönlerini paylaşıyor olsa da) Ütopya’nın doğrudan bir hiciv olduğunu da ispatlamaz. Bu özellikleri, sadece kitabı romanın habercisi yapar ve hikâyesiyle ilgili karmaşıklığa dair bir şeyler söyler.

Ütopya’nın politikası, aynı zamanda inkâr edilemeyecek ölçüde radikaldir. More, Londra’daki devlet iktidarının konsolidasyonu ve İngiltere’deki ekonomik gücün giderek daha fazla eşitsiz dağıtılmasına dönük iğneleyici bir eleştiriye başvurur.

Ütopya, birçok yönden İngiltere’nin çok renkli bir aynası gibidir. Bu aynanın sırrından adaletsiz bir toplum yansımaktadır. Ütopya, elli dört alt bölüme ayrılmıştır, tıpkı İngiltere gibi. Bruce’un tespitiyle “Britanya adaları gibi Ütopya da bir adadır. Ana şehri ve nehri Londra veya Thames’e benzemektedir.”

More’un metni, ancak o özel tarihsel bağlamından çıkartıldığı takdirde, muhafazakâr olarak görülebilir. On beşinci yüzyılın sonu ve on altıncı yüzyılın başında İngiltere, hem toplumsal güç dinamikleri hem de genel manzara açısından önemli değişimlere tanıklık etmektedir. Ütopya’nın da gösterdiği üzere, bu değişiklikler ortalama bir insan için öylesine zararlıdır ki ortaçağdaki karanlık dönemlerden itibaren o ümit verici olduğu söylenen rönesansın belirginleştiği çok az anlaşılabilmiştir.

Bu bozulma sürecine damgasını vuran, çitleme sürecidir: ortaçağ proletaryasının barınma, tarım, geçim ve dinlenme için beş yüz yıl boyunca özgürce paylaştığı müşterek topraklar hızla özelleştirilmiş, bu nedenle asiller, bu toprakları koyun otlatmak, epey kâr getiren yünden ve tekstil ithalatından sermaye temin etmek için kullanma imkânı bulmuşlardır.

More ve Hytholday arasındaki buluşmanın yün endüstrisi ile doğrudan alakalı olması, tam da bu sebeple hayatîdir. Hytholday, İngiltere hakkında şunları söylemektedir:

“Bu asiller ve beyefendiler, yıllık kazançları ve kârları ile tatmin olmuyorlar. Ziraat için tek karış toprak bırakmıyorlar. Tüm otlakları çitliyorlar. Evleri söküp atıyorlar. Kasabaları yıkıyorlar, sadece kilisenin ağıl yapabileceği bir yer bırakıyorlar.”

İlk modern dönemde uygulanan (bugünkü karşılığı özelleştirme olan) çitleme, Londra’ya sel gibi akan büyük bir başıboş sınıf üretiyor. Destek noktasında devreye sokulan geleneksel araçlar ortadan kalkıyor, eskiden köylü olanlar, küçük suçlar işlemeye mecbur ediliyorlar.

Elitler ise bu sürece ağır cezalara dayanan bir polis devleti ile cevap veriyor. Örneğin hırsızlık ölümle cezalandırılıyor. Vebanın hüküm sürdüğü Newgate gibi hapishaneler, “ortaçağ” diye bahsi edilen küfrün rönesansa daha fazla uygun olduğunu gösteriyor.

Ütopya’da Hytholday, bu mücrim sınıfın ortaya çıkışını ve o dönemi karakterize eden genel hukuksuzluğu tartışıyor. Hytholday, aç kitleleri toplamak için kullanılan devletin cezalandırma yöntemlerini daha dehşet verici buluyor.

Kendi ifadesiyle, “para kaybetmenin bir insanın hayatının kaybedilmesine neden olması ne haktır ne de adalet. Kanaatimce dünyadaki tüm mallar, bir insan canı etmez.” Bu sözlerine şunları ekliyor: “Tanrı, bize öldürmemeyi emretti. Bir avuç parasını almak için bir insanı öldürme konusunda neden bu kadar acele ediliyor o zaman?”

Hytholday, bu şiddeti Ütopyacıların sunduğu örnekle kıyaslıyor: “Onlar hiç işsiz kalmıyorlar, ayrıca yiyeceklerini ve içeceklerini temin ediyorlar, herkes, gündelik kazancını ortak hazineye katıyor.”

Ütopyacılara göre, zenginliğe ancak “her şeyde eşitliğin” sağlandığı bir ortaklığın kurulması sayesinde ulaşılabilir. Ulusu teşkil eden elli dört yönetsel yapıda hiçbir şehir, kendi idari bölgesinin sınırlarını ve kapsamını genişletmeye niyetlenmiyor, çünkü onlar, kendilerini topraklarının sahiplerinden çok iyi birer çiftçi kabul ediyorlar.” Ütopya’daki hanelerde “özel olan ya da herhangi bir insana ait olan hiçbir şey bulunmuyor.”

Ütopya’ya (ve esasen sosyalizme) yönelik en yaygın eleştiri şudur: bu toplum sıkıcıdır, renksizdir, faydacıdır. Ama More’un iddiasına göre tam aksi geçerlidir.

Ütopyacılar, günde dokuz saat çalışıyor (o dönem için ciddi bir ilerleme) ve “çalışmak, uyumak ve yemek” dışında kalan zaman “herkesçe en çok hoşlanacağı şekilde harcanıyor”, bu da on dokuzuncu yüzyıla ait radikal slogan “çalışma için sekiz saat, dinlenme için sekiz saat, dilediğimizi yapmak için sekiz saat”i önceden haber veriyor.

Tek renkli bir dünya yaratmak ya da insanlar arasındaki ayrımları silmek şöyle dursun, Ütopya, her bireyin kendisini eksiksiz gerçekleştirdiği bir yer. Sıkıcı ve kasvetli değil, “müziksiz akşam yemeklerinin yenmediği” bir yer. Ütopya’da herkes, hem ekmeğe hem de güle sahip. Çünkü orada yaşayanlar, ekonomik mahrumiyetten azade ve gerçek manada özgürler.

Ütopyacılar, aynı zamanda müzik yapma hakkına da sahip. Bu hak, More’da “Eski Mutlu İngiltere”nin hızla ortadan kaybolmasıyla alakalı. Burada More, Anglo-Saksonlara özgü kırsal cennet olarak Norman İngilteresi öncesinden kalma radikal İngiliz edebiyatına ait ortak bir mecaza başvuruyor.

Tarihçi Norman Cohn’un da ifade ettiği üzere, bu bağ, İngiliz işçileri üzerinden ortaçağın mistik anarşistlerinden on yedinci yüzyılın konformist olmayan, radikal dinî çevrelerine ve oradan da on dokuzuncu yüzyıldaki Fabyusçu sosyalistlere uzanıyor.

“Eski Mutlu İngiltere”nin romantize edilmesi önemli ama diğer bir önemli husus da ilerleme için bir zafer olarak o eski İngiltere’nin ölümüne alkış tutulmaması. Tarihsel süreçlerde ne tür bir ilerleme yaşanmış olursa olsun ve bu ilerleme ne kadar önemli olursa olsun, söz konusu ilerlemeler, İngiliz köylerindeki insanların hilafına gerçekleşiyor.

Bu açıdan, bir okumaya tabi tutulduğunda More’un Ütopya’sı, belirli bir dönemde yaşanan kimi özel adaletsizliklerin mahkûm edilmesi olarak görülebilir. Çoğunlukla ağız bükülen ütopyacılık fikri de yeniden temellendirilebilir ve farklı bir zamanda yaşanan farklı adaletsizlik örnekleri için yeniden diriltilebilir.

Ütopyacı Pusula

More’un çığır açıcı çalışmasından beş yüz yıl sonra bugün ütopyacılık ne hâlde?

2005’te kaleme aldığı çalışmasında düşünce tarihçisi Russell Jacoby, nahoş bir değerlendirmede bulunuyor. Ütopyacı vizyon, ona göre, fişlenmiş durumda. Kimsenin ilgisini çekmiyor. En iyi hâliyle “ütopyacı” kelimesi, bir küfürmüş gibi kenara itiliyor. Artık bu kelime, gerçek dışı ve şiddete meyyal kişi anlamında kullanılıyor.

Biz, bu kelimenin bu şekilde itibarsızlaştırılmasına dönük hamleyi kesinlikle reddetmek zorundayız.

Ed Simon
19 Nisan 2016
Kaynak

0 Yorum: