10 Nisan 2016

, ,

Filistin, Güney Afrika ve Frantz Fanon

Afrika Ulusal Kongresi (AUK) ve Filistin Kurtuluş Örgütü, ulusal harekete önderlik etme konusunda benzer deneyimlere sahipler.

Her ikisi de kendilerini Batı’nın desteklediği baskıcı rejimlere karşı direnişin öncüleri olarak sundu ve ilk dönemlerinde topyekûn direnişten ve silâhlı mücadeleden yana oldu.

Bir müzakere ve pazarlık süreci dâhilinde, doksanların başlarında Siyahî Güney Afrikalılara ve Filistinlilere yeni bir gerçeklik dayatıldı.

Güney Afrikalı siyahlara vatandaşlık ve oy hakları tanındı, Filistinlilere ise bir geçici yönetim ve bir devlet vaadi lütfedildi. 1993’te sözkonusu iki örgütün mirası üzerinde yükselen mücadeleler amaçlarına ulaşmaya çok yaklaşmış görünüyordu.

Ne var ki birçok siyahî Güney Afrikalı için apartheid rejiminin sosyoekonomik yapıları oldukları yerde duruyordu. Sampie Terreblanche, 2004 yılında, daha yoksul yüzde ellinin yaşam kalitesinin apartheid sonrası dönemde dikkate değer oranda bozulduğunu belirtiyordu.

Filistinliler için devlet sözü Oslo Görüşmeleri sürecinde verilmişti, ancak kısa zamanda İsrail’in sömürgeci pratiklerine devam edeceği anlaşıldı. Oslo’nun üzerinden geçen yirmi yılda yerleşimlerin inşası, yağmalamalar ve sınır dışı etmeler hiç kesilmedi.

Kasaba[*] İsyanları ve Birinci İntifada: Sömürgeleştirilenin Tanınma Arayışı

1980’li yıllarda büyük bir kitlesel hareket Güney Afrika kasabalarını yönetilemez kıldı. Rejimin bel bağlamış olduğu ucuz siyahî emeğine istikrarlı bir kaynak teşkil eden kasabalar işbirliği etmeyi bırakmış ve bu durum Pretoria’nın[**] yenilmezlik pozlarını boşa düşürmüştü. Bu zaferde kasabaların genç öğrencilerinin ve işçilerinin oluşturduğu radikal halk hareketlerinin de payı vardı, özellikle de belirli oranda sürgündeki AUK’nin denetiminde bulunan Birleşik Demokratik Cephe’nin (BDC). Seksenlerin sonuna doğru bu kasabalarda oluşmuş bulunan muhalefet çeşitliliği, AUK’nin yegâne farkını beyaz azınlık hükümeti ile doğrudan müzakere etme kapasitesi olarak işaretliyordu.

Bu sırada işgal edilmiş Filistin topraklarında 1987 yılında baş gösteren Birinci İntifada, sömürgeci İsrail’i işgalin mevcut biçimi dâhilinde sürdürülebilirliğini değerlendirmeye zorluyordu. Bu kitlesel gösteriler ve sivil itaatsizlik eylemleri, Filistinlilerce ortaya konan, İsrail’in 1967’de yürürlüğe koymuş olduğu sömürgeci yapıdan kurtulma yönündeki gayretler olarak beliriyordu.

Yavaş yavaş şekillenmeye başladığı ilk yıllarda ayaklanma, Fetih’in baskın örgüt olduğu FKÖ’nün denetiminden görece bağımsızdı, daha ziyade halk konseyleri ve Ulusal Birleşik İntifada Liderliği’nce yönetiliyordu. Ancak 1991 itibariyle FKÖ tarafından yönlendirilmeye başladı.

Müzakereler ve Ertelenen Özgürlük

Yürüttüğü müzakere sürecinde AUK, kasabalardaki radikal hareketlerden güç alıyor, ancak onların gerçek bir ekonomik özgürlük yönündeki taleplerini de baskılıyordu. Bu arada FKÖ’nün İntifada’ya el koymuş olması da mevcut radikal potansiyeli seyreltmişti. 1994 itibariyle AUK, seçimleri kazanmış ve Nelson Mandela başkanlık koltuğuna oturmuştu. Mandela’nın silâhlı direnişten tutsaklığa, oradan da uzlaşmaya uzanan hikâyesi, partisi için de bir analoji olarak görülebilir, bu parti, şimdi uluslararası toplumun bağrına bastığı bir kurumdur. Aynı dönemde Filistin’de Mandela’nın “silâh arkadaşı” ve FKÖ lideri olan Yaser Arafat, İsrail’le 1993 yılında bir Filistin Yönetimi kurmak için sürdürdüğü müzakerelerin sonuna gelmiş bulunuyordu; bu yönetim, uluslararası toplumun himayesinde devlet kurumları meydana getirecek, yaşayabilir bir Filistin devleti için nihai müzakereleri yürütecek ve siyasi iktidarı küçük bir kesime tevdi edecekti.

Aradan geçen yirmi üç yılda özgürlük kavramı o günlerde ifade ettiklerinden uzaklaşmış görünüyor. Güney Afrika’daki sosyoekonomik şartlar, özellikle de AUK’nin kendileri için savaştığı kitle bakımından, giderek yerleşik hâle gelen yoksulluk göz önüne alındığında, çok vahim durumda.

Oslo’dan bu yana İsrail askerî güçleri binlerce Filistinliyi öldürdü, yerleşimcilik alıp başını gitti ve Gazze halkı abluka ve savaş ile kırıma uğratıldı. AUK ve FKÖ’nün temel meselelerde nasıl teslim olduğunu anlamak için her ikisinin de müzakereler neticesinde elde etmek peşinde olduğu şeyi kavramsal bir çerçeveye oturtmak önemli: sömürgeci ve onu doğuran ve besleyen uluslararası sistem tarafından tanınmak. Bu noktada Aslen Martinikli olup bilahare Cezayirli olarak anılmaya başlanan psikiyatr ve devrimci Frantz Fanon’a kulak vermek gerek.

Fanon’un Uyarısı

Fanon, Hegel’in efendi/köle diyalektiği analojisini siyahî bir çerçeveden uygulamaya koydu.

Hegel’in diyalektiğinde köle, tanınma arayışı içindedir ve efendiye dönük korkusu üzerinden bir algı, kendisinin esasta başat olduğu ve efendinin bir biçimde kendisine muhtaç olduğuna dair bir bilinç geliştirir. Ne var ki Fanon’a göre, köle siyah olduğunda, “efendinin köleden beklediği bu türden bir tanınma değil, basitçe onun çalışmasıdır”. Neticede siyah bir köle, “efendinin örttüğü/gizlediği değerlere” talip olmaya başlar. Fanon, bu diyalektiğin neticesinde karşılıklı tanınmanın gerçekleşmediği hususunda Hegel’le hemfikirken, siyahî kölenin, derisinin mecazen beyazlaşmaya başlaması ve zihninin sömürgeleştirilmesine bağlı olarak, ille de bağımsız bir bilinç edinmeyebileceğini söyleyerek ondan ayrılır.

Kasabaların ve Bantustanların kahramanca mücadeleleri bağlamında siyahî Güney Afrikalıların hedefi, kendi kolektif failliklerini kendi seçtikleri koşullarda tanınma gayretine paralel olarak, beyaz rejiminin bilincine taşımaktı. Özünde mesele, toprak ve gerçek bir iktisadî adalet etrafına düğümleniyordu.

Ancak en önemli konularda varılan uzlaşma daha pratiğe geçirilmediği dönemde bile oldukça tavizkar görünüyordu. Siyahî Güney Afrikalıların hakları ile duyarsız bir siyahî elitin meydana gelmesini sağlamak dışında çok az ilişkili olan bir vatandaşlık hakları ve siyasi haklar arayışına körü körüne bağlanılmasıyla Özgürlük Bildirgesi ve toprağın yeniden dağıtımı gibi meselelerin ikinci plana düşmesi örnek gösterilebilir bu duruma.

FKÖ açısından ise onun sömürgeci İsrail ve onu doğuran uluslararası devlet-merkezli sistem tarafından, üstelik onların belirlediği şartlarda tanınmayı Filistin’in hayatî meselelerinin halline tercih etmiş oluşu, Avrupa merkezli devlet idealinin peşine düşmüş olmasından kaynaklanıyordu.

Oslo’dan bugüne kadar Filistin Yönetimi’nin ana stratejisi, İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınmak oldu, bunun yerine, enerjisini devletleşme projesine yöneltti.

Bu arada sömürgeci İsrail, Oslo barış görüşmelerinin cürufu hâline gelmiş olan Filistinlilerin bedenlerini öğütüp sonra da tükürmeye devam etti.

Fanon, sömürgeleştirilmiş olanın milli bir liderliğin oluşması yönündeki talebinin aslında sömürgecinin ayrıldıktan sonra arkasında bırakacağı konuma dair bir talep olduğunu, bu istek yerine geldiğinde, sömürgeleştirilenin “Avrupa’nın taklidi bile değil, en fazla karikatürü” olacağını söyler.

Bu taklit, bugün uluslararası gelişme ve “kapasite inşası” masallarını, işgal edilmiş topraklarda ortalığa saçtıkları paralarla bu türden kurumları dayatmaya hevesli STK’ların iğvasıyla pazarlayıp duran Filistin Yönetimi’nin teknokrat ve aparatçiklerinin İsraillilere ayrılmış yollarda lüks otomobillerini kullanabildiği Ramallah’ta görülebilir. Bunlar olurken, bir yandan da AUK üyelerinin ayyuka çıkmış yolsuzluklar üzerinden edindikleri rezidanslardaki yaşamı devam ediyor. Elitist bir Afrika kapitalizminin apartheid sonrası Güney Afrika’da büyük çoğunluk yoksulluk içindeyken, sadece seçilmiş bir avuç insanın barınabildiği bu rezidanslar özelinde gerçekleştirdiği çitleme faaliyetinin meyvelerinden güvenlik sektörü de nasipleniyor.

Filistinliler ve Güney Afrikalılar, bu tavizkar ve sömürgeleştirilmiş önderliklerden daha iyisini hak ediyor.

Nick Rodrigo
16 Mart 2016
Kaynak

Dipnotlar:
[*] Güney Afrika’da apartheid rejiminin sonuna kadar sadece beyaz olmayanların (siyahların, melezlerin ve Hintlilerin) yaşadığı geri bırakılmış yerleşim bölgeleri kastediliyor. -ç.n.

[**] Güney Afrika’nın idari başkenti. -ç.n.

0 Yorum: