03 Nisan 2021

,

Havuç-Sopa

Kemal Paşa, 18 Şubat 1931 tarihinde yurt gezisi esnasında gözlemleme imkânı bulduğu Adana ve Mersin’deki Nusayrilerle ilgili düşüncelerini aktarıyor.[1] “Mersin’den doğuya doğru bütün sahil Nusayri köyleriyle kaplıydı. Burada hiç Türk yoktu” diyen Paşa, bu kesime verilen eğitimle, Suriye ile ilişkisiyle ilgili bir şeyler söylüyor.

O dönemde Nusayrilerin Suriye’deki Türklerle mübadele edilmesi bile düşünülüyor. Ama sonra, otuzların sonunda, asimile edilmelerinin en doğru yol olduğuna karar veriliyor. Hatta bir bakanlar kurulu kararıyla Türkçe bilmeyenlere “anadil öğretme”, Türklerle evlenmeleri konusunda yardımcı olma gibi adımlar atılıyor. O dönem “kültür ocağı” olarak görülen Halkevleri’nin bu evliliklere ve asimilasyona aracılık etmesi kararlaştırılıyor. Halkevleri, işgal ve asimilasyon harekâtının parçası olarak kuruluyor.

Bugün “89 yıllık eşitlik ve özgürlük mücadelesi”ni kutlayan Halkevleri, bir asimilasyon aracı ve bir anti-komünist dernek olarak kurulduğunu, bu sayede varolduğunu çok iyi biliyor. Bugün de bu vasfıyla gene “aile”ye müdahale ediyor, kültür ocağı olarak, transların görünürlüğü gününde beş altı yaşında çocukların da bulunduğu görseli paylaşıyor. Çocukların eşcinsel yapılmasına dair operasyona destek sunuyor. Örgüt, dış Kemalizmin basit bir aparatı olarak kullanılıyor.

Halkevleri, Avrupa fonlarından aldığı paranın hakkını veriyor. Onun “eşitlik” dediği, devletin memleketi düzlemesi; “özgürlük” dediği, sermayenin serbestiyeti.

2009’daki merkezî mitinginde “ülkeden sermaye çıkışı önlensin” diyen, sermayeyi kendisine dert edinen Halkevleri, o dönemde uluslararası sermayenin yerli sermaye üzerindeki egemenliğinden yakınıyor.[2] Ama on yıl sonra, bir yabancı şirket, gece yarısı ülkeden paralarını çıkartmak istediğinde, devletin müdahalesiyle karşılaşıyor. Bunun üzerine Halkevleri ve onun gibi solcular, o sığ AKP karşıtı siyasetleri uyarınca, “dışarıyla ilişkilerimizi bozuyor bu AKP!” diye veryansın ediyorlar.[3]

Bugün tüm sosyalist hareketin derdi, yabancılara güven verilmesi, yabancı sermayenin rahat akması, devletin küçülmesi, bu düzlemde, bütün örgütlerin STK’laşmasıdır. Herkes, dışarıdan gelen fonlara muhtaçtır. Devletle mücadele etmeyenler, başkalarının onu ufaltmasını istiyorlar. Onlara kulluk ediyorlar.

Demek ki 2010 öncesi AKP dışarıyla arayı sıcak tutarken edilen “yerli ve milli” lafların bir hükmü yok. Bugünkü laflar da karşılıksız. Sol, devletin ve sermayenin ihtiyaçları uyarınca hareket etmeye, şekillenmeye mecbur. Halkta, işçide, ezilende somut maddi bir karşılığı yok. Buna dair bir niyeti de yok.

Bugün sosyalist hareket, somut maddi bir gücü olmadığı için, elindeki yırtık yelkeni başkasının rüzgârıyla şişirmek zorunda. O, bugün her şey olabilir, her maskeyi takabilir, her şekli alabilir. Bu hâl, TKP’yi “dahi” eşcinsel, feminist ve vegan yapar! Solu, burjuva öznelerle ürolojik ve ideolojik yarış içine giren, koltuk peşinde koşan bireyler toplamına çevirir. Oysa komünist, kitlelere “ben daha iyi yönetirim” diyemez.

Neticede herkes, aynı ipe dizilmek istemiştir. Temassız kartlar, suni et, eşcinsel ve feminist dernekleri, tespihin taneleridir. Aynı ipe bağlıdır. Tespih görünce tüyleri diken diken olanlar, o ipe kul olmuşlardır.

Kimse, İspanya’da veya Almanya’da kişi başına düşen yıllık et tüketimine bakmaz. Buradaki tüketim, İspanya’daki tüketimin neredeyse üçte biridir. Ama vegan dernekleri burada fonlanır. Sol örgütler, vegan, feminist ve lubun parasına çökmeye mecburdurlar.

Çünkü Gates gibi vakıflar, uluslararası sözleşmelerle buranın tarım ve sağlık bakanlıklarını kendisine bağlamıştır. Çünkü egemenlere göre nüfus fazla, yoksulluk derindir.

Halkevleri’nin bağlı olduğu eski bakanlardan birinin dediği gibi, “bu okullar olmasa eğitim bakanlığını yönetmek çocuk oyuncağıdır.” Aynı mantıkla, bugün Halkevleri gibi örgütlerin bağlı olduğu uluslararası sermaye hareketi, yoksulluğu değil, yoksulu azaltma, yoksul sayısını düşürerek yoksulluğun yükünden kurtulma uğraşısı içindedir. Bu yaklaşım, “devleti birileri ufaltsın da bizim elimiz rahatlasın” yaklaşımıyla uyumludur.

Bu sol, Türkiye’de Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019 tarihli bir kanunla koruma altına alındığını görmez.[4] Görmek istemez. DİSK’inin, KESK’inin, TTB’sinin, TMMOB’unun hangi uluslararası odakların emrini yerine getirdiğini sorgulamaz. Koca koca örgütlerin bu STK’ların kölesi hâline gelmesine kimse itiraz etmez.

DSÖ’nün Türkiye’de açtığı “Ayrık Ofis”in hukukî dokunulmazlığı mevcuttur. İçinde uyuşturucu satılsa dahi buranın polisi, savcısı büroya müdahale edemez. Büronun pandemiden bir yıl önce açılmasını kimileri tesadüf sayabilir. Muhtemelen aynı yıl aşı ruhsatları ve aşılamayla ilgili GAVI İttifakı ile anlaşma imzalanmış olması da tesadüftür. “Maske zararlı!” diyen doktorların bir süre sonra “maske takmayanlar hapse atılsıın!” demesi de önemsizdir. “Çocuklara virüs bulaşmıyor!” diyenlerin, bugün “Pfizer çocuklara aşı yapıyormuş, yaşasıın!” diye havalara fırlaması da üzerinde durulacak bir konu değildir.

Sosyalist hareket, “AKP versus uluslararası toplum” denklemi kurup herkesi ve kendisini kandırmayı seçmiştir. O, kendisini uluslararası sermaye hareketine bağladığı için, AKP’nin adımlarına ses edememektedir. DSÖ ile ilişkiler, gelen emirler, uygulanan talimatlar konusunda herkesten önce sol öne atılmaktadır. Kafe, bar ve otel işçileri için sendika kuran da odur, o işçilerin ellerine “bir iki aylık tam kapanma istiyoruz” pankartı veren de! Sosyalist hareket için işçiler önemsiz ve değersizdir, önemli ve değerli olan, uluslararası sermaye hareketi ve uluslararası sermayenin hareketidir.

Bu anlamda AKP, Avrupa sermayesinin hibrit araba imalatına ortak olmak zorundadır. Ama sol, buna tek laf edemez, sadece lansman günü İnan Kıraç sahneye çıkmadı diye sevinir, çünkü o (SDP’nin de dediği gibi) “burjuvazinin sol kanadı”dır, demek ki “Kıraç, AKP’den desteğini çekmiştir”. Ama solun hevesi kursağında kalır, akşamına İnan Kıraç, “biz, diğer şirketimizle konsorsiyumun içindeyiz” der. O solun yüzü, gene kızarmaz. Utanmazlığı ilericilik diye satar.

Sol Parti, utanma nedir bilmeden andığı Kızıldere konusunda yazdığı bildiride, nasıl oluyorsa “bağımsızlık”tan bahseder, ama bir yandan da İstanbul Sözleşmesi’ni savunur. Aslında sözleşmenin kadınla ve kadın cinayetleriyle bir alakası yoktur. Tümüyle belirli bir ülkenin “medeni kanun”unun ve aile hukukunun uluslararası kurullara teslim edilmesi ve liberalizmin bireyci felsefesinin hüküm sürmesi adına kaleme alınmıştır. Öyle ki anlaşmayı İngiltere gibi birçok ülke yürürlüğe koymamıştır. Dolayısıyla, sözleşmeden çekilmenin İngiltere’nin AB’den çıkmasıyla illaki bir bağı vardır.

“AKP ile uluslararası sermaye karşı karşıya” yalanını her gün ısıtıp satan sol, AKP’nin o uluslararası sermayeyle ilişkilerine laf söyleme imkânlarını da bir bir yitirmiştir. Demek ki kulağına üflenen sufle, bu tür bir emri içermektedir.

2009 civarı Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ihalesini sadece İsrail’e verilmesi üzerinden eleştirenler, bugün “İsrail ile ilişkilerimiz düzelsin!” diye bağırmaktadırlar. O mayınların temizlenmesinden, Suriye’yi savaşa sürükleyecek adımların atılmasından sosyalist hareket de memnundur. Çünkü ağza parmak bal çalınmıştır.

Her örgütün başında, sadece kendi çıkarını düşünmeyi üstünlük mertebesi sayan kişiler bulunmaktadır. O mertebeden bakıldığında, işçi-köylü, “aşağılık sürüngenler” gibi görünmektedir.

Sosyalist hareket, o işçinin-köylünün uluslararası sermaye yüzünden çektiği çileye tek laf edemez. İneğinin, buğdayının, suyunun, toprağının, işinin elinden alınmasına ses çıkartamaz. Bugün o örgütlerin tepesinde “nüfus çok fazla” diyenler oturmakta, bu kişiler, elit tabakanın gölgesine sığınabileceğini düşünmektedirler.

O nedenle, Duvar gazetesi, her gün Pfizer’in reklâmını yapar. O nedenle sol örgütler, yayınlarında abuk sabuk komplo teorisi eleştirileri yayınlar, gerici bilim tapınıcılığının misyonerleri olarak konuşurlar.

Bu eleştirilerde ABD’den alınmış bir piramide rastlanır. Komplo teorilerini aşamalandıran bu piramidin en tepesine çıkan, “aklını kaçırmış bir meczup”tur.

Piramidin ilk basamağında, nedense COINTELPRO adına rastlanır. Önce Yerli halkların, ardından Porto Rikoluların ve Latinlerin, sonrasında da Siyah hareketinin kontrol altına alınması amacıyla FBI bünyesinde kurulmuş bir birimin adı olan COINTELPRO, komplo teorisi eleştirmenlerine göre uyduruk bir komplo teorisinden ibarettir. Bu birimin gerçek olup olmadığını, altmış yıldır mücadele eden siyahî devrimcilere sormak gerekir.

Küresel planda uygulamada olan havuç-sopa politikası, komplo teorisi değildir. Artık emperyalizme ve kapitalizme dair analizler bile komplo teorisi diye savuşturulmaya başlanmıştır. Bu hamlenin ardındaki irade görülmelidir.

Solcu görünen uluslararası sermaye güçlerinin elindeki havucun karşısında baskıcı, “faşist”, zorba güçlerin sopası durmaktadır.[5] Sol örgütler, bu sopaya karşı kitleleri havuca örgütlemek, ikna etmek için vardırlar. Böylece kapitalistlerin çıkarları, “demokrasi ve özgürlük” sosuna daldırılmaktadır. Sol, kendisine biçilen bu rolü çok sevmiştir. Hem de devrim ve sosyalizmden daha çok sevmiştir.

Her gün tanık olduğumuz, fil avcılarının hikâyesidir. Siyah adamlardan yediğimiz dayaktan sonra beyaz adamlar gelip bizi (güya) kurtarmaktadır. Ama aynı yasalar, aynı kurallar, aynı sömürü ve zulüm düzeni şerbete daldırılıp bize yutturulmaktadır. Sopayla mücadele, havuçla mücadeleye muhtaçtır.

Eren Balkır
1 Nisan 2021

Dipnotlar:
[1] Cemil Koçak, “Atatürk 80 Yıl Önce İnönü’ye Nusayri Raporu Yazdı”, 1 Haziran 2013, Star.

[2] Eren Balkır, “Hulk’ın Devrimci Yolu Eleştirisi”, 10 Ocak 2009, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Mustafa Sönmez Bu Şafaklarda”, 16 Nisan 2019, İştiraki.

[4] TBMM, “DSÖ Ayrık Ofisi Anlaşması”, 26 Nisan 2019, PDF.

[5] Hiroyuki Hamada, “The Mechanism of Invisible Empire”, 14 Şubat 2021, Off.

0 Yorum: