Hulk
Kural böyle, aldatan aldanır
İnsan en çok kendini kandırır.
[Yıldız Tilbe]
1962’de Stan Lee ve Jack Kirby tarafından yaratılan
kurgusal süper kahraman Hulk, yaratıcılarının ifadesine göre, Dr. Jekyll-Mr.
Hyde ile Frankenstein’ın bir bileşimidir. Çekingen bir karakter olan fizikçi
Bruce Banner’ın ikinci kişiliği olan Hulk, Amerikan popüler kültürünün başarılı
bir imgesi olarak kabul görür.
Genel değerlendirmeye göre o, Soğuk Savaş
Amerika’sının orta sınıf ailelerine mensup gençlerin idolüdür. Soğuk Savaş,
Irak Savaşı ve 11 Eylül gibi momentlerde, farklı biçimlerde tekrar yorumlanır.
Savaş korkusunun, hüsranın ve psikolojik yıkımın temsilidir. Hulk, altmışlarda
Vietnam Savaşı ile ilgili düş kırıklığının popüler kültürdeki simgesidir.
2003 versiyonunu çeken Tayvanlı yönetmen Ang Lee, film
çekimi esnasında Irak Savaşı’nın kendisini etkilediğini, onun, zaman içinde
bastırılmış olan kariyerini simgelediğini söyler. Hulk, 11 Eylül’e dönük bir
tepki olarak yeniden biçimlendirilir. Genel anlamda orta sınıfların değer
düşümü noktasında yaşadıkları öfkeyi ve sıkıntıları ifade eder. Savaş gibi bir
yıkım momentinde maruz kaldıkları ideolojik “radyasyon” sonucu başkalaşan,
kendini olandan cüsseli ve güçlü gösterme gayretinde olanların sesi olur. Hulk,
Chávez’in dilinde “dünya jeopolitiği, Hulk misali, dönüşüm öncesi geriliyor.”
cümlesinde karşılığını bulur.
“Olağanüstü İzbandut”, yani Hulk, beden imgesinin
bedene gerilim süresince hükmettiği bir hayal dünyasıdır. Savaşların orta
sınıflarda yol açtığı travmanın karşılığıdır. O, öz-bedenin muhafazası, beden
imgesinin kontrolsüz genişlemesine muhtaçtır. Burada çift dinli, çift dilli,
çift cinsiyetli ve çift kimlikli olmak şarttır. Öz-bedenin muhafazası için onun
çatışmaların içinde kalmaması, korunaklı bir yere doğru çekilmesi gereklidir.
Hulk’ın yazarlarının ifadesi ile onun eşcinsel oluşunun sebebi de buradadır.
(Genişleme ânında bütün kıyafet parçalanır, ama pantolon yırtılmaz!) Hulk’ta
zekâ asıl sahibinde, yani Bruce’tadır, ama Hulk’ın kendisi geri zekâlıdır.
Sinirlendikçe daha da güçlenir, ancak zihnî kontrol hep Bruce’tadır.
* * *
Bu Hulk hikâyesi ve tasviri Dev-Yol’a dair çok şey anlatıyor.
1977 tarihli bir bildirge ile sahneye çıkan Dev-Yol, partileşmeme, ideolojik
anlamda irileşme, halkın pratik mücadelesini istismar şeklinde özetlenebilecek
bir kurgu ile yola koyulur. Mahir’de halk, somut ve gerçek iken, Dev-Yol’un
diline tercüme edilen “halk” soyutta kurulmuş, çıkarları devrimde değil,
gündelik kazanımlarda olan, “antifaşist”, hiyerarşik oluşumları dışlayan,
Mahir’in kitle kazanımları üzerinde bir süre yükselen, yükseldikçe gerçeğini
kaybeden bir kurgudur. Bu dönemin ara kadrolarının seksen sonrasında şeflerini
şef olma arzusu ile eleştirmesi sonucu doğan Halkın Devrimci Yolu’nda bu “halk”
iyice şişirilir. “Halk”tan kasıt, CHP’nin devlet ve sermaye eliyle kardığı
hamurdur.
12 Eylül’ün şiddeti, gerçek’ten kaçışı örgütler. Ara
kadrolar, beka adına, varlıklarını muhafaza etmek amacıyla, “yukarı”ya, üst
ideolojik, aklî ve hayalî dünyaya sığınmışlardır. Halka böyle yaklaşanlar, “biz
örgüt değil, dergi çevresiyiz” dedikleri mahkeme salonlarına o halkın
gelmemesine küsmüşler, halk düşmanlığını teorize etmişler, halka dışsal,
tepeden bakışlarını meşrulaştırarak, konumlarını aklîleştirmişlerdir. Halka
dışrak olanlar da, onun çekilip dışarıda durması karşısında küsenler de
kendileridir.
79-82, 89-92, 99-2002 momentleri dâhilinde diğer sol
örgütler gibi Dev-Yol da belli dönüşümlere maruz kalır, ama bu konuda hesap
vermez, bir şeyler, özsel ve biçimsel anlamda bu tür momentlerde her türlü
dönüşüme karşı direnir.
78’de Dev-Yol’un Dev-Sol ile bölünmesi gibi birçok
örgüt darbeye giderken bölünür. Bu, darbenin sesleri duyulmaya başlandığında
sözkonusu örgütlerin savaşmayacağını ele verir. Bölünme hâli, “savaşmayacağız”
demenin başka bir biçimidir.
Darbenin yerleşip kurumsallaşmasını müteakip Faşizme
Karşı Birleşik Direniş Cephesi kurulur. Tabanı oyalamak için, PKK’nin coşkusuna
ve dışsallığına tutunulmaya çalışılır. Ülke gerçeğinden kaçanlar, beka adına,
Beka’nın sıcak kucağına sığınırlar.
89-92 arası dönem, hem Sovyetler’in dağılmasını, hem
de PKK ile Dev-Sol’un yükselen eylemliliğini verir; burada teorik ve pratik
anlamda sosyalist hareketin “yeni” bir kurguya yönelmesinin imkânları da bir
kez daha ertelenir. 99 Apo’nun tutsaklığı, 2000 Ölüm Orucu süreci ve 2002
AKP’nin iktidara gelişine işaret eder. Bu dönemeçlerdeki genel refleksler,
Mahir dâhil tüm devrimci gençlerin 69-72 dönemecinde neyi nasıl yaptığına
ilişkin bilgiyi berhava eder. Zaten Mahir’in de içinde olduğu dönemecin ortaya
koyduğu mücadele birikimi, hemen ardından redde tâbi tutulup, bu ret miras
kabul edildiğinden, ilerleyen dönemde oluşan momentlerin gereği de
yapılamamıştır. Nesnel planda Türkiye’nin yerli “Bruce Banner”ı olan HDY, bu
beceriksizliğin, red-i mirasın ve kaçkınlığın ürünüdür.
HDY’nin sözkonusu dönemeçlere dönük cevabı, fiilî
gerilimlerin, çelişkilerin her iki tarafına ayağını basarak nemalanma
yöntemidir. Gerilimler ve çelişkiler, bu tip özneler için nesnel, maddî değil,
öznel ve manevîdirler. Çelişkinin seyrine göre bir tarafa kaçmak için fırsat
kollanır. O iki ayak fırsatçılık gereği iki tarafa basar.
82’deki başarısızlık, birçok örgütü troçkizmin
kucağına fırlatmıştır. 89 ve 99’da da yaşanan budur. Kitlenin evladı, ürünü
olduğunu unutanlar, en geri kitlenin içinde “kaynama”nın, erimenin, ama bir
yandan da diri, çelik bir çekirdeğin muhafaza edilmesinin gerektiğine
inanmışlardır.
Yukarıda sıralanan her dönemeçte her örgüt gibi HDY de
radyasyona maruz kalmış, kendi öznelliğinin şişkinliğini yansıtan bir dizi
“işçi” ve “halk” karikatürüne yönelmiştir. HDY’nin Hulk’ı, bu dönemeçlerde, her
seferinde biraz daha irileşmiş olarak, bir kez daha doğar.
Bürolardaki entelektüel faaliyetler esnasında biraz
daha genişleyip düzleşen akıl ve düşünce dünyası, kendisine uygun bir
nesnelliği de peşinen üretir. Düşünce ve aklın ekonomisi yayılmacı, yağmacı bir
seyir izledikçe olguların özgüllüğü kalmaz, bunlar çıbanbaşı gibi durmaya
başlarlar. Düşünce, kendisini maddî dünyaya da dayatır ve kendi pürüzsüzleşen
doğasını gerçek doğaya kabul ettirmeye çalışır. Bunun için Hulk gibi devler,
süper kahramanlar, her şeyi düzleyecek bir buldozer gibi iş görürler.
HDY’nin de bahsi geçen dönemeçlerde şişirdiği,
irileştirdiği Hulk, böylesi bir buldozerdir. Kaleme aldıkları bildirge[1] bu
buldozerin kullanım talimatı olarak biçimlenir.
Dar Kadro-Geniş Kitle
“Halk soyut bir kavram değildir. Halk, ülkenin
içinde bulunduğu devrim aşamasında çıkarları devrimde olan sınıf ve
tabakalardır.”
[Mahir Çayan]
Sol, gerçekte bir boş alan, gösteren olarak
örgütlenir. Bu yönüyle temel kişisel sorunlarını, gerilimlerini
toplumsal-tarihsel niteliklerinde gören, onları genel bir bağlam içine
oturtamayıp öznel algılayan, örneğin, tüm sorunlarını Kürt, Alevî, işçi, fukara,
çingene, müslüman oluşuna bağlayan, bunlardan kurtulduğunda özgürleşeceğini
zanneden kişileri bu boş alana doldurur. Bu tip kişiler, örgütler kurup belli
kademelere yükseldiğinde de toplum içinden bu tip unsurları görecek, onlara
yönelik ideolojik ve politik çalışma içine gireceklerdir. İşçilikten çıkan şef,
işçi olmak istemeyenleri örgütler. Bu türden şeflerin teorik metinlerinde,
bildirilerinde adı geçen işçi sınıfı, halk ya da ezilenler, esasta burjuva
birey bağlamında ele alınıp özgürleştirilir.
HDY’cilerin sokaklarda “İsyaaan!” diye bağırarak
koşması, yeri geldiğinde “isyan” ile “devrim”i yan yana kullanması, bu
sınıfsal-politik zorunlu tercihten kaynaklanır. Esasında onun şahsında bireyin
yüceliği; devrimin hiyerarşisi, disiplini ve ahlâkı karşısında isyan
etmektedir:
“Devrimle
isyan eşanlamlı görülmemelidir. [...] İsyan, yerleşik olana karşı bir mücadele
değildir, çünkü o başarılı olursa yerleşik olan kendiliğinden çöker. [...] O
hâlde benim hedefim, yerleşik bir düzenin devrilmesi değil, benim onun üzerine
yükseltilmem olduğuna göre, amacım ve hareketim politik ve toplumsal değil,
egoisttir. Devrim düzenlemeler yapmayı emreder; isyan ayağa kalkmayı ve kendini
yüceltmeyi talep eder.”[2] [Stirner]
Kavramların üzerinde oynayanların, yakın zamanda
“devrim” diye bağırmaktan vazgeçip “isyan”ı öne çıkartanların bu alıntıda
buldukları çok fazla şey olmalıdır. Sınıf, toplumsal devrim/politik devrim
ayrımı ve temelde devrim gibi kavramlardan uzaklaşanlar, liberterizme ve
anarşizme yelken açmakta, Marksizmi bu iki suya yatırıp tasfiye etmektedirler.
“Toplumsal devrim, politik bir devrim aracılığıyla
gelirse ciddî bir şekilde tehlikeye girer.”[3] diyen Proudhon ise birey
merkezlilikten topluma, onların ortaklaşmalarına bakar. Bu ortaklaşmaların
kendisini politik değil, ahlâkî ve sosyal bir sonuç olarak değerlendirir. Bu
nedenle, bireyin çeşitliliğine karşı proletaryanın o kaba saba hâlini
çıkartanlara kızar. Politik devrim, toplumsal ahlâkî gelişmeyi sekteye uğratır,
dolayısıyla politik olandan uzak durulmalıdır. Bu alerji, politik olanın
parçalı, kısmî, görece niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Politika, bütünselliğe, homojenliğe ve tutarlığa
mecbur olan ilkesel, ahlâkî ve ruhsal olanın gelişimine halel getirir.
Toplumsal kurtuluşu soyut bir insanseverlikle gerçekleştirmek isteyen her
insan, toplumu sınıflara “bölüp”, o parçalardan birinin iktidarını talep
edenlere kinle bakacaktır.
HDY’nin “en geniş kitle, en dar kadro” formülünün
sırrı buradadır. Zihin engellilerin en kolay algıladıkları ve bu sebeple
onlarla ilgili örgütlerin rengi olan turuncu rengine boyanan bu örgüt, en
geriden, en geniş kitleye bakar. Bu noktada halk sabit, mutlak, su sızdırmaz,
sınıfsız ve hattâ tarihsiz olarak kodlanır. Politik ve ideolojik mücadele ile
en geniş kitle, halka doğru daraltılmaz, aksine halk algısı, en geniş kitleye
doğru şişirilir. Bu şişkinliğin içine çıkarı devrimde olanlar değil, evrimde,
güncel kazanımlarda, pratik mevzilerde olanlar dolar. Çıkarı devrimde olan ise
bu pragmatik kurguya ikna edilir ve devrimin yıkıcı, bozucu niteliğinden kurtarılır.
Dar kadro ise bir think-tank gibi örgütlenir. Geniş
kitlenin pratik mücadeleleri sınırlarını görmez, görenler ve o sınırlarda
dövüşenler, her seferinde dar çekirdeğin uzağına itilirler. “Militan kitle
hareketi” hiyerarşi emrettiğinde derhal ezilir ya da yatay düzleme yayılır. Her
şey, ezelî ve ebedî olan dar kadronun salahiyeti içindir. Kitle, her daim o
kadar geniş tutulur ki darlık muhafaza edilebilsin. Militanlık vurgusu da zaten
kitlenin öfkeyi içe çevirmemesi için lâzımdır. Alimallah, bu kitle birilerinin
zırhı olduğunu anlarsa, vay o zırhın arkasına saklananların hâline!
HDY, diğer küçük burjuva örgütler gibi, kitleyle
organik, maddî, hakikî bir ilişki kurmaktan imtina eder. Kitle ve halk, onun
masa başı işlemlerindeki sıradan bir kalemdir. Kitlenin maddî, hakikî, organik
ve yapısal bir karşılığı olmanın yükümlülüğü ve ağırlığı HDY’yi ezeceğinden,
özne “kendimi en iyi nasıl korurum?” derdine düşer.
Katı, dar örgütlenme, alabildiğine yavan ve yayvan bir
kitle tasavvur eder. “Bana kitleni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim”
yöntemiyle analiz edildiğinde, onda görülen budur. Eski Dev-Yol’un orta kademe
kadroları, seksen ortalarından itibaren örgütlenmiş dağınık otonomların
felsefesini güncelleştirip oradaki yöntemi yinelerler. Orta kadrolar, orta
sınıf siyasetinin bir başka versiyonunu üretirler.
HDY ile aynı kozmosu paylaşanlarca kaleme alınmış olan
THKP-C’den Dev-Yol’a Bu Tarih Bizim adlı kitapta açıktan temel sorunlar,
zaaflar ve eksiklikler kişisel bir düzlemde analiz edilirler ve “biz olsaydık
böyle olmazdı” denilir. Ama bu yaklaşım, neden kendilerinin şef olmadıklarını,
faal olan üst kadroların neden o şekilde davrandıklarını soğuk ve objektif bir
dille analiz edemez. Günbegün kendisini kurup yıkan bir kitlenin organik, maddî
ve yapısal karşılığı, bileşeni olarak kendi öznelliğini “kurmayanlar”, seksen
öncesi hataları da canlı hayat, maddiyat ve yapısal hakikat dışında, öznelci,
idealist bir yerden görürler.
Hem Dev-Yolcu olan, hem de öyle olmayan bir üslup
deneyen HDY, Dev-Yol dışından gelen eleştirileri elinin tersiyle iter ve
Mahir’i reddeden Dev-Yol çizgisini bugüne uzatır. Dev-Yol’culuk, geniş bir
miras üzerinden dönen kardeş kavgası olarak biçimlenir. Miras alınan araziye AB
ya da Latin Amerika menşeili bir binanın dikilmesi arasında niteliksel açıdan
bir fark yoktur. Zira her ikisi de araziye rantçı bir perspektiften
yaklaşmaktadır.
Mirasın kurucu devrimcisi Mahir Çayan için halk,
devrimle tanımlı, ideolojik-politik çıkarlarını devrime doğru daraltmış, bu
anlamıyla devrim yolunda sürekli bir oluşum hâlinde olan bir “özne” iken,
HDY’nin “halk”ı, devrim ayracına tâbi tutulmamış, özel kişilerin özel
tahayyüllerinde, özel çıkarlara binaen, önceden oluşturulmuş bir kurgudur.
Mahir’in halk’ı, sınıfla, sınıfsal olanla, sömürüyle ve zulümle, mazlumlaşma
süreçleriyle, iktidar karşıtlığıyla malul iken, HDY’nin “halk”ı, tüm bu
gerilimli alanlardan münezzeh, steril ve soyuttur.
İşçi sınıfının ekonomi ile bağları kurulabiliyorsa
halkın ve milletin de coğrafya ile ilişkisi kurulabilir. Fabrikanın sınırlarını
aşmak, marksizmi bu alanların gerilimi içine sokmuştur. Tüm yaşananlardan sonra
fabrika ölçeğine geri dönerek arınmak isteyenlerle, saf, kendinden menkul ülke
ölçeğine geri dönerek arınmak isteyenler, aynı kumda oynarlar. Biyoloji ve
beden üzerinden aynı arınmayı yaşamak derdi ile ilkel beden tasavvuruna dönmek
isteyenler de aynı yerdedirler. Teorideki soyutlamaların sadeliğini pratik
hayatta arayanların bu tür yönelimleri ciddî bir apolitizm üretir. Bu tip
solcuların işçide, halkta ve ezilenlerde gördükleri kir, kendi kirleridir.
Kendilerini yüceltmek için bu unsurları yerin dibine batıranlar, önce
kendilerine bakmalı ya da kendilerinin, bu unsurların politik karşılıkları
olduklarını bir kereliğine hatırlamalıdırlar.
Esasta HDY’nin halkçılığı bir tür laik
milliyetçiliktir. “Demokrasi, bağımsızlık ve eşitlik” sloganları bu
laikliğin sonucudur. Laiklik ise burjuva devletinin zırhıdır. Bu sloganlar,
sınıflar mücadelesinden ve onun kirinden azadedir. Sözkonusu kavramları
kitlelerin pratik mücadeleleriyle devrime uğratmadan ilerleyen HDY, eni sonu
burjuva siyasetine bağlanır. Zira yaptıkları, belediyelerde ve çeşitli kitle
örgütlerinde kitleyi pazarlık silâhı olarak kullanmaktan ibarettir. Kitle
genişleyecek ki kirlensin, böylelikle temiz dar kadrolara gün doğsun, hesap budur.
HDY, gerçek, canlı, maddî bir halkın değil, özel
kişilerin özel kurguları dâhilinde ürettikleri özel bir tahayyülün “DY”sidir.
Ne yârdan ne serden geçen küçük burjuvalar, DY tarihi içinde onu ara bir
düzleme çekmişlerdir. Yâr eski DY, ser eski şeflerdir. Halkın DY’si, bu açıdan,
bir ara halkla, dışarıdan bir üslupla temasta olan eski ara kadroların
DY’sidir. Zaten fiilî olarak eskiden kurulmuş olan bu ara kadrolardan
müteşekkil özne, kadroların geçmişte somut insanlarla, halkla kurdukları ilişki
içinde soyutlayıp kurdukları “halk” denilen bir nesneye seslenir. Burada
diyalog değil, monolog vardır. Kendi çalar kendi dinler! Kurduğu nesnenin
teorik, ideolojik ve politik sınırları, kendi öznelliğinin teorik, ideolojik ve
politik sınırlarıdır.
“Avcı-toplayıcı sosyalizmi”nin inatçı militanları,
ağlarını germiş beklemektedirler. Avlandıkları göl kendilerinindir,
topladıkları balıklar zaten kendilerine benzerler. Geniş kitle içinden dar
kadro toplayanlar, geniş kitlenin politik, ideolojik ve teorik mücadele
dâhilinde belli bir darlaşma yaşayacağını düşünmezler, daha doğrusu, bu konuda
isteksizdirler. Zira böylesi bir daralma, önceden kurulmuş dar kadroyu
tedavülden kaldıracaktır. İsteksizliklerinin sebebi, temin edecekleri kadronun
da Marx’ın Almanca ifadesi ile “lose”, larç, gevşek olması yönündeki
taleptir. Devleti karşıya alacak bir devrimci parti yoluna girememelerinin
sebebi ve sonucu, sırtı böylesi kadrolara yaslamaktır.
“İşçilere
sınıfsal politik bilinç sadece dışarıdan, yani ekonomik mücadelenin, işçilerle
işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilginin temin
edilmesinin mümkün olduğu yegâne alan, tüm sınıfların ve katmanların devlet ve
hükümetle aralarındaki ilişki alanı, tüm sınıflararası karşılıklı ilişki
alanıdır. Bu sebeple, işçilere politik bilgi taşıma noktasında ne yapılması
gerektiğine ilişkin sorunun cevabı, sadece pratik işçilerin, birçok durum
dâhilinde, özellikle ekonomizme meyledip, çoğunlukla ‘işçilerin içine gitmek’
fikri ile tatmin olanların verdiği cevap olamaz. İşçilere politik bilgi taşımak
için sosyal demokratlar, halkın tüm sınıfları içine gitmeli; ordusuna âit
birimleri tüm yönlere sevk etmelidirler.” [Lenin -Ne Yapmalı?]
Lenin’in politik düzlemi halka denk düşer, ama bu
düzlemin merkezîleştirilip statikleştirilmesi, hâlihazırda müesses bir olgu
olarak gücün dayanağı hâline getirilmesi, yani halkçılık Lenin’in siyasetini
iğdiş eder. Marx’ın “işçi”si nasıl ki işçiciliğin gayya kuyusunda boğulmuştur,
Lenin’in örtük, Mao’nun açık “halk”ı da halkçılık, halk kuyrukçuluğu ile
ezilmiştir. “İşçinin veya halkın kıçı arkasında secdeye varmak” (Lenin’in
Plehanov’dan alıntıladığı ifade -Ne Yapmalı?) devrimci öznenin her daim
eksikli, tam olmayan, gerilimli karşılık olma esprisini siler. İşçi veya halk
sabitlenirse, onun bir döneminin fiilî teorik, ideolojik ve politik karşılığı
olan devrimci özne de sabitlenir. Böylesi bir sabitenin, mücadelenin iç
dinamizminde tehlikeli sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.
Kemalizm-Bolivarizm
“Günün ânlık/geçici çıkarları için önemli ve temel
sebeplerin (bu) unutuluşu, takip edecek sonuçları göz önüne almaksızın ânın
başarısı için verilen mücadele ile gösterilen gayret ve hareketin geleceği için
bugününün kurban edilişindeki kasıt muhtemelen ‘dürüstçedir’, fakat bu
oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır, ayrıca ‘dürüst’ oportünizm belki
de tüm oportünizmlerin en tehlikelisidir.
[F. Engels -Erfurt Programının
Eleştirisi]
Simón Bolívar 1783’te Caracas’ta doğar ve 1830’da
veremden Kolombiya’da ölür. “Kurtarıcı” lakabı ile anılan Bolívar için 1858’de
bir yazı yazan Marx, onun “sahtekâr, dönek, fesat, yalancı, korkak ve çapulcu”
olduğunu söyler. Marx analizinde; kreol burjuvazisinin temsilcisi olan
Bolívar’ın, ezilen halkları toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri
değiştirmeyen antiemperyalist bir mücadeleye sevk ettiğini, esas olarak yaptığı
devrimin Avrupalı burjuva devrimlerinin “soluk bir taklidi” olduğunu, siyahî
mazlumların sayısal çoğunluğundan ürktüğü için onlara “özgürlük” bahşettiğini,
sonuç olarak “Amerika’nın yeni Napolyon’u” olan bu zatın İspanyol
boyunduruğundaki kıtayı Britanya ve ABD eline teslim etmek için askerî anlamda
destek aldığını tespit eder.[4]
Rousseau’dan feyz alan Bolívar, esasta bugünkü Avrupa
Birliği’ne eş bir ön kurgu ile hareket eder. Ondaki birliğin temeli, askerîdir.
Bu noktada bizdeki zihniyetle ortaklaşır. Kemalizmin bolivarizmle kesiştiği
zemin, burjuva dönüşümün ve kuruculuğun ordunun kontrolünde
gerçekleştirilmesidir.
HDY ise AB’ye ABD projesi diye karşı çıkar. Bu
karşıtlık temelsiz olduğundan, Latin Amerika’nın AB’si olan bolivarizmin
gerçeğine bağlanır; şeytanı kapıdan kovup bacadan alır. (s. 136) AB’ye
girilmesine, hattâ AB’nin kendisine karşıdır. Ama bu karşıtlık “yeni
sömürgecilik”, daha doğrusu anti-ABD’cilik noktasında, gereksizdir. HDY, ülkeyi
Avrupa medeniyetinde görerek AB’nin yıkılmasını söyler. AB ile ilgili bir
siyaset önermez, asıl hedefe yönelmeyi emreder. (s. 137)
ABD karşıtlığı ondaki batıcılığı örtmez. Bolivarizm
dolayımı ile gizlediği kemalizmi siyasal İslâm meselesine dönük yaklaşımında
açığa çıkar. O kadar Latin Amerikacılık yaparken, oradaki “kurtuluş
teolojisi”ni kendi gerçekliğinde aramaz, arayamaz.
Doğu denilince HDY’nin aklına birden “sınıf” gelir
nedense. Zaten sınıf, millî ve dinî dinamikleri ezmek için basit bir araçtan
ibarettir onun için. Millî ve dinî olanın sınıfsallığını anlamaz. Somut bu
türden dinamiklerin karşısına teorideki “sınıf”ı çıkarır birden. “Doğu müslüman
dünyası değildir” der. Coğrafî olarak böyledir, ama politik coğrafî açıdan
doğu, bugün, müslüman dünyasına doğru daralmıştır: doğu müslümandır, müslüman
doğudur.
HDY, hâlâ “yeşil kuşak” ve “emperyalizm güdümündeki
İslâm”da kalmıştır. Bugün o emperyalizme silâh sıkan İslâm’ı anlamaz, onu “kökü
dışarıda” bulur (ki ne var bunda!). HDY’ye bahsini ettiği “Ortadoğu’nun ilerici
toplumsal güçleri”nin kimler olduğu sorulmalıdır. Cevabı mutlaka Fransız
Devrimi ve burjuva ideolojisinin toprağından türeyenler olacaktır.
“Bağımsız ve demokratik Ortadoğu” sloganı dinsizdir,
milletsizdir ve aslında sınıfsızdır. Bu anlamda bunlardan bağımsız olmak ve
eşdüzlemde oydaşmak isteyen küçük burjuvalara dönük bir çağrıdır. Bu açıdan
HDY, millî ve dinî hareketlere karşı hem savaş öngörür, hem de “bunlar iktidara
gelirse bizi ezer” diyerek feveran eder (ne yapsın peki?).
Bu tip solcuların temel kozu olan İran Devrimi ile
ilgili şu tespit yapılabilir: 79 öncesinde İran’da sol ne söylerse söylesin
Yahudi ve batıcı idi. Ya da bugün Kürt coğrafyasında ne söylenirse söylensin
Türk’tür ve devletlûdur. (HDY de ikisinin harmanı olan bir solculukla laflar
sıralayacak ve millî, dinî hareketlerin kendisine yönelik öfkesini
kabullenecek!)
Bir işçi sınıfsal gerçekliği, bir milliyetçi milleti,
bir dindar dini içinde savaşmıyorsa, bunlara önerilen antiemperyalizm de
yalandır. Kitleler, emperyalizmin yumruğunu yediği vakit kapitalizme karşı
olabilirler ve ona karşı mevzilere koşabilirler. Ama önce sınıf, millet ve din
içindeki savaş bölgelerinde olmak, oranın gereğini yapmak gereklidir. HDY bir
SİP’li gibi düşünür, L. Amerika’da bu işlerin nasıl döndüğünü o kadar
Latinciliğine rağmen anlamaz.
Bu açıdan HDY’nin antiemperyalist, daha doğrusu “yeni
liberal yeni sömürgeciliğe karşı mücadelesi” de yalandır! Mahir’in “yeni
sömürgecilik” tespitini neo-liberalizmle birlikte ele alan örgüt, Mahir’in
tespitinde hedefin devlet olduğunu görmez ve onu hedef olmaktan çıkartarak,
devlete karşı savaşı askıya alır.
HDY, Mahir’in Mao dolayımı ile edindiği “yeni
sömürgecilik” kavramını “neo-liberal” sıfatı ile zenginleştirdiğini ve bu
sayede Mahir’e bağlı kaldığını düşünür. Oysa Mahir’in politik hedefini ucuz bir
iktisat bilgisi ile sulandırır ve somutta ondan uzaklaşır. Mahir, HDY
pratiğinde bir kez daha alnından vurulur.
ÖDP’yi “sol liberalizm” başlığı altında eleştiren HDY,
Kürt ve Filistin meselesi sözkonusu olunca onunla aynı dilden konuşur ve aynı
minvalde “yaşama kültürü”nden dem vurur. Onun dilinde içi boş bir sözcük olan
“halk”, her yerde joker niyetine kullanılır. “Halkçı”dan kasıt, savaşsız,
mücadelesiz ve kavgasız, uzlaşmış, stabil, huzurlu bir gerçek hayâlinin
savunusudur. Oysa devrimciler savaştan, mücadeleden ve kavgadan asla kaçmazlar!
“Yeniden kardeşleşme” de buraya denk düşer. Ahir
zamanda bir ara kardeşlik vuku bulmuş gibi Türk ve Kürd'ü soyut “etnik” bir
halk düzleminde yan yana getirmek niyetindedir. SİP bu işi sınıfla kurar. Bu
solcuların devleti eskiden “Kürt yoktur” diyordu, bunlar da “Kürt yok, sınıf ya
da halk var” diyorlar. (s. 142)
Türkiyeli ya da Ortadoğulu değil, Latin Amerikalı[5]
olan HDY, bu eksende düşünerek Mahir’in bunalım dönemleri analizini
“bilimsel-teorik” düzlemde genişletir ve ondan kopar. Mahir, Sovyetler’in
bunalım dönemi analizini politikleştirir. Sovyetler, bilimsel-teorik tespiti
politikaya dayatır ve Mahir, bu dayatmayı revizyonist bularak reddeder. Oysa
HDY, bu bilimsel-teorik çalışmayı sürdürerek revizyonizmi günceller. Mahir,
altmışlarda kutuplaşan “sol ve sağ TKP”nin iki okulundan devrimci politik
müdahale ile kopar. HDY ise ilgili alana evrimci teorik bir müdahale ile tekrar
bağlanır.
Mahir, MDD ve SD’yi var olan devlete dokunmamakla
eleştirirken HDY, ayağını iki yana basarak, ikisinin birleşimi anlamında bir
“sosyalist halk devrimi” formüle eder ve devleti görmeyen, sadece AKP
hükümetine karşı bir eylemlilik içinde, radikal CHP’cilik yapar. Oysa Mahir’i
teorik-bilimsel ya da akademik değil, ideo-politik düzlemde okumak gerekir. İlk
düzlemde yapılan okuma, Mahir’i bugün CHP’ye üye yapmakta, örgütünün yönetim
kurulunda CHP milletvekilleriyle yoldaş kılmakta bir beis görmez.
Teorik ve pratik devrimciliğinde Latin Amerika
solculuğu tali olan Mahir’de “sömürge tipi faşizm” tespiti HDY’de “sömürge tipi
kapitalizm”e dönüşür. Mahir’in tespiti, onun devrimci mücadelesi sayesinde
“sömürge tipi olmayan faşizm”e alan açamazken, HDY’nin tespiti, onun evrimci
küçük burjuva siyaseti sayesinde “sömürge tipi olmayan bir kapitalizm”e cevaz
verir. (s. 110)
HDY şahsında Mahir’in “oligarşi”si, doğal olarak
oligarşi karşıtı hareket de tekelci sermayeye bağlanır (s. 118 ve 122). “Yerel
sermaye birikim kanallarının tıkanmasından, uluslararası sermayenin yerli
sermaye üzerindeki üstünlüğünden” (s. 109) yakınan HDY, bu konuda somut
işaretler verir. Dünyasını, Halkevleri mitinginde krize çare olarak “ülkeden
yabancı sermaye çıkışı önlensin” önerisinde bulunanlarla ortaklaştırıyor
oluşunun sebebi de burada aranmalıdır.
Kemalizmin “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle”
olarak Türkiye tasavvuru HDY’de ses verir. TKP hainleri Kadrocuların icadı olan
bu fikir, marksizmi istismar ederek vücut bulur. Marksizmde üretim ilişkileri
ile üretim güçleri arasındaki çelişki başatken Kadrocular, teknoloji ile üretim
ilişkileri arasındaki uyumsuzluğa vurgu yaparlar.
Bu teknisist algı sonucu, sözkonusu çelişkinin
sosyo-politik zuhuru olan sınıf mücadeleleri yerini, teknik bir kalem olan
devletlerarası çelişkiye bırakır. Bu özneyi, çelişkiyi milletlerarası güç
ilişkilerine indirgeyen faşistlere yakınlaştırır. Devlet ve ülke sınıf ötesi,
üstü bir gerçeklik olarak alınır. O, her şeyden münezzehtir ya da öyle
olmalıdır. Sömürülen ve sömüren devletlerarası kavgada zaten devletin sınıf
dışı ele alınması zorunludur. Milliyetçiler “sınıf diyerek milleti
bölüyorsunuz” derler, (sanki biz komünistler böyle dediğimiz için sınıf vardır!)
devletçiler de benzer bir mantık uygularlar.
HDY’nin dayandığı zeminde devlet ve milletin yerini
“halk” alır. Bu soyut, ama ezilen ve sömürülen olgu sınıf dışı, bu anlamıyla
toplumsal ve tarihsel hareketlilikten bağımsızmış gibi ele alınır. Teorik
olarak bu halk ile devlet ve millet kurgusu arasında geri dönülmez engeller
yoktur. HDY’nin devletçi ve milliyetçi ideolojileri eleştirmesinin sebebi, iki
maddenin aynı ânda, aynı yerde olamamasına ilişkin yasa ile ilintilidir. Onun
kemalizmle bağı buradadır.
HDY, otuzlarda bir iktidar ideolojisi, altmışlarda ise
bir muhalefet ideolojisi olarak kurulan kemalizmin doksanlarda muhalif bir
iktidar ideolojisi anlamında yeniden kurulma sürecine âit bir öznedir. Bu
anlamda, Venezuela merkezli olarak oluşturulan muktedir bir “muhalefet”
ideolojisi olan bolivarizmle buluşur.
Öznel bir algı ile bolivarizmle, alttan alta
kemalizmle buluşan HDY, sanki bir insan doğmuş gibi emperyalizmin doğum
tarihini (1870) verir (s. 39). HDY, bu dönemlere ilişkin ülke gerçeğindeki
sınıfların seyrini, devletin aldığı içerik ve biçimi, toplumsal çelişkilerin
niteliğini anlamaktan imtina eder.
Onun gözü başka yerdedir: “emperyalizm” diye karikatür
bir düşman belirlemek, onu “kötü”, bu kötüyü alt edecek kahramanı, yani
kendisini de yücelterek “iyi” olarak kodlamaktır niyeti. Maniheist bu iyi-kötü
savaşına koşulan teoride, bilimsel anlamda, o “iyi”nin neden iyi, “kötü”nün de
neden kötü olduğuna ilişkin bir izahat bile yoktur. Kötüye karşı devlete ve
kimi burjuva olgulara sarılan HDY’nin derdi, bu Yeşilçam senaryosundaki
“iyi-kötü” çatışmasındaki kendi safına âit kimi kötülükleri ideolojik anlamda temizlemektir.
Yazdığı bunalım hikâyesinde kronolojik hatalar vardır;
meselâ III. Dönem 1990’da biterken, IV.’sü 1982’de başlar (s. 39)[6] Nedense
her üç dönem de öznel müdahaleler, yıkımlar ve savaşlarla bitmiştir. Demek ki
kendi bahçesinde oyun oynayan HDY, kendi belirlediği tarihî süreci (hikâyeyi)
gene kendisi bitirecektir. Tam bir zanaatkâr solculuğu! (Ayakkabının imalatına
ben başladım, ben bitiririm!)
“IV. bunalım” döneminin genel karakteristiği,
işçileşmedir, HDY’ye göre. Ama o bu işçileşmeyi berbat bir durum olarak
resmeder. İşçileşen kesimlerin önceki hâllerine âit his ve düşüncelerini
formülleştirip yeni işçileşmiş olana bir parmak bal niyetine sunar. Mülklü,
eski Dev-Yolcu ağabeylerinden devraldıkları reklâmcılık ve yayıncılık
bürolarında mülksüzlere nostalji önerir. “İlerici hareketlerin toplumsal temeli
ise (artık işsizler, geçici ve yarı işsizler, emekliler, kadınlar, göçmenler,
gençler, sözleşmeli köylüler gibi grupları da içine alan yeni bir bileşimle
toplumun çoğunluğunu oluşturan) işçi sınıfına daralmıştır.” (daha ne olsun!)
Niceliksel hesaplar yapıp “işçi sınıfı bitti” diyerek
sınıf dışı kitlelere yüzünü dönen diğer sol özneler gibi HDY de, tersten, sınıf
tanımını alabildiğine genişletir. İnsanın sorası geliyor: “Daralmadan önceki
temel nasıldı, kimler vardı?”, ama bu tanımda bir hinlik var: esasında burada
ücretli işçiler yok. Dolayısıyla o kadar sayfalar dolusu iktisadî analiz ne
devlete değer ne de işçi sınıfından dem vurur. (s. 56)
Buradaki kafa karışıklığı, Marx öncesi dönemin sol
kapitalizm eleştirilerinin bugün de hükmünü korumasını gösterir. Bu noktada iki
kanaldan söz edilebilir: ilki, kapitalizmi geriye, ikincisi ileriye doğru aşar.
Marx’ta bugün HDY gibi örgütlerin üçüncü yolculuğundan
eser yoktur ve her iki kanala elde kılıç dalıp onlarla hesaplaşır. Ayıracağını
ayırır, birleştireceğini birleştirir. Nesnel-teorik bir ifade olarak ayrışma ve
birleşme marksizmde gerçekleşir. İngiliz, Fransız ve Alman sosyalistlerinin
ayrı ayrı dillendirdikleri kapitalizm eleştirilerinde geriye ve ileriye dönük
aşma niyetleri, kapitalizmin insanın aklıyla, diliyle, hissiyatıyla başlayıp
bitecek öznel bir şey olmadığı, tümüyle toplumsal-tarihsel anlamda maddî olduğu
tespiti ile devrimcileştirilir. Kapitalizm gerçeğini tüm açıklığı, soğukluğu
ile anlamaktan, onun verili hâlinden kaçan her iki niyet de belli bir iç
dönüşüm ardından marksizm dâhilinde maddî zeminine kavuşur.
Özne kendince ileriyi geriden; eskiyi yeniden; iyiyi
kötüden ayırmaktadır. Bu ayırma işlemi ideo-politik düzlemde makulken, teori bu
nicel tespitler uyarınca biçimlenip sakatlanır. HDY, yeni sömürge karşıtlığını
yeni muhafazakârlık düzleminde biçimlendiremez, ama yeni liberalizme karşı
olanların sadece muhafazakârlar olmadığını, eski liberallerin de ona karşı
oldukları gerçeğinden hareketle, sözkonusu karşıtlığı “eski liberal” bir yerden
somutlar. Bu anlamda, devletin ideolojik temeline, kemalizme yedeklenir ama
liberal bir üslupla.
Esasında Marx’ın Gotha Programı Eleştirisi’nde
yerden yere vurduğu “özgür, halkçı devlet”in siyasî, teorik zemini olarak
örülen bildirge, “yeni sömürge devlet”i (s. 73) özgürleştirip halkçı bir sosa
bulamak ister.[7] Bu anlamıyla demokrasiye paye verir, meselelerin gerçek
çelişkilerini örtbas eder, burjuva ideolojisinden kopamadığı gibi, böylesi bir
kopuş için gerekli -demokratik değil- devrimci çıkışlara karşı körleşir. Sınıfı
kendi meslekî ideolojileri dâhilinde anlayıp, onu parlamentarizm için istismar
eden orta sınıf solcularının Gotha’sı, yüz küsur yıl sonra yeniden ses
verir.
Petras-Wallerstein
“Bütün dünyayı kucaklamak istedim,
Kollarım yetmedi.”
[Özdemir Asaf]
HDY, seksenlerin sonlarından itibaren, içinden
geldikleri geleneği revize ederken iki isme başvurur. Sovyetler’in dağılmasına
karşı içeride kurumsallaşmış gizli maoizm ve troçkizm tek bedende
buluşturulmuş, devrim sonrasına ilişkin meselelerle ilgili tartışmalar, devrim
öncesi hareketin içeriği ve biçimine dair üretimlere dayatılmıştır. Maoizmi
perdeleyen Petras; troçkizmi perdeleyen ise Wallerstein’dır. HDY, bu dönemde
dünya sosyolojisini Petras’tan, dünya tarihini ise Wallerstein’dan öğrenir.
Marx ve Lenin’den öğrendiklerini zaten çoktan unutmuştur.
HDY’nin teorideki “dünya” ile gerçek dünyayı kavramsal
düzeyde birbirinden ayıramayan öğretmenleri Petras ile Wallerstein, sırasıyla,
toplumu ve tarihi kendilerine göre, yekpare, özgül bir bütünlük olarak kurar.
HDY bu iki ismi, devrim öncesi dönemin hareketine önemli malzemeler sunduğu
için tercih eder. Bu noktada “eski” olduğundan Mahir küçümsenir, onda
somutlanan Marx, Lenin ve Mao metinlerine ilişkin dönüşüm iptal edilir, yeni
bir teorik kurgu için “yeni” olduğu zannedilen bu iki isme bakılır. İki isim de
tecimsel dayanaklarını ulvîleştirip teorize ederken, meselenin düşüncede
başlayıp bittiği hususunda solcuları ikna eder, daha doğrusu, “bugüne dek sorun
düşüncemizdeydi” diyen solcuların pratik ihtiyaçlarına denk düşer.
Yetmişlerde Dev-Yol, tarihsel ve toplumsal olarak
köylü olup sorunlarını burada görerek “kentlileşmek” isteyenleri; TKP, aynı
şekilde sorunlarını kentli olmakta görüp “köylüleşmek” isteyenleri temsil eder.
Doksanlar ortasında iki örgüt ÖDP’de biraraya gelir. Dev-Yol içindeki bazı ara
kadrolar bu bileşime sıcak bakmazlar ve sözkonusu bileşkeyi kendi iradeleri ile
üretmek gerektiğini savunurlar: “Bizim TKP’ye ihtiyacımız yok, biz bize
yeteriz!” İlgili bileşkede köylülük fikri Petras’tan, kentçi fikir Wallerstein’dan
gelir. Petras, iktidarı hedeflemeyi ayıplayan Zapatistalar'ın; Wallerstein
dünya tekellerine akıl veren Dünya Sosyal Forumu’nun savunuculuğunu yapar.
Bugün politik anlamda SİP/TKP ile ÖDP’li Yeniden’ciler arasında konumlanan HDY,
teorik sınırlarını da bu iki yazarla çeker. Doksanlı yılları bildirilerini
çevirip dağıtmakla geçirdiği Zapatistalardan “iktidarı almayı değil, dans
edebilecekleri alanları”, DSF’den de burjuvaziye akıl verip vicdan rahatlatmayı
öğrenir.
Wallerstein, Porto Allegre’de toplanan, “keyifli
liman”a demir atan, “Dünya Sosyal Forumu”nu siyaset teorisinin merkezine
yerleştirir. Ona göre, “sadece devlet iktidarını elde etmeye kilitlenmiş
sosyalist bir hareket sosyalist bir dünya kurma hayâlini gerçekleştiremez.”
Dünyayı kucaklarken, gerçek ihtiyaçları ve onları belirleyen zorunlulukları
kaçırır. Aile ve ailenin yaşadığı yerin, evin ekonomisi Wallerstein’da insanlık
ailesine ve dünya ekonomisine dönüşür, hiçbir bozulmaya uğramadan. O, bu
yönüyle, dünya pazarına bakar ve ticareti merkeze koyar, kapitalizmin
özgüllüğünü kavramaz. Üretim yerine dolaşıma kilitlenir.
“Analiziyle
ilişkili olarak, kapitalizmden sonra demokratik yeni bir sistem kurulması
sürecinde öncelikli olarak sermaye birikim amacının ve tekelci pazar
ilişkilerinin ortadan kalkması gerektiğini ve kâr amacı taşımayan kurumların
kurulmasını önermiştir. Bu süreçte hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba ‘özne’
rolü vermemiştir. Dolayısıyla Wallerstein, eşitsiz üretim ilişkilerini ve
toplumsal mülkiyet ilişkilerini kapitalizm analizinin ve tarih yazımının kalkış
noktası yapmayarak, Marksist yazından ve tarihsel materyalist gelenekten
uzaklaşmıştır.”[8]
Wallerstein ve benzerleri, kapitalizmin doğumunu,
ücretli emeğin, artı-değer sömürüsünün görülmediği, ticaret ve pazar
ilişkilerinin hüküm sürdüğü noktaya kadar çekerler. Burada özgüllük kaybolur.
Aynı durum, ezilencilik yapan kimi ekiplerde de arz-ı endam eder. İşçicilik ise
kapitalizmi ileriye doğru aşma niyetine bağlanarak onun tekilliğine ve
özgüllüğüne bağlanır. Kapitalizmi tarihsel bağlamından kopartır.
Marksizm ise üretim tarzı, üretim ilişkileri, üretici
güçler, toplumsal formasyon gibi kavramlar geliştirerek kapitalizmi güç, özne
gibi insanî olgulardan sıyırır. HDY gibi özneler ise kendi öznel gücünü
şişirmek için kapitalizmi ve emperyalizmi güç ve özne dolayımı ile okur.
Bildiği gördüğü; gördüğü bildiğidir. O, sömürgecilik, tekelci sermaye,
emperyalizm gibi başlıklardan dem vururken sanki kişi olarak birilerini
zikrediyor gibidir. Hem düşman güçleri (sağ oportünizm), hem de onlara karşı
teorik olarak karşı konumlandığını düşündüğü dost güçleri büyük gösterir (sol
oportünizm). Anlaşılan HDY, Mahir’in kırbacını hiç yememiştir!
Kırbaçtan kaçanlar, Mahir’de tali olan Latin Amerika
solculuğunu başat kılarak, Albay Hugo Chávez’in Aralık 2004’te bir aydınlar
toplantısında dillendirdiği “21. yüzyıl sosyalizmi”ne balıklama atlarlar.
Chávez’in fikrî dünyasını biçimlendiren bir isim,
Federico Brito Figueroa’dır. (1921-2000) Venezuela’da Millî Demokratik Parti üyesi
olan Brito, marksist bir tarihçi ve antropolog olmasına karşın önemli ölçüde
Fransız Annales Okulu’na yakındır.
Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından 1929’da kurulan
okul, burjuva tarihçiliği ile marksist tarih arasında üçüncü bir yol açma
derdindedir. “Derdim, sosyalizmin önünü almak” diyen Keynes gibi, Rand
Corporation, Ford Institute türünden emperyalist odaklarca desteklenir. CIA’in
ellilerden sonra Avrupa’da finanse ettiği kültür sanat hayatı gibi sosyalizmle
ve marksizmle ortak kavramları kullanarak onun seyrini engellemeye gayret eder.
Annales, hep marksist tarih bilimi ile kardeş ilân edilir, ama bu kardeşlik
Habil ile Kabil’in kardeşliği türündendir.
“Ekonomik çelişkilerin değil, fikirlerin ve
ideolojilerin çatışması”nı önemseyen Okul, marksizmle arasındaki şu üç temel
ayrım üzerinde durur: “[Annales], 1. Üretime değil, dağıtıma; 2. kopuş ve
devrimlere değil, uzun erimli tarihe; 3. determinizm yerine sürekliliğe
bakar.”[9]
Okul içindeki bir tarihçi olan Fernand Braudel’in
tanımladığı gibi, “kısa vadeli olaylar, gerçeğin üzerine örtülmüş tozdurlar ve
bunlara odaklanmamak gerekir.” Bu yaklaşımın politika alanına dayatıldığında
devrimlerin, kopuşların, devrimci mücadelenin toz gibi nasıl yele verileceği
açıktır. Zaten Okul’un üzerinde yükseldiği zihniyet, ekonomik çelişkilerle
değil, düşüncelerarası çelişkilerle uğraşır. Okul’un müdavimi tarihçi Febvre,
“zorunluluklar değil, tercihler önemlidir” tespiti ile öznelci bir teoriyi koşullar,
ama bu öznelcilik zorunluluğa kör olması sebebiyle devrimci mücadelenin nesnel
koşullarını anlama konusunda akimdir.
Chávez’i etkileyen bir diğer isim de Alman sosyolog
Heinz Dieterich’tir. Bu Alman, kendi ifadesine göre, 68 olaylarında devletin
yüceliğini görür, buradan, devletin ancak geniş bir halk kitlesiyle
yıkılabileceği sonucunu çıkarır, öğrendiklerini Latin Amerika’ya öğretmek için
Meksika’ya gider, 2005’teki Dünya Sosyal Forumu’nda “21. yüzyıl sosyalizmi”
teorisinin temellerini atar; teorinin asıl amacını ise İskandinav tipi sosyal
demokrasi olarak belirler.[10]
Chávez’in “burjuvazinin ve proletaryanın projelerinin
iflas ettiğini” söyleyen bu akıl hocası ile Annales’ın rahle-i tedrisinden
geçmiş Wallerstein’dan feyz alan HDY bildirgesinde benzer bir üçüncü yol’culuk
biçimlenir. Burada troçkizmin eski Sovyet eleştirileri ısıtılır, devamında ise
ahlâk ve eğitime indirgenmiş bir parti faaliyeti ile kültür devrimi öne
çıkartılır (s. 100). Devrim sonrasına ilişkin projeksiyonda devşirilenler
bugüne yansıtılırlar. Bugünde halkların pratik mücadele ajandasını tutan
Petras, kültürel-ideolojik değişimin imkânlarını; Wallerstein, dünya
ölçeğindeki bu değişimin uzun erimli teorisini verir.
Partinin bir örgüt olduğunu düşünen HDY, bunun
profesyonel kadrolardan oluştuğunu söyler, ama devrimciliğin meslek olarak ele
alınmasını reddeder (o zaman neden “profesyonel”?) Bildirge seksen ve
doksanların neo-maoist ve neo-troçkist akımların rahlesi karşısında diz çökmüş,
öğrendiklerini Petras ve Wallerstein suyuna yatırmış “yeni Dev-Yolcular”ın
kaleminden çıkma bir üründür.
HDY’ye göre, ekonomi ile politika arasındaki dolayım
zemini, demokrasidir. Dolayım, politik bir kavramla karşılanır. Ekonomi
özne/politika nesne; politika özne/ekonomi nesne: HDY ikinci tespite bağlıdır.
Ekonomik belirlenimin politik devrimden sonra ortadan kalktığını zanneder, daha
doğrusu politik devrimi toplumsal devrime indirger. Onun tahayyülünde yasalar
insan kontrolüne girmektedirler. O nedenle stalinist, üretim güçler’ci marksizm
çöpe atılır. Oysa “Allah”ın hükmünde olan üretim güçleri ve onun belirleyiciliği,
devrimle kesintiye uğramazlar; kitle, parti, sendika vb.den birini ya da
demokratik bir bileşkesini “Allah” yerine koymak, bu gerçeği yanlışlamaz.
Marx’ın ekonomi ile ilgili tespitlerine ilişkin iki
yaklaşım vardır: “kapitalizm öncesinde bu iktisadî yasalar geçersiz” veya
“kapitalizm sonrasında geçersiz” diyenler. Bu iki eğilim, teorik ve pratik
düzlemlerde yan yana gelir. Meta üretimi, emeğin değer üretmesi karşısında
değer yasasını reddeden küçük burjuvalar, emek zamanının değer üretimindeki
etkin konumunu görmezden gelirler. Önü sonu her iki eğilim de kapitalizmden
eşitlik ve/veya özgürlük talep ederler. Bu noktada tabiî ki, “21. yüzyıl
sosyalizmi”nin yoldaşı olan Ekvador başkanı Rafael Correa’nın da zikrettiği
üzere, üretim araçlarının kamulaştırılması asla gündeme gelmez. Devletin
özgürleştirilmesi için halkın eşitlenip düzlenmesi şarttır, zira üretim
araçlarının kamulaştırılması sözkonusu kurguyu bozacaktır.
21. Yüzyıl Sosyalizmi
“Sosyalist tarikatların gelişim sistemi ile hakikî
bir işçiler hareketinin gelişim sistemi, birbirlerine nazaran daima ters
orantılı seyretmiştir. İşçi sınıfı, bağımsız bir tarihsel hareket için yeterli
olgunluğa erişene dek tarikatlar (tarihsel açıdan) haklıdırlar. İşçi sınıfı söz
konusu olgunluğa eriştiğinde, hastalıklı tarikatlar esas olarak gerici hâle
gelirler. Gene de tarihin her yerde gösterdiği şey Enternasyonal içinde de
tekrarlanmıştır. Modası geçmiş olan, yeni elde edilmiş biçim dâhilinde kendini tekrar
tesis edip varlığını sürdürme gayreti içindedir.”
[K. Marx -Marx’tan Bolte’ye, 1871]
Sosyalizmin akılda, düşüncede başlayıp biten bir şey
olmaktan çıkış imkânı marksizmdedir. Bu yönüyle tarikatların rahle-i tedrisi,
el vermek, post kapmak dışında bir işe yaramaz. Buradaki sosyalizm lafzîdir.
Bunlar işçi, halk ya da mazlumlar deseler de bir şey değişmez. Bu tip gerçek,
maddî ve canlı olgular, düşüncede birer pürüz olarak örgütlenirler ve
sonrasında temizlenirler.
Marx açısından tarikatlardan kurtuluşun güvencesi,
işçi sınıfı mücadelesindedir. Leninist anlamda dönüşüme uğratılmış Marx’ın
marksizmi de aynı dertten mustariptir. O da üç beş bakkal kafalı adamın
istismarına maruz kalmıştır. Bu istismarın içinde bir özne olarak HDY de
başkalarıyla ayrımlarını hep ideolojik, lafzî ve düşünsel zeminde koyar, hiç
maddî, politik, devrimci bir ayrıma ya da böylesi bir ayrımın oluşum
imkânlarına işaret etmez. HDY’nin genel anlamda kendisini içinde gördüğü “21.
yüzyıl sosyalizmi” de önce Stalin, sonra Lenin, ardından Marx’ın çöpe atıldığı
doksanların ideolojik gayretinin ürünüdür.
Bu dönemde temcit pilavı gibi sürekli sunulan kimi
teorik tespitler, HDY bildirgesinin 84 ve 85. sayfalarında yankısını bulur. Bu
sıraladığı tespitleri utangaç bir üslupla “önyargı” olarak niteleyen HDY’nin
sözkonusu tespitler konusunda ikna olduğu ve doksanlarda kendisini onlara göre
biçimlendirdiği aşikârdır. “21. yüzyılın sosyalizmi, öncelikle 20. yüzyıl
sosyalizminin bu gerici önyargılara zemin hazırlayan sorunlarını, onun devrimci
özünü koruyarak aşan bir siyasî hareket olarak gelişebilecektir.” (s. 85)
diyerek bu kabul edilir. Önyargılar “gerici”dir, ama zemin ve sorunlar
gerçektir.
Liberal -kurtuluşçu bir yerden bu meselelerden
kolaylıkla kurtulacağını zanneden HDY, pratik olarak bu önyargıların işaret
ettiği yerden kendisini kurmuştur: dine ve totaliterliğe karşıdır, sınıf dışı
çevre, kadın ve ulus sorunlarına körlemesine açıktır; politik devrimin
toplumsal devrimi öncelediği tezini reddeder; merkezî planlama, ona göre
çürümedir; proletarya diktatörlüğü ve şiddete dayalı devrime 175 sayfalık
metinde zaten hiç rastlanmaz; öncü-devrimciler örgütünü, önerdiği modelle zaten
inkâr eder.
Tüm bunların toplamı 21. yüzyıl sosyalizmi değil, 19.
yüzyıl, yani marksizm öncesi sosyalizmdir. Tüm bu önyargıların yükseldiği
zeminin eleştirisine, bugünün sosyalizminin gerçekliği eklenmelidir, HDY’ye
göre. “Bugün”ün nasıl olup da koca bir “yüzyıl”ı ipotek altına alabildiği ise
anlaşılamamaktadır.
“20. yüzyılın sosyalizmi, 20. yüzyılın kapitalizminin
eleştirisi üzerine kurulmuştur” (yanlış!), “21. yüzyılın sosyalizmi ise
kapitalizmin bugününün eleştirisi üzerine kurulmaktadır.” (iki yanlış bir doğru
etmiyor! -s. 86.) Burada sosyalizm, teorik, düşünsel zeminde algılanmaktadır.
Belki de bu nedenle yüzyılı niteleyen sayı ile birlikte anılır.
Oysa sosyalizm, tarih boyunca toplumsal-tarihsel kimi
olgularla nitelenmiştir (“Küba sosyalizmi” ya da “küçük burjuva sosyalizmi”
gibi). Ayrıca HDY’nin yeni “IV. Bunalım dönemi” 1982’de başladığına göre
bahsini ettiği 21. yüzyıl da bu tarihte başlıyor olmalıdır. En temelde
sosyalizmin salt eleştiriye, teorik-düşünsel bir karşı duruşa indirgenmesi 19.
yüzyıldan beri görülen bir eğilimdir. Zira HDY’ye göre, bu sosyalizm “Rönesans
hareketi”dir. (s. 86) Ölenin ve yeniden dirilenin ne olduğu ise açık değildir.
Ama bu ifade onun, sınıfsız, maddesiz, çelişkisiz, soyut “insan”ı hümanizma
anlamında aklının merkezinde taşıyan burjuva sosyalizminin bir uzantısı
olacağının göstergesidir. Zira geçmişte Rönesans, dinî yapılar altındaki
insanın eski Grek ve Latin metinlerine dönerek yeniden doğurtulmasını anlatır.
HDY de 19. yüzyılın esnaf-zanaatkâr sosyalizmini diriltme peşindedir.[11]
HDY, o kadar çok ve sık “ekonomik düşmanlar”dan dem
vurur ki, bu, ekonominin teorik olarak husumetle karşılanmasını getirir,
ekonominin belirleyiciliği marksizmden sökülüp alınır.[12] “Krize karşıyız”
diyerek, belli olguları sınıfsız, soyut ve kendinden menkul bir âleme fırlatan
ÖDP’liler gibi ekonomi denilen şeyi yönetenlerin politik nitelikleri ve
devrimci ya da solcu olup olmamalarına, kişiselliklerine göre anlar. Teorik
analizi bugünden geçmişi anlama yöntemi uyarınca biçimlenen Dev-Yol geleneğine
uygun olarak, geçmiş eski, gelecek yeni olarak kodlanır. HDY’nin “yeni liberal
yeni sömürgecilik” tespitinde bu kadar “yeni” sıfatının mevcudiyeti, okurları
kandırma amacını güder. “Geçmişten kurtulduysanız, bizim kapı size açık, yeni
olan biziz” der, bunu eski bir hareketin devamı olma konusunda gösterdiği inada
bağlı olarak dillendirir.
Somut öznelerin kapitalizme ve onun bir aşaması olan
emperyalizme karşı somut mücadele vermeleri mümkün değildir. ÖDP’liler “krize
karşıyız” diye eylem yaparlarken, HDY’liler, krizin sahibi emperyalizme karşı
eylem içindedirler. Oysa bu momentler doğaldır. “Depreme karşıyız” diye 17
Ağustos 99’da eylem yapılamazsa, bugün de salt krize karşı eylem yapılamaz.
HDY, “sınıf uzlaşmacılığına yol açar” diye ürküttüğü
teorik, iktisadî analizlerle kendi yaptığının arasında fark olmadığını
görmelidir. “Sistemin üzerine kurulu olduğu çelişkili güçler” (s. 36) hiç de
insanların kolektif müdahalesine açık, gayet insanî güçler değildirler. O
güçlere karşı politik güç örgütlemek, ister istemez reformizmle sonuçlanır.
“İnsanlar cevaplarına yakın olduğu soruları sorarlar” (Marx).
“Kapitalist zincirin zayıf halkalarının oluşumunu, bu
zayıf halkalarda yaşanan politik-toplumsal krizlerin şiddeti belirler” diyen
HDY’nin zihninde, Hegel’i baş aşağı çevirip doğrultan Marx amuda kalkar.
Ekonominin belirleyici olduğu süreçte, onun ürünü olan “zayıf halka”da nedense
ekonominin belirlediği “politik-toplumsal krizlerin şiddeti” belirleyici hâle
gelir. Oysa şiddet neden değil, sonuçtur. Onun sebep olduğu sonuçlar, ancak
politik mücadele gerçeğinde görülürler.
HDY’nin bahsini ettiği “yeni liberalizm”, eskisinden
farklı olarak, esasen devlete makul bir müdahale izni verir ve bir tür iktidar
ideolojisi olarak üretilir. Burada bireysel özgürlük, özel mülkiyet ve devletin
makul müdahalesi üzerine kurulu yeni liberalizme[13] karşı çıkarken HDY ve onun
gibiler, bu üç olguya karşı bir şey söylemezler, sadece bu olguları ülke
sınırlarına göre anlarlar ve ülke içindeki insanların bireysel özgürlüklerine,
özel mülkiyetlerine ve devletlerine halel getirdiği için emperyalistlere
kızarlar. Yani yeni liberalizm, bir sıfat olarak yeni sömürgeciliği tanımlarken
ülke sınırlarını, misak-ı millîyi esas alır, bu anlamda içteki liberalizmin
yenisine dönük tepkisi olarak biçimlenir. Zira her yeni, eskinin mezarı
üzerinde tepinerek onun birikimini istismar eder ve eskinin parçalarından
mülhem bir aşure çorbası olarak somutlanır.
Marksizm geçmiş-bugün-gelecek bütünlüğünde, böylesi
bir zamansal, nicel konumdan değil, öznesiz bir yerden, süreç bağlamında
teorisini kurar. Bugündeki öznenin geçmişi geleceğe çıkmak adına istismar
edişine imkân vermez. Ama HDY bu istismarla tanımlıdır: bugündeki ilkel
varlığını meşrulaştırmak, ideolojize etmek, aklîleştirip yüceltmek için geçmişi
“yeni” sıfatı ile kendine indirger, zira yeni olan kendisidir! Kendi fiilî
varlığı devletle cebelleşmeye mani ise liberalizme, burjuva ideo-politik
yönelimlere, düşünceye, aklî işlemlere “savaş” açar. Krize çare olarak
“ülkedeki yabancı sermayenin çıkışı yasaklansın” denilir. Liberal kemalist
konumundan egemenlere akıl verir. “Ülke”yi sınıfsız, çelişkisiz, yekpare,
kendinden menkul bir yerden ele alır ve öyle okur. Bu nedenle “dünya”yı aynı
şekilde ele alan Wallerstein ve Petras’a bakar.
İleri-geri; eski-yeni; iyi-kötü nicel ifadeler ve
tümüyle ideolojik alana âit. İdeolojik çalışma niyetiyle bunların teoriye hâkim
kılınması, idealizm üretir. Bu idealizm, ileri-geri bağlamında
ilerlemecilikten; eski-yeni bağlamında kalkınmacılıktan; iyi-kötü bağlamında
ahlâkçılıktan kurtulamaz. HDY’nin özünde yapıp ettiği de tümüyle bu üç
ideolojik alanda biçimlenir. İdeoloji, güç ilişkileri bağlamında biçimlenen
politika gerçeğindeki öznelere yalancı, sahte güç balonları şişirme imkânı
vermenin adı olur.
Bir zamanlar silâhın kabzasından bir miktar tutabilmiş
her özne gibi teoriye zor ve güç türünden kavramları soyut, kendinden menkul
olgular olarak enjekte eder. Yukarıda bahsi edilen üç nicel ayrım, belirli güç
odaklarına ve zora göre belirlenir. Bu noktada insanlar, bu odakların
bazılarına bağlanırlar, bazılarının da karşısına yerleştirilirler. HDY şefleri
ise tüm bu olup biteni yüksek tepeden izleyip talimatlar verirler. Onlara göre
marksizm ve sosyalizm ileri, yeni ve iyidir. İlk bakışta güzel gelen bu tespit
fiiliyatta, pratikte marksizmi ve sosyalizmi oportünistleştirir. Zira bu
ideolojik, nicel ifadeler üzerine kurulan teori, nitel olana ve onun dönüşümüne
karşı körleşir.
Kapitalizmin ilk oluşum döneminde iki tepki biçimi
ortaya çıkar: birincisi rekabeti; ikincisi ise mülkiyeti kötü addeder. Rekabeti
kötü belleyenler eşitlikçi; mülkiyeti kötü belleyenler özgürlükçü bir ideolojik
refleks geliştirirler. Marx’ın yukarıdaki ifadesinde tarikatlar, bu iki başlık
altında örgütlenirler. Her iki ideolojinin ahlâkî ve hukukî sosyalizmlerinden
uzakta, ikisini de devrimci anlamda dikine kesen proleter bir hat açma derdinde
olan Marx, bu tip gruplaşmaları kıyasıya eleştirir.
Yüz yıl önce “Marx öncesi sosyalizm yenilmiştir. Artık
savaşımını kendi alanında değil, revizyonizm biçiminde marksizmin kendi genel
alanında sürdürmektedir.”[14] ifadesinde somutlanan leninist tespiti 21. yüzyıl
başında yineleyecek bir özneye tesadüf edilmez. Bu boşlukta HDY ve benzeri
örgütler, Marx öncesi sol-sosyalist ideolojilerden medet umarlar. “Yeni” diye
çığlık atanlar, alabildiğine “eski” fikirlere sarılırlar. Emeğinin ciddîye
alınmaması karşısında isyan eden küçük burjuva zanaatkâr, esnaf zümresinin ve
benzeri meslekten orta sınıfın ideo-politik karşılığı olurlar. Burada sömürü,
yerini zulme bırakır: “ülke, devlet, halk ve tüm kurumlar zulüm altındadır.”
HDY gibi örgütlerin sömürüye dönük hassasiyeti, esasta onu bir zulüm biçimi
olarak görmesindendir.
“Yoksullaştırılan kitleleri proleterleştirmeye sevk
eden en önemli etmen ücret gelirli bir yaşam zorlamasıdır.” (s. 114) Cümlenin
bozukluğu bir yana söylenen açıktır: “ey insanlar, sizi birileri
işçileştiriyor, ücrete mahkûm ediyor, devletten ne güzel besleniyordunuz, biz
sizi bu durumdan kurtaracağız.” Bu yaklaşım, sınıfı nesnel bir olgu olarak
almaz. İşçi olmak istemeyenleri örgütler. Kapitalizm koşullarında insanları bir
yalana çağırır. Proleterleşmeyi pejoratif, küçümseyici bir ifade olarak
kullanan HDY, kapitalizmin gelişimi dâhilinde işçileşmek durumunda kalıp bundan
mustarip olan orta sınıflara seslenir ve işçi sınıfını da bu minvalde ele alır.
“Toplumsal hareket sendikacılığı” (s. 117) işçi
sınıfını ve emekçi katmanları orta sınıf solculuğu ile kuşatma operasyonudur.
Sınıfın toplumu bölen niteliği toprağa gömülür. Toplum bölünmüyorsa tarih de
parçalanmıyordur. Parçalanmayan “tarih” kemalizmin, bölünmeyen toplum orta
sınıfların “toplum”udur.
Kendi sınıftaşlarının sağcılaşmasından dert yanan HDY,
otuz yıllık bir mücadele içinde oluşmuş olan Kürtlerin de sağcılaştığını öne
sürer (s. 118). Ölçü “yeni liberalizm”, altı boş bir para karşıtlığı ve TC
savunusu olunca Kürtler umacı olur.
HDY’nin genel hatası, ideo-politik bir gelenek olan
yeni liberalizmin eleştirisi ile maddî bir üretim tarzının adı olan
kapitalizmin eleştirisini karıştırmasıdır. Kapitalizm incelemesinde marksizm,
belli somut, maddî, yapısal dinamikler ve olgular belirler. Ama yeni
liberalizm, kapitalizmin nesnel oluşumuna dönük bir tepkinin ideolojik
karşılığı olan liberalizmin yeni döneme uyarlanmasından ibarettir.
Bu anlamda karıştırılmaması gereken hususlar
şunlardır: kapitalizm bilimsel-teorik düzeyde, yeni liberalizm
ideolojik-politik düzeyde karşılanır. Washington Konsensüsü ilk teorik düzey
için basit bir gösterge iken, ikincisi için oturup bildiri yazılacak, imkân
varsa konsensüsün yapıldığı binaya bomba konulmasına ilham verecek bir olgudur.
HDY’nin yeni liberalizm eleştirisinin sağından
solundan kapitalizm sızar. Bu anlamıyla o, kapitalizmi iki yüz yıldır kişilerle
başlayıp kişilerle biten, öznelerin müdahalesi ile düzeltilebilecek ya da
giderilebilecek ideo-politik bir maraz, hastalık olarak anlayan küçük burjuva
solcularının teorisi ve pratiğine ait geleneğe bağlanır.
Fiilî devlet iktidarına karşı değil, “yeni liberal
yeni sömürgeciliğe” karşı mücadeleyi öngören HDY sayfa 123’te somut hedefini
kitlelerin önüne koyar: IMF ve AB. Bu anlamda kitleleri, devletin hukukî,
ekonomik ve politik düzeylerde dünya güçleriyle yürüttüğü pazarlık masasında
onunla ortaklaşmaya çağırır. Kadrocuların “sömürülen devlet”i HDY’de bir
anlamda “ezilen devlet”e dönüşür. Bu nedenle Kürtler politik olarak hizaya
sokulmaya çalışılır, “biz de eziliyoruz, tatava yapma!” denilir.
“Türkiye toplumu son 30 yıl içinde olağanüstü ekonomik
büyüklükler yaratmasına karşılık, yerel sermaye birikimi giderek
zayıflamaktadır.” (s. 120) (Vah yazık!) Bu cümledeki “Türkiye toplumu”, “30
yıl”, ve “ekonomi” sınıflar mücadelesinden azadedir. Bilimsel tespit olarak
kalsaydı, “özne” ya da “fail” olarak sınıfın geçmemesi olağandı, ama bu cümle,
belli bir politik bildirgede geçip, politik yönelimi tayin ettiğinden, ciddî
bir soruna yol açar. Bu türden ekonomik tahliller, en fazla, “esasta bizde
sorun yok, ne varsa dışarıdan geliyor, şu tekeller olmasa ne güzel ülke burası”
diyenlerin içini gıdıklar. O tekelleri ülkeye sokan devlete el sürülmez, zira
kafada şu klasik solcu mantık vardır: “Nasıl olsa iktidarı alacağız ve bu
devlet bizim olacak. Onu şimdiden hırpalamak yanlış!” Şimdide kurulan siyasî ve
ideolojik bu ortaklaşma, ekonomi tahlillerini de bilimdışı bir yere zorlar,
politik tahlilleri de gerçeğin dışına atar. Bu tür politik bildirgelerde ortaya
konulan ekonomi tahlilleri politik hamlelerin kılıfı olarak örüldüğünden,
sağlıklı bir teorik derinleşmeyi de önler.
İdeo-politik gerekçelerle Türkiye’yi öznel algılayıp
onu nesnel, bilimsel bir tahlilin konusu yapamayan HDY, “Türkiye ise BOP’un
yalnızca ‘taşeronu’ değil, aynı zamanda ‘hedefidir’ […]” (s. 126) türünden
cümleler kurar. Hem “taşeron”, hem “hedef” nasıl olabiliyor? Şöyle ki: içeride
sütü bozuk bazı kişiler var, bunlar taşeronluk yapıyorlar ve bu çaba ülkeyi
hedef kılıyor, yani bu kişiler temizlenirse mesele hallolur. Sosyalist
hareketin yerlileşmesi meselesini tersinden anlayan bu hareket, Türkiyeli halk
sınıflarını savaşla korkutur, burjuva siyasetçiler gibi huzur, mutluluk,
istikrar ve emniyet vaat eder.
Maoistler, bu yerlileşme meselesinde çubuğu özel olana
bükerlerken, troçkistler genele bükerler ve ülke gerçekliğinin silindiği bir
siyaset önerirler. Maoistlerde dünya yekpare, özel, ilişkisiz bloklardan kurulu
iken, troçkistlerde dünya başlı başına böylesi bir blok yapı olarak algılanır.
HDY, bu anlamda ikisinin geriliminde durur. Bu gerilime giren de, gerilimden
kaçıp “21. Yüzyıl sosyalizmi” teranesine sığınarak, geçmişini inkâr eden de
kendisidir.
Tarih: Mülkiyet vs. Âidiyet
“Amerika’da sosyalizmin taklit ve kopya edilerek
uygulanmasını kesinlikle istemiyoruz. O destansı bir yaratım olmalıdır. Yerli
Amerikan sosyalizmimize kendi hayatımızı, gerçekliğimizi ve dilimizi
adamalıyız. Bu, yeni kuşağın en değerli görevidir.”
[José Carlos Mariátegui]
Türkiye solunda, genel anlamda, özellikle belirli
momentlerde, sorumluluk üstlenme, buna bağlı olarak, hesap verme/alma geleneği
zayıftır. Sorumluluk ve hesap, tümüyle üçüncü şahıslarla, kitlelerle, dostla ve
düşmanla ilgili meselelerdir. Sol özneler, bu hususlarda başı dik tutma,
zevahiri kurtarma eğilimindedirler ve bu eğilim uyarınca öz’le değil, biçim’le
uğraşmak iş sayılır. Bir dönem ideolojisini gömlek gibi giyip sonra
çıkartanlarla bugün hâlihazırda mücadele yürütürken esasında bu gömleklerini koruma
altına alanlar arasında fark yoktur. Bu iki cenahın şu veya bu köşede, durumda
kapışmaları teorik ve pratik açıdan anlamsızdır. Zira her iki taraf da
sorumluluk üstlenme, hesap verme/alma konusunda atıldır.
Hesap, birbiriyle bağlantılı üç ayrı düzlemde
verilmelidir: ideolojik, teorik ve politik. Her moment, bir yönüyle, yeni
kurgunun ipuçlarını içinde barındırır. Her momentte özneler kendilerini
görürler ve kendilerini görme biçimlerini dönüştürürler. Momentleri görme,
değerlendirme ve içinde iş yapma tarzı yeni dönemin ipuçlarını verir. Lokal bir
alanda ya da zamansal kesitte iş yapan eğer düşman tarafından ezilirse, moment
bu şekilde işliyorsa, sözkonusu özne lokalden genele, kesitten tüm zamana doğru
genişleyecektir. Her yerde ve her zamanda olan özne, özneliğini de yitirir. Bu
anlamda düşmanın zaferi iki katlıdır. İlkinde düşman, kendi tehdidini
zaman-mekân üstü bir yere savurup atmıştır, ikincisinde ise kendi kısmîliğini
ve geçiciliğini görmeyen bir bakış ile kendisine bakan yeni bir özne
oluşturmuştur. Örneğin kapitalizm dünyanın her gözeneğine sinmeyi
becerememişken, onu böylesi bir beceri ve kudrete sahip öznel bir güç olarak
gören sol-marksist özneler oluşmuştur. Burjuva karşıtlığı kapitalizm karşıtlığına,
TC karşıtlığı soyut bir devlet karşıtlığına doğru evrilir. Aynı devlet, ülkenin
ve bölgenin her noktasında güçmüş gibi tasarlanır. Boşluklar görülmez. Bir
kısım solcu, devletin bu kudretini gelecekteki kendi iktidarı için şimdiden bir
miras, bakiye olarak görmektedir.
“Sol, burjuva vurduğunda devletin; devlet vurduğunda
burjuvanın kucağına kaçıyor” tespitinin anlamı budur. Hesap vermek ve almak
sorumluluk, yani sorulan her soruya cevap verebilme iradesi bağlamında ele
alınırsa, ilgili her momentte eksiklikler, zaaflar ve hatalar görülür. Bu görü,
pratik ve teorik bir dönüşümü tetikler. Son tahlilde her erkek ve kadın, eksik
olduğu önvarsayımı ile âşık olur.
Her militan, öznel ideolojik bir mabet olarak gördüğü
örgütünü beslemek, kanlandırmak için değil, devrimci mücadelenin ortak kitlesel
kanı ve teri için insan örgütler. Burada mesele, tek tek insan örgütlemek
değil, insanların ekonomik, coğrafî ve biyolojik seyirler dâhilinde oluşturduğu
kitlesel dinamikleri harekete, hareketi o kitlesel dinamiklere örgütlemektir.
Bu Tarih Bizim isimli
çalışmada Hulk’ın Dev-Yolcuları, kendi geleneklerini sadece kendilerinin
eleştirebileceği zehabına kapılmış görünürler. Başkalarının Dev-Yol’u
eleştiremeyeceğini, bu eleştirilerin “saldırı” olarak alınması gerektiğini
söylerlerken, başka örgütlerin eleştirilerini yumuşatarak, maddî imkânlarını
sorgulamadan, içeriden dillendirmekle, böylece etkisizleştirip savuşturmakla yetinirler.
12 Eylül, bir hesap momentidir. Türkiye solunun tüm
bileşenleri bu momenti hesap vermeden, sormadan geçiştirmişlerdir. Bahsi geçen
kitapta Dev-Yol’un darbenin gelişini önceden gördüğü, ama bu konuda hamle
yapamadığı söylenirken, neden hamlesiz kaldığına ilişkin değerlendirme öznel
eleştiriye kurban edilir. Açıkça o günlerde orta kademe Dev-Yolcular’ın bugünde
oluşturduğu HDY, geçmişi, “biz başta olsaydık, her şey başka olurdu” minvalinde
değerlendirir. Ancak gerçek hiç de bu kadar basit değildir; öznel zaaf ve
eksiklikle izah edilmekten uzak bir seyir işlemiştir. Onlar da başta olsaydı,
mahkemede “biz örgüt değiliz, dergi çevresiyiz” diyeceklerdi.
HDY’ciler'in genel tarih incelemesi küçük burjuva,
öznelci bir yerde gerçekleşir. Tarih, ilgili kişilerce mülk edinilmiştir bir
kere. Âidiyetten eser yoktur. Bu, hesap vermenin de önünü alır. İlgili özel
tarihin özel uzmanları köşeleri kapmış, halk gibi tarihi de ipotek altına
almışlardır. İkisi de “dış”a asla ve kat’a açık değildir. Baş ve sonun kendisi
olmadığı, başkalarına muhtaç olduğu hakikatinin bilinci olan âidiyet bilinci,
mülkiyet bilincine mağlup olmuştur. Bu bilinç ne darbeye giderken, ne içinden
geçerken, ne de sonrasında ilgili bilinciyle hesap vermiştir. Ateşin içinden
“kırmızı Mercedes” ile geçilip gidilmiştir. Mahir’in devrimcileştirdiği “yol”,
huzurlu, mutlu, emniyetli bir iç güzergâha bağlanmıştır. Olan, tüm onuru ve
namusu ile Karadeniz dağlarında ekmek ve silâh bekleyen yiğit devrimcilere
olmuştur.
79’da, darbeden sekiz ay önce somut olarak 12 Eylül’ü
öngören Dev-Yol’un darbenin niteliği konusunda yürüttüğü tartışmada iki başlık
ortaya çıkar: birincisine göre gelen darbe, Latin Amerika benzeri faşist bir
darbedir, ikinci başlık ise bunun kemalist bir cunta olacağı yönündedir. Bu,
politik, ideolojik, teorik yönelim konusunda da çok şey söylemektedir. Bugünden
görülebileceği üzere Dev-Yol şefleri, fiilen böylesi bir tartışmanın zuhur etme
hatası içinde, ikinci eğilime tâbidirler ve ilgili gereksiz tartışmada
kripto-kemalistlikleri baskın geldiğinden, darbeye karşı silâhlı bir mukavemet
göstermemişlerdir.
Bugün yazıldığı biçimiyle Dev-Yolcular, o günkü şiddet
pratiklerini, ürkütücü olacağı ve kitleyi böleceği gerekçesiyle mahkûm etmeyi
sürdürürler, ancak buradaki hassasiyet, Bu Tarih Bizim isimli kitaba da
yansıdığı biçimiyle, orta sınıflara yönelik bir hassasiyettir. Orta sınıfların
ürkütülmemesini ana siyaset yapan örgütün darbeye karşı direnç örgütlemesi de
beklenemez. Oysa HDY, bugün sözkonusu hassasiyeti onaylamaktadır.
Değerlendirme bölümünün bir yerinde “orta sınıflar
ürkütülmemeli”, bu nedenle şiddetten, örneğin “Dev-Sol’un kamulaştırma
eylemlerinden uzak durulmalı” derken, darbeye doğru aynı orta sınıfların
darbenin asıl alıcı kitlesi olduğu söylenir. Yani onlarla ilgili hassasiyet
ters tepmiş, orta sınıf cenahı devletin kucağına oturmuştur. Bugün de HDY, aynı
hassasiyetle hareket etmeyi matah bir şey olarak propaganda etmektedir.
12 Eylül’de savaşmayanlar bugün, Latin Amerika’da
benzer darbe süreçlerini yaşayıp onlara karşı savaşmış politik öznelerin
edebiyatını, lafzını tekrarlayarak “yol” almaya çalışırlar. Oysa 12 Eylül’ü bir
biçimde geçen her öznenin kendisini de dâhil ettiği ideolojik, politik ve
teorik gerçekliği eleştirmesi, devrimci bir kopuş süreci içine girmesi ve yeni
dönemin gereklerini bu fiiliyat üzerinden görüp kendisini ona göre oluşturması
bir zarurettir.
Bu yönüyle, iç hukuk anlamında ahlâk ve dış ahlâk
anlamında hukuk düzleminde öznelerin devrimci bir fiiliyat içine girmeleri
gerekir. Dışarıdan gelen eleştirileri “saldırı” olarak kodlayıp, “bu ülkeye
komünizm gelecekse onu da biz getiririz” türünden, “bu örgüt eleştirilecekse
onu da biz eleştiririz” denmemeli, iç ve dış arasındaki ayrım çizgilerinin
dönüşüm seyri, bu dönüşümün içe ve dışa dönük yansımaları en ince ayrıntısına
dek ele alınmalıdır. Başka örgütlerin eleştirileri tu kaka ilân edilip dışlanmamalı,
onlarla birlikte yürütülen polemikler, sınır çekici, ayrıştırıcı bir niyetle
cereyan etmemeli, bu eleştiriler bir biçimde iç’selleştirilmelidir.
Ama bu “iç dünya”, “21. yüzyıl sosyalizmi”, “geniş
kitle-dar kadro”, “Petras ve Wallerstein”, “Latin Amerikacılık” gibi unsurlarla
biçimlenip başkalarına buralardan sınır çekilirken, esasen düşmanı netleştiren,
ona karşı konumlanmış bildirgeler kaleme alamayan, dergi çıkartamayan, sadece
diğer yapılara seslenmekle yetinen diğer sol örgütler kervanına eklenilirken,
teorik, ideolojik ve politik mücadelenin çeşitli veçhelerinde belli bir
disiplinin, hiyerarşinin, ahlâkın ve hukukun karşılığı olan partinin oluşmasına
da imkân yoktur. Parti, özel kişilerin özel çıkar ve ihtiyaçlarına göre
çizdikleri özel sınırlarda değil, genel toplumsal-tarihsel dinamiklerin zorunlu
olarak çizdiği politik sınırlarda oluşan devrimci bir organizmadır. Bu açıdan
HDY’cilerin anladığının aksine, parti bir örgüt değil, dinamik olarak kurulup
dağıtılan çok sayıda örgütün bileşkesidir. Devrimci örgütler kolektifi olarak
parti, Lenin’in tabiriyle, komünistlerin, halk sınıflarının bulunduğu
alanın her yönüne sevk ettikleri birimlerin bağlı olduğu ordunun adıdır.
Marx’ın ifade ettiği biçimiyle, artık örgüt adı
altında tedavülde olan tüm yapılar tarikattırlar ve bunlar bir “Allah”la,
komünist parti ile proleter devrimci bir hizaya sokulmalıdırlar. Tarihsel kimi
dönemeçlerde, her seferinde içe kapalı cemaatler oluşturan, bunları işlerine
geldiğinde dağıtan şeflerce yönetilen yapılar, düşmana değil, birbirlerine
karşı öznel sınırlar çekmekten kurtulmalıdırlar. Bunlar, içimizde tüm şiddeti
ile yürüyen “devrim”i lime lime edip etkisizleştirirler. Soyut ideo-politik
ikilikler belirlenip millet tercihe zorlanacağına ya da yalandan, kurgusal bir
üçüncü yol’culuk yapılacağına, somut ikiliklerin üzerinde yükseldiği maddî
zemin, sözkonusu devrimin toplarıyla dövülmelidir. Bu mücadele, özel kişilerin
özel çıkar ve ihtiyaçlarına göre tasavvur ettikleri bir tür “sol” olsa da
sürmelidir. Bir küçük burjuva da kendi çıkarları hesabına “bağımsızlıkçı,
halkçı ve özgürlükçü” olabilir. Mesele, bunları tek tek ya da bütün olarak aynı
kafada ve bedende bütünlemek ya da “en öz saf solcu” olmak değil, bu
kavramların ve pratik karşılıklarının teorik, ideolojik ve politik gerçekliğini
parçalamaktır.
Bu tür bir devrimci teori, ideoloji ve politikadan
alabildiğine uzak duran HDY, “Devrimci yolumuz Çayanların yoludur!” sloganını,
somut gerçekliklerine uygun olarak şu şekilde değiştirmelidir: “Evrimci yolumuz
cayanların yoludur!”
Eren Balkır
10 Ocak 2009
Dipnotlar:
[1] Halkın Devrimci Yolu, Bildirge.
[2] Stirner’den akt.: George Woodcock, Anarşizm,
s. 111.
[3] Proudhon’dan akt.: a.g.e., s. 124.
[4] Karl Marx, “Bolivar y Ponte”, Aralık 1857-7 Ocak
1858, MIA. Türkçesi: İştirakî.
[5] “[…] ‘Güney’ aynı zamanda, sosyalizmin yeni
döneminin inşasında kurucu rol üstlenmeye en yakın siyasal coğrafya hâline
gelmektedir.” (s. 34.)
[6] IV. Dönem’in başlangıcı olarak belirtilen
Washington Konsensüsü, John Williamson’ın 1989’da icat ettiği, öncelikle Latin
Amerika’daki kriz için öneri olarak sunulan paketi anlatan bir kavram, ama HDY
bunu 82’ye atıyor ve bir tür öznel komplo olarak okuyor. İktisadî
mekanizmaların keynesizmi ıskartaya çıkartması, tekellerin ülke içi
zenginlikten, emek pazarlarından nemalanması için gerekli düzenlemelerin
yapılmasını, özelde Thatcher’ı, Reagan’ı ve Özal’ı anlatıyor. Ama Özal’lı
yıllarda sessiz kalmış HDY, bugün sessizliğinin gerekçesini yüce komplolarda
buluyor.
[7] “Yeni sömürge devletin, toplumsal krizle dolaysız
bir ilişki içinde olan politik krizini devrimci biçimlerde çözebilecek tek güç,
üretken altyapının sömürgeci yöntemlerle tahrip edilmesinden en yıkıcı
biçimlerde etkilenmekte olan emekçi halk sınıflarıdır.” Bu cümle de temelde
Lenin’in Ne Yapmalı’sına reddiyedir: devlet, emperyalizmin uygulamaları
sonucu krizdedir, bu krizden devleti kurtaracak olan da dışarıdan bilinçle
değil, içeriden ekonomist ve oportünist bir siyasetle uyandırılacak olan emekçi
halk sınıflarıdır. Burada burjuva “millî egemenlik”ten vazgeçilmez, “proleter”
bir aşı yapılır ve Kemalist TC tahkim edilir. HDY, Mahir’i katleden devleti
kurtarma derdindedir!
[8] Gülistan Yarkın, “Immanuel Wallerstein ve
Marksizm”, Praksis dergisi, Sayı: 17, s. 182.
[9] Yayına Hz.: Stuart Clark, The Annales Schools:
Critical Assessments.
[10] “68 Bahar’ından Venezuela Yaz’ına”, Dieterich
röportajı, Birgün.
[11] “Programatik temelde bakıldığında, meta üretimini
isteyen ama o temelde yükselen üretim tarzının zorunlu olarak ortaya koyduğu
değer yasasına ve rekabete (‘toplumsal olarak gerekli emek zamanı’)
başkaldıran, himayecilik yanlısı, ‘bedava kredi’ diye çığlık atan, var olduğu
kadarıyla sosyalizm perspektifi ‘devlet sosyalizmi’ sınırlarını aşmayan bu
‘çağdaş’ hareket, Proudhonculuğun 150 yıl sonraki bir karikatürü gibi.” (Enis
Tartan, “Petras Nereyi Aydınlatıyor?”, Manifesto dergisi, Sayı: 2, s.
83-84.)
[12] “Kapitalist zincirin zayıf halkalarının
oluşumunu, bu zayıf halkalarda yaşanan politik-toplumsal krizlerin şiddeti
belirler.” (s. 7) HDY’ye göre, üstyapı altyapıyı, politika ekonomiyi
belirliyor. Şiddet bir sonuç iken, neden oluveriyor.
[13] Neoliberalizm, devletin yegâne meşru amacının
bireysel, özellikle ticarî özgürlüğü ve aynı zamanda güçlü özel mülkiyet
haklarının güvence altında olması gerektiğini söyleyen görüşü de içeren, gevşek
biçimde sınırları tayin edilmiş politik inançlar kümesidir. [...] O, eski
liberalizmin radikal bir oğludur… Özgürlük noktasındaki eşitlik, burada
yetenekliler ve onların teşebbüsleri için toplam bir özgürlüğe dönüşür. [...]
Yeni muhafazakârlığın paralelidir. (What is Neoliberalism, Dag Einar Thorsan ve
Amund Lie.) HDY’nin “sosyalizm”i ne kadar da bu neoliberalizme benziyor!
[14] Lenin, Karl Marx ve Doktrini, s.94.
0 Yorum:
Yorum Gönder