“Suçluya, teröriste ve virüse karşı sihirli bir kelime olarak ‘güvenlik’
empoze ediliyor ve sağlık krizi, devletin bizi sağlık adına ne ölçüde teslim
aldığını ortaya koyuyor.”
[Gilles Dauvé]
Sermaye toplumunda bize “hakikat”
olarak sunulan söylemler, geleneksel kitle iletişim araçlarından sözde
alternatif medyaya ve sayısız dijital toplumsal ağa kadar, iktidardaki sınıfın
farklı sözcüleri tarafından ifade ediliyorlar. Böylelikle 2020’nin başından beri
bizi Covid-19 salgını konusunda uyaran bilgilendirici söylem, iktidardan gelen
bilgilerin itiraz edilemez gibi göründüğünü kanıtlıyor, öyle ki bu söylem, sadece
burjuvazinin örgütleri arasında fikir birliği meydana getirmekle kalmıyor, aynı
zamanda toplumsal ağların ve sözde muhalif medyanın kamuoyuna sunduğu görüşler
üzerinden de pekiştiriliyor.
Mesele, hastalığın yüksek
derecede bulaşıcı olup olmadığı veya koruma ve bakım önlemlerine uyulup
uyulmaması gerektiği değildir. Zira hızlı yayılan bir virüsle karşı karşıya
olduğumuz ve bu virüsün enfekte olan insanların ancak çok az bir kısmında ölüme
neden olduğu aşikâr.
Buradaki mesele,
kapitalist devletin, kendisine ait herhangi bir eylemi geçerli kılmak için tüm
bilgileri çarpıtıyor ve araçsallaştırıyor olmasıdır. Bu, belli bir nüfusu
zorunlu olarak eve hapsetmeyi, sokağa çıkma yasağı sırasında dışarı çıkma
talihsizliği yaşayan insanları öldürmeyi, bireylerin kendilerini sevdiklerinden
izole etmelerini veya yiyecek hiçbir şey olmadan kendilerini soyutlamaları
gerektiği gerçeğini haklı çıkarmaktır; çünkü gezegenin pek çok yerinde olduğu
gibi burada da “her koyun kendi bacağından asılıyor.’’
Virüs tüm dünyaya
yayıldığından beri çıkan haberlerle, binlerce ölümün olduğu haberleriyle,
hastalarla dolup taşan hastanelere ilişkin notlarla, bugün yalnızca şaşkınlığa
neden olan oldukça çelişkili varsayımlarla, sözde “uzman”ların servis ettikleri
pek çok olasılık dışı, kafa karıştırıcı ve önyargılı bilgilerle bombardımana tutulduk.
Tüm bunlar, hapsolunmayı kabul etmemiz için bizi rahatsız etme amacı taşıyor.
Bu boktan durumsa zerre sorgulanmıyor. Ruh sağlığımızı “halk sağlığı” adına, ortaya
çıkacak sonuçları zerre umursamadan bozdular ve gün geçtikçe hayatta kalmayı
daha da zorlaştırdılar.
Kutsal “Gerçek”
Geçmişte bizi bir şeye
inandırmak, bize bir inanç dayatmak veya bizi bir efendinin kurgusuna teslim
etmek istediklerinde, bir yandan İncil’i diğer yandan kılıcı tutmaları
gerekiyordu. Bugün pek bir şey değişmedi. Yalnızca İncil’in yerini o kof “bilimsel”
argümanlar aldı, ama elbette bir yandan da aba altından sopayı göstermeyi de
ihmal etmiyorlar. Şimdi önümüze yeni “bilim” inancını koyan o inatçı pozitivist
görüş, bizi kendi (sürekli ya da süreksiz) gerçeklerinden başka gerçek
olmadığına; vakıflar tarafından onaylanmayan ve bilimsel “makalelerde”
doğrulanmayan her yorumun ve analizin ilk fırsatta çöpe atılması gerektiğine
inandırmaya çalışıyor.
Bilimsel düşünce ya da
burjuva vakıflarının kendi damgalarını vurdukları, sanki üzerinde
toplumsal disiplin, kontrol ve çeşitli tahakküm projeleri denenen basit birer fareymişiz gibi bizi bir deneyin nesnesi yapan o şey, hayatlarımızın yönlendirilmesinde
temel dayanak mı olmalıdır?
Sermayenin sıhhi
tasarımları, daha en başta hijyenin, temizliğin ve sağlığın ne olduğu
konularında burjuva bir anlayıştan türediyse, bunların tarafsız olduğuna neden
inanalım? Dünya Sağlık Örgütü, bilim kurumu, hastaneler ve ilaç sanayi, ne zamandır
insanlığın müttefiki?
Bu anlamda mevcut durumun
sermayenin kökeninde başlayan şeyin bir devamı olduğunu anlamak gerekir: insanı
kendi bedeninden ve kolektif varlığından ayırmak, onu önce kendi varoluşundan
koparmak, daha sonra da onun kendisi üzerindeki kontrolünü redde tabi tutmak;
bunun için onu fiziksel ve ruhsal olarak ehlileştirme amacıyla kurumlar
yaratmak, sanki bir çobanın bizi otlatmaya götürmesine muhtaçmışız gibi, içimizde
iktidar organlarına yönelik bir bağımlılık geliştirmek. Sermayenin
diktatörlüğünde bizim bedenimiz, bize ait değildir.
Yaşasın Toplumsal Kontrol
Koronavirüs krizinin
yönetiminin en güzel örneği, birçok Doğu ülkesinde ve özellikle de Çin’de, hastalığı
bahane ederek, o ülkede yıllardır mükemmelleşen baskı ve gözetleme mekanizmasının
dizginlerinin serbest bırakılmasıdır. Önce hastalığın gelişimini gizlediler ve
sonra onu “kontrol altına” aldılar. Bunu yaparken de tüm nüfusa suçlu muamelesi
yapıldı, halkı bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi aşırı karantinalara
soktular, sokağa çıkma yasakları ve özdenetimler getirdiler.
Sanki bu felâket
yetmezmişçesine, bir de tüm dünya kamuoyu, bu türden önlemleri pandeminin
kontrol altına alınmasında bir örnek olarak alkışladı. Bu beyinsiz şakşakçılar,
bilgilerin gizlenmesi ve baskıcı kurumların cüretlerinin aklanmasının yanı
sıra, siyasi tutuklamaları, suikastları ve ülkede yaratılmış olan yeni yapay
figürleri de gizliyorlar.
Her ne kadar bu kontrol
altına alma önlemleri Batı demokrasileri tarafından bir şekilde “aşırı” olarak
görülse de, bu, iyi ve kötü polisin çifte söylemini geliştirerek, dünyanın
çeşitli ülkelerinde uygulanmalarına bir engel oluşturmadı: “Bizler Çin’deki kadar
baskı ile hareket etmiyoruz, kendinizi şanslı hissedin ve evde kalın ... yoksa
size para cezası veririz ya da hapse atarız” (ya da söylemeye gerek yok, sizi
öldürürüz).
Dünya Proletaryasına Suçu Kabul Ettirme
Öte yandan, tartışmanın en
kolay ve defalarca denenip test edilen formülü ise, suçu proletaryanın üstüne
atmaktır. Bu suç, ister proletaryanın evlerinde kalmaması ve pandemi
normalliğine uymaması yoluyla olsun, isterse günde 24 saat maske takmayıp
dikkatli, sorumlu ve yeterince medeni olmayı tercih etmeme yoluyla olsun, her
halükârda proletaryanın sırtına yüklenmektedir.
Günün sonunda ise
toplumsal ağlardaki gerici korku tellâllığı, evini terk eden ya da parti veren
komşuyu, ağzına bez takmayan ya da ihtiyaçlarını almak için gittikleri
pazarları kalabalıklaştıran kişileri suçlar. Bu durumun sorumluluğunun ve insanların
birbirleriyle ilişki kurmaya zorlanma şeklinin sermayenin yapılanmasından
kaynaklandığını ve bunun herhangi bir bireyin ya da toplumsal grubun seçimine
bağlı olmadığını bir kenara bırakarak, sorunun esas noktası buymuş gibi
davranırlar.
Şimdi, kapanmaların
idealleştirilmesine ve sıhhi önlemlerin hayatımızı kurtaracak sihirli formüller
olduğuna dair aptalca inanışın varlığına rağmen, ticari dolaşım ve kapitalist
ilişkilerin gerçekliği, kendimizi herhangi bir virüsten veya hastalıktan
korumayı mümkün kılmıyor. Dahası, herhangi bir virüsün enfeksiyonu istisnai bir
olay olmayıp, yeryüzündeki organik yaşamın gelişmesinin bir sonucu olmasıyla
birlikte, patojenlerin oluşumu ve yayılmasının üretim tarzıyla yakından
ilişkili olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Proleterlerin yaşamının sürekli
bozulmasına eklenen yeryüzünün tahribatı, artı sermayenin dolaşım dinamikleri,
birkaç yüzyıldır tüm dünyaya yayılan hastalıkların üreme alanıdır.
Hatta şunu da belirtmek
gerekir ki, evde izole kalmak “bizim dileğimiz” olsa bile, proletaryanın böyle garantili
bir yaşamı yoktur. O, kendisini bir meta olarak satmaya ve bu şekilde kamusal
alanda dolaşmaya mecburdur. Proletarya, ürünleri onların daha maliyetle
satıldığı yerlerde tüketmek zorunda kalıyor, kalabalık olsa dahi toplu taşıma
ile seyahat etmek zorunda kalıyor, çünkü başka bir seçeneği yok. Daha da kötüsü
ise, hiç kimse sağlıklı bir şekilde izolasyona dayanma yeteneğine sahip değil,
dolayısıyla nüfusun fiziksel ve toplumsal aktivitesini sanal alternatiflerle ikame
etmeyi amaçlayan egzersizler ve aktiviteler, er ya da geç tamamen
başarısızlıkla sonuçlanırlar.
Sermayenin Mantıksız Mantığı
Şimdiye kadar pandemi
üzerine yapılan her türden analiz, sadece rakamları, ölümleri, kamu
politikalarını, kontrol önlemlerini ve aşırı korku tellâllığına, panikçiliğe
odaklandı. Son birkaç aydır, bu sağlık krizinin sermaye ekonomisi içindeki
politik ve toplumsal yapılanma ile ilişkisine dair tek laf edilmedi, böylesi
bir sesin çıkmayacağı artık görüldü. Diğer pek çok konuda olduğu gibi bu konuda
da burjuva düzenin propagandacıları, ellerini yıkayacak ve “bu sistemin değil,
halkın hatasıdır” diyecekler.
Peki bugün kapitalizm bu
felâkete, karantina, ağız kapatma ve dezenfektan şişelerinin ötesinde, o övülen
toplumsal kontrol önlemlerinin dışında nasıl bir yanıt verdi? Ne yazık ki
önemli bir şey yapılmadı. Aşı gibi pek de umut verici olmayan fakat özlem
duyulan önlemlerin bu soruna çözüm olduğuna inanılmaya devam edildiği takdirde
çoğumuz aşı olmayı beklerken öleceğiz, burası kesin. Her halükârda bu özlem
duyulan önlemler de yerine getirilse bile bunların “normalliğe” dönüşü garanti
etmeyeceği ve dünya nüfusunun çoğunluğunun zaten berbat hâldeki varoluş
koşullarını bir nebze de olsa iyileştirmeyeceği açık.
Ekonomi (sermaye) alanında
piyasa, endüstri ve finans bir yıldır felâketle yüz yüze. Haberler ve diğer şarlatanlar
bunu böyle ifade ediyorlar. Bununla birlikte mevcut rakamlar, hammadde
üretiminin tarihî bir artış gösterdiğini, telekomünikasyon, ilaç ve diğer
sektörlerdeki çalışanlar gibi sanayideki işçilerin çalışma saatlerinin de uzadığını
ortaya koyuyor. “Evde kal” derken hükümetlerin taşıdığı niyetle çatışıyormuş
gibi görünen bu durum, en genel manada işçiler için geçerli değil.
Kâr miktarı, son zamanlarda
sermayenin başına gelen en iyi şeydi. “Mantığın” söyleyeceğinin aksine, bu
salgında iflas edenler, büyük şirketler değil, yalnızca günübirlik yaşayan
proleterler ve iş dünyasının kaprisli tanrısına iman etmiş küçük işletme sahipleri
oldu.
Ancak, tüm üretim ve
hizmet sektörlerinin bir düzelme yaşadığını söylemek, indirgemeci bir yaklaşım olacaktır;
bu krizde, diğer pek çok yerde olduğu gibi, mağazalar, barlar, spor salonları
ve müşterilere doğrudan hizmete bağlı olan mağazalar gibi sektörler de
etkilenmiştir. Fakat iyi bildiğimiz gibi, kapitalist ekonomide bazıları
çökerken, diğerleri dünya sahnesinde her şeye kâdir olarak yükselir.
Aynı şekilde, bu olayların
yeni bir ekonomik sıfırlamanın veya yeniden yapılanmanın işaretleri olduğu da
açıktır. Bunu, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında kapitalist
ekonominin kriz ve çöküş dönemlerini esas alırsak görebiliriz. Bütün bunlar,
yalnızca üretici güçleri ileri fırlatacak, bunların başkaları ile
değiştirmesine sebep olacak savaş dinamiklerinin, dünya ekonomisinin cesedine
yeni bir hayat vererek, üretimin ve meta değerlenmesinin yeniden
yapılandırılmasını mümkün kıldığını doğruluyor.
Proletaryanın Antagonizmi ve Zayıflığı
Son on yılda gelişmekte
olan ilginç bir şey de sözde eleştirel komplo retoriğini çoğaltan Hıristiyan
köktendinciler, muhafazakârlar ve neo-Nazilerden oluşan grupların medya yoluyla
elde ettikleri etkidir. Bu gülünç azınlıklar, böylece yerleşik düzene “muhalefet”
ettikleri izlenimini veriyorlar.
Bu söylemlerin, Bildenbergler,
Soros ve Rockefeller gibi kötü adamların Trump gibi mavi prenslerine, beyaz
Hıristiyanlara ve hatta Rus hükümetine karşı çarpıştığı çarpık fantezilerle
dolu olduğunu çok iyi biliyoruz! Sanrılarının ötesinde, bu grupların ve
propagandalarının çoğunlukla sınıfımız arasında kafa karışıklığı yaymanın başka
bir yolu olduğunu anlamalıyız.
Onların sözde eleştirel
söylemleri, yalnızca bir kolaylık sağlamaktadır, neticede bu söylemler, “yeni
dünya düzenine” yönelik eleştirileri, muhafazakâr ve gerici burjuvaziyi aziz
mertebesine çıkartarak, yalnızca “liberal kanat” burjuvazisine işaret etmekle
sınırlıdır. Pandemideki bu öznelerin olumsuzlamacılığın kahramanları olduğunu
ve özgürlük için “isyankâr” yurttaşların rolünü oynuyormuş gibi yaptıklarını ve
işyerlerinin, eğlence merkezlerinin eski normalliklerinde tekrar işlemesini
istediklerini söylemek gerekir.
Beklendiği gibi, bu tür muhafazakâr
protestolara verilen yanıt, aynı şekilde muhafazakâr vatandaşlardan geldi, ama
resmi söyleme bağlı kalarak. Bu da bu durumu aşma olanakları kapsamında
olağanüstü bir rol oynadı; çünkü baskın söylemin ve gerekçelerin karşısına
çıkarsanız, bir “komplocu”dan başka bir şey değilsiniz, böylece resmi söylemin
bataklığına gömülürsünüz ve baskı önlemlerini, proleter mücadelesinin
hareketsizliğini ve mevcut sefalet koşullarının kabulünü onaylarsınız.
Kendilerini sermayeye
muhalif kimseler, anarşistler, sermaye eleştirmenleri olarak gören yoldaşlar
bile, virüsü ve pandemiyi “insanlığın canavar düşmanları” olarak sunan ve
sürekli olarak korku, belirsizlik ve terör havasını takviye eden medya
terörizminin kurbanları oldular. Yıllarca süren devlet karşıtı vaazlardan sonra
artık devletin söylem ve eylemlerinin desteklenmesi, “evde kalmaya” ve DSÖ
tarafından dikte edilen sıhhi önlemlere uymamız için teşvik edilmemiz ise
ironiktir.
Asıl mesele, ortaya çıkan
problem karşısında kimin daha aşırı veya daha “radikal” olduğuna dair kaba bir
oyuna girmek değildir. Buradaki önemli husus, eğer bir teori (bu durumda devlete
ve sermayeye karşıt bir radikal teori) gerçekliğin getirdiği ilk engelde ıskartaya
çıkıyorsa, o zaman o teori faydasızdır.
Mevcut sürecin ilerleme
hızının onlarca yıldır eşi görülmemiş bir düzeyde olduğunu ve bu durumun da
yakın gelecekte onu sindirmeyi ve anlamayı imkânsız hâle getirdiğini biliyoruz.
Ancak algımız, asla sınıf düşmanımızın mantığından veya aklından hareket
edemez. Sermayenin ve onun salgınının içerdiği çelişkilerin ve yanılgıların
daha görünür olduğu bu noktada, artık sermayenin dayattığı sıhhi diktatörlüğe karşı
taviz vermenin ve onunla uzlaşmanın herhangi bir bahanesi olamaz.
Kavga Zamanında Proleter Mücadele Üzerine
Daha önce de belirtildiği
gibi, pandemi durumu proletaryanın yaşam koşullarının kötüleşmesi anlamına
gelmektedir; bir yandan sektörler sömürü süresini uzatmakta, bir yandan da
birçok işçi işsiz kalmaktadır.
Buna ek olarak, aynı
şekilde uzaktan çalışma veya uzaktan eğitim gibi şeyler, bu üretim tarzı
altında uygulanan ani değişikliklere sadece çok küçük bir kesimin uyum sağlama
olasılığına sahip olduğu savını güçlendirdi. Ancak tele-çalışma veya
tele-eğitim tasarımlarına uymak için gerekli araçlara sahip olanlar bile bunun
neden olduğu fiziksel ve zihinsel bozulmadan kurtulamadılar. Bunu belirtme
nedenimiz, “eski normal”in çalışmasını ve eğitimini haklı çıkarmak değil,
özveri üzerine kurulu ahlak anlayışının iflas edeceği noktaya dek
yoğunlaştığını vurgulamak istememizdir.
Fakat düşündüğümüzün
aksine, bu, aynı zamanda proleter grupların, her şeyin üstünde karantina ile
sokaklara dökülmesine ve düzen güçlerinin karşısında konuşlanmasına yol açtı.
Bunun sebebi “normalliğin geri dönmesi” değil, açlık ve salgından çok daha önce
de yaşadığımız boktan hayatın kendisiydi. Hastalık, sokaklarda polis
cinayetlerine veya insanların hayatta kalmak için birkaç madeni para bile
almalarını engelleyen kötü kontrollere tepki olarak isyanları şiddetlendirdi,
ırkçılığı ve artık yapısal bir sorun hâline gelmiş olan kadın düşmanlığını
tetikledi. Bir salgın olsun ya da olmasın, hayatlarımıza katil ve insanlık dışı
bir düzenin şiddetinin damga vurduğu, artık gün gibi ortadadır.
Sınıfımızın her zamanki
düşmanlarına karşı ayağa kalktığı bu gerilim ortamında, tüm “gönüllü”
teslimiyet önlemlerine rağmen, “evde kal” talebini dillendirmek, egemen
sınıfın yönettiği bu şekilsiz ve çelişkili felâketi güçlendirmeye katkıda bulunacaktır,
çünkü bu talep, devletin uyguladığı askeri gücü ve toplumsal kontrolü kabul
etmek anlamına gelmektedir. Bu talebi dillendirenler, maruz kaldığımız tüm
aptallığı ve cehaleti kabul ediyorlar, bizi muhbirlerin, paranoyak
vatandaşların, temizliğin ve saflığın savunucularının yönettiği panoptikona
hapsediyorlar, bu panoptikonsa tanıdığı tanımadığı herkesi virüs bulaştırması
muhtemel bir ajan olarak kodluyor, hâsılı, bu pandemide herkesin düşman olduğu
konusunda bir uyarıda bulunuyor.
“Evde kalmak” demek, tek
ve gerçek suçlu olan sermayenin ve onun devletinin sorumluluğunu reddetmek
demektir. “Evde kalmak” demek, atomizasyonu ve izolasyonu teşvik etmek demektir.
Herkes kendinden mesuldür. Böylece içine sokulduğumuz hapis durumunda geriye pasif
ama umutlu olan, dehşete düşmüş, iğdiş edilmiş bir beden ve zihin kalır.
Bu süreçle birlikte toplum
içinde azalan mücadeleyi yeniden inşa etmek, hâkim olan aklı bir kenara
bırakmak, önemli ve gereklidir. Sermaye kendi kendine çökmeyecektir ve en çok
ihtiyaç duyulan anlarda geri çekiliyorsak eğer, bizim, düşmanlarımızın bize vermek
istediklerinden daha fazlasına dair bir umudumuz yok demektir.
Bu sefaletin en iyi nasıl
yönetileceğine dair boş tartışmaların ötesine geçip, sunulan seçenekleri kabul
etmeye karşı çıkmalı, gerekli cevabı öfke patlamalarının yaşandığı yerde olup o
eylemlere destek sunarak vermeli, sınıfın bağımsız bir süreç dâhilinde
birleşmesini teşvik etmeli, tavizlerde bulunmadan savaşmalıyız. Son olarak şu
notu da düşmek gerek: devletlerin ve sermayenin desteğini arkasına almış bu
kepazeliğe kesin olarak son vermek için dünyayı kucaklayan bir toplumsal devrim
perspektifine bağlı kalmalıyız.
Contra
la Contra
Aralık 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder