“Sanki binlerce parmaklık vardı
Ve parmaklıkların ötesinde dünya yoktu.”
Rainer
Maria Rilke, “Panter” isimli şiirinde mahkûmların çilesini çektikleri bilinç
daralmasını bu şekilde anlatıyor.
Siyaset
ve medya aracılığıyla devam eden korona propagandası, korku ve yalanlardan
görünmez parmaklıklar yaratıyor. Artık bu zihinsel kafesin dışında bir şey
olabileceği aklımıza gelmiyor. Dolayısıyla düşüncelerimiz, bir çözüm bulamadan,
bıkıp usanmadan kendi etrafında dönüyor.
Hâkim
anlatılar, her zaman iktidara sahip olan güçlerin anlatıları olagelmişlerdir.
Bilinçli olarak körüklenen dışlanma ve karalanma korkusu da bizi bizim için
tasarlanan manevi muhafazada tutar. Muktedirler, bu tür manevralara yüzlerce
yıldır aynı sebeple başvurmuşlardır: Bakımı kolay, manipüle edilebilir ve
ekonomik açıdan hayatta kalabilen varlıklar olabilmeliyiz.
Japon
heykeltıraş Hiroyuki Hamada, bizi neyi tutsak ettiğini görmemize yardımcı
oluyor ve buradan da kurtuluş için gerekli bakış açısını sunuyor.
* * *
Tüm
toplum, abes bir oyunun sahnelendiği bir tür tiyatroya dönüştüğünde bilin ki
kuklacılar aklını yitirmiş krallar ve kraliçelerden başkası değildir. Akli
dengesini yitirmiş olan muktedir sınıf, insanlığı ve doğayı harap ettikçe
toplum kendi mantığını, tarihini, olgularını, dürüstlüğünü, samimiyetini,
yaratıcılığını ve hayal gücünü yitirir.
Otoriterliğin
görünmez kafesi, dipsiz bir piramit şeklinde çıkar karşımıza. O loş olan alt
katmanları korku ve umutsuzluk kaynağıdır. O tabakalar ve katmanlar bizi
ayırır, bizi bize yabancılaştırır, hepimizi insanlıktan çıkartır. Başkalarının
çektiği acı, sizin kazancınız hâline gelir. Zalimlerin iktidarına sığınırsınız
zamanla: kralların ve kraliçelerin o tehlikeli hayal gücü, size güvenlik hissi
verir.
Ama
bu tarz bir düşünce, delilerin tiyatrosundan gelip aklımızı uyuşturan sesler
beynimize akın ettiği ölçüde silinip gider. Elimizde kalan mantık, ciddiyet ve
dürüstlük, dost bildiğimiz, korkuya teslim olmuş insanlarca sinizm, umutsuzluk
ve korkaklık üzerinden alaycı ifadelerle karşılanır ve saldırıya uğrar.
Ne
var ki dünya, kralların ve kraliçelerin kulübüne ait olanlara hiç de böyle
görünmez. “İnsanlığın” yürüyeceği doğru yola dair herhangi bir anlayışa sahip
olmayan bu azgın kitle, doğası gereği, o insanlığı sarf malzemesi gibi görür.
Bunun böyle olduğunu birçok kez gördük: Avrupalıların yerlileri
sömürgeleştirmesi, Afrika halkının köleleştirilmesi, birçok halka uygulanan
soykırımlar bunun kanıtı.
Ama
bir yandan da gerçeğe körleşmiş aynı insansızlığa bugün de tanık oluyoruz:
evsizlik, tedavi edilebilir hastalıkların yol açtıkları ölümler, açlık, madde
kullanımı sonucu yaşanan ölümler, intihar, yoksulluk, mülteciler, kitlesel
hapsetme pratikleri, devletin uyguladığı şiddet, yabancılaşmanın uyguladığı
psikolojik işkence bu insansızlığın farklı veçheleri. O krallar ve kraliçeler,
bunları ellerindeki kaynaklarla çözüme kavuşturulması gereken meseleler olarak
görmüyorlar.
Hatta
onlar bu olguları, kapitalist hiyerarşi içerisinde geçerli birer konum elde
etme imkânı bulamamış insanları cezalandırma yöntemi olarak görüyorlar. Otorite
korkusu ve cezalandırılma korkusu el ele ilerliyor ve birlikte bizi hiyerarşi
içerisinde sahip olduğumuz konumlara hapsediyor, bizi o konumu, yedi gün yirmi
dört saat sistematik ve yapısal tehdit altında olan esenliğimizi korumaya
mecbur ediyor. Aslında hep birlikte gaspın ve yağmanın yapısal bir hâl aldığı
bir sistemin içinde yaşıyoruz.
Bugünün
kralları ve kraliçelerine ait o “kutsal çiftlik”te serbest gezinme imkânı elde
ettikçe temel maddi gerçekliğe erişme imkânımızı da yitiriyoruz. Etrafımızda
gözle görünmeyen bir çit çekmişler, elektronik ortamda hepimizi izliyorlar,
zorla aşı yapıyorlar ve hepimizi dört bir yanında ekranların olduğu steril bir
kafese hapsetmişler.
Hepimiz
kâr getiren, veri toplama sürecini besleyen, ruhunu dirhem dirhem teslim eden
bir fareye dönüşmüşüz. Önümüzdeki noktaları birleştirmeye başladığımızda hep
birlikte korkunç bir geleceğe doğru ilerlediğimizi görmek, hiç de zor değil.
Her
türden suiistimali ve saldırıyı kendilerine kesilmiş birer “ceza” diye görüp
onları hoş gören bir topluma bu türden bir korku ne yapar? İnsanların
sokaklarda görünmez varlıklar olarak yaşadıkları gerçeğine sırtını
dönebilenlerin veya kendisini yıkıma sürüklemek adına ümitsizliğe kapılıp kimi
adımlar atan, madde kullanan insanların acılarını hissedemeyenlerin başına ne
gelir?
Bu
insanlar, her şeyi sorgulayanların sözüne mi yoksa yapay zekâ, yeşil
kapitalizm, genetik mühendisliği, dijitalleşme ve finansallaşmanın
biçimlendirdiği muhteşem bir gelecek vaadinde bulunan muktedir sınıfın sözüne
mi inanırlar?
Bu
soru sorulmazdan önce, imparatorluğun sosyo-ekonomik ve politik güzergâhının
iki kapitalist politik partinin emperyalist çerçevesine göre şekillendiği
koşullarda, bu tür bir sorunun sorulmasına izin verilip verilmeyeceği üzerinde
durulmalıdır.
Kapitalist
hiyerarşi, kendi içerisinde birilerine özel konumlar tahsis ederek, ihtiyacı
olanı alır: bu konumlarsa doğal kaynaklar, anlatılar, olgular, tarih, insanlar,
politik ideolojiler veya zaman-mekânda bulunan her şeydir.
Krallar
ve kraliçeler tüm bunları tekeline alır. Maddi kaynaklara, aynı zamanda yetenek
ve bilgiye sahip insanlara kapitalizme hizmet etsinler diye el konulur. Bunlar
tekelde toplandığı noktada değerli olanlar metalaştırılır, o kral ve
kraliçelere fayda getirecek şekilde dağıtılır.
Bu
süreç, belirli katman ve tabakalarda işler. Bilinç, efsanelerin, sömürüyü esas
alan anlatıların, yalan yanlış tarih bilgilerinin ve gerçekle alakası olmayan
şeylerin bombardımanına maruz kalır. Sahte bir gerçeklik inşa edilir ve bu
kurgu gözlerimize perde çeker, bir yandan da gerçek dünyada ölümlü
bedenlerimizi dolaştırmamıza izin verir.
Ruhumuzun
maruz kaldığı görüntüler, hiyerarşi içerisindeki konumumuza göre farklılık arz
eder. Bize anlatılan her şey, hiyerarşik yapıdaki konumumuzu tasdik edip
meşrulaştırır. Krallar ve kraliçeler, kendilerini kâinatın kıymetli efendileri
olarak görürlerken, kitleleri, fırsatlar dünyasında ellerinden gelenin en
iyisini yapan, özgürlüğe âşık insanlar olarak görürler.
Böylesi
bir denklemde otoriterizm kendisini zaman-mekânda kapitalist bir yolu takip
eden, faşizm ve sosyal demokrasi arasında salınan bir sarkaç olarak ortaya
koyar. Havuç ve sopa sayesinde kitlelere sunulan imajlar, görüntüler, kabul
edilebilir fikirlerin tabi olduğu kapitalist çerçeve içerisinde tutulurlar.
Şirket yanlısı siyaset ve şirketlerin beslediği aktivizm, sarkacın salınmasında
önemli roller oynar. Böylelikle kapitalist çıkarlar mevziler elde ederken, bir
yandan da bu çıkarlar “demokratik”miş gibi görünürler.
Sistem
için ve onun adına işleyen kıymetli ama tutsak edilmiş unsurlara saldırmayı
esas alan terörist taktiklere bel bağlayanlar, sisteme bir şekilde direnmeye
çalışırlar. Oluşan hasar, toplumsal dinamikleri tehlikeye atar, bu dinamikler,
zaten her şeyden mahrum olanlardan mahrum kalırlar. Bir yandan da zalim sistemi
söküp atmak için birleşmek zorunda olan halkı böler.
Zalimlere
yönelik haklı öfkeyi, şirket yanlısı STK’lar ve ajan provokatörler
yönlendirirler ve onu en ağır tedbirlerin, kentlerin yenilenmesi noktasında
toplulukların dağıtılmasının kılıfı, yeni sömürü projelerinin katalizörü hâline
getirirler.
Kapitalizmin
çelişkileri, kapitalizmin zorunlulukları gereği sınırlarına dayandığı ve halk,
yanlış algılarla maddi gerçekliği uzlaştırma becerisinden tümüyle kurtulduğu
ölçüde kitleler harekete geçer ve sömürünün güzergâhı, yeni kuralların gündeme
geleceği yeni bir sahaya doğru yönlendirilir. Kulaklarımıza düşmanların, doğal
felâketin veya hastalığın kapıda olduğuna dair cümleler fısıldanır. Hepimizi
krallar ve kraliçeler için açılacak, yağmanın ve sömürünün işlediği yeni yola
uyum sağlamaya mecbur ederler.
Hiyerarşik
yapının dayandığı zeminin yüzleştiği, gerçek ya da değil, her türden kriz, bizi
kapitalist çiftlik içerisinde tutacak iki ayrı itkiye yol açar. İlk itki,
otorite korkusu ile ilgilidir. Bu itki, bizim yaşadığımız hayal kırıklığının
yükünü bizim, başkalarının, diğer ezilenlerin sırtına yükler, bir yandan da
halkın istikrardan yoksun ruh hâlini ele geçirir ve kendi çıkarları hilafına
zalim otoriteyi desteklemeyi emreden tuhaf bir psikolojiye yol açar.
İkinci
itki ise krizin dayattığı maddi kısıtlamalarla alakalıdır. Bu süreçte hepimiz,
hayatta kalmak adına birbirimizle mücadele ederiz ve birbirimizin düşmanı
hâline geliriz. Hepimiz, kapitalist bir kafese hapsediliriz. Sonra o kafesi
korumak zorunda kalırız.
Kafes,
otorite korkusuna direnebilmemizi sağlayacak şekilde inşa edilmiştir. Yukarı
çıktıkça güç kazandığımızı düşünürüz. Ayrıca kafes, yatay hareketlilik
düzleminde belirli bir güç yanılsamasına yol açar, bu sayede de rakiplerimizin
saldırılarına karşı koyarız. Aşağıdaki sağlam zeminse bizi hiyerarşi
içerisindeki konumdan aşağı düşmemize mani olur. Tüm yapıyı bir arada tutansa
sömürü ve boyun eğdirme noktasında başvurulan şiddete dayalı güçtür.
Büyük
Sıfırlama
“Büyük
Sıfırlama”, “büyük çözüm” olarak ambalajlanıyor. Yönetici sınıf “yeşil
kapitalizm”i de aynı şekilde pazarlıyor, karbon ticareti, karbon yakalama,
yeniden ormanlaştırma bu bağlamda gündeme getiriliyor, yeşil programlar ve
yeşil teknolojiler kâr için öne çıkartılıyor. “Büyük sıfırlama” denilen
hamlenin amacı da kapitalizmi ayakta tutmak, ama aynı zamanda onu toplumsal
ilişkileri daha etkili bir biçimde kontrol edebilecek şekilde dönüştürmek ve
kapitalist hiyerarşiye halel gelmemesini sağlamak.
Kapitalizm
yeni bir işletim sistemine kavuşuyor, tam da bu sebeple onun yeniden
başlatılması gerekiyor. Tıpkı gezegeni kurtarmak adına “yeşil kapitalizm”in
gerçek çevreciliği yok etmesinde olduğu gibi bu sıfırlama işlemi de “devrim”
adına yürütülen anti-kapitalist faaliyetleri yok etmeyi amaçlıyor.
Kapitalizmin
genel çerçevesi içerisinde en fazla öne çıkan solcu aygıt, halk temelli
hareketlerdir. Bu hareketlerin amacı, devletin hazırladığı mevzuata ve
yönetmeliklere etki edip Wall Street ile kapitalist kurumların sebep oldukları
sömürünün ve esaretin seviyesini düşürmektir.
Borsanın,
yani işleyen yegâne sistem olarak reklâm edilen yapının ekonomiye yön vermesi
sayesinde yönetici sınıf, toplumsal politikaları kendi çıkarları uyarınca
biçimlendirme imkânı bulur. Bu tür bir ekonomide yönetici sınıf, servet
biriktirme konusunda belirli imtiyazlar elde eder, öte yandan genel nüfus
içerisindeki toplumsal ilişkileri kesip atar. Bu yapı, alabildiğine verimsiz,
istikrarsız ve ekonomik açıdan adaletsizdir.
Yönetici
sınıfın çıkarlarının öncelikli hâle gelmesini sağlama noktasında kapitalist
devlet önemli bir aygıt olarak iş görür. Toplumsal devrimse kapitalist devlete
el koyar, şirketleri millileştirir, ekonomiyi, eğitimi, toplumsal kurumları ve
tüm toplumsal ilişkileri halkın çıkarına uygun şekilde yeniden kurgular.
Emperyalist hegemonyaya zarar verme ve kapitalist sömürüye karşı koyma
noktasında bu strateji, esasen iki önemli şeyi yapmaya çalışır.
İlk
olarak bu tür stratejiler, halkın çıkarlarını öncelikli görür, genelin
faydasına olan projelere odaklanır, sosyal güvenlik ağları oluşturur, altyapıyı
halka göre inşa eder, çevre düzenlemelerini buna göre yapar vs.
İkinci
olarak söz konusu stratejiler, ekonomik faaliyetlerin, insanlığı ve doğayı
temel alan bir yaklaşım dâhilinde, halkın ihtiyaçları uyarınca yürütülmesini
sağlar.
“Büyük
sıfırlama” ise yönetici sınıfın bahsi edilen tedbirleri uygulama yetkisini
halkın elinden alıp onları halk üzerinde hâkimiyet kurma imkânı yaratmak için
kullandığı bir projedir. Çiftliğin sahipleri, zaten çok zengin oldukları için
büyük bir çiftliğe ihtiyaç duymazlar. Onların toplumsal mühendislikle ilgili
becerileri ve ekonomiyi kontrol etme imkânları, bugün çiftçilik işini daha
küçük bir ekiple yapabilecekleri bir yapı içerisinde sınava tabi tutulmaktadır.
Tam
da bu sebeple tüm faaliyetler, “Büyük Sıfırlama”nın takip ettiği güzergâhı
herkese dayatma noktasında işlevsel olan muhtelif kapanma tedbirlerini
yürürlüğe koyma veya bu tedbirlere karşı çıkma biçimini almıştır.
Herkesin
de anımsayacağı gibi tüm çevrecilik faaliyetleri, karbon salınımlarının
azaltılması fikrine doğru daraltılmıştır. Güçlü STK’ların yönlendirdiği
faaliyetler, iklim değişikliği türünden kıyamet hikâyelerinin korkuyu yaymak
için anlatılması ve şirketlerin malı olan bilimin sürekli küresel ısınma
üzerinde durması neticesinde iklim değişikliğiyle ne pahasına olursa olsun
mücadele edilmesini söyleyen insanların sayısı hızla artmış, ama bu süreçte
diğer tüm çevrecilik faaliyetleri, kenara itilmiş veya kapitalistlerin
hizmetine girmiştir.
Bu
süreç, bir yandan da kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasına ve insanlıkla
doğanın ahenk içinde varolmasını mümkün kılacak alternatif bir sistemin
inşasına dönük sistemli bir çabanın parçası olmanın hükmünü yitirdiğine dair
fikri beslemiştir.
Bugün
bize sadece “sosyalizmi inşa edecek vakit yok” denilip duruluyor. Hepimizden
neticede kapitalistlerin sundukları yeşil çözümlerin parçası olmamız isteniyor.
Bize,
bu kâr amacı güden kumarhane kapitalizminin “paydaş kapitalizmi”nin sahneye
çıkabilmesi için son bulması gerektiğinden bahsediliyor. Bu fikri de dünyayı
sömüren, onu şirketlerin eline teslim eden, askerîleştiren ve finansın kölesi
kılan rantçılar dillendiriyor. Dolayısıyla onların aslında kendi çıkarlarını
güvence altına alma derdinde olduklarını görmek gerekiyor. Bu noktada
kapitalistler, ekonomi denilen gösterinin “görünmez el” tarafından sürdürülmesi
yerine ekonomik kararlara göre yönlendirilmesini istiyorlar. Bize herkese temel
gelir, ücretsiz ev ve diğer sosyal hizmetlerin verilmesi gerektiğini
söylüyorlar. Ama diyorlar ki “bunun için kamu-özel işbirliği üzerine kurulu
mevzuata ve politikalara uyulması şart.”
Kendimizle,
toplumumuzla ve doğayla kurduğumuz ilişkilerden mahrum kaldığımızda, tahribata
yol açan endüstriyel tarımın hüküm sürdüğü, her şeyin dijitalleştiği, devasa
büyüklükte kaynakların yeraltından çıkartıldığı ve toplumların çokuluslu
şirketlerce sömürgeleştirildiği, buna bağlı olarak, ruhlarımızın beyin yıkama
yöntemleri ve propaganda ile görünmez bir kafes içerisinde köleleştirildiği
sürecin parçası hâline geldiğimizde başımıza ne gelir, hangi şartlara tabi
oluruz, bunu soran yok.
Zaten
şu anda ABD’de bu türden bir sistem işliyor. Bu sisteme “kitlesel hapsetme”
diyorlar. İnsanlar, kütleler hâlinde özel şirketlerin elindeki hapishanelere
tıkılıyorlar. Bize diyorlar ki “ekonomi sadece büyüme hedefli olmamalı, büyüme
anlayışının yön verdiği ekonominin yerini sürdürülebilir bir ekonomi almalı.”
Ama
bu lafı geçim kaynaklarını zorba kapitalistlere teslim etmek adına her türden
ekonomik büyüme faaliyetini kısıtlamaya çalışanlar söylüyorlar. Bu insanların
asıl derdi, üretken toplumsal ilişkileri kısıtlamak, böylelikle insanları
asgari ihtiyaçları ile geçinmeye mecbur etmek, çiftlikteki sürüyü küçültmek, az
kaynakla daha kolay yönetilebilir bir topluluk elde etmek. Boğazına kadar suça
batmış bu insanların tek bildiği ekonomik çözüm bu. Bugün herkese vurdukları
aşının ne tür bir rol oynadığını kim biliyor?
Zaten
cehenneme dönmüş hayatlarımız, saniyesinde binlerce işlemi gerçekleştiren,
güçlü bilgisayar programlarına dayanan yüksek frekanslı ticaret kapsamında
basit bir rakam olarak görünen hayatlarımız, yapay zekâdan ibaret müşteri
temsilcilerinin emrine verildiği vakit neye benzeyecek, kim biliyor?
Solun
gündem maddelerine el koymak için mevcutta tüm politikalar yeniden
kurgulanıyor. Görünmez el, “devrim” adına, kralların ve kraliçelerin zor
üzerine kurulu hükümranlıklarını baki kılmak amacıyla, yeni bir görünmez kafes
inşa ediyor. Bu devrim, esasen faşist bir devrim.
Bahsini
ettiğimiz güzergâhların sabit olmadığını görmek lazım. Asıl mesele,
ihtimallerin kapitalizm çerçevesi dâhilinde gidişattan endişeli olan insanlarca
incelenmiyor oluşu. Sistem, yapısal bir soruna sahip.
O
vakit sözünü ettiğimiz şu sarkaca geri dönelim. Kapitalizmde diğer tüm
toplumsal kurumlar gibi politik kurum da yönetici sınıfa hizmet eder. Onun
görevi, kapitalizmi işlediği suçlardan arındırmaktır. Suç faaliyetlerini içeren
bir konu başlığı politikleştiği ölçüde o başlık, suça bulaşmış unsurlardan
arındırılıp “meşrulaştırılır”.
Toplumsal
kurumların para kaynağı yönetici sınıftır, dolayısıyla hepsi de bu görüşü
destekleyecek adımlar atar: Medya görevle alakalı görüşün dil bulduğu yerdir,
yasama bu görüşü kanunlaştırır, yürütme ilgili görüşü yürürlüğe koyar, yargı
hükmünü ona göre verir, akademinin işi ona destek sunmaktır, eğitim, görüşün
dayandığı zemini pekiştirir vs. Böylece toplumsal politikaların parçası hâline
gelmek, normalleşir.
Konu
başlığı, ABD’nin şanlı tarihi ve millet oluşuna dair mitlerle bezenmiş siyaset
masasına geldiğinde suçlarından arınır ve resmiyette politikleşir. Artık o,
şirketlerin güvenle ve cömertçe sahip çıkıp kullanabilecekleri bir araçtır.
Belirli
ellerde işlenmiş olan konu başlığı, politik mitlerin ve geleneğin suni olarak
oluşturulmuş alanında dolaşır durur. Pratikte faal olan konu başlığının
kurgusal bir versiyonu olarak politik otoriteler arasındaki gladyatör dövüşü,
metalaşmış bir simge hâlini alır. Sıradan insanlar, zenginleştirilmiş toplumsal
kurumlara girecek servete ve nüfuza sahip olmadıkları için onu tutarlı bir
değerlendirmeye tabi tutamazlar. Yetkililerin tüm suç kaydı silinir, suçlar
bağışlanır, affedilir, çünkü her dört yılda bir yeni bir rejim inşa edilir.
Sömürgecilik,
korporatizm ve militarizm, dışarıda yıkımlara yol açacak bir siyaseti sürdürür.
İçeride ise halkı mahvedecek sömürüyü besleyen siyaset uygulanır ve bu iki
siyaset de özgürlük, adalet ve insanlık adına ve halk hilafına yürütülür.
Çevreyle ilgili endişeler, tam da bu noktada yerini “yeşil kapitalizm”e
bırakır. Virüs sebebiyle yürürlüğe konulan kapanma tedbirleri birer kılıftır ve
bu kılıf ardında hepimiz bir yere doğru sürükleniriz.
Kapitalizmin
genel çerçevesi dâhilinde iki politik uç arasında salınan sarkacı insanlar
seyreder ve bu salınıma alkış tutarlar. Emperyalizmin genel çerçevesi dışına
çıkıp az da olsa bir bilince sahip olmaksa ancak o çerçevenin onay verdiği
aygıtlarla mümkün olabilir. Belirli bir farkındalığı ve bilinci olanlarınsa
yönetici sınıfa ait fikirlerin genel çerçevesinin dışına çıkmamaları gerekir.
O
çerçeveye uygun düşmeyen bir dünya görüşüne sahipseniz, ya politik bir
kabadayının destekçisi olarak kategorize edilirsiniz ya da “faşist”, “komünist”
gibi ifadelerle yaftalanırsınız. Bu ifadeler de zaten kapitalist hegemonyaya
ait makbul ve makul fikirler, tarih ve mitler üzerinden tarif edilirler.
ABD
hükümetinin tüm dünya genelinde faşist rejimleri desteklediği, öte yandan
sosyalist ülkelere zorla müdahale ettiği gerçeğini ise kimse görmek istemez.
Fikirlere
Kapitalist Hiyerarşi Biçim Verir
Hâkim
anlatıya karşı çıkan bir görüşünüz varsa devletin ve kapitalist hegemonya
içerisindeki politik uçların hedefi hâline gelirsiniz. Örneğin İsrail’in
işlediği savaş suçlarını anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir yerden
eleştirirseniz, müesses nizam size bir muhalif olarak zulmeder, üstelik İsrail
politikalarını destekleyenler sizi “antisemit” olarak damgalar. (Aynı şekilde
Yahudilerin dünyayı ele geçirdiğini inananlar da sizi “gizli Siyonist” olarak
yaftalar.)
İsrail’in
emperyalist yapı içerisinde önemli bir rol oynadığını, emperyalist hiyerarşiye
hizmet ettiğini, bu ölçüde de ciddi bir desteği arkasına aldığını
söylediğinizde düşünceleriniz emperyalist kurumların oluşturduğu ağın anlattığı
hikâyeler yüzünden tartışılamaz bile.
Politik
sarkaç, sadece demokrasi illüzyonu yaratmakla kalmaz, aynı zamanda toplumları
lime lime ettiği koşullarda neyin makbul olduğunu da tarif eder. Başvurduğu
şiddeti bir sıçrama tahtası olarak kullanan sarkaç, sömürülenlerin boynuna
geçirilmiş boyunduruğu baki ve güçlü kılar.
Tam
da bu sebeple Filistin halkına reva görülen cehennem, emperyalizmin çarklarına
hizmet eder. Ne kadar çok Filistinli çile çekerse, ne kadar çok antisemitik
fikir ve duygu açığa çıkarsa, İsrail’in uyguladığı şiddet o ölçüde daha fazla
meşrulaşacak, bu da emperyalizmin ajandasına hizmet edecektir.
Kapitalist
hegemonya dürüst bir tartışmaya izin vermez, çünkü emperyalizmin gözle görünür
olması istenmez, kapitalist kafesi kimse göremez. Kapitalistlerin her şeye yön
veren elleri görünmezdir. Kapitalizmin genel çerçevesi, sonuçta insanları
hiçbir yere çıkmayan tartışmalara hapseder.
Bu
salgın koşullarında bize, iyi insanların maske taktığını, evde kaldığını, kötü
insanlarınsa bencilce bir tavırla kuralları hiçe sayıp “komplo teorileri”ni
sağa sola yaydığını söylüyorlar. Kapitalizmin çerçevesi dâhilinde makbul
görülen anlatıların dayandığı dinamik, ağız dalaşında kullanılacak, kedi gibi
kendi kuyruğunu kovalayan argümanlar üretiyor. Bu dinamik, kapitalist
kurumların ürettiği suni fikirlerin ötesine bakan her türden anlayışı dışlıyor,
küçümsüyor: Böyle bir anlayışa sahipseniz, siz yalan haberlere inanan bir
inkârcısınız, komplo teorisyenisiniz, babaanne katilisiniz, “dünyayı
komünistlerin ele geçirdiği”ne inanan bir alıksınız.
Bu
mekanizmayı görmediğimiz takdirde bahsini ettiğimiz itkilerin birleşmesi, bir
tür popülizme yol açacak ve bu popülizm de mevcut toplumsal yapıyı taklit
edecektir ki bu da en iyi hâliyle bir başka gerici devrimle sonuçlanacaktır.
Ama asıl sebep olacağı şey, halk içerisinde daha fazla ayrışma ve
istikrarsızlaşmadır. Bu da kapitalist hiyerarşiyi baki kılacak bir sonuçtur.
Kapanma
tedbirlerinin sebep olduğu ölümlerin ve çilenin hesabını tam da bu sebeple
kimse vermez, bu hesabın kimlerden sorulacağı sorusunu kimse, tam da bu sebeple
sormaz. Yapısal bir değişime tanık olduğumuzu, bu değişimin neden yaşandığını,
değişimin anlamını kimse sorgulamaz. Ölümler ve çekilen çileler siyaset
masasına konduğunda ise finansçı akbabalar, yeni oluşan sosyal etki temelli
tahvil piyasalarında o ölümleri ve çileleri silip atarlar.
Bizi
özgürlüğe, adalete ve insanlığa götüreceği söylenen görünmez el, gücü bir avuç
insanın eline teslim eden sürecin yönettiği bir imparatorluk meydana
getirmiştir. Görünmez el, tepemizde asılı olan, görünmez bir kafes imal etmiş,
bu kafes bizi bölmüş, gözlerimize mil çekmiş, yönetici sınıfın bizi sömürmesini
ve köleleştirmesini sağlamıştır.
Bugün
şu husus açık yüreklilikle ifade edilmelidir: Yapay zekâ, blok zinciri,
dijitalleşme, finansallaşma, yeşil kapitalizm gibi hususlar üzerine kurulu olan
dördüncü sanayi devrimi denilen distopik gelecek, görünmez elden ve görünmez
kafesten ayrı ele alınamaz. Kapitalist kurumların bu geleceği “meşru bir
politik başlık” olarak tanımlamalarına, gerçekte sahip olduğu anlamı
gizlemelerine izin verilemez.
Yeni
imal edilmiş olan kafesi kendi içeriği dâhilinde ele almazsak, onu kapitalizmin
yürüdüğü meşru yollardan biri olarak görmek zorunda kalırız. Abes olan her
şeyin, anlamsızlığın sahnelendiği bir tiyatro sahnesi olarak toplumumuz, o
yolların meşru görülmesine bağlıdır.
Bense
görünmez kafesi kırıp atmış, doğa ve insanlıkla hemhal olmuş bir hayatı yaşamak
istiyorum. Siz de o kafesten çıkmak istiyorsanız, muhtemelen benzer bir görüşe
sahip olacaksınız. Öyle ya da değil, bugün artık oturup sohbet etmeli,
fikirlerimizi paylaşabilmeliyiz.
Hiroyuki Hamada
14 Şubat 2021
Kaynak
Ayrıca bakınız: Meçhulü Öldürmek
0 Yorum:
Yorum Gönder