Batılı
medya organlarının önemli bir bölümü, Gazzelilerin yaklaşık üç yıldır maruz
kaldıkları korkunç durumu İsrail’de cisimleşmiş olan demokrasinin hayatta kalma
mücadelesi olarak tasvir ediyor. Bu mücadele, bugünün kana susamış
teröristlerine ve yarının potansiyel teröristlerine (çocuklara) ve doğmamış
terörist yetiştiren kadınlara karşı veriliyor.
Bu
noktada tartışmalı bir meseleye atıfta bulunuluyor: Nazilerin Yahudilere
yönelik vahşeti.
Yahudi
bir din devletinin vatandaşları olan İsrailliler, bugün Nazilerin soykırım
yoluyla etnik temizlik programını yürütmek için kullandıklarına benzer araç ve
hedeflere başvuruyorlar.
Bugün
Filistinlilerin imhası denilen olgu, soykırıma evet veya hayır demeyle sınırlı
tutulabilecek bir şey değil. Esas olarak, bu barbarlığın ardındaki gerçek
motivasyona ve Batılı elitlerin ona bağnazlıkla verdikleri onay ve desteğe bakılmalı.
Nazilerin
programı, Batı’da yaygın olarak kabul gören bir sözde bilim olan “ırksal saflık”
veya “öjeni” tarafından desteklenen ölümcül bir etnik temizliği esas alıyordu.
Öjeni teorilerinin, en azından “bilimsel olarak tanımlanmış” haliyle, Charles
Darwin’in kuzeni Sir Francis Galton’ın çalışmalarını takiben İngiltere’de
ortaya çıktığını hatırlamakta fayda var. Zamanla Galton Derneği, aristokratlar,
din adamları, Nobel ödüllü isimler, ünlü bilim insanları, tanınmış aydınlar ve
zengin girişimciler de dâhil olmak üzere İngiliz toplumunun elit kesimini
örgütledi. Yıllar içinde Galton’ın öjeni fikirlerini paylaşan birçok kişi
arasında özellikle tanınmış isimlerden sadece birkaçını saymak gerekirse, ünlü
ekonomist John Maynard Keynes, James Meade (1977 Nobel Ekonomi Ödülü), Peter
Medaware (1987 Nobel İmmünoloji Ödülü) ve ünlü istatistikçi (zeka testi ve
faktör analizinin kurucularından biri olan) Charles Spearman’ı sayabiliriz.
Winston Churchill de oyun yazarı George Bernard Shaw ile birlikte öjeni
teorilerine hayranlık duyan isimlerdendi.
1906’da
Stockholm’de kurulan İsveç Irk Hijyeni Derneği, 1922’de Avrupa’nın en etkili
ırk hijyeni enstitülerinden biri olan İsveç Irk Biyolojisi Enstitüsü’nün
kurulmasının temellerini attı. İkinci Dünya Savaşı’na uzanan dönemde, Alva ve
Gunnar Myrdal, öjeni teorileriyle tanımlanan “yeni hümanizm”in teorisyenleri
oldular. Gunnar, daha sonra 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülürken,
eşi, silahsızlanma alanındaki çalışmalarından dolayı 1982’de Nobel Barış Ödülü’nü
aldı. Myrdal’lar, “uygun olmayan ebeveynlerin üremesine izin vermenin, hiçbir
açıdan savunulamaz bir argüman olduğuna” inanıyorlardı. Lebensborn’un (Nazi
“Aryanlaştırma” programının) Alman Nasyonal Sosyalist sözlüğünde özellikle
geçerli olan “insan malzemesi” terimini ortaya attılar . “Nihai çözüm”
terimi de Naziler arasında benzer bir geçerliliğe sahipti, ancak bu da Üçüncü
Reich’ın bir ayrıcalığı olmaktan uzaktı. 1913-1932 yılları arasında Kanada
Kızılderili İşleri Bakanlığı’nın Müdür Yardımcısı olan Campbell Scott, 1910
tarihli bir mektupta Britanya Kolombiyası
Kızılderili temsilcisine şunları söylüyordu:
“Bu okullara giden
Kızılderili çocuklarının hastalıklara karşı doğal direnç yeteneklerini
yitirdikleri ve bunun sonucunda kendi köylerindekinden daha fazla sayıda
öldükleri iyi bilinmektedir. Ancak bu, Kızılderili sorununun nihai çözümünü
amaçlayan Bakanlığın politikasına uygundur.”
Duncan
Campbell Scott, 1948’de Ulusal Tarihi Kişi unvanını aldı. Dolayısıyla, siyasi
muhaliflerin, akıl hastalarının, komünistlerin, sosyalistlerin, sendikacıların,
Romanların, eşcinsellerin, etnik azınlıkların ve 1940’tan sonra Yahudilerin
sistematik olarak yok edilmesinin, Naziler tarafından gerçekleştirilen çoklu
soykırımla ilişkilendirilen terimlerin kullanımında bile özgünlüğünü büyük
ölçüde yitirdiği açıktır.
1920’lerin
Amerika’sında öjeni savunucuları, Kızılderililer, Meksikalılar, İtalyanlar ve
engelliler gibi aşağı ırklar pahasına üstün bir İskandinav ırkının gelişimini
teşvik etmeye çalıştılar. Stratejileri arasında zorunlu kısırlaştırma, evlilik
kısıtlamaları ve uygunsuz görülen herkesin özel kolonilere kapatılması vardı.
Amerikan
öjeni kampanyası, bu ülkenin sınırlarını aştı, Nazi Almanyası da dâhil olmak
üzere tüm dünyaya yayıldı ve burada Ari ırkın üstünlüğü teorilerinin ve
soykırımın “bilimsel” olarak örtbas edilmesinin temeli haline geldi. Naziler, İkinci
Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar Amerikan bilim insanları ve kurumları
tarafından açıkça desteklenen Amerikan öjeni ilkelerini tamamen ve kısıtlamasız
bir şekilde benimsedi. Hitler, Amerikalı öjenist Madison Grant’in 1916 tarihli Büyük
Irk’ın Ölümü adlı makalesine “İncil’im” adını vermişti. Amerikan toplumunun
tepesindeki elitler, banka sahipleri, üniversite rektörleri, seçkin bilim
insanları ve bilimsel araştırmaların hayırsever finansörleri, 1900’lerin
başından İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllara kadar toplumun tüm “kabul
edilemez” görülen üyelerinin ortadan kaldırılmasını istediler. Savaştan önceki
yıllarda ve sonrasında Rockefeller Vakfı, Psikiyatrik Genetik adı
verilen yeni bir tıp uzmanlığının kurulmasını finanse etti ve Psikiyatri,
Antropoloji, Öjeni ve İnsan Kalıtımı için Alman “Kayzer Wilhelm Enstitüleri”ni
(şimdiki Max Planck Enstitüsü’nü) finanse etti.
Bugün
bile Hillary Clinton, 1937-1957 yılları arasında Galton ve Amerikan Öjeni
Derneği tarafından kurulan Öjeni Derneği’nin üyesi olan Amerikalı Margaret
Sanger’dan övgüyle söz ediyor. Sanger, 1942 yılında Amerika Planlı Ebeveynlik
Federasyonu’nu kurmuş, yayınlarında ırkçı öjeni fikirlerini dile getirmiş, faaliyetlerine
bu fikirler yön vermiştir.
Batı
propagandası, büyük ölçüde savunmasız olan ve silahlandıklarında, ABD ve İtalya
da dâhil olmak üzere, Batılı müttefikleri tarafından sağlanan askeri
malzemelerle ilgilenmeyen, en modern silahlarla donatılmış bir orduya kıyasla
açıkça daha zayıf olan Filistin halkına yönelik zulmün altında yatan nedeni
gizlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor.
İsrail’i
ve hedeflerini savunmak için saf tutan, sözde kolektif Batı tarafından temsil
edilen bağnaz güç blokunun niyetinin kesin bir tanımı var: sömürgecilik.
Batılı
güçler, sömürgecilik bayrağı etrafında birleşir, o bayrak altında yürürler.
İsrail’in tüm destekçilerini birbirine bağlayan, dinmeyen sömürgecilik ruhudur.
İngiliz sömürgeciliğinin işgali altında iken Bengal’in Hindistan bölgesinde
1796’dan 1900’e kadar yaklaşık 27 milyon kişinin ölmesine, son derece medeni olan
Belçikalıların kontrol ettikleri Kongo’da 1885’ten 1908’e kadar 10 milyon
insanın ölümüne sebep olan, sömürgeciliktir. 1943’ten 1944’e kadar uzanan
dönemde Bengal’i bir de kıtlık vurdu, bu olay, 2 ila 3 milyon arasında ölüme
neden oldu. Bu trajedinin sorumlusu, kendi itirafıyla, daha ilkel bir halka ait
toprakların, onları daha iyi sömürebilecek daha gelişmiş bir halk tarafından
gasp edilmesini yanlış bulmayan Winston Churchill’di.
Afrika’da,
1962-2005 yılları arasında Batılı güçlerin desteklediği savaşlarda yaklaşık 12
milyon kişi öldü. 1961-2011 yılları arasında en az yedi Afrikalı lider, Batılı
güçler tarafından doğrudan veya gizli operasyonlarla katledildi. Patrice
Lumumba (Demokratik Kongo Cumhuriyeti Başbakanı, 1961’de öldürüldü), Sylvanius
Olympio (Togo’nun ilk Cumhurbaşkanı, 1963’te öldürüldü), Amilcar Cabral (Gine-Bissaulu
devrimci lider, 1973’te öldürüldü), Murtala Muhammed (Nijerya Cumhurbaşkanı,
1976’da öldürüldü), Thomas Sankara (Burkina Faso Cumhurbaşkanı, 1987’de
öldürüldü), Laurent-Désiré Kabilia (Demokratik Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı,
2001’de öldürüldü), Muammer Kaddafi (Libya Cumhurbaşkanı, 2011’de öldürüldü).
Tüm bu liderler, farklı ideolojilere ve farklı bağlamlara sahip olsalar da,
sömürgeciliği ve ülkelerinin yabancı güçler tarafından sömürülmesini reddetmek
gibi bir ortak özelliğe sahiplerdi.
Tüm
Batı, Uganda’da İdi Amin Dada, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Jean Bédel Bokassa,
Zaire’de Mobutu Sese Seko ve Ekvator Ginesi’nde Macias Nguema gibi kana susamış
diktatörlere koşulsuz destek sundu.
Afrika
kıtasında kalabilmek için, Batılı güçlerin sömürge sonrası dönemd ekontrolü ele
geçirme çabalarıyla kışkırttıkları sayısız devletler arası savaşa ve iç savaşa
tanıklık edildi. Bunlara, ilerici liderleri devirmeyi amaçlayan darbeler de
eklenmeli. Unutulmuş savaşların yol açtığı milyonlarca unutulmuş ölüm de
cabası. Bunlardan sadece birkaçını saymak gerekirse, Cezayir (1992-2002),
Lübnan (1975-1990), Sudan (1955’ten günümüze), Biafra (1966-1970), Etiyopya
(1974-1991), Mozambik (1975-1992), Angola (1975-1994), Uganda (1979-1986),
Ruanda (1994), Kongo (1997-2003) iç savaşları (ki bunlar tek başına doğrudan ve
dolaylı olarak 5,4 milyon ölüme neden olmuştur), Suriye (2011 -henüz
sonuçlanmadı), Libya (2012 -henüz sonuçlanmadı), Irak-İran savaşı (1980-1988)
ve ABD’nin Irak’a karşı yürüttüğü “Körfez Savaşı” (1990-2003) hatırlanmalıdır.
Bu
bağlamda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın Irak’a uygulanan
aşırı sıkı ambargonun yol açtığı ölümlerle ilgili meşhur sözünü hatırlamakta
fayda var. Röportajcı, ambargo nedeniyle Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan
bombalardan daha fazla çocuğun öldüğünü belirttiğinde, Albright buna değdiğini söyledi.
Joseph
Conrad’ın ünlü romanı Karanlığın Yüreği’nde yazdığı gibi: “Temelde dünyayı
bizden farklı tene sahip olan veya burnu biraz daha yassı olanlardan almak
anlamına gelen fetih, çok yakından bakıldığında pek de hoş bir manzara sunmaz.”
Dolayısıyla
Gazze’de yaşananlar, sömürgeci kibrin tüm acımasızlığıyla ve tüm sonuçlarıyla harekete
geçmiş halidir. Etnik temizlik, sömürgeci çıkarların altında yatan ideolojidir
ve Nazilerin tabiriyle, egemenlik planlarına karşı çıkan herkesi “untermensch
(alt-insan) olarak kabul eder; bu ideoloji, hiçbir zaman terk edilmemiş olan
öjeni teorileriyle tam bir uyum içindedir.
Filistin
meselesi ile Cezayir’in Fransız egemenliğinden kurtuluş yılı olan 1954 ile 1962
yılları arasında faaliyet gösteren Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kuşatan,
o büyük ölçüde unutulmuş olaylar arasında rahatsız edici benzerlikler
bulunmaktadır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin tarihi, Gazze’de tanık
olduğumuz olaylara çok benzemektedir. Sömürgeci güçlerin baskıcı yöntemleri her
zaman aynı vahşetle tanımlıdır.
Kurtuluş
mücadelesinin kökenleri, 5 Mayıs ayaklanmalarını takip eden günlerde,
bağımsızlıkçı militanların Fransız işgalinin sona ermesini talep ettiği ve
yeşil-beyaz zemin üzerine kızıl hilal taşıyan bayraklar salladığı Sétif ve
Guelma şehirlerinde 1945'teki kanlı olaylara kadar uzanmaktadır. Binlerce
Cezayirli, Fransız polisi, askerleri ve silahlı yerleşimciler tarafından
öldürüldü. Kurbanların kesin sayısı hiçbir zaman belirlenemedi. İngiliz
istihbarat servisleri, ölü sayısını yaklaşık 6.000 ve yaklaşık 14.000 yaralı
olarak tahmin etti. Bugün bu tahminler revize edilmiştir; bazı Fransız
tarihçiler, ölü sayısının 20.000 olduğuna inanırken, Cezayir hükümeti, 45.000
olduğunu tahmin etmektedir.
1
Kasım 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) gerillaları, Cezayir’in çeşitli
bölgelerinde askeri tesislere, polis karakollarına, depolara ve iletişim
tesislerine yönelik organize saldırılar düzenledi. FLN, Kahire’den radyo
aracılığıyla Cezayir halkına ve ulusal davaya bağlı militanlara “ırk veya din
ayrımı gözetmeksizin, İslam ilkelerine ve tüm temel özgürlüklere saygılı,
egemen, demokratik ve sosyal bir Cezayir devletinin yeniden kurulması”
çağrısında bulundu.
Fransız
silahlı kuvvetleri, gerillalara barınak ve ikmal sağladığından veya onlarla
herhangi bir şekilde iş birliği yaptığından şüphelenilen köylere kolektif
sorumluluk ilkesini acımasızca uygulayarak amansız bir savaş yürüttü. Çok
sayıda köy, fosfor bombaları da dâhil olmak üzere, hava bombardımanına maruz
bırakıldı, tarlalar ve meyve bahçeleri yok edilerek çiftçiler, her türlü geçim
kaynağından mahrum bırakıldı. Fransızlar, isyancılarla iş birliğini önlemek
veya resmi açıklamalara göre onları Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin şiddetinden
korumak için kırsal nüfusun büyük bir bölümünü, hatta bazen tüm köyleri askeri
gözetim altındaki özel kamplarda topladı. İki milyondan fazla Cezayirli,
evlerinden sökülüp atıldı.
“Cezayir
Muharebesi”, 30 Eylül 1956’da üç kadının Fransız sivillerin yoğun olarak
bulunduğu üç farklı noktaya bomba yerleştirmesiyle patlak verdi. Üç kişi öldü,
elli kişi yaralandı. Fransızların tepkisi, şiddetli ve acımasızdı. Fransız
yerleşimci grupları tarafından polisin de desteğiyle Cezayirli sivillere
yönelik terör saldırılarını, 5.000 kişilik seçkin bir paraşütçü birliğinin
konuşlandırılması izledi. Bu birlikler, insanları işkenceden geçirdi, kadınlara
tecavüz etti. Hesaplamalara göre savaş sırasında tutuklanan 24.000 Cezayirliden
yaklaşık 3.000’i Fransız güçleri tarafından işkenceye uğrayarak hayatını
kaybetti.
Sayısız
işkence yönteminin yanı sıra, Cezayirli kadınlara yönelik tecavüz, baskıcı ve
acımasız bir savaş stratejisinin gerçek bir aracıydı. Askeri yetkililer
tarafından her zaman reddedilen tecavüz, Fransız birliklerinin Cezayirli kadın
nüfusuna karşı kullandığı bir cezalandırma ve terör aracıydı. Bu tür
uygulamaların zirvesi, özellikle kırsal kesimlerde, 1959 ve 1960 yılları
arasında yaşandı. Fransız birlikleri ayrıca, gözaltı kamplarında tutulan
kadınları askerler ve subaylar için seks kölesi olarak kullanarak kötü şöhretli
bir eylem daha gerçekleştirdiler.
FLN,
17 Ekim 1961’de Paris’te yaklaşık 30.000 Cezayirlinin katıldığı barışçıl bir
gösteri düzenledi. Fransız polisi, kalabalığa ateş açarak gösteriyi dağıttı.
14.000 kişi tutuklandı ve 200 kişi öldürüldü; bunların çoğu Seine Nehri’ne
atıldı. Fransız hükümeti yalnızca 32 kurbanı kabul etti.
Cezayir,
1962’de bağımsızlığını kazandı. Savaşın bilançosu çok ağırdı. 10 milyonluk
nüfusun yaklaşık 300.000 ila 1.000.000 Cezayirli sivili öldürüldü (Cezayir
hükümetine göre 1,5 milyon) ve yaklaşık 3.000.000’i toplama kamplarına
gönderildi. Ayrıca, 28.500 Fransız askeri, 30.000 ila 90.000 Fransa’ya sadık
Cezayirli asker, 4.000 ila 6.000 Avrupalı sivil hayatını kaybetti,
yaklaşık 65.000 kişi
yaralandı.
Fransa’daki
sosyalist ve komünist partilerin, Fransız emperyalizminin Cezayir devrimine
karşı savaşını etkin bir şekilde desteklediği unutulmamalıdır. Dönemin
Sosyalist Başbakanı Guy Mollet, Cezayir’deki baskıların tırmanmasını siyasi
olarak yönetirken, komünist milletvekilleri katliamı durdurmak için hiçbir şey
yapmadılar. Tek istisna, Cezayir bağımsızlık hareketini istikrarlı ve tavizsiz
bir şekilde destekleyen Jean-Paul Sartre’dı.
Sartre,
Ocak 1956’da Cezayir'de bir barış toplantısına katıldı ve en ünlü metinlerinden
biri haline gelecek olan “Sömürgecilik Bir Sistemdir” başlıklı bir konuşma
yaptı. Bugün Fransa’da “kötü öğretmen” olarak anılıyor. Bir felsefeci
öldüğünde, hemen bir diğeri yaratılır. Sartre’ın yerini hemen “iyi öğretmen”
Bernard Henry-Lévy aldı. Bu zat, kısa süre önce La Stampa gazetesinde
yayınlanan bir röportajında, Gazze’deki işgal, kıtlık ve soykırımın
çürütülmesi gereken üç yalan olduğunu söyledi.
Ulusal
Kurtuluş Cephesi, ünlü bir bildirisinde şöyle yazıyordu: “Sömürgecilik, ancak
boğazına bıçak dayandığında teslim olur.” Bundan daha uygun ve daha yerinde bir
ifade olamazdı. Bu nedenle, Gazze için önerilen her türden barış planı
başarısızlığa mahkûmdur. Bu trajediyi körükleyen sömürgeciliğin boğazına bıçak
dayanmadı. Bıçağın sapı onun elinde.
Stefano Dumontet
11 Kasım 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder