05 Aralık 2025

Öjeni ve Sömürgecilik


Batılı medya organlarının önemli bir bölümü, Gazzelilerin yaklaşık üç yıldır maruz kaldıkları korkunç durumu İsrail’de cisimleşmiş olan demokrasinin hayatta kalma mücadelesi olarak tasvir ediyor. Bu mücadele, bugünün kana susamış teröristlerine ve yarının potansiyel teröristlerine (çocuklara) ve doğmamış terörist yetiştiren kadınlara karşı veriliyor.

Bu noktada tartışmalı bir meseleye atıfta bulunuluyor: Nazilerin Yahudilere yönelik vahşeti.

Yahudi bir din devletinin vatandaşları olan İsrailliler, bugün Nazilerin soykırım yoluyla etnik temizlik programını yürütmek için kullandıklarına benzer araç ve hedeflere başvuruyorlar.

Bugün Filistinlilerin imhası denilen olgu, soykırıma evet veya hayır demeyle sınırlı tutulabilecek bir şey değil. Esas olarak, bu barbarlığın ardındaki gerçek motivasyona ve Batılı elitlerin ona bağnazlıkla verdikleri onay ve desteğe bakılmalı.

Nazilerin programı, Batı’da yaygın olarak kabul gören bir sözde bilim olan “ırksal saflık” veya “öjeni” tarafından desteklenen ölümcül bir etnik temizliği esas alıyordu. Öjeni teorilerinin, en azından “bilimsel olarak tanımlanmış” haliyle, Charles Darwin’in kuzeni Sir Francis Galton’ın çalışmalarını takiben İngiltere’de ortaya çıktığını hatırlamakta fayda var. Zamanla Galton Derneği, aristokratlar, din adamları, Nobel ödüllü isimler, ünlü bilim insanları, tanınmış aydınlar ve zengin girişimciler de dâhil olmak üzere İngiliz toplumunun elit kesimini örgütledi. Yıllar içinde Galton’ın öjeni fikirlerini paylaşan birçok kişi arasında özellikle tanınmış isimlerden sadece birkaçını saymak gerekirse, ünlü ekonomist John Maynard Keynes, James Meade (1977 Nobel Ekonomi Ödülü), Peter Medaware (1987 Nobel İmmünoloji Ödülü) ve ünlü istatistikçi (zeka testi ve faktör analizinin kurucularından biri olan) Charles Spearman’ı sayabiliriz. Winston Churchill de oyun yazarı George Bernard Shaw ile birlikte öjeni teorilerine hayranlık duyan isimlerdendi.

1906’da Stockholm’de kurulan İsveç Irk Hijyeni Derneği, 1922’de Avrupa’nın en etkili ırk hijyeni enstitülerinden biri olan İsveç Irk Biyolojisi Enstitüsü’nün kurulmasının temellerini attı. İkinci Dünya Savaşı’na uzanan dönemde, Alva ve Gunnar Myrdal, öjeni teorileriyle tanımlanan “yeni hümanizm”in teorisyenleri oldular. Gunnar, daha sonra 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülürken, eşi, silahsızlanma alanındaki çalışmalarından dolayı 1982’de Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Myrdal’lar, “uygun olmayan ebeveynlerin üremesine izin vermenin, hiçbir açıdan savunulamaz bir argüman olduğuna” inanıyorlardı. Lebensborn’un (Nazi “Aryanlaştırma” programının) Alman Nasyonal Sosyalist sözlüğünde özellikle geçerli olan “insan malzemesi” terimini ortaya attılar . “Nihai çözüm” terimi de Naziler arasında benzer bir geçerliliğe sahipti, ancak bu da Üçüncü Reich’ın bir ayrıcalığı olmaktan uzaktı. 1913-1932 yılları arasında Kanada Kızılderili İşleri Bakanlığı’nın Müdür Yardımcısı olan Campbell Scott, 1910 tarihli bir mektupta Britanya Kolombiyası Kızılderili temsilcisine şunları söylüyordu:

“Bu okullara giden Kızılderili çocuklarının hastalıklara karşı doğal direnç yeteneklerini yitirdikleri ve bunun sonucunda kendi köylerindekinden daha fazla sayıda öldükleri iyi bilinmektedir. Ancak bu, Kızılderili sorununun nihai çözümünü amaçlayan Bakanlığın politikasına uygundur.”

Duncan Campbell Scott, 1948’de Ulusal Tarihi Kişi unvanını aldı. Dolayısıyla, siyasi muhaliflerin, akıl hastalarının, komünistlerin, sosyalistlerin, sendikacıların, Romanların, eşcinsellerin, etnik azınlıkların ve 1940’tan sonra Yahudilerin sistematik olarak yok edilmesinin, Naziler tarafından gerçekleştirilen çoklu soykırımla ilişkilendirilen terimlerin kullanımında bile özgünlüğünü büyük ölçüde yitirdiği açıktır.

1920’lerin Amerika’sında öjeni savunucuları, Kızılderililer, Meksikalılar, İtalyanlar ve engelliler gibi aşağı ırklar pahasına üstün bir İskandinav ırkının gelişimini teşvik etmeye çalıştılar. Stratejileri arasında zorunlu kısırlaştırma, evlilik kısıtlamaları ve uygunsuz görülen herkesin özel kolonilere kapatılması vardı.

Amerikan öjeni kampanyası, bu ülkenin sınırlarını aştı, Nazi Almanyası da dâhil olmak üzere tüm dünyaya yayıldı ve burada Ari ırkın üstünlüğü teorilerinin ve soykırımın “bilimsel” olarak örtbas edilmesinin temeli haline geldi. Naziler, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar Amerikan bilim insanları ve kurumları tarafından açıkça desteklenen Amerikan öjeni ilkelerini tamamen ve kısıtlamasız bir şekilde benimsedi. Hitler, Amerikalı öjenist Madison Grant’in 1916 tarihli Büyük Irk’ın Ölümü adlı makalesine “İncil’im” adını vermişti. Amerikan toplumunun tepesindeki elitler, banka sahipleri, üniversite rektörleri, seçkin bilim insanları ve bilimsel araştırmaların hayırsever finansörleri, 1900’lerin başından İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllara kadar toplumun tüm “kabul edilemez” görülen üyelerinin ortadan kaldırılmasını istediler. Savaştan önceki yıllarda ve sonrasında Rockefeller Vakfı, Psikiyatrik Genetik adı verilen yeni bir tıp uzmanlığının kurulmasını finanse etti ve Psikiyatri, Antropoloji, Öjeni ve İnsan Kalıtımı için Alman “Kayzer Wilhelm Enstitüleri”ni (şimdiki Max Planck Enstitüsü’nü) finanse etti.

Bugün bile Hillary Clinton, 1937-1957 yılları arasında Galton ve Amerikan Öjeni Derneği tarafından kurulan Öjeni Derneği’nin üyesi olan Amerikalı Margaret Sanger’dan övgüyle söz ediyor. Sanger, 1942 yılında Amerika Planlı Ebeveynlik Federasyonu’nu kurmuş, yayınlarında ırkçı öjeni fikirlerini dile getirmiş, faaliyetlerine bu fikirler yön vermiştir.

Batı propagandası, büyük ölçüde savunmasız olan ve silahlandıklarında, ABD ve İtalya da dâhil olmak üzere, Batılı müttefikleri tarafından sağlanan askeri malzemelerle ilgilenmeyen, en modern silahlarla donatılmış bir orduya kıyasla açıkça daha zayıf olan Filistin halkına yönelik zulmün altında yatan nedeni gizlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor.

İsrail’i ve hedeflerini savunmak için saf tutan, sözde kolektif Batı tarafından temsil edilen bağnaz güç blokunun niyetinin kesin bir tanımı var: sömürgecilik.

Batılı güçler, sömürgecilik bayrağı etrafında birleşir, o bayrak altında yürürler. İsrail’in tüm destekçilerini birbirine bağlayan, dinmeyen sömürgecilik ruhudur. İngiliz sömürgeciliğinin işgali altında iken Bengal’in Hindistan bölgesinde 1796’dan 1900’e kadar yaklaşık 27 milyon kişinin ölmesine, son derece medeni olan Belçikalıların kontrol ettikleri Kongo’da 1885’ten 1908’e kadar 10 milyon insanın ölümüne sebep olan, sömürgeciliktir. 1943’ten 1944’e kadar uzanan dönemde Bengal’i bir de kıtlık vurdu, bu olay, 2 ila 3 milyon arasında ölüme neden oldu. Bu trajedinin sorumlusu, kendi itirafıyla, daha ilkel bir halka ait toprakların, onları daha iyi sömürebilecek daha gelişmiş bir halk tarafından gasp edilmesini yanlış bulmayan Winston Churchill’di.

Afrika’da, 1962-2005 yılları arasında Batılı güçlerin desteklediği savaşlarda yaklaşık 12 milyon kişi öldü. 1961-2011 yılları arasında en az yedi Afrikalı lider, Batılı güçler tarafından doğrudan veya gizli operasyonlarla katledildi. Patrice Lumumba (Demokratik Kongo Cumhuriyeti Başbakanı, 1961’de öldürüldü), Sylvanius Olympio (Togo’nun ilk Cumhurbaşkanı, 1963’te öldürüldü), Amilcar Cabral (Gine-Bissaulu devrimci lider, 1973’te öldürüldü), Murtala Muhammed (Nijerya Cumhurbaşkanı, 1976’da öldürüldü), Thomas Sankara (Burkina Faso Cumhurbaşkanı, 1987’de öldürüldü), Laurent-Désiré Kabilia (Demokratik Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, 2001’de öldürüldü), Muammer Kaddafi (Libya Cumhurbaşkanı, 2011’de öldürüldü). Tüm bu liderler, farklı ideolojilere ve farklı bağlamlara sahip olsalar da, sömürgeciliği ve ülkelerinin yabancı güçler tarafından sömürülmesini reddetmek gibi bir ortak özelliğe sahiplerdi.

Tüm Batı, Uganda’da İdi Amin Dada, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Jean Bédel Bokassa, Zaire’de Mobutu Sese Seko ve Ekvator Ginesi’nde Macias Nguema gibi kana susamış diktatörlere koşulsuz destek sundu.

Afrika kıtasında kalabilmek için, Batılı güçlerin sömürge sonrası dönemd ekontrolü ele geçirme çabalarıyla kışkırttıkları sayısız devletler arası savaşa ve iç savaşa tanıklık edildi. Bunlara, ilerici liderleri devirmeyi amaçlayan darbeler de eklenmeli. Unutulmuş savaşların yol açtığı milyonlarca unutulmuş ölüm de cabası. Bunlardan sadece birkaçını saymak gerekirse, Cezayir (1992-2002), Lübnan (1975-1990), Sudan (1955’ten günümüze), Biafra (1966-1970), Etiyopya (1974-1991), Mozambik (1975-1992), Angola (1975-1994), Uganda (1979-1986), Ruanda (1994), Kongo (1997-2003) iç savaşları (ki bunlar tek başına doğrudan ve dolaylı olarak 5,4 milyon ölüme neden olmuştur), Suriye (2011 -henüz sonuçlanmadı), Libya (2012 -henüz sonuçlanmadı), Irak-İran savaşı (1980-1988) ve ABD’nin Irak’a karşı yürüttüğü “Körfez Savaşı” (1990-2003) hatırlanmalıdır.

Bu bağlamda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın Irak’a uygulanan aşırı sıkı ambargonun yol açtığı ölümlerle ilgili meşhur sözünü hatırlamakta fayda var. Röportajcı, ambargo nedeniyle Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan daha fazla çocuğun öldüğünü belirttiğinde, Albright buna değdiğini söyledi.

Joseph Conrad’ın ünlü romanı Karanlığın Yüreği’nde yazdığı gibi: “Temelde dünyayı bizden farklı tene sahip olan veya burnu biraz daha yassı olanlardan almak anlamına gelen fetih, çok yakından bakıldığında pek de hoş bir manzara sunmaz.”

Dolayısıyla Gazze’de yaşananlar, sömürgeci kibrin tüm acımasızlığıyla ve tüm sonuçlarıyla harekete geçmiş halidir. Etnik temizlik, sömürgeci çıkarların altında yatan ideolojidir ve Nazilerin tabiriyle, egemenlik planlarına karşı çıkan herkesi “untermensch (alt-insan) olarak kabul eder; bu ideoloji, hiçbir zaman terk edilmemiş olan öjeni teorileriyle tam bir uyum içindedir.

Filistin meselesi ile Cezayir’in Fransız egemenliğinden kurtuluş yılı olan 1954 ile 1962 yılları arasında faaliyet gösteren Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kuşatan, o büyük ölçüde unutulmuş olaylar arasında rahatsız edici benzerlikler bulunmaktadır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin tarihi, Gazze’de tanık olduğumuz olaylara çok benzemektedir. Sömürgeci güçlerin baskıcı yöntemleri her zaman aynı vahşetle tanımlıdır.

Kurtuluş mücadelesinin kökenleri, 5 Mayıs ayaklanmalarını takip eden günlerde, bağımsızlıkçı militanların Fransız işgalinin sona ermesini talep ettiği ve yeşil-beyaz zemin üzerine kızıl hilal taşıyan bayraklar salladığı Sétif ve Guelma şehirlerinde 1945'teki kanlı olaylara kadar uzanmaktadır. Binlerce Cezayirli, Fransız polisi, askerleri ve silahlı yerleşimciler tarafından öldürüldü. Kurbanların kesin sayısı hiçbir zaman belirlenemedi. İngiliz istihbarat servisleri, ölü sayısını yaklaşık 6.000 ve yaklaşık 14.000 yaralı olarak tahmin etti. Bugün bu tahminler revize edilmiştir; bazı Fransız tarihçiler, ölü sayısının 20.000 olduğuna inanırken, Cezayir hükümeti, 45.000 olduğunu tahmin etmektedir.

1 Kasım 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) gerillaları, Cezayir’in çeşitli bölgelerinde askeri tesislere, polis karakollarına, depolara ve iletişim tesislerine yönelik organize saldırılar düzenledi. FLN, Kahire’den radyo aracılığıyla Cezayir halkına ve ulusal davaya bağlı militanlara “ırk veya din ayrımı gözetmeksizin, İslam ilkelerine ve tüm temel özgürlüklere saygılı, egemen, demokratik ve sosyal bir Cezayir devletinin yeniden kurulması” çağrısında bulundu.

Fransız silahlı kuvvetleri, gerillalara barınak ve ikmal sağladığından veya onlarla herhangi bir şekilde iş birliği yaptığından şüphelenilen köylere kolektif sorumluluk ilkesini acımasızca uygulayarak amansız bir savaş yürüttü. Çok sayıda köy, fosfor bombaları da dâhil olmak üzere, hava bombardımanına maruz bırakıldı, tarlalar ve meyve bahçeleri yok edilerek çiftçiler, her türlü geçim kaynağından mahrum bırakıldı. Fransızlar, isyancılarla iş birliğini önlemek veya resmi açıklamalara göre onları Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin şiddetinden korumak için kırsal nüfusun büyük bir bölümünü, hatta bazen tüm köyleri askeri gözetim altındaki özel kamplarda topladı. İki milyondan fazla Cezayirli, evlerinden sökülüp atıldı.

“Cezayir Muharebesi”, 30 Eylül 1956’da üç kadının Fransız sivillerin yoğun olarak bulunduğu üç farklı noktaya bomba yerleştirmesiyle patlak verdi. Üç kişi öldü, elli kişi yaralandı. Fransızların tepkisi, şiddetli ve acımasızdı. Fransız yerleşimci grupları tarafından polisin de desteğiyle Cezayirli sivillere yönelik terör saldırılarını, 5.000 kişilik seçkin bir paraşütçü birliğinin konuşlandırılması izledi. Bu birlikler, insanları işkenceden geçirdi, kadınlara tecavüz etti. Hesaplamalara göre savaş sırasında tutuklanan 24.000 Cezayirliden yaklaşık 3.000’i Fransız güçleri tarafından işkenceye uğrayarak hayatını kaybetti.

Sayısız işkence yönteminin yanı sıra, Cezayirli kadınlara yönelik tecavüz, baskıcı ve acımasız bir savaş stratejisinin gerçek bir aracıydı. Askeri yetkililer tarafından her zaman reddedilen tecavüz, Fransız birliklerinin Cezayirli kadın nüfusuna karşı kullandığı bir cezalandırma ve terör aracıydı. Bu tür uygulamaların zirvesi, özellikle kırsal kesimlerde, 1959 ve 1960 yılları arasında yaşandı. Fransız birlikleri ayrıca, gözaltı kamplarında tutulan kadınları askerler ve subaylar için seks kölesi olarak kullanarak kötü şöhretli bir eylem daha gerçekleştirdiler.

FLN, 17 Ekim 1961’de Paris’te yaklaşık 30.000 Cezayirlinin katıldığı barışçıl bir gösteri düzenledi. Fransız polisi, kalabalığa ateş açarak gösteriyi dağıttı. 14.000 kişi tutuklandı ve 200 kişi öldürüldü; bunların çoğu Seine Nehri’ne atıldı. Fransız hükümeti yalnızca 32 kurbanı kabul etti.

Cezayir, 1962’de bağımsızlığını kazandı. Savaşın bilançosu çok ağırdı. 10 milyonluk nüfusun yaklaşık 300.000 ila 1.000.000 Cezayirli sivili öldürüldü (Cezayir hükümetine göre 1,5 milyon) ve yaklaşık 3.000.000’i toplama kamplarına gönderildi. Ayrıca, 28.500 Fransız askeri, 30.000 ila 90.000 Fransa’ya sadık Cezayirli asker, 4.000 ila 6.000 Avrupalı sivil hayatını kaybetti, yaklaşık 65.000 kişi yaralandı.

Fransa’daki sosyalist ve komünist partilerin, Fransız emperyalizminin Cezayir devrimine karşı savaşını etkin bir şekilde desteklediği unutulmamalıdır. Dönemin Sosyalist Başbakanı Guy Mollet, Cezayir’deki baskıların tırmanmasını siyasi olarak yönetirken, komünist milletvekilleri katliamı durdurmak için hiçbir şey yapmadılar. Tek istisna, Cezayir bağımsızlık hareketini istikrarlı ve tavizsiz bir şekilde destekleyen Jean-Paul Sartre’dı.

Sartre, Ocak 1956’da Cezayir'de bir barış toplantısına katıldı ve en ünlü metinlerinden biri haline gelecek olan “Sömürgecilik Bir Sistemdir” başlıklı bir konuşma yaptı. Bugün Fransa’da “kötü öğretmen” olarak anılıyor. Bir felsefeci öldüğünde, hemen bir diğeri yaratılır. Sartre’ın yerini hemen “iyi öğretmen” Bernard Henry-Lévy aldı. Bu zat, kısa süre önce La Stampa gazetesinde yayınlanan bir röportajında, Gazze’deki işgal, kıtlık ve soykırımın çürütülmesi gereken üç yalan olduğunu söyledi.

Ulusal Kurtuluş Cephesi, ünlü bir bildirisinde şöyle yazıyordu: “Sömürgecilik, ancak boğazına bıçak dayandığında teslim olur.” Bundan daha uygun ve daha yerinde bir ifade olamazdı. Bu nedenle, Gazze için önerilen her türden barış planı başarısızlığa mahkûmdur. Bu trajediyi körükleyen sömürgeciliğin boğazına bıçak dayanmadı. Bıçağın sapı onun elinde.

Stefano Dumontet
11 Kasım 2025
Kaynak

0 Yorum: