20 Aralık 2025

,

Ekomodernizm, Yeşil Büyüme ve Emperyalist Düzenleme


Genel anlamda ekomodernizm, kapitalist bir konumdur. Özünde, ekonominin mevcut yapısını sürdürmek ama bir yandan da bu yapıyı ekolojiyle uyumlu kılmak isteyenlere hitap eder (Kallis ve Bliss 2019). Bu amaç doğrultusunda, üretim ve dağıtımın sermayeye ait olması, onun tarafından kontrol edilmesi, dolayısıyla kâr maksimizasyonu, büyüme ve birikim süreçlerine ait zorunluluklar eliyle yönlendirilmesi gerektiği varsayımını zımnen veya alenen temel alır. Zaten ekomodernizm, alternatif bir düzenleme öne sürmez.

Dünya sistemi üzerine teori geliştiren bilim insanlarının da ortaya koyduğu üzere, kapitalizmin temel özelliklerinden biri, onun bir emperyalist düzenlemeye ihtiyaç duymasıdır (Wallerstein 2004; Patnaik ve Patnaik 2021). Sermaye birikimi, üretim girdisi olarak, miktarı sürekli artan bir emek ve kaynak akışını gerekli kılar. Emek ve kaynak da mümkün olan en düşük fiyata temin edilmelidir. Bu süreç, çok ciddi toplumsal ve ekolojik çelişkileri beraberinde getirir. İlgili sürecin sınırlarla tanımlı bir ekonomi içerisinde uzun süre sürdürülebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, merkez ülkelerdeki sermaye birikimi, ucuz girdilerin sürekli sağlanabileceği ve gerektiğinde kârı korumak için isyanları bastırabilecek bir çevreye ihtiyaç duyar.

Son beş yüz yıldır dünya ekonomisini bu merkez-çevre dinamiği şekillendirmiştir. Sömürge döneminde, merkezdeki devletler, çevredeki üretimi hâkim kalkınma çizgisinden uzaklaştırıp, merkeze ihraç edilecek ürünleri elverişsiz şartlarda temin edecek müdahaleler gerçekleştirmişlerdir. “Post-kolonyal” dönemde ise, merkez devletler, çevre ülkelerdeki üretimin kendi şirketlerinin hâkim olduğu küresel emtia zincirleri dâhilinde kendilerine tabi olmasını sağlamak için uğraşmış, bir yandan da güneydeki devletler, sanayileşme sürecini egemen bir devlet olarak işletirlerken, millileştirme, sanayi politikaları ve planlama konusunda kendi stratejilerinden istifade etmelerine mani olmak amacıyla, yapısal uyum programları, yaptırımlar, hatta doğrudan işgal gibi yöntemlerle müdahalede bulunmuşlardır. Bu mekanizmalar aracılığıyla, çevre, büyük ölçüde kendi üretim kapasiteleri üzerinde kontrol sahibi olmaktan mahrum kılınmış, kendi çıktıları üzerinde kontrol hakkı elinden alınmış, bağımlılık ve azgelişmişlikle tanımlı koşullara mahkûm edilmiştir (Kadri 2014).

Samir Amin, Arghiri Emmanuel, Ruy Mauro Marini ve Immanuel Wallerstein gibi akademisyenler, merkezin yüksek düzeyde işlettiği tüketim ve birikim süreçlerinin, uluslararası ticaretteki eşitsiz değişim üzerinden, çevreden büyük miktarlarda mal ve kaynak temellük etmesini gerekli kıldığı tezini savunmuşlardır (Wallerstein 1983; Amin 1978; Emmanuel vd. 1972; Marini 2022). Bu temellük etme sürecinin somut bir unsuru, kullanılan malzemedir. Merkez ülkeler, kişi başına yılda ortalama yaklaşık 28 ton malzeme kullanır, bu da sanayiye odaklanan, atık, enerji tüketimi ve çevresel kirlilik miktarını düşürmeyi amaçlayan ekolojistlerin önerdikleri güvenli eşik değerinin yaklaşık dört katıdır. Bu malzemenin neredeyse yarısı, çevre ülkelerden temin edilmektedir (ABD’nin temin ettiği miktarın oranı, Avrupa’ya göre daha düşüktür) (Hickel vd. 2022). Benzer bir durum, merkez ülkelerin dolaylı emek tüketimi için de geçerlidir: merkez devletler, üretime katkıda bulunan emeğin neredeyse iki katı kadar emeği tüketmektedirler (Hickel vd. 2024).

Yani demek oluyor ki merkezdeki sürekli büyüme, çevredeki kalkınmayı tehlikeye atmaktadır. İnsani kalkınma için kullanılabilecek gerçek kaynaklar ve üretken kapasite, bunun yerine başka yerlerde birikim için yönlendirilmektedir. Ayrıca, küresel üretimden esas olarak, orantısız bir biçimde merkez yararlanırken, ekolojik zararlar çevre ülkelere kaydırılır, ekolojik yıkımın sonuçlarını bu ülkeler tecrübe eder.

Ekomodernizm, bu soruna herhangi bir cevap sunmaz, hatta bu sorunu ele almaya bile çalışmaz. Merkez ülkelerin ekonomilerini ayakta tutan emperyalist dinamikler, kapitalizm gibi, ekomodernist vizyonlarda sorgulanmadan kabul edilmektedir. Bu, solcu ekomodernist vizyonlar için de genel olarak geçerlidir. Bu isimler, sosyalizmin tüm dünyayı merkeze has tüketimi (örneğin, SUV’ların ve lüks gemilerin herkesçe ulaşılabilir olacağı gerçeklikle) buluşturacağı günün hayalini kurmakta, ancak merkez ekonomileri destekleyen dünya sistemi dinamiklerini göz ardı etmektedirler.

Çözüm, çevredeki ulusal kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkı mücadelelerini desteklemektir. Güneydeki hükümetler, ulusal üretim kapasitesi üzerinde kontrolü yeniden kazanmak, üretimi insan ihtiyaçları ve ulusal kalkınma merkezli olarak örgütlemek için sosyalist ve kalkınmacı stratejileri uygulama özgürlüğüne ihtiyaç duymaktadırlar (Amin 1987; Cabral 1966). Ama elbette, böyle bir isyan, bu ekonomilerin dayandığı ucuz iş gücü ve kaynak akışını keserek merkezdeki kapitalizm için çok ciddi zorluklar teşkil edecektir. Esasında merkez devletler, askeri güce tam da bu türden bir isyanı önlemek için yatırım yapmaktadırlar. Vietnam, Kuzey Kore, Irak, Libya, Filistin gibi güneydeki ülkelerin veya hareketlerin ortadan kaldırılmaları, bu ülkelerin işgal edilmesi için askeri güç düzenli olarak devreye sokulmaktadır. Ekomodernistler, süreci tayin eden bu dinamikten kopmak istediklerine dair pek bir işaret vermemektedirler.

Kaynaklar, eşitsiz mübadele üzerinden ülkelere aktarılmadığı durumda, merkez ülkelerdeki tüketim yarı yarıya azalacaktır (Hickel vd., 2024). Ekomodernistlerin de dile getirdiği bir talep dâhilinde, mevcut tüketim düzeylerini muhafaza etmek adına, merkez ülkelerin işgücü sürelerini ve temin edilen malzemelerin miktarını iki katına çıkarması gerekecektir. Ekososyalistler tarafından önerilen alternatif ise, toplumsal açıdan gerekli mal ve hizmetlerin üretimini öncelikli kılıp bunların herkesçe erişilebilir hale getirilmesini, bir yandan da gereksiz üretimin azaltılmasını öngörmektedir. Israrla sürekli büyümeyi temel bir ilke olarak benimseyen ekomodernistler, bu öneriyi kesinlikle kabul edilemez bulmaktadırlar.

Ekomodernistlerin emperyalist düzenlemenin sınırlarının nereye dek uzandığını görebilmek için dünya genelinde karbon salınımının azaltılmasına yönelik yollar olarak takdim ettikleri “yeşil büyüme” senaryolarına bakmak gerekir. Burada “yeşil büyüme” terimini, yüzyılın geri kalan kısmında merkez ülkelerdeki kişi başına GSYİH’nin artmaya devam edeceği, ancak salınımların Paris Anlaşması hedeflerine, yani küresel sıcaklık artışını 1,5°C veya en azından 2°C’ın altına düşürme hedefine ulaşacak şekilde düşeceği öngörüsü üzerinde duran senaryoları tanımlamak için kullanıyorum. Bu senaryolar, modelleyiciler tarafından geliştirilmiş ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) yayınladığı dönemsel incelemelere dâhil edilmiştir; ekomodernistler ise görüşlerini destekleyecek delil anlamında, bu senaryolara düzenli olarak atıfta bulunmaktadırlar.

Bununla birlikte, son yıllarda bu senaryolar, bilim camiasında yoğun bir incelemeye tabi tutulmuşlardır. Öncelikle, yeşil büyüme senaryolarının ayırt edici özelliği, temel ekonomilerdeki mevcut, çok yüksek enerji kullanım seviyelerini koruma eğiliminde olmalarıdır. Temel ekonomiler, şu anda kişi başına yılda ortalama yaklaşık 150 Gj enerji kullanmaktadır. Buna, ithal edilen mallardaki enerji de dâhildir (ancak ihraç edilen mallardaki enerji hariç tutulmaktadır). Bu, küresel ortalamanın yaklaşık üç katıdır. Ayrıca, üretimin amacı bu olsaydı, tüm insanlar için “düzgün yaşam standartlarının” (DYS) kişi başına yılda yaklaşık 20 Gj enerji ile sağlanabileceğini belirtmek gerekmektedir (Hickel ve Sullivan 2024).

Bu yüksek enerji kullanımı, büyük sorunlara yol açmaktadır. Fosil yakıtlarla sağlandığı ölçüde, küresel ölçekte iklim krizini tetiklemektedir. Nitekim, bu nedenle küresel kuzey, gezegenin sınırını aşan küresel salınımların yaklaşık %90’ından sorumludur (Hickel 2020). Ayrıca, yüksek enerji kullanımı, yenilenebilir enerji kullanımının hızıyla ilgili iyimser varsayımlara rağmen, yeterince hızlı bir karbon azaltımı (yani karbon miktarının, Paris Anlaşması uyarınca belirlenen karbon bütçelerindeki adil paylara uygun olarak azaltılması) hedefine ulaşılmasını epey güçleştirmektedir. Bu sorunu çözmek için, yeşil büyüme senaryoları, alabildiğine sorunlu iki varsayıma başvurmaktadır.

1. Merkez ülkelerdeki yüksek enerji kullanımı ile Paris Anlaşması hedefleri arasındaki gerilimin bilincinde olan bu senaryolar sorunu enerjiyi sınırlamak, dolayısıyla çevredeki kalkınmayı kısıtlamak suretiyle çözmeyi önermektedirler ki bazı durumlarda bu öneri, temel ihtiyaçlar için gerekli olan seviyelerin bile altına inilmesini gerekli kılmaktadır (Hickel ve Slamersak 2022). Şurası açık ki emperyalist dünya sistemini yapılandıran, mevcut eşitsizlikleri kabul edip daimi kılan bu yaklaşım, ahlaksız ve adaletsizdir.

2. Yeşil büyüme senaryoları, gelecekte salınım miktarını düşürecek, çoğunlukla karbon yakalama ve depolama imkânı sunan biyoyakıt enerjisi kullanımı (BECCS) gibi büyük ölçekli teknolojilerin kullanılacağını varsayma eğilimindedir. BECCS, güç santrallerinde yakılmadan önce havadaki karbonu çekecek biyoyakıt bitkileri için büyük plantasyonlar kurulmasını gerektirir; bu santrallerde salınımlar yakalanır ve yer altına depolanır. Burada esasında “Paris Anlaşması sınırlarını bugün aşabiliriz, nasıl olsa yarın bir noktadan sonra havadaki karbonu geri çekme imkânına kavuşacağız” denilmektedir.

Bilim insanları, bu yaklaşımla ilgili önemli sorular sordular. Bu önerinin varoluşsal açıdan riskli olduğunu, herhangi bir sebeple bu planın gelecekte uygulanamaması durumunda sıcaklıkların sürekli artacağı bir gerçeklikle yüzleşebileceğimizi söylediler (Larkin vd. 2018; Van Vuuren vd. 2017). Ayrıca, BECCS denilen yöntem, biyoyakıt üretimine yönelik tek ürün temelli tarım için büyük arazilere ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç duyulacak alan, muhtemelen Hindistan’ın üç katını bulacak, bu işlem, ormanların kesilmesine, toprağın tükenmesine, su kıtlığına, biyolojik çeşitliliğin kaybolmasına, ekosistemi ilgilendiren diğer zararların artmasına sebep olacak, ayrıca mevcut gıdanın kısıtlanmasını beraberinde getirecektir (Creutzig vd. 2021). Başka bir deyişle, bu yaklaşım, iklim sorununu diğer ekolojik (ve toplumsal) sorunlara havale ederek çözmeye çalışmaktadır (Hickel vd. 2021).

Karbonu doğrudan havada yakalama ve depolama (DACCS) gibi alternatif karbon azaltma stratejileri, bu sorunların bazılarını önleyebilir, ancak mevcut senaryolarda varsayılan karbon azaltma oranlarına ulaşmak için dünyanın mevcut elektrik üretiminin yarısını kullanmak gerekecektir ki bu da küresel enerji arzının yol açtığı karbon salınımlarını azaltmayı güçleştirecektir (Realmonte vd. 2019).

Asıl önemli olan, bu senaryolarda büyük ölçekli BECCS için gerekli arazinin küresel güneyden temin edilmesidir (Hickel ve Slamersak 2022). Başka bir deyişle, güneyde üretim, kalkınma ve gıda temini için gerekli arazi, bu amaçlar değil de merkez ülkelerdeki enerji kullanımını sürdürmek için kullanılmaktadır. Burada da net bir biçimde görüldüğü üzere, dünya ekonomisinin emperyalist yapısı, bu senaryolarda tekrar üretilmekte, hatta daha da pekiştirilmektedir.

Bazı yeşil büyüme senaryoları ise farklı bir yaklaşım benimsemektedir. Bunlar, merkez ülkelerdeki enerji kullanım miktarını azaltmayı öngörür, ancak bu işlemin, GSYİH artmaya devam ederken başarılabileceğini varsayar. Bu senaryolar, mevcut açmazı teknolojik verimliliği artırarak çözüme kavuşturur. Ancak burada bir sorun vardır: eldeki empirik çalışmalar, varsayılan GSYİH/kullanılan enerji oranını desteklememektedir. Bu oranlar, en iddialı başarıların bile çok gerisindedir. GSYİH/enerji kullanımı oranının yüksek seviyelere ulaşması zordur, çünkü ampirik çalışmalardan bildiğimiz üzere, büyüme odaklı kapitalist bir ekonomide, verimlilik artışlarından elde edilen kazanımlar, genellikle üretim ve tüketim süreçlerini uzatmak için kullanılır. Bu durumda enerji veya malzeme kullanımı, azalmak şöyle dursun, daha da artar (Berner vd. 2022; Haberl vd. 2020; Ward vd. 2016).

Verimlilik artışları ve teknolojik değişimin karbon salınımlarının azaltılmasında kritik öneme sahip olduğunu vurgulamak önemlidir. Verimlilik artışları ve teknolojik değişim, büyük kazançlar elde etmemizi sağlayacaktır. Aslında, bu yönde daha fazla yatırım yapmamız gerekmektedir. Ama gelgelelim, mevcut durumda sermaye, bu yatırımları yeterli miktarda yapmamaktadır çünkü yalıtım, verimli cihazlar, ısı pompaları, toplu taşıma gibi gerekli yenilikler, geleneksel yatırımlara kıyasla yeterince kârlı değildir. Buradaki sorun, teknolojik değişimin bu şekilde faydalı olup olamayacağı değil, ekonomik sistemin yapısıdır. Kârın sınırlandırmadığı, sürekli büyümenin hedef olmadığı bir post-kapitalist ekonomide verimlilik artışları, aslında enerji kullanımını önemli ölçüde azaltabilir (Hickel 2023).

Son olarak, tüm bu sorunlardan kurtulsak bile, yüksek gelirli ekonomilerin, mevcut tedarik yapısında hiçbir değişiklik yapmadan karbonsuzlaşmış bir ekonomiye kavuşmaları ve bu ekonomiyi sürdürmeleri için yüksek miktarlarda yeni malzeme temin etmeleri gerekir. Yüksek enerji kullanımı, yüksek miktarda yenilenebilir teknoloji ve altyapının (güneş panelleri, rüzgâr çiftlikleri, bataryalar vb.) geliştirilmesine ihtiyaç duyar. Mevcut özel araç filosunun boyutunu korumak, her araç için bir elektrikli araçla değişim yapılmasını gerekli kılacaktır. Bunun için tüm endüstri kollarını ilgilendiren büyük bir teşebbüsün altına imza atılmalıdır. Tabii bu durumda ihtiyaç duyulacak malzemelerin çoğu, zaten toplumu ve ekolojiyi tahrip eden tedarik zincirleri üzerinden, küresel güneyden temin edilecektir. Bu noktada merkez devletler, bu girdilerin fiyatlarını düşük tutmak ve güneyin bu düzenlemeye itiraz etmeye yönelik eylemlerine mani olmak adına, gerekirse askeri güç dâhil türlü müdahaleleri gerçekleştireceğine hiç şüphe yoktur.

Bu senaryoların ve bunları temel alan ekomodernist vizyonların kabul edilmesi mümkün değildir. Emperyalist düzenlemeleri kabul eden bu türden senaryolar ve vizyonlar, ampirik bilimi ciddiye almamaktadırlar. Bunlar, merkez ülkelerde yüksek ve sürekli artan toplam üretim düzeyini muhafaza etmek adına geleceğimizle kumar oynarlar. Oysa böylesi bir kumara hiç ihtiyaç yoktur.

Üstelik bu yaklaşımın hiçbir işe yaramadığı görülmüştür. Son araştırmalar, geçen on yılda GSYİH ile salınımlar arasındaki bağı kopartan tüm yüksek gelirli ülkelerin, Paris Anlaşması ile uyumlu karbon bütçelerindeki adil paylarına nispetle karbon salımlarını azaltma yolunda ilerlemediklerini ortaya koymaktadır (Vogel ve Hickel 2023). Mevcut oranlar dikkate alındığında, bu ülkelerin salınımlarını yüzde 95 oranında azaltmaları için iki yüz yılı aşkın bir süreye ihtiyaç vardır. Oysa karbon salınımlarının hızla azaltılması gerekmektedir.

Ekososyalist vizyonlarsa temelde farklı bir yaklaşım benimser. Ne sonuç üreteceği bilinmeyen, salınımları azaltacağı düşünülen teknolojilere bel bağlamak yerine bu vizyonlar, salınımları daha hızlı azaltmak için enerji tüketimi düzeyini aşağıya çekmeyi amaçlarlar. Bu amaca kısmen verimlilik iyileştirme çabaları ile ulaşmak mümkündür. Ayrıca ekososyalist senaryo, finansmanın ilgili hedef doğrultusunda gerekli yenilikleri gerçekleştirmek ve ilerleme sürecini hızlandırmak için kullanılmasını öngörür. Ancak bu noktada özel otomobiller, fosil yakıtlar, konaklar, hızla tüketilen moda ürünler, silahlar, endüstriyel et gibi nispeten daha az gerekli olan üretim ve tüketim biçimlerinin miktarının azaltılmasını gerektirir. Böylelikle enerji (ve malzeme) kullanımı doğrudan azalacaktır. Bu, iklim literatüründe “talep yönlü”, “yeterlilik odaklı” veya “büyüme sonrası” azaltım olarak bilinmektedir (Kallis vd., 2025).

Son dönemde İngiltere ve AB için geleceği modelleyen birkaç çalışma (örn.: Barrett vd., 2022), bu stratejiyi kullanarak, ülkelerin enerji kullanımını yüzde 50’nin üzerinde azaltabileceğini, herhangi bir refah kaybı olmadan bunu gerçekleştirebileceğini, dolayısıyla Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmak için ülkelerin yeterince hızlı bir şekilde karbondan arındırılabileceklerini ortaya koymaktadır.

Bugün bir dizi modelleme ekibi, karbon miktarını azaltmak için geliştirilmiş senaryoları incelemektedir. Bu senaryolar, merkez ülkelerde daha az gerekli olan üretimi azaltmanın yanı sıra, merkez ve çevre arasındaki enerji ve malzeme kullanımı miktarının yakınlaşmasını sağlamayı, bu miktarların ekolojik hedeflerle uyumlu ve yüksek düzeyde insani kalkınma için yeterli seviyelere taşımayı amaçlamaktadır. Başka bir deyişle, bu senaryolar, emperyalist düzenlemenin yürürlükten kaldırılmasını öngörmektedir. Ayrıca bu senaryolar, insanların neyi “adil” olarak gördüklerine dair ampirik kanıtlarla uyumlu olarak, hiç kimsenin düzgün yaşam standartları için gerekli olan asgari tüketim seviyesinin altına düşmemesini sağlayacak şekilde, ulusal kaynakların daha adil bir dağılımını sağlamayı amaçlamaktadır (Millward-Hopkins vd., 2025).

Ekomodernist yaklaşımlar, emperyalizm yanında, uygulanabilirlik açısından daha temel sorunlarla karşı karşıyadır. Kapitalist ekomodernist vizyonlar, sıfır karbonlu enerji altyapısının çok hızlı ve büyük ölçeklerle inşa edilmesini gerektirir. Ancak, kapitalizm koşullarında yatırım ve üretim, toplumsal ve ekolojik hedeflere ulaşmak için en gerekli olana değil, sermaye için en kârlı olana göre organize edilir. Bu, enerji dönüşümü için bir problem yaratır, çünkü yenilenebilir kaynaklar giderek ucuzlasa da, fosil yakıtlar üç kat daha kârlıdır. Bunun en önemli nedeni, fosil yakıtların üzerinde tekel oluşturmaya daha elverişli olmalarıdır (Christophers 2025). Bu nedenle sermaye, fosil yakıtlara akmaya devam etmekte, temiz enerjiye yeterince yatırım yapılmamaktadır.

Son aylarda birkaç büyük finans kuruluşu, düşük karbon üretecek yatırımlarını kâr sağlamadıkları gerekçesiyle sonlandırdı. Başka bir deyişle, ekomodernizmin kapitalizme olan bağlılığı, nihayetinde ekolojik hedefleriyle çelişmektedir. Ekomodernistler, tam da bu sebeple nükleer enerjiyi teşvik etme eğilimindedirler. Zira sermayenin belirlediği, başkalarının girmesinin önünde yüksek duvarların bulunduğu bir enerji şebekesinin kârlı olma ihtimali daha yüksektir.

En nihayetinde yeşil dönüşüm, sermayenin eline teslim edilemez. Gerekli yenilenebilir enerji kapasitesini inşa etmek ve toplu taşıma imkânlarını artırmak, binaları izole etmek ve ekosistemleri yenilemek gibi düşük kârlı veya kâr getirmeyen faaliyetleri yürütmek, ayrıca gerekli yenilenebilir enerji kapasitesini oluşturmak için kamu finansmanına, bayındırlık işlerine, sanayi politikasına ve planlamaya ihtiyaç vardır. Dahası, bu faaliyetlerin sayısı, ulusal üretim kapasitesi kapitalist üretim eliyle azami düzeyde tutulduğu sürece artırılamaz. Bunun için daha az ihtiyaç duyulan üretimin miktarını düşürmek, emek gücünü, mühendisleri, kaynakları vb. bu amaç için yeniden seferber etmek gerekecektir. Bu da kapitalizm içerisinde ulaşılması mümkün olmayan bir hedeftir.

Sermaye, kârlı üretim biçimlerini gönüllü olarak küçültmeyecektir. Başka bir deyişle, her alanda dönüşüm, üretimin dizginlerini sermayenin elinden alıp, onu demokratik yollarla tasdik edilmiş hedeflerle uyumlu kılmaya ihtiyaç duymaktadır.

Jason Hickel
13 Eylül 2025
Kaynak

Kaynakça:
Amin, S. 1978. “Unequal Development: An Essay on the Social Formations of Peripheral Capitalism.” Science and Society 42 (2).

Amin, S. 1987. “A Note on the Concept of Delinking.” Review (Fernand Braudel Center) 10 (3): s. 435–44.

Barrett, J., S. Pye, S. Betts-Davies, O. Broad, J. Price, N. Eyre, et al. 2022. “Energy Demand Reduction Options for Meeting National Zero-Emission Targets in the United Kingdom.” Nature Energy 7 (8): s. 726–35. Nature.

Berner, A., S. Bruns, A. Moneta ve D. I. Stern. 2022. “Do Energy Efficiency Improvements Reduce Energy Use? Empirical Evidence on the Economy-wide Rebound Effect in Europe and the United States.” Energy Economics 110: 105939. Sciencedirect.

Cabral, A. 1966. The Weapon of Theory. Address Delivered to the First Tricontinental Conference of the Peoples of Asia, Africa and Latin America. Havana, Küba.

Christophers, B. 2025. The Price is Wrong: Why Capitalism won’t save the Planet. Londra: Verso Books.

Creutzig, F., K. H. Erb, H. Haberl, C. Hof, C. Hunsberger ve S. Roe. 2021. “Considering Sustainability Thresholds for BECCS in IPCC and Biodiversity Assessments.” GCB Bioenergy 13 (4): s. 510–5. Wiley.

Emmanuel, A., C. Bettelheim ve B. Pearce. 1972. Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade, Cilt. 11. New York: Monthly Review Press.

Haberl, H., D. Wiedenhofer, D. Virág, G. Kalt, B. Plank, P. Brockway vd. 2020. “A Systematic Review of the Evidence on Decoupling of GDP, Resource Use and GHG Emissions, Part II: Synthesizing the Insights.” Environmental Research Letters 15 (6): 065003. IOP.

Hickel, J. 2020. “Quantifying National Responsibility for Climate Breakdown: An Equality-based Attribution Approach for Carbon Dioxide Emissions in Excess of the Planetary Boundary.” The Lancet Planetary Health 4 (9): e399–e404. Lancet.

Hickel, J. 2023. “On Technology and Degrowth.” Monthly Review 75 (3): 44–50. MR.

Hickel, J., P. Brockway, G. Kallis, L. Keyßer, M. Lenzen, A. Slameršak vd. 2021. “Urgent Need for Post-growth Climate Mitigation Scenarios.” Nature Energy 6 (8): s. 766–8. Nature.

Hickel, J., C. Dorninger, H. Wieland, and I. Suwandi. 2022. “Imperialist Appropriation in the World Economy: Drain from the Global South Through Unequal Exchange, 1990–2015.” Global Environmental Change 73. Sciencedirect.

Hickel, J., M. Hanbury Lemos ve F. Barbour. 2024. “Unequal Exchange of Labour in the World Economy.” Nature Communications 15 (1): 6298. Nature.

Hickel, J. ve A. Slamersak. 2022. “Existing Climate Mitigation Scenarios Perpetuate Colonial Inequalities.” The Lancet Planetary Health 6 (7): e628–e631. Lancet.

Hickel, J. ve D. Sullivan. 2024. “How Much Growth is Required to Achieve Good Lives for All? Insights from Needs-based Analysis.” World Development Perspectives 35: 100612. Sciencedirect.

Kadri, A. 2014. Arab Development Denied: Dynamics of Accumulation by Wars of Encroachment. Londra: Anthem Press.

Kallis, G. ve S. Bliss. 2019. “Post-Environmentalism: Origins and Evolution of a Strange Idea.” Journal of Political Ecology 26 (1): s. 466–85. JPE.

Kallis, G., J. Hickel, D. W. O’Neill, T. Jackson, P. A. Victor, K. Raworth vd. 2025. “PostGrowth: The Science of Wellbeing Within Planetary Boundaries.” The Lancet Planetary Health 9 (1): e62–e78. Lancet.

Larkin, A., J. Kuriakose, M. Sharmina ve K. Anderson. 2018. “What if Negative Emission Technologies Fail at Scale? Implications of the Paris Agreement for Big Emitting Nations.” Climate Policy 18 (6): 690–714. TF.

Marini, R. M. 2022. The Dialectics of Dependency. New York: NYU Press.

Millward-Hopkins, J., J. Hickel ve S. Nag. 2025. “Is Growth in Consumption Occurring Where it is Most Needed?” The Lancet Planetary Health 9 (6): e503-10.

Patnaik, U., and P. Patnaik. 2021. Capital and Imperialism: Theory, History, and the Present. New York: Monthly Review Press.

Realmonte, G., L. Drouet, A. Gambhir, J. Glynn, A. Hawkes, A. C. Köberle vd. 2019. “An Inter-model Assessment of the Role of Direct Air Capture in Deep Mitigation Pathways.” Nature Communications 10 (1): s. 3277. Nature.

Van Vuuren, D. P., A. F. Hof, M. A. Van Sluisveld ve K. Riahi. 2017. “Open Discussion of Negative Emissions is Urgently Needed.” Nature Energy 2 (12): 902–4. Nature.

Vogel, J. ve J. Hickel. 2023. “Is Green Growth Happening? An Empirical Analysis of Achieved Versus Paris-compliant CO2–GDP Decoupling in high-income Countries.” The Lancet Planetary Health 7 (9): e759–e769. Lancet.

Wallerstein, I. 1983. Historical Capitalism. Londra: Verso Books.

Wallerstein, I. 2004. “World-Systems Analysis: An Introduction.” World-Systems Analysis içinde. Durham: Duke University Press.

Ward, J. D., P. C. Sutton, A. D. Werner, R. Costanza, S. H. Mohr ve C. T. Simmons. 2016. “Is Decoupling GDP Growth from Environmental Impact Possible?” PLoS One 11 (10): e0164733. Plos.

0 Yorum: