Genel
anlamda ekomodernizm, kapitalist bir konumdur. Özünde, ekonominin mevcut
yapısını sürdürmek ama bir yandan da bu yapıyı ekolojiyle uyumlu kılmak
isteyenlere hitap eder (Kallis ve Bliss 2019). Bu amaç doğrultusunda, üretim ve
dağıtımın sermayeye ait olması, onun tarafından kontrol edilmesi, dolayısıyla kâr
maksimizasyonu, büyüme ve birikim süreçlerine ait zorunluluklar eliyle
yönlendirilmesi gerektiği varsayımını zımnen veya alenen temel alır. Zaten ekomodernizm,
alternatif bir düzenleme öne sürmez.
Dünya
sistemi üzerine teori geliştiren bilim insanlarının da ortaya koyduğu üzere,
kapitalizmin temel özelliklerinden biri, onun bir emperyalist düzenlemeye
ihtiyaç duymasıdır (Wallerstein 2004; Patnaik ve Patnaik 2021). Sermaye
birikimi, üretim girdisi olarak, miktarı sürekli artan bir emek ve kaynak akışını
gerekli kılar. Emek ve kaynak da mümkün olan en düşük fiyata temin edilmelidir.
Bu süreç, çok ciddi toplumsal ve ekolojik çelişkileri beraberinde getirir. İlgili
sürecin sınırlarla tanımlı bir ekonomi içerisinde uzun süre sürdürülebilmesi
mümkün değildir. Bu nedenle, merkez ülkelerdeki sermaye birikimi, ucuz
girdilerin sürekli sağlanabileceği ve gerektiğinde kârı korumak için isyanları
bastırabilecek bir çevreye ihtiyaç duyar.
Son
beş yüz yıldır dünya ekonomisini bu merkez-çevre dinamiği şekillendirmiştir.
Sömürge döneminde, merkezdeki devletler, çevredeki üretimi hâkim kalkınma
çizgisinden uzaklaştırıp, merkeze ihraç edilecek ürünleri elverişsiz şartlarda
temin edecek müdahaleler gerçekleştirmişlerdir. “Post-kolonyal” dönemde ise, merkez
devletler, çevre ülkelerdeki üretimin kendi şirketlerinin hâkim olduğu küresel emtia
zincirleri dâhilinde kendilerine tabi olmasını sağlamak için uğraşmış, bir
yandan da güneydeki devletler, sanayileşme sürecini egemen bir devlet olarak işletirlerken,
millileştirme, sanayi politikaları ve planlama konusunda kendi stratejilerinden
istifade etmelerine mani olmak amacıyla, yapısal uyum programları, yaptırımlar,
hatta doğrudan işgal gibi yöntemlerle müdahalede bulunmuşlardır. Bu
mekanizmalar aracılığıyla, çevre, büyük ölçüde kendi üretim kapasiteleri
üzerinde kontrol sahibi olmaktan mahrum kılınmış, kendi çıktıları üzerinde
kontrol hakkı elinden alınmış, bağımlılık ve azgelişmişlikle tanımlı koşullara
mahkûm edilmiştir (Kadri 2014).
Samir
Amin, Arghiri Emmanuel, Ruy Mauro Marini ve Immanuel Wallerstein gibi
akademisyenler, merkezin yüksek düzeyde işlettiği tüketim ve birikim
süreçlerinin, uluslararası ticaretteki eşitsiz değişim üzerinden, çevreden büyük
miktarlarda mal ve kaynak temellük etmesini gerekli kıldığı tezini
savunmuşlardır (Wallerstein 1983; Amin 1978; Emmanuel vd. 1972; Marini 2022). Bu
temellük etme sürecinin somut bir unsuru, kullanılan malzemedir. Merkez ülkeler,
kişi başına yılda ortalama yaklaşık 28 ton malzeme kullanır, bu da sanayiye
odaklanan, atık, enerji tüketimi ve çevresel kirlilik miktarını düşürmeyi
amaçlayan ekolojistlerin önerdikleri güvenli eşik değerinin yaklaşık dört
katıdır. Bu malzemenin neredeyse yarısı, çevre ülkelerden temin edilmektedir
(ABD’nin temin ettiği miktarın oranı, Avrupa’ya göre daha düşüktür) (Hickel vd.
2022). Benzer bir durum, merkez ülkelerin dolaylı emek tüketimi için de
geçerlidir: merkez devletler, üretime katkıda bulunan emeğin neredeyse iki katı
kadar emeği tüketmektedirler (Hickel vd. 2024).
Yani
demek oluyor ki merkezdeki sürekli büyüme, çevredeki kalkınmayı tehlikeye atmaktadır.
İnsani kalkınma için kullanılabilecek gerçek kaynaklar ve üretken kapasite,
bunun yerine başka yerlerde birikim için yönlendirilmektedir. Ayrıca, küresel
üretimden esas olarak, orantısız bir biçimde merkez yararlanırken, ekolojik
zararlar çevre ülkelere kaydırılır, ekolojik yıkımın sonuçlarını bu ülkeler
tecrübe eder.
Ekomodernizm,
bu soruna herhangi bir cevap sunmaz, hatta bu sorunu ele almaya bile çalışmaz.
Merkez ülkelerin ekonomilerini ayakta tutan emperyalist dinamikler, kapitalizm
gibi, ekomodernist vizyonlarda sorgulanmadan kabul edilmektedir. Bu, solcu
ekomodernist vizyonlar için de genel olarak geçerlidir. Bu isimler, sosyalizmin
tüm dünyayı merkeze has tüketimi (örneğin, SUV’ların ve lüks gemilerin herkesçe
ulaşılabilir olacağı gerçeklikle) buluşturacağı günün hayalini kurmakta, ancak
merkez ekonomileri destekleyen dünya sistemi dinamiklerini göz ardı
etmektedirler.
Çözüm,
çevredeki ulusal kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkı mücadelelerini
desteklemektir. Güneydeki hükümetler, ulusal üretim kapasitesi üzerinde
kontrolü yeniden kazanmak, üretimi insan ihtiyaçları ve ulusal kalkınma merkezli
olarak örgütlemek için sosyalist ve kalkınmacı stratejileri uygulama
özgürlüğüne ihtiyaç duymaktadırlar (Amin 1987; Cabral 1966). Ama elbette, böyle
bir isyan, bu ekonomilerin dayandığı ucuz iş gücü ve kaynak akışını keserek merkezdeki
kapitalizm için çok ciddi zorluklar teşkil edecektir. Esasında merkez devletler,
askeri güce tam da bu türden bir isyanı önlemek için yatırım yapmaktadırlar. Vietnam,
Kuzey Kore, Irak, Libya, Filistin gibi güneydeki ülkelerin veya hareketlerin ortadan
kaldırılmaları, bu ülkelerin işgal edilmesi için askeri güç düzenli olarak
devreye sokulmaktadır. Ekomodernistler, süreci tayin eden bu dinamikten kopmak
istediklerine dair pek bir işaret vermemektedirler.
Kaynaklar,
eşitsiz mübadele üzerinden ülkelere aktarılmadığı durumda, merkez ülkelerdeki
tüketim yarı yarıya azalacaktır (Hickel vd., 2024). Ekomodernistlerin de dile
getirdiği bir talep dâhilinde, mevcut tüketim düzeylerini muhafaza etmek adına,
merkez ülkelerin işgücü sürelerini ve temin edilen malzemelerin miktarını iki
katına çıkarması gerekecektir. Ekososyalistler tarafından önerilen alternatif
ise, toplumsal açıdan gerekli mal ve hizmetlerin üretimini öncelikli kılıp bunların
herkesçe erişilebilir hale getirilmesini, bir yandan da gereksiz üretimin
azaltılmasını öngörmektedir. Israrla sürekli büyümeyi temel bir ilke olarak
benimseyen ekomodernistler, bu öneriyi kesinlikle kabul edilemez bulmaktadırlar.
Ekomodernistlerin
emperyalist düzenlemenin sınırlarının nereye dek uzandığını görebilmek için
dünya genelinde karbon salınımının azaltılmasına yönelik yollar olarak takdim
ettikleri “yeşil büyüme” senaryolarına bakmak gerekir. Burada “yeşil büyüme”
terimini, yüzyılın geri kalan kısmında merkez ülkelerdeki kişi başına GSYİH’nin
artmaya devam edeceği, ancak salınımların Paris Anlaşması hedeflerine, yani
küresel sıcaklık artışını 1,5°C veya en azından 2°C’ın altına düşürme hedefine ulaşacak
şekilde düşeceği öngörüsü üzerinde duran senaryoları tanımlamak için
kullanıyorum. Bu senaryolar, modelleyiciler tarafından geliştirilmiş ve Hükümetlerarası
İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) yayınladığı dönemsel incelemelere dâhil
edilmiştir; ekomodernistler ise görüşlerini destekleyecek delil anlamında, bu
senaryolara düzenli olarak atıfta bulunmaktadırlar.
Bununla
birlikte, son yıllarda bu senaryolar, bilim camiasında yoğun bir incelemeye
tabi tutulmuşlardır. Öncelikle, yeşil büyüme senaryolarının ayırt edici
özelliği, temel ekonomilerdeki mevcut, çok yüksek enerji kullanım seviyelerini
koruma eğiliminde olmalarıdır. Temel ekonomiler, şu anda kişi başına yılda
ortalama yaklaşık 150 Gj enerji kullanmaktadır. Buna, ithal edilen mallardaki enerji
de dâhildir (ancak ihraç edilen mallardaki enerji hariç tutulmaktadır). Bu,
küresel ortalamanın yaklaşık üç katıdır. Ayrıca, üretimin amacı bu olsaydı, tüm
insanlar için “düzgün yaşam standartlarının” (DYS) kişi başına yılda yaklaşık
20 Gj enerji ile sağlanabileceğini belirtmek gerekmektedir (Hickel ve Sullivan
2024).
Bu
yüksek enerji kullanımı, büyük sorunlara yol açmaktadır. Fosil yakıtlarla
sağlandığı ölçüde, küresel ölçekte iklim krizini tetiklemektedir. Nitekim, bu
nedenle küresel kuzey, gezegenin sınırını aşan küresel salınımların yaklaşık
%90’ından sorumludur (Hickel 2020). Ayrıca, yüksek enerji kullanımı,
yenilenebilir enerji kullanımının hızıyla ilgili iyimser varsayımlara rağmen,
yeterince hızlı bir karbon azaltımı (yani karbon miktarının, Paris Anlaşması
uyarınca belirlenen karbon bütçelerindeki adil paylara uygun olarak azaltılması)
hedefine ulaşılmasını epey güçleştirmektedir. Bu sorunu çözmek için, yeşil
büyüme senaryoları, alabildiğine sorunlu iki varsayıma başvurmaktadır.
1.
Merkez ülkelerdeki yüksek enerji kullanımı ile Paris Anlaşması hedefleri
arasındaki gerilimin bilincinde olan bu senaryolar sorunu enerjiyi sınırlamak,
dolayısıyla çevredeki kalkınmayı kısıtlamak suretiyle çözmeyi önermektedirler
ki bazı durumlarda bu öneri, temel ihtiyaçlar için gerekli olan seviyelerin
bile altına inilmesini gerekli kılmaktadır (Hickel ve Slamersak 2022). Şurası
açık ki emperyalist dünya sistemini yapılandıran, mevcut eşitsizlikleri kabul
edip daimi kılan bu yaklaşım, ahlaksız ve adaletsizdir.
2.
Yeşil büyüme senaryoları, gelecekte salınım miktarını düşürecek, çoğunlukla
karbon yakalama ve depolama imkânı sunan biyoyakıt enerjisi kullanımı (BECCS) gibi
büyük ölçekli teknolojilerin kullanılacağını varsayma eğilimindedir. BECCS, güç
santrallerinde yakılmadan önce havadaki karbonu çekecek biyoyakıt bitkileri
için büyük plantasyonlar kurulmasını gerektirir; bu santrallerde salınımlar
yakalanır ve yer altına depolanır. Burada esasında “Paris Anlaşması sınırlarını
bugün aşabiliriz, nasıl olsa yarın bir noktadan sonra havadaki karbonu geri çekme
imkânına kavuşacağız” denilmektedir.
Bilim
insanları, bu yaklaşımla ilgili önemli sorular sordular. Bu önerinin varoluşsal
açıdan riskli olduğunu, herhangi bir sebeple bu planın gelecekte uygulanamaması
durumunda sıcaklıkların sürekli artacağı bir gerçeklikle yüzleşebileceğimizi söylediler
(Larkin vd. 2018; Van Vuuren vd. 2017). Ayrıca, BECCS denilen yöntem, biyoyakıt
üretimine yönelik tek ürün temelli tarım için büyük arazilere ihtiyaç duyar. Bu
ihtiyaç duyulacak alan, muhtemelen Hindistan’ın üç katını bulacak, bu işlem, ormanların
kesilmesine, toprağın tükenmesine, su kıtlığına, biyolojik çeşitliliğin
kaybolmasına, ekosistemi ilgilendiren diğer zararların artmasına sebep olacak,
ayrıca mevcut gıdanın kısıtlanmasını beraberinde getirecektir (Creutzig vd.
2021). Başka bir deyişle, bu yaklaşım, iklim sorununu diğer ekolojik (ve toplumsal)
sorunlara havale ederek çözmeye çalışmaktadır (Hickel vd. 2021).
Karbonu
doğrudan havada yakalama ve depolama (DACCS) gibi alternatif karbon azaltma
stratejileri, bu sorunların bazılarını önleyebilir, ancak mevcut senaryolarda
varsayılan karbon azaltma oranlarına ulaşmak için dünyanın mevcut elektrik
üretiminin yarısını kullanmak gerekecektir ki bu da küresel enerji arzının yol
açtığı karbon salınımlarını azaltmayı güçleştirecektir (Realmonte vd. 2019).
Asıl
önemli olan, bu senaryolarda büyük ölçekli BECCS için gerekli arazinin küresel güneyden
temin edilmesidir (Hickel ve Slamersak 2022). Başka bir deyişle, güneyde
üretim, kalkınma ve gıda temini için gerekli arazi, bu amaçlar değil de merkez
ülkelerdeki enerji kullanımını sürdürmek için kullanılmaktadır. Burada da net
bir biçimde görüldüğü üzere, dünya ekonomisinin emperyalist yapısı, bu
senaryolarda tekrar üretilmekte, hatta daha da pekiştirilmektedir.
Bazı
yeşil büyüme senaryoları ise farklı bir yaklaşım benimsemektedir. Bunlar,
merkez ülkelerdeki enerji kullanım miktarını azaltmayı öngörür, ancak bu
işlemin, GSYİH artmaya devam ederken başarılabileceğini varsayar. Bu senaryolar,
mevcut açmazı teknolojik verimliliği artırarak çözüme kavuşturur. Ancak burada
bir sorun vardır: eldeki empirik çalışmalar, varsayılan GSYİH/kullanılan enerji
oranını desteklememektedir. Bu oranlar, en iddialı başarıların bile çok gerisindedir.
GSYİH/enerji kullanımı oranının yüksek seviyelere ulaşması zordur, çünkü
ampirik çalışmalardan bildiğimiz üzere, büyüme odaklı kapitalist bir ekonomide,
verimlilik artışlarından elde edilen kazanımlar, genellikle üretim ve tüketim
süreçlerini uzatmak için kullanılır. Bu durumda enerji veya malzeme
kullanımı, azalmak şöyle dursun, daha da artar (Berner vd. 2022; Haberl vd.
2020; Ward vd. 2016).
Verimlilik
artışları ve teknolojik değişimin karbon salınımlarının azaltılmasında kritik
öneme sahip olduğunu vurgulamak önemlidir. Verimlilik artışları ve teknolojik
değişim, büyük kazançlar elde etmemizi sağlayacaktır. Aslında, bu yönde daha
fazla yatırım yapmamız gerekmektedir. Ama gelgelelim, mevcut durumda sermaye,
bu yatırımları yeterli miktarda yapmamaktadır çünkü yalıtım, verimli cihazlar,
ısı pompaları, toplu taşıma gibi gerekli yenilikler, geleneksel yatırımlara
kıyasla yeterince kârlı değildir. Buradaki sorun, teknolojik değişimin bu
şekilde faydalı olup olamayacağı değil, ekonomik sistemin yapısıdır. Kârın
sınırlandırmadığı, sürekli büyümenin hedef olmadığı bir post-kapitalist
ekonomide verimlilik artışları, aslında enerji kullanımını önemli ölçüde azaltabilir
(Hickel 2023).
Son
olarak, tüm bu sorunlardan kurtulsak bile, yüksek gelirli ekonomilerin, mevcut
tedarik yapısında hiçbir değişiklik yapmadan karbonsuzlaşmış bir ekonomiye kavuşmaları
ve bu ekonomiyi sürdürmeleri için yüksek miktarlarda yeni malzeme temin
etmeleri gerekir. Yüksek enerji kullanımı, yüksek miktarda yenilenebilir
teknoloji ve altyapının (güneş panelleri, rüzgâr çiftlikleri, bataryalar vb.)
geliştirilmesine ihtiyaç duyar. Mevcut özel araç filosunun boyutunu korumak,
her araç için bir elektrikli araçla değişim yapılmasını gerekli kılacaktır. Bunun
için tüm endüstri kollarını ilgilendiren büyük bir teşebbüsün altına imza atılmalıdır.
Tabii bu durumda ihtiyaç duyulacak malzemelerin çoğu, zaten toplumu ve
ekolojiyi tahrip eden tedarik zincirleri üzerinden, küresel güneyden temin
edilecektir. Bu noktada merkez devletler, bu girdilerin fiyatlarını düşük
tutmak ve güneyin bu düzenlemeye itiraz etmeye yönelik eylemlerine mani olmak
adına, gerekirse askeri güç dâhil türlü müdahaleleri gerçekleştireceğine hiç
şüphe yoktur.
Bu
senaryoların ve bunları temel alan ekomodernist vizyonların kabul edilmesi
mümkün değildir. Emperyalist düzenlemeleri kabul eden bu türden senaryolar ve
vizyonlar, ampirik bilimi ciddiye almamaktadırlar. Bunlar, merkez ülkelerde
yüksek ve sürekli artan toplam üretim düzeyini muhafaza etmek adına geleceğimizle
kumar oynarlar. Oysa böylesi bir kumara hiç ihtiyaç yoktur.
Üstelik
bu yaklaşımın hiçbir işe yaramadığı görülmüştür. Son araştırmalar, geçen on
yılda GSYİH ile salınımlar arasındaki bağı kopartan tüm yüksek gelirli
ülkelerin, Paris Anlaşması ile uyumlu karbon bütçelerindeki adil paylarına
nispetle karbon salımlarını azaltma yolunda ilerlemediklerini ortaya
koymaktadır (Vogel ve Hickel 2023). Mevcut oranlar dikkate alındığında, bu
ülkelerin salınımlarını yüzde 95 oranında azaltmaları için iki yüz yılı aşkın
bir süreye ihtiyaç vardır. Oysa karbon salınımlarının hızla azaltılması gerekmektedir.
Ekososyalist
vizyonlarsa temelde farklı bir yaklaşım benimser. Ne sonuç üreteceği bilinmeyen,
salınımları azaltacağı düşünülen teknolojilere bel bağlamak yerine bu
vizyonlar, salınımları daha hızlı azaltmak için enerji tüketimi düzeyini aşağıya
çekmeyi amaçlarlar. Bu amaca kısmen verimlilik iyileştirme çabaları ile ulaşmak
mümkündür. Ayrıca ekososyalist senaryo, finansmanın ilgili hedef doğrultusunda
gerekli yenilikleri gerçekleştirmek ve ilerleme sürecini hızlandırmak için
kullanılmasını öngörür. Ancak bu noktada özel otomobiller, fosil yakıtlar,
konaklar, hızla tüketilen moda ürünler, silahlar, endüstriyel et gibi nispeten
daha az gerekli olan üretim ve tüketim biçimlerinin miktarının azaltılmasını
gerektirir. Böylelikle enerji (ve malzeme) kullanımı doğrudan azalacaktır. Bu,
iklim literatüründe “talep yönlü”, “yeterlilik odaklı” veya “büyüme sonrası”
azaltım olarak bilinmektedir (Kallis vd., 2025).
Son
dönemde İngiltere ve AB için geleceği modelleyen birkaç çalışma (örn.: Barrett
vd., 2022), bu stratejiyi kullanarak, ülkelerin enerji kullanımını yüzde 50’nin
üzerinde azaltabileceğini, herhangi bir refah kaybı olmadan bunu
gerçekleştirebileceğini, dolayısıyla Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmak için ülkelerin
yeterince hızlı bir şekilde karbondan arındırılabileceklerini ortaya
koymaktadır.
Bugün
bir dizi modelleme ekibi, karbon miktarını azaltmak için geliştirilmiş senaryoları
incelemektedir. Bu senaryolar, merkez ülkelerde daha az gerekli olan üretimi
azaltmanın yanı sıra, merkez ve çevre arasındaki enerji ve malzeme kullanımı
miktarının yakınlaşmasını sağlamayı, bu miktarların ekolojik hedeflerle uyumlu
ve yüksek düzeyde insani kalkınma için yeterli seviyelere taşımayı
amaçlamaktadır. Başka bir deyişle, bu senaryolar, emperyalist düzenlemenin
yürürlükten kaldırılmasını öngörmektedir. Ayrıca bu senaryolar, insanların neyi
“adil” olarak gördüklerine dair ampirik kanıtlarla uyumlu olarak, hiç kimsenin düzgün
yaşam standartları için gerekli olan asgari tüketim seviyesinin altına
düşmemesini sağlayacak şekilde, ulusal kaynakların daha adil bir dağılımını
sağlamayı amaçlamaktadır (Millward-Hopkins vd., 2025).
Ekomodernist
yaklaşımlar, emperyalizm yanında, uygulanabilirlik açısından daha temel
sorunlarla karşı karşıyadır. Kapitalist ekomodernist vizyonlar, sıfır karbonlu
enerji altyapısının çok hızlı ve büyük ölçeklerle inşa edilmesini gerektirir.
Ancak, kapitalizm koşullarında yatırım ve üretim, toplumsal ve ekolojik
hedeflere ulaşmak için en gerekli olana değil, sermaye için en kârlı olana göre
organize edilir. Bu, enerji dönüşümü için bir problem yaratır, çünkü
yenilenebilir kaynaklar giderek ucuzlasa da, fosil yakıtlar üç kat daha kârlıdır.
Bunun en önemli nedeni, fosil yakıtların üzerinde tekel oluşturmaya daha
elverişli olmalarıdır (Christophers 2025). Bu nedenle sermaye, fosil yakıtlara
akmaya devam etmekte, temiz enerjiye yeterince yatırım yapılmamaktadır.
Son
aylarda birkaç büyük finans kuruluşu, düşük karbon üretecek yatırımlarını kâr
sağlamadıkları gerekçesiyle sonlandırdı. Başka bir deyişle, ekomodernizmin
kapitalizme olan bağlılığı, nihayetinde ekolojik hedefleriyle çelişmektedir. Ekomodernistler,
tam da bu sebeple nükleer enerjiyi teşvik etme eğilimindedirler. Zira sermayenin
belirlediği, başkalarının girmesinin önünde yüksek duvarların bulunduğu bir
enerji şebekesinin kârlı olma ihtimali daha yüksektir.
En
nihayetinde yeşil dönüşüm, sermayenin eline teslim edilemez. Gerekli
yenilenebilir enerji kapasitesini inşa etmek ve toplu taşıma imkânlarını
artırmak, binaları izole etmek ve ekosistemleri yenilemek gibi düşük kârlı veya
kâr getirmeyen faaliyetleri yürütmek, ayrıca gerekli yenilenebilir enerji
kapasitesini oluşturmak için kamu finansmanına, bayındırlık işlerine, sanayi
politikasına ve planlamaya ihtiyaç vardır. Dahası, bu faaliyetlerin sayısı,
ulusal üretim kapasitesi kapitalist üretim eliyle azami düzeyde tutulduğu sürece
artırılamaz. Bunun için daha az ihtiyaç duyulan üretimin miktarını düşürmek,
emek gücünü, mühendisleri, kaynakları vb. bu amaç için yeniden seferber etmek
gerekecektir. Bu da kapitalizm içerisinde ulaşılması mümkün olmayan bir
hedeftir.
Sermaye,
kârlı üretim biçimlerini gönüllü olarak küçültmeyecektir. Başka bir deyişle,
her alanda dönüşüm, üretimin dizginlerini sermayenin elinden alıp, onu demokratik
yollarla tasdik edilmiş hedeflerle uyumlu kılmaya ihtiyaç duymaktadır.
Jason Hickel
13 Eylül 2025
Kaynak
Kaynakça:
Amin, S. 1978. “Unequal Development: An Essay on the Social Formations of
Peripheral Capitalism.” Science and Society 42 (2).
Amin,
S. 1987. “A Note on the Concept of Delinking.” Review (Fernand Braudel
Center) 10 (3): s. 435–44.
Barrett,
J., S. Pye, S. Betts-Davies, O. Broad, J. Price, N. Eyre, et al. 2022. “Energy Demand
Reduction Options for Meeting National Zero-Emission Targets in the United
Kingdom.” Nature Energy 7 (8): s. 726–35. Nature.
Berner,
A., S. Bruns, A. Moneta ve D. I. Stern. 2022. “Do Energy Efficiency
Improvements Reduce Energy Use? Empirical Evidence on the Economy-wide Rebound
Effect in Europe and the United States.” Energy Economics 110: 105939. Sciencedirect.
Cabral,
A. 1966. The Weapon of Theory. Address Delivered to the First Tricontinental
Conference of the Peoples of Asia, Africa and Latin America. Havana, Küba.
Christophers,
B. 2025. The Price is Wrong: Why Capitalism won’t save the Planet. Londra:
Verso Books.
Creutzig,
F., K. H. Erb, H. Haberl, C. Hof, C. Hunsberger ve S. Roe. 2021. “Considering Sustainability
Thresholds for BECCS in IPCC and Biodiversity Assessments.” GCB Bioenergy
13 (4): s. 510–5. Wiley.
Emmanuel,
A., C. Bettelheim ve B. Pearce. 1972. Unequal Exchange: A Study of the Imperialism
of Trade, Cilt. 11. New York: Monthly Review Press.
Haberl,
H., D. Wiedenhofer, D. Virág, G. Kalt, B. Plank, P. Brockway vd. 2020. “A
Systematic Review of the Evidence on Decoupling of GDP, Resource Use and GHG
Emissions, Part II: Synthesizing the Insights.” Environmental Research Letters 15
(6): 065003. IOP.
Hickel,
J. 2020. “Quantifying National Responsibility for Climate Breakdown: An Equality-based
Attribution Approach for Carbon Dioxide Emissions in Excess of the Planetary Boundary.”
The Lancet Planetary Health 4 (9): e399–e404. Lancet.
Hickel,
J. 2023. “On Technology and Degrowth.” Monthly Review 75 (3): 44–50. MR.
Hickel,
J., P. Brockway, G. Kallis, L. Keyßer, M. Lenzen, A. Slameršak vd. 2021. “Urgent
Need for Post-growth Climate Mitigation Scenarios.” Nature Energy 6 (8): s. 766–8.
Nature.
Hickel,
J., C. Dorninger, H. Wieland, and I. Suwandi. 2022. “Imperialist Appropriation in
the World Economy: Drain from the Global South Through Unequal Exchange, 1990–2015.”
Global Environmental Change 73. Sciencedirect.
Hickel,
J., M. Hanbury Lemos ve F. Barbour. 2024. “Unequal Exchange of Labour in the
World Economy.” Nature Communications 15 (1): 6298. Nature.
Hickel,
J. ve A. Slamersak. 2022. “Existing Climate Mitigation Scenarios Perpetuate Colonial
Inequalities.” The Lancet Planetary Health 6 (7): e628–e631. Lancet.
Hickel,
J. ve D. Sullivan. 2024. “How Much Growth is Required to Achieve Good Lives for
All? Insights from Needs-based Analysis.” World Development Perspectives
35: 100612. Sciencedirect.
Kadri,
A. 2014. Arab Development Denied: Dynamics of Accumulation by Wars of Encroachment.
Londra: Anthem Press.
Kallis,
G. ve S. Bliss. 2019. “Post-Environmentalism: Origins and Evolution of a Strange
Idea.” Journal of Political Ecology 26 (1): s. 466–85. JPE.
Kallis,
G., J. Hickel, D. W. O’Neill, T. Jackson, P. A. Victor, K. Raworth vd. 2025.
“PostGrowth: The Science of Wellbeing Within Planetary Boundaries.” The
Lancet Planetary Health 9 (1): e62–e78. Lancet.
Larkin,
A., J. Kuriakose, M. Sharmina ve K. Anderson. 2018. “What if Negative Emission
Technologies Fail at Scale? Implications of the Paris Agreement for Big
Emitting Nations.” Climate Policy 18 (6): 690–714. TF.
Marini,
R. M. 2022. The Dialectics of Dependency. New York: NYU Press.
Millward-Hopkins,
J., J. Hickel ve S. Nag. 2025. “Is Growth in Consumption Occurring Where it is
Most Needed?” The Lancet Planetary Health 9 (6): e503-10.
Patnaik,
U., and P. Patnaik. 2021. Capital and Imperialism: Theory, History, and the Present.
New York: Monthly Review Press.
Realmonte,
G., L. Drouet, A. Gambhir, J. Glynn, A. Hawkes, A. C. Köberle vd. 2019. “An
Inter-model Assessment of the Role of Direct Air Capture in Deep Mitigation Pathways.”
Nature Communications 10 (1): s. 3277. Nature.
Van
Vuuren, D. P., A. F. Hof, M. A. Van Sluisveld ve K. Riahi. 2017. “Open
Discussion of Negative Emissions is Urgently Needed.” Nature Energy 2
(12): 902–4. Nature.
Vogel,
J. ve J. Hickel. 2023. “Is Green Growth Happening? An Empirical Analysis of Achieved
Versus Paris-compliant CO2–GDP Decoupling in high-income Countries.” The
Lancet Planetary Health 7 (9): e759–e769. Lancet.
Wallerstein,
I. 1983. Historical Capitalism. Londra: Verso Books.
Wallerstein,
I. 2004. “World-Systems Analysis: An Introduction.” World-Systems Analysis içinde.
Durham: Duke University Press.
Ward, J. D., P. C. Sutton, A. D. Werner, R. Costanza, S. H. Mohr ve C. T. Simmons. 2016. “Is Decoupling GDP Growth from Environmental Impact Possible?” PLoS One 11 (10): e0164733. Plos.


0 Yorum:
Yorum Gönder