02 Aralık 2025

,

Profesyonel-Yönetici Sınıfı Teorisinin Sorunları


1976’da Marksist sosyologlar Barbara ve John Ehrenreich, “Profesyonel-Yönetici Sınıfı” (PYS) olarak adlandırdıkları sınıf hakkında iki makale yayınladılar. Bu sınıfın, klasik Marksist burjuvazi ve proletarya kategorilerinden, genelde orta sınıfla ilişkilendirilen, küçük iş sahiplerinden oluşan eski küçük burjuvazi kavramından farklı olduğunu savundular.

Bu PYS, yeni orta sınıfa denk düşüyor. İşçi sınıfıyla (geçimini sağlamak için emeğini satmak gibi) birçok ortak özelliğe sahip olmasına karşın, eğitimleri sayesinde farklı sınıf çıkarlarının yanı sıra bir hak sahibi olma ve seçkincilik duygusuna da sahiptir.

Ehrenreich’lar, sosyalizmin ABD’de mevzi kazanamaması, “ilerici” siyasetin sınıf siyaseti üzerindeki hâkimiyeti ve Amerika’daki politik solun genel yozlaşmış hali konusunda, PYS ile işçi sınıfının birbiriyle çatışan dünya görüşlerine ve hedeflere sahip olduğu gerçeğini sorumlu tutuyorlar. Bugün soldaki birçok kişi (kimi sağcılar), Ehrenreich’ların geliştirdiği bu kategoriyi kimlik siyaseti ve “duyarcılık” gibi konularda başkalarını suçlamak için kullanıyor.

Ehrenreich’ların ileri sürdükleri argüman, Amerikan solundaki gerçek siyasi ayrışmaları ve çatışmaları tespit ettiği için birçok güçlü noktaya sahip. Bu açıklama becerisi teoriye güç kazandırmış, dolayısıyla, günümüze kadar siyasi söylemde yaygın bir etkiye sahip olmuştur. Ancak PYS, ayrı bir sınıf değil, vasıflı kafa emekçilerini, yöneticileri, idarecileri ve profesyonel küçük burjuvaziyi bir araya getiren bir kategoridir. Ehrenreich’ların sınıf olarak tanımladığı şey, daha ziyade farklı sınıfları içeren bir kültürel ortamdır. Yazarların PYS’yi suçlarken işaret ettikleri siyasi meselelerse, büyük ölçüde (ama tamamen değil) işçi sınıfı içerisinde yaşanan bir çatışmanın somut ifadeleridir. Bu sınıf içi çatışmalar yaygın olarak görülürler ve genelde çıkar konusunda yaşanan gerçek ayrışmaların ürünüdürler.

Kategori

Ehrenreich’ların tanımladığı “PYS” kategorisi, toplumumuzun eğitimli profesyonel elitine işaret eder:

“Bu anlamda PYS, bilim insanları, mühendisler, öğretmenler, sosyal hizmet uzmanları, yazarlar, muhasebeciler, alt ve orta düzey yöneticiler ve idareciler gibi grupları içerir; yani ABD nüfusunun yaklaşık yüzde yirmi ila yirmi beşini oluşturur.”

Bu insanların çoğu, Marx’ın proletaryasının ayırt edici özelliği uyarınca, geçimlerini sağlamak için emeklerini satarlar. Marx’ın Kapital’inin üçüncü cildinin sınıflarla ilgili bölümü hiçbir zaman tamamlanmamış olsa da, yazılarını derinlemesine inceleyen herkes, proletaryanın “emeğini onu yöneten ve bundan kâr eden başkalarına satan kişi” olduğunu görecektir.

Ancak Marx’ın eserinde “üretken emek”le “üretken olmayan emek” ayrım yapılır. Bu önemli ayrım (proletarya veya burjuvazi terimleri gibi) Marx’a ait değil. Adam Smith gibi düşünürlerden miras. Ekonomik anlamda üretken emek, satış için meta üreten emektir. Dolayısıyla üretken olmak, yalnızca güzel bir şey üretmekle ilgili değildir. Evsizler için yemek pişirip bedava dağıtmak, bir şey ürettiği anlamında “üretken”dir, ancak meta üretmediği için ekonomik anlamda üretken değildir.

Bir öğretmen üretken midir? Özel okulda öğretmenlik yapıyorsa evet, çünkü eğitim denilen metaı üretir. Devlet okulunda öğretmenlik yapıyorsa hayır, çünkü sundukları hizmetler meta değildir. Ancak her zaman diyalektikçi olan Marx, bu ayrımı daha da karmaşıklaştırmak zorundadır. Bir öğretmen, emtianın yaratılmasına doğrudan katkıda bulunmasa bile, öğrencilere daha üretken ve becerikli yetişkinler olmayı öğrettiği için üretim sürecinde gerekli bir adımı teşkil eder. Dolayısıyla, tekil bir işletmenin bakış açısından bakıldığında öğretmenler, üretken görünmeseler de, toplumun bir bütün olarak gözünden bakıldığında öğretmen, toplumun büyük proleter makinesinin bir parçasıdır.

Ehrenreich’lar, PYS’nin emeğinin üretken değil, yeniden üreten emek ortaya koyduğunu, yani toplumsal yeniden üretim hedeflerine hizmet ettiğini savunuyorlar. Meta üretmiyorlar, ama ideolojik düzenin tamamını yeniden üretiyorlar:

“[...] burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişki, kapitalist sınıf ilişkilerinin yeniden üretiminde uzmanlaşmış bir sınıfın kapitalist sınıf için bir zorunluluk haline geldiği noktaya kadar gelişmiştir. Yani, düzenin sağlanması, artık ara sıra uygulanan polis şiddetine terk edilemez.”

Yazarların görüşüne göre PYS, eğitim, yönetim, bürokrasi, mühendislik ve kültür üretimi alanlarında faaliyet göstermektedir çünkü bu roller, toplumsal düzenimizin sürdürülmesi için zaruridir. Bir sınıf olarak varlığı ve büyümesi, büyük ölçüde bu işçileri işe almak için toplumsal fazladan vergi alan devlet yanında, bu görevlerde yer alan özel kurumlar tarafından da desteklenmektedir.

Daha başta teorinin sorunlu bir boşlukla malul olduğu görülüyor. PYS, meta üreten kültür işçilerini de kapsıyor. Film stüdyoları, filme dönüşecek senaryolar yazmaları veya düzenlemeleri için üniversite mezunu kişileri işe alıyor ve bu filmler, daha sonra sinema bileti, internetten indirme gibi biçimler altında “satılıyor”. Dolayısıyla, bu durumda “PYS”, meta yaratma sürecinin gerekli bir parçası oldukları için üretkendir. Dahası, her film stüdyosunun bu filmleri çekmek için bir grup başka insanı da işe alması gerekir. Bu diğer insanların çoğu, stüdyoları temizleyen hademeler veya setleri kuran marangozlar gibi alenen “işçi sınıfı”na mensuptur. Tüm bu insanlar, filmin yapım sürecine dâhil olurlar, hepsi de emeklerinin film yapım sürecinde stüdyolar tarafından sömürüldüğüne (dolayısıyla bu filmlerden kâr elde edildiğine) bizzat şahit olurlar.

Film stüdyoları örneği, üretken emek ve yeniden üreten emek arasında ayrım yapılması gerektiği iddiasını çürütür. Ehrenreich’lar gibi birçok Marksist için “kültür endüstrisi” üretimle değil, yeniden üretimle ilgilenir, çünkü toplumsal düzenimizin ürettiği hikâyeler, örtük değerleri ve fikirleri, kültür endüstrisinden istifade edenler nezdinde pekişir. Filmler, toplumumuzun ideolojik bağlılıklarını, değerlerini ve pratiklerini yeniden teyit eder. Bir Ulusun Doğuşu, Potemkin Zırhlısı, İradenin Zaferi ve Bay Smith Vaşington’a Gidiyor gibi filmler, belirli öznellik biçimlerini normalleştirme işlevi görmüşlerdir. Dolayısıyla bu tür filmler, ideolojik yeniden üretimde bir rol oynarlar. Ancak yine de meta yaratırlar ve dolayısıyla üretkendirler.

Film, keyfini çıkarma hakkını satın almam gereken bir şey olduğu sürece, bir somun ekmek yiyen kişi kadar kültürel bir meta tüketmiş olurum. Gerçekte, üretken emek ve yeniden üreten emek arasında kesin bir ayrım söz konusu değildir, çoğu emek, bir şekilde her ikisini de yapabilir. Fırıncının ürettiği ekmek, işçileri doyuran zorunlu bir yeniden üreten emek eylemi olduğu kadar, ekmek üreten bir üretken emek eylemidir de. Yeniden üreten emeğin çok daha büyük bir kısmının metalaştırılmak yerine tüketici için ücretsiz olduğu doğru olsa da, bu tüm yeniden üreten emek için geçerli değildir.

Ben, PYS’yi ayrı bir sınıf olarak ayırmaktan ziyade, en azından iki grubun bir araya gelmesiyle oluşan bir topluluk olarak anlamayı tercih ediyorum.

İlk grup, işçileri ve üretim amaçlarını denetlemek ve gözetlemekle, nispi ölçütlerin karşılanıp karşılanmadığını izlemekle görevli bir yönetici ve idari elitten oluşur.

İkinci grup ise, hemşireler, memurlar, muhasebeciler, gazeteciler, doktorlar, öğretmenler, profesörler, avukatlar, yazarlar ve diğer uzman mesleklerden oluşan büyük bir kitleyi içerir.

Bu mesleklerden gelenler, bir zamanlar çoğunlukla ya uzman firmalarda çalışmış kişilerdir ya da küçük iş adamı (küçük burjuvazi) olarak çalışmışlardır. Akla bu noktada özel muayenehanesi olan doktor veya küçük, elit bir özel okuldaki öğretmen gelsin. Bazıları, devlet kurumları veya büyük üniversiteler gibi daha büyük, kâr amacı gütmeyen kurumlarda çalışmıştır.

Daha da önemlisi, bu profesyoneller, birkaç farklı sınıfa mensup bir kişi olarak yaşabilirler. Vivek Chibber’ın da belirttiği gibi, avukatlar, meslekleri nedeniyle net bir sınıf kategorisine uymazlar:

“Bunu aklımızda tutarak, bir de profesyonellere bakalım. Aynı profesyonel, farklı sınıflara mensup olabilir. Bir avukat, bir hukuk kurumunda, bir hukuk bürosunda, çok düşük bir ücret karşılığında çalışıyor olabilir. Aynı zamanda büronun ortağı olarak, başka avukatlar çalıştıran biri de olabilir. Ya da kendi tabelasını asıp kendi hukuk işini yapan biri de olabilir. Dolayısıyla, yalnızca profesyonel olmasına dayanarak, hangi sınıfta yer aldığına karar vermek, Marksist açıdan oldukça zordur. Durum böyle olunca, bir profesyonelin kapitalist sömürü sürecinin bir parçası olacağını söylemek çok ama çok zordur; sadece çoğu profesyonelin bundan birkaç adım uzakta olması nedeniyle değil, aynı zamanda profesyonellerin aslında herhangi bir sınıfa ait olabilmesi nedeniyle de.”

Chibber’ın röportajında öne sürdüğü gibi, PYS, bir kategori olarak önemli bir kusurla malul: O, esasında farklı sınıfları dikine kesen, kuşatan bir kategoridir. Bir işletmenin sahibi olanların emrinde çalışan işçileri de bağımsız iş insanı olarak işlerini yapan profesyonelleri de kapsar.

Marx, sınıfı kişinin geliriyle değil, üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden tanımlar. Geliri bu temel ilişkinin salt bir belirtisi olarak ele alır. Sınıfı bu şekilde anladığımızda, bağımsız çalışan bir profesyonel ile bir şirkette çalışan kişi arasında ne kadar fark olduğunu görebiliriz.

Çoğunlukla bu yetenekli profesyoneller, toplumun geri kalanından daha iyi ücretler alırlar, çünkü bu tür işlerin nasıl yapılacağını çok az kişi bilmektedir. Dahası, 1900’lere gelindiğinde, bu işlerin giderek artan bir kısmı kimlik belgesi gerektirmeye başlamıştır. 1800’lerde elinde kemik testeresi ve anatomi bilgisi olan herkesin kendine “doktor” diyebilmesi mümkünken, 1950’lere gelindiğinde, resmi kimlik belgesini ve ehliyeti zorunlu kılan karmaşık bir sistem ortaya çıkmıştır. Kimlik belgelerinin rolü, Ehrenreich’lar tarafından özetlenen PYS kategorisinin önemli bir parçasıdır.

Ancak, akreditasyonu merkeze koyan yaklaşım, Ehrenreich’ların düşündüğü kadar çok şey anlatmıyor. Kuaförlerden berberlere, kaynakçılardan masözlere ve yoga eğitmenlerine kadar çeşitli bedensel işlerde çalışan birçok akreditasyonlu profesyonel çalışan mevcut. Taksi şoförlerinin ve kamyon şoförlerinin bile ehliyete ihtiyacı var. Bu grupların hiçbiri, kapitalizmin yönetimi veya yeniden üretimiyle ilgilenmiyor, bunun yerine, emtia (ya da en azından yoga dersi gibi metalaştırılmış hizmetler) üretiyorlar.

Kategorinin Kaderi

Argümanlarının önemli bir kısmı, PYS’nin gücünün demografik büyümeyle birlikte arttığı yönünde. Toplumun daha fazla PYS yetiştirmek için daha fazla üniversiteye ihtiyacı vardı. Daha fazla üniversite kuruldukça, PYS’nin gücü de arttı, olumlu gelişme dâhilinde, daha fazla üniversite kuruldu:

“Altmışlı yıllarda PYS, sınıfın maddi konumunun hızla gelişme kaydettiği dönemde radikalleşti. PYS kapsamına giren mesleklerdeki istihdam hızla arttı, maaşlar da buna paralel yükseldi. Büyüme o kadar hızlıydı ki, iş açıklarını doldurmak için işçi sınıfından geniş çaplı eleman alımı zorunlu hale geldi. (Altmışların başında yapılan bir çalışma, vasıflı mavi yakalı işçilerin oğullarının en az dörtte birinin ve yarı vasıflı işçilerin oğullarının neredeyse beşte birinin PYS’ye dâhil olduğunu ortaya koyuyordu. (1) Mühendislerin, öğretmenlerin, sosyal hizmet uzmanlarının ve benzerlerinin “proleterleştiği”, Marx’ın orta sınıf için öngördüğü kaderi paylaştığı görüşünü savunmak moda haline geldi. (2) Ancak proleterleşmenin bir belirtisi olarak görülen şey, örneğin üniversitelerdeki artış ve bürokratikleşme, çoğu durumda aslında sınıfın hızlı genişlemesinin bir göstergesiydi. Ellili yılların sonu ve altmışlı yılların başı, PYS için fırsatların azaldığı, proleter kalıba sıkıştırıldığı bir dönem değil, altın bir çağdı.”

Ancak Ehrenreich’ların “PYS” kategorisini ilk önerdikleri zamandan bu yana gerçeklik oldukça değişti. Üniversite eğitimi yaygınlaştıkça, üniversite eğitiminin getirdiği değer azaldı. Sadece ABD’de değil, gelişmiş dünyadaki diğer ülkelerde de giderek daha fazla insan, üniversite eğitimi aldı. Bunun nedeni, üniversite mezunu çalışanların daha yüksek gelir elde etmesi, dolayısıyla, daha eğitimli bir iş gücünün daha zengin bir nüfusu üreteceğinin düşünülmesiydi. Ancak madalyonun diğer yüzünü ele aldığımızda buradaki mantık iflas ediyor. Üniversite mezunu çalışanlar daha iyi ücret alıyordu, çünkü sayıları daha azdı, bu da onlara daha fazla pazarlık gücü sağlıyor, işleri için rekabeti çok daha emek dostu kılıyordu. Kapitalist firmalar, üniversite eğitimini finanse etmek için daha yüksek vergiler ödemekten çekinmiyorlardı çünkü bu, nitelikli işçi arzını artırıyordu.

Burada piyasanın mantıklı tepki verdiğini görüyoruz: bu çalışanların arzı, talepte orantılı bir artış olmadan arttıkça, piyasa değerleri düşer. Üniversite mezunu Amerikalıların arzını göz önünde bulundurursak, bu, mantıklı bir gelişmedir:


Ehrenreich’ın teorisi, bir bakıma, Profesyonel-Yönetici Sınıfı (PYS) olarak adlandırdıkları kişilere yönelik talebin sürekli artmasını temel alıyordu. Bu, 1800’lerdeki sanayileşme döneminden beri görülen, oldukça istikrarlı bir eğilimdi.

Teknolojik açıdan gelişmiş ve üretken (dolayısıyla zengin) bir toplum, modern ekonominin işleyebilmesi için giderek daha fazla sayıda eğitimli işçiye ihtiyaç duyar. Ancak birçok ekonomik eğilim gibi, bu da sonsuza kadar devam edemez.

Eğitimli profesyoneller için şişkin bir işgücü piyasası, ücret ve yan hakların azalmasıyla ortaya çıktı. Bu durum, Ehrenreich’ların çalıştığı üniversite sisteminde de görülebilir. Nitelikli doktoralıların sayısı, ihtiyaç duydukları profesör sayısından daha hızlı arttıkça, üniversiteler ve kolejler, geçimini sağlamak için genellikle birden fazla okulda çalışmak zorunda kalan ve tam zamanlı olarak yeterli ders alamayan düşük ücretli yarı zamanlı öğretim görevlileri karşılığında, iyi maaşlı, tam zamanlı kadrolu öğretim görevlilerinin sayısını giderek azalttılar. Bu durum, akademik emeğin önlenemez bir şekilde proleterleşmesine yol açtı; çünkü artık tam zamanlı öğretim görevlisi olarak iş bulacak kadar şanslı olanlar bile yarı zamanlı öğretim görevlilerinin rekabetiyle karşı karşıyaydı.

Dahası, bu profesyonel çalışanların arzı arttıkça, düşük ücretli profesyonellerin özel muayenehane açma tehdidi ortadan kalktı. Üniversite profesörleri gibi bazı profesyoneller, hiçbir zaman özel muayenehane açma seçeneğine sahip olmasa da (kimse, onlara gerçek bir diploma kazandırmayan bağımsız felsefe dersleri için para ödemez), doktorlar, diş hekimleri, avukatlar, muhasebeciler gibi kişiler, düşük ücret almaları durumunda kendi başlarına çalışma seçeneğine sahiplerdi. Küçük burjuva olma seçeneği, profesyonellere pazarlık gücü sağladı. Ancak bu seçenek, çoğu kişi için gerçekçi değildi.

Barbara Ehrenreich, Dissent dergisine verdiği bir röportajda bu eğilimleri kabul etti ve ekonomideki ayrıcalıklı statüsünü koruyan tek PYS grubunun üst düzey yöneticiler ve idari personel olduğunu söyledi:

Basın: 2013’te PYS ile ilgili değerlendirmenizde, ‘Merkez tutunamadı. »Orta sınıf« olarak tasarlanan ve sözde yurttaşlık erdemi ve mesleki adanmışlığın deposu olarak görülen PYS, harap oldu’ diyorsunuz. ‘PYS’nin başlangıçta sahip olduğu, aklın yönettiği, kamu yararına çalışan profesyonellerin önderlik ettiği toplum hayali itibarsızlaştırıldı’ diye ekliyorsunuz. Bu PYS’ye ne oldu?

Ehrenreich: Alabildiğine ezildiğini düşünüyorum. Rosa Luxemburg Vakfı için yazdığımız makalede, John ve ben, hukuk gibi temel ve görünüşte ebedi mesleklerden bahsediyoruz. Bu mesleklerin altı oyuldu: Hukuk fakülteleri, hukukla ilgili işlere bile giren mezunların sayısını yüksek gösterme gereği duyuyor. Gazetecilere ne olduğunu siz zaten biliyorsunuz; maaş almıyoruz. Üniversite öğretimi, esasen asgari ücretli yardımcı öğretim görevlileri tarafından tamamen baltalandı. Dolayısıyla, mavi yakalı işçi sınıfının sanayisizleşmeyle yaşadığı şeyin şimdi Profesyonel-Yönetici Sınıfı’nın da yaşadığını söyleyebilirim; bu noktada üst düzey yöneticileri hariç tutmak gerekiyor. Nüfusun yaklaşık %20'sini oluşturan bu kesim, hâlâ çok iyi durumda.”

Bu tespit, önerdikleri sınıf kategorisindeki yukarıda bahsedilen ayrışmayı akla getiriyor. Profesyoneller giderek işçi sınıfı saflarına katılırken, yöneticiler ve idareciler, egemen sınıf (devlet ve kapitalistler) ile işçiler arasında doğrudan aracılar olarak, ekonomide farklı bir rol üstleniyorlar. Yöneticinin sorumluluğu, ölçütlere ve bu ölçütleri karşılayacak politikaların uygulanmasına odaklanıyor. Örneğin, bir üniversite yöneticisi, eyalet hükümeti bu hedefi önceliklendirmeye karar verdiği için, okulu terk eden öğrencilerin oranlarını azaltma ölçütünü benimsiyor. Bunu, üniversitelerinin eyalet fonları ve sıralamalarının yanı sıra daha fazla kayıt için diğer üniversitelerle rekabet etmesi nedeniyle yapıyorlar. Yöneticilere ihtiyaç duyuluyor çünkü şirketler, özel işletmeler ve eyalet hükümetleri, büyümeye devam ettikçe, mülk sahipleri ve devlet, sahadaki günlük işlerden giderek daha fazla uzaklaşıyor.

Her bir çalışanı veya tüketiciyi geniş ölçekte izlemek imkânsız olduğundan, paydaşların işletmelerinin ne kadar başarılı ve verimli olduğunu belirlemek için genelleştirilmiş ölçütlere ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla, yöneticinin varoluş amacı, iş yerinin verimliliğini en üst düzeye çıkarmaktır. Yönetici, artan verimlilikten elde edilen kazançlardan pay alır. Ama yönetici, çıkar çatışmasından da istifade eder, çünkü bir dereceye kadar, ölçütleri, neticede kendi başarılarını belirleyen ve izleyen, yöneticidir. Dolayısıyla, yöneticiler ve üst düzey yönetim, onları bu ölçütlere tabi olan profesyonellerden ve diğer çalışanlardan ayıran, sosyal ve ekonomik bir güce sahiptir.

Vasıflı ve “Vasıfsız”

Kısa süre önce yazdığım bir blog yazısında da belirttiğim gibi, “vasıfsız emek” kategorisi, daha çok işleyişle alakalı bir konu. Çoğu, hatta belki de tüm emekler, en azından asgari düzeyde, belirli bir beceri gerektiriyor. Bu işleyiş uyarınca çoğu insan, belirli becerilere sahip olmak zorunda.

1910’da profesyonel bir şoför vasıflı bir işçiydi, ancak günümüzdeki bir araç paylaşım şoförü vasıflı bir işçi değil, çünkü çoğu insan, artık araba kullanmayı biliyor.

Ehrenreich’ların sınıf ayrımı olarak tanımladığı şey, aslında bir beceri ayrımıdır. Kafa emeği, ilgili alanda yeterli düzeyde eğitim gerektiren belirli becerilere ihtiyaç duyar. Muhasebeciler, matematikte çok iyi olmalı, felsefe profesörleri, Kant’ın kategorik buyruğunu bir derste tekrarlayabilmelidir. Bu beceriler, günümüzde genellikle üniversite eğitimiyle edinilir, ancak bu, her zaman böyle değildi. Gördüğümüz gibi bu, eğitimin daha az yaygın olduğu bir dönemde profesyoneller için daha fazla pazarlık gücü anlamına geliyordu, ancak üniversite eğitimi oranları arttıkça pazarlık gücü azaldı.

Bunu bugün kodlayıcılarda görüyoruz. Clinton ve Obama yılları arasında, siyasi elitler (ve geniş halk kitleleri) arasında daha fazla kodlayıcıya ihtiyacımız olduğu yönünde bir ön kabul vardı. Teknoloji sektörü hızla gelişti. Amerika’da Python veya HTML satırlarını bir araya getirebilecek yeterli sayıda insan yoktu. Sanayisizleşmeyle karşı karşıya kalan işçilere, işsizlere iş imkânı sağlayacağı, büyüyen teknoloji sektörü için daha fazla işçi bulacağı için kod yazmayı öğrenmeleri telkin edildi. Ancak 2010’lara gelindiğinde, bol miktarda kodlayıcı vardı ve bu, çalışanlar için giderek daha az kazançlı bir seçenek haline geldi.

Bu, 1700’ler ve 1800’lerde İngiltere’de zanaatkâr işçiler arasında gördüğümüz, yüksek vasıflı işgücünün yerini makinelerin aldığı sürece çok benziyor. 1750’de bir palto dikmek için yüksek vasıflı bir terziye ihtiyaç duyulurken, 1850’ye gelindiğinde, düşük vasıflı işçilerin kullandığı bir dizi makine, aynı paltoyu çok daha kısa sürede üretebiliyordu. Makine aracılığıyla emeğin bu şekilde vasıfsızlaştırılması (ve bunun işçilerin pazarlık gücü üzerinde yol açtığı etki), 1800’lerin başlarında İngiltere’de ortaya çıkan Luddcu hareketinin temel meselelerinden biriydi.

Ancak, kaynakçılık veya elektrik mühendisliği gibi “mavi yakalı” vasıflı iş gücünün, tüm iş açıklarını dolduracak yeterli sayıda insan olmaması nedeniyle değer kazanması birlikte sürecin terse doğru işlediğine de tanık oluyoruz. Bugün birçok kişi, üniversite öğrencilerine okulu bırakıp vasıflı el emeği gerektiren bir işle ilgili, teknik üniversitelerden birinden diploma almalarını söylüyor. Başka bir deyişle, Ehrenreich’ların profesyonellerde daha iyi ücretler için bilgi ve becerilerini kullanma ayrıcalığı olarak belirlediği şey, esasında kafa emeğinin değil, genel olarak vasıflı emeğin bir özelliğidir.

Ancak, kaynakçılık veya elektrik mühendisliği gibi “mavi yakalı” vasıflı iş gücünün, tüm iş açıklarını dolduracak yeterli sayıda insan olmaması nedeniyle değer kazanması birlikte sürecin terse doğru işlediğine de tanık oluyoruz. Bugün birçok kişi, üniversite öğrencilerine okulu bırakıp vasıflı el emeği gerektiren bir işle ilgili, teknik üniversitelerden birinden diploma almalarını söylüyor. Başka bir deyişle, Ehrenreich’ların profesyonellerde daha iyi ücretler için bilgi ve becerilerini kullanma ayrıcalığı olarak belirlediği şey, esasında kafa emeğinin değil, genel olarak vasıflı emeğin bir özelliğidir.


PYS ve Kültürel Çatışma

Kol ve kafa emeği arasında derin bir kültürel uçurum var. Üniversiteye gidenler, antropoloji derslerinde öğretilen postkolonyal kesişimselci feminist analizden, dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler arasında yaşamanın getirdiği açık fikirliliğe ve kültürel çeşitliliğe duyulan takdire kadar, yeni ortamlarından çeşitli değerler ve fikirler edinirler. Bu değerleri benimseyen profesyoneller, genellikle daha az eğitimli olanların gerçek veya algılanan cehaletinden rahatsız olurlar. Bu durum, bu gruplar arasındaki dayanışma imkânını ortadan kaldıracak siyasi çatışmalara yol açar.

Örneğin, işyerlerindeki “duyarcılık” ve ırkçılık karşıtlığı ile ilgili tartışmalar, 2010’larda bu türden bir tepkiye yol açtı. Üniversite mezunu öğrenciler, ırksal ayrıcalık, kesişimsellik ve kimlik politikaları gibi belirli fikirlerin aktarıldığı derslere girdiler. Aynı öğrenciler, bu akademik teorileri sıklıkla bir tür ahlaki dogmaya dönüştürdüler ve çoğu, bu dogmayı, sosyal açıdan daha muhafazakâr kırsal kesimdeki beyaz işçileri ahlaki olarak yargılamak için kullandı. Bence bu kültür savaşı ve etkileri gereğinden fazla abartılıyor; bunların çoğu, gerçek dünyadaki mücadeleler kadar sosyal medya algoritmalarının da bir neticesiydi.

Olayların bu seyrinde asıl hatayı, keskin ve yargılayıcı olan PYS’de bulmak gerekiyordu. Görünüşe göre Ehrenreich’lar, kendi dönemlerindeki mücadeleler ve PYS’nin katı elitizmi ile ilgili yazılarında tam da bunu ima ediyorlar.

Bu profesyoneller (ve profesyonel olmaya çalışan öğrenciler), eğitimsiz proleterlere tepeden baktılar. Bu, doğru bir tespit olsa da sahada işleyen hikâye, esasında çok daha karmaşıktı. Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında, muhafazakâr beyaz inşaat işçilerinin Vietnam karşıtı protestocularla karşı karşıya geldikleri “baretli isyanlar”a tanık olundu. Vietnam Savaşı protestocularının çoğu, profesyonel işler için eğitim gören öğrencilerdi. İşçilerin vatansever ve savaş yanlısı duyguları, onları savaş karşıtı protestolardan koparmak için kullanıldı. Savaş yanlısı popülistler, bu gerilimi New York’un savaş karşıtı belediye başkanına karşı kullanmaya çalıştılar. Peki, birçok Amerikalı proleterin savaş karşıtı protestoculara karşı hissettiği düşmanlığı nasıl yorumlamalıyız? İşçilerin haklı, savaş karşıtı eylemcilerin haksız olduğunu mu düşüneceğiz?

Baretli isyanının bize hatırlattığı şey, meselenin sıradan proleterlere tepeden bakan züppe entelektüel elitlerden çok daha fazlası olduğudur. Bu, eğitimsiz kitlelerin cehaletini gözlemleyen bilge akademisyenlerle ilgili olduğu anlamına da gelmez. Aksine, işçi grupları arasında kültürel şikâyetlere, çıkarcı siyasi liderlerin müdahalesine ve genel sınıf çıkarları yerine yakın, yerel çıkarlara dayanan çok sayıda küçük çatışma yaşanır. Vatandaş ve vatandaş olmayan işçiler; kırsal ve kentsel işçiler; Anglofon ve Hispanofon işçiler; siyah işçiler ve beyaz işçiler; maden işçileri (madenciler vb.) ve yerli halklar; tarım ve sanayi işçileri arasında çatışmalar yaşanır. Bu çatışmaların çoğunda bir tarafın “işçi sınıfının çıkarlarını” temsil ettiğini, diğer tarafın etmediğini söyleyemeyiz. Aksine, her iki taraf da kendi işleri veya yaşam standartları gibi daha dar, yerel şikâyetler için mücadele ediyor. Bazen çatışma, kırsal ve kentsel işçiler arasındaki büyük kızgınlık gibi, yalnızca karşılıklı cehaletten ve kültürel klişelerden kaynaklanır.

Burası, tam da “kesişimselci” analizin, işçileri kendi aralarında bölen diğer kültürel ve politik güçleri görmemize yardımcı olmakta oldukça faydalı olabileceği yer. Bu çatışan grupların kurtuluşa kavuşmasının tek yolu, dayanışma içerisinde birleşmektir. Çevreciler ve kömür madencileri, fosil yakıt sanayicilerini ancak birlikte çalışarak yenebilirler, bu da her iki kesimin ihtiyaçlarını karşılayan bir proje tasarlamak için diyalog, dayanışma ve hayal gücünün bir birleşimini gerektirir. Aksi takdirde sanayiciler, bu iki grubu birbirine düşürebilir, böylece hiçbir grup hedeflerine ulaşamaz, biz de tonlarca karbon emisyonuna ve çok sayıda sömürülen maden işçisine sahip oluruz.

Ehrenreich’lar da bu tür bir diyalog, dayanışma ve hayal gücü talep ediyormuş gibi görünüyor. İşçiler ve PYS’nin birlikte çalışamamasını eleştiren yazarlar, çalışmalarında Yeni Sol’un altmışlardaki ve yetmişlerdeki başarısızlığını buna bağlıyorlardı. Barbara Ehrenreich daha sonra, çeşitli Marksistlerin karşıt fikirleri “PYS” olarak nitelendirerek işçi sınıfı kimliklerini parlatmaya çalıştıkları için, “PYS”nin solda bir tür hakaret haline geldiğini söyleyecekti:

“Gabriel Winant’ın makalesinden öğrendiklerim beni şaşırttı, epey afallattı. Örneğin Amerikalı Demokratik Sosyalistler (DSA) içerisinde ‘PYS’nin bir tür hakaret haline geldiği hissine kapıldım.

[...] Bu, aslında ilginç bir durum. Ama ben, ‘PYS’nin aşırı solcuların başvurduğu bir hakarete dönüşmesinden nefret ettiğimi belirtmeliyim. Birlikte daha çok çalışmamız gerekecek! Muhtemelen siz de üniversite mezunusunuzdur.”

Sorun şu ki, farklı eğitim seviyelerinin yarattığı kültürel farklılığı, temelde farklı çıkar ve uygulamaları ifade eden bir sınıfsal farklılığa dönüştürerek, PYS kavramı, kaçınılmaz olarak, kol ve kafa işçileri arasındaki ayrımı derin bir ittifaka imkân sağlamak yerine derinleştirdi. Yetmişlerde profesörleri ve işçileri bir araya getirmeye çalışırken yaşadıkları rahatsız edici deneyimden bahseden Ehrenreich’lar, bazı beyaz işçileri kendi bakış açılarını sunmaya davet ediyorlardı:

“Yeni Amerikan Hareketi’nin (NAM) bir şubesi sık sık bizim evde toplantı yapardı. İlginç olan şu ki toplantılarda farklı ırklara değil farklı sınıflara mensup insanlar bulunuyordu. Örgütlenme çalışmalarına katılan bir grup depo işçisi geliyordu mesela. Diğer uçta ise tam kadrolu bir profesör ve eşi vardı. Dolayısıyla, etkileşimleri izlemek, hem büyüleyici hem de ürkütücüydü.

Sanırım, özellikle kendi geçmişimden dolayı, bu konulara fazla hassas yaklaşıyordum. Babam aslen bir bakır madencisiydi, ailedeki diğer erkekler demiryollarında ve başka türde madenlerde çalışmışlardı. Ama ben üniversiteye gidip doktora yapmıştım, bu yüzden aynı zamanda PYS’nin resmi üyesiydim. Gerilimin yükseldiğini görebiliyordum. Grupta çok baskın hale gelen profesör ve eşi, işçi sınıfından insanlara karşı büyük bir küçümseme besliyordu. Bu durum utanç vericiydi. Bana göre, insanların iyi geçinmesi önemliydi. Üniversite hocalarını ve depo işçilerini de kapsayacak bir hareket istiyorduk.

İşe yaramadı. Profesör ve karısı bir ara dışarı çıktı. Dönüp beni eleştirdiler; Mao’nun Küçük Kırmızı Kitabı’nın bir kopyasını getirmişlerdi yanlarında. Kitabı yüksek sesle okurken, Mao’nun liberalleri eleştirdiği yerde ‘Barbara’dan bahsediyor burada’ diyorlardı. Bu, hem tuhaftı hem de acı verici.”

Hikâyede sunulan profesörün aşırı sol dogmatizmi dayanılmaz ve tuhaf. Ehreinreich, bu satırları yazarken, aktardığı olayın başka ortamlarda deneyimlediği daha geniş bir kültürel olgunun göstergesi olduğunu düşünüyordu. Oysa aslında bunun PYS’ye veya genel olarak profesörlere has bir şeyin ürünü olup olmadığı net değil. Bu anekdot, birçok profesörün daha geniş bir toplulukla etkileşim kurmasını engelleyen tuhaf ideolojik dogmalara kapıldığı gibi üzücü bir gerçeği ortaya koyuyor. Gene de bu olayı basit bir kültürel ayrımla açıklamak mümkün.

Bu bölünmenin kültürel kaynağının, özellikle hizmet sektöründe olmak üzere, giderek artan sayıda üniversite mezunu çalışanın işçi sınıfına ait işlere itilmesiyle nasıl ortaya çıktığını görebiliyoruz. Diplomalı insanlar için yeterli profesyonel iş olmadığından, çoğu, bu işçi sınıfına ait işlerde zaman geçirmek zorunda kalıyor. Eğitim aldıkları alanda bir iş ve pozisyon bulamayan bazıları için bu, bir kariyere evriliyor. “Beşeri bilimleri alanında lisans diploması olan mavi saçlı feminist barista” klişesi saçma bir klişe, ancak bu eğitimli çalışanların çoğunun üniversite değerlerini işyerlerine getirdiği doğru. Profesyonel sınıf kategorisinin dışına düştüler diye birdenbire “duyarcı feminist” olmaktan çıkmıyorlar. O halde bu insanların davası, salt bir profesyonel olma halinin sonucunda gelişmiş, ayrıksı bir çıkarlar kümesiyle ilgili değil. Bu dava, daha çok kendilerine dair algılarının[1], sosyalleşme süreçlerinin basit bir sonucu.

PYS Sosyalist Hareket Yok Diye mi Var?

Bugün solda PYS’ye yönelik geliştirilen (Barbara Ehrenreich’ın haklı olarak bir hakaret şeklinde görüp eleştirdiği) en popüler eleştiri, solda liberalizmin sosyalizm üzerindeki hâkimiyetinden profesyonel-yönetici sektörlerini sorumlu tutar. Bu düşünceye göre, PYS’nin çıkarları, doğrudan mevcut sistemi sürdürmek ama aynı zamanda iyileştirmek ve servetin yeniden dağıtılması politikası yerine tanınma politikasını teşvik etmekle ilgilidir.

PYS’ler, üretim araçlarını ele geçirmekle değil, yalnızca kültürümüzü daha eşitlikçi ve kapsayıcı olacak şekilde değiştirmekle ilgilenmektedirler. Ehrenreich’lar, asla bu kadar ileri gitmediler ve PYS’nin çıkarlarının işçi sınıfıyla birleşmekte olduğunu söylediler. Buna karşın ikilinin argümanları yüzeysel ele alınıyor. Buradan da PYS’nin esas olarak insanlara “görüldüklerini” hissettirmekle ilgilendiği sonucuna varılıyor.

Tanınma siyaseti, Hegel’e dek uzanan solcu radikal düşünce geleneğinin bir parçasıdır. Hegel’in Efendi-Köle diyalektiği, kısmen, efendinin insanlıktan çıkardığı bir köleden tanınma talep ettiği bir tanınma hikâyesidir. Efendi, köleyi nesnesine indirgediği için, efendi köleyi gerçek bir insan öznesi olarak tanıyamaz; ancak köleyi salt bir nesneye indirgeyerek de efendiye tanınma hakkı veremez. Bu mantık, ataerkillik, ırkçılık ve diğer hiyerarşilere yönelik birçok solcu eleştiriyi besler. Kadınlar nesneleştirildiğinde, erkekler onların insanlığını tanıyamaz, kadınlar da erkeklerle tam anlamıyla insani ilişkiler kurmaktan men edilirler. Siyahları nesneleştirildiğinde, beyazlar, onların insanlığını tanıyamaz vs.

Tanınma mücadelesinin hukuki bir boyutu vardır; bu, Jim Crow yasalarına karşı verilen insan hakları mücadelesi gibi, baskıcı hiyerarşileri hukuki zeminde teşkil eden yasaları ortadan kaldırmaktır. Aynı zamanda kültürel bir boyutu da vardır; bu, anlattığımız hikâyelerdeki önyargıları ortadan kaldırmak anlamına gelir. Bunun sorunsuz olmayan bir örneği, sözde “ilk siyah süper kahraman” filmi Kara Panter’dir.[2] Afrikalı Amerikalılar, Hollywood’un kültürel ürünlerinde haklı olarak tanınmadıklarını hissettiler. Bu noktada, siyah aktörler ve siyahlara ait hikâyeler içeren daha kapsayıcı filmler yapmak bir çözüm olarak görüldü. Son olarak, bazı işyerlerinin belirli bir kimliğe sahip çalışanlara düşmanca davrandığı düşünülen bir işyeri temsili boyutu mevcuttur. Hem Pozitif Ayrımcılık hem de Çeşitlilik-Eşitlik-Kapsayıcılık, bunu uygulamaya koymayı amaçlayan politikalardı (bunda başarıya ulaşıp ulaşmadıkları veya ilk etapta iyi fikirler olup olmadıkları, burada tartışmak istediğim bir konu değil.)

İddiaya göre PYS’ler, ekonomik hedefler yerine bu tanınma biçimiyle ilgileniyor çünkü tehlikeli işyeri koşullarından, ekonomik güvencesizlikten ve işçi sınıfının sömürülmesinden nispeten muaf durumdalar. Bu nedenle, ekonomik radikalizmi toplumsal radikalizm lehine bir kenara bırakıyorlar. PYS’yi bir sınıf kategorisi olarak eleştirmesine rağmen, Chibber, yüksek öğrenim ve profesyonellerin ücretlerinin onları sınıf siyasetinden uzak bir siyasi radikalizme götürdüğü tezini mütevazı bir şekilde destekliyor:

“Solun PYS’nin nüfuzuna yönelik eleştirilerine baktığınızda, asıl bahsedilen kişilerin ve toplumsal kesimlerin kimler olduğunu hemen anlıyorsunuz. Misal, PYS ve erdem sinyallemeyi siyasi analizlerinde hâkim kılan yaklaşımlarıyla ilgili muhteşem yazılar yazan Catherine Liu, bu isimlerden biri. Bu kişiler gerçekten var. Bu noktada, Ehrenreich’lar bu şekilde kullanıyor diye ‘ilgili kavramı kullanmayı bırakın’ diyecek değilim. Onların kimlerden bahsettiğini hepimiz biliyoruz. Bence bu ikili, kavramı analiz düzleminde yanlış kullanıyor, ama o kavramla yaptıklarının anlamlı ve mantıklı olduğunu da söylemeliyim.”

Chibber, PYS kategorisinin “bilimsel” bir Marksist sınıf kategorisinin standartlarını karşılamadığını, ancak eğitimli seçkinlerin meşru kültürel eğilimlerini yansıttığı ve bu nedenle “halka mal olmuş bir kavram” olarak iş gördüğünü söylüyor. Ona göre PYS, yüksek toplumsal statüleri ve iş piyasasının en kötü yönlerinden yalıtılmışlıkları nedeniyle kimlik politikaları ve erdem sinyallemeyle daha fazla ilgilenme eğiliminde olan genel bir nüfusu ifade ediyor.

Chibber’ın argümanının sınırlarla malul olsa da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Neticede kafa işçileri farklı kesimlerden oluşur. Heteroseksüel beyaz işçiler, tanınma siyasetini umursamasa da azınlık olanlar ona önem verebilir. Örneğin, eski nesilden işçi Afrikalı Amerikalılar, ekonomik radikalizmle daha belirgin bir şekilde ilgilenen Bernie Sanders gibi adaylar yerine, tanınma siyasetiyle ilgilenen Hillary Clinton gibi ılımlı Demokratlara defalarca oy verdiler. Öte yandan, iş yerinde cinsel tacizin ortadan kaldırılması profesyonel kadınlar kadar işçi kadınların da çıkarınadır. Ben de kampanyasında aktrislerin Weinstein’a saldırdıkları koşullarda birçok işçi kadın, patronlarına yönelik benzer şikâyetler dillendiriyordu. Dolayısıyla, kimlik siyasetinin özellikle eğitimli işçilerin müdahalesiyle ilişkili bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Bazı şikâyetlerin teorik değerlendirmesinin tartışılır olması, bu şikâyetlerin meşruluğuna halel getirmez.

Amerika’da ekonomik radikalizmin ölümü, hem kafa hem de kol emeğini aynı ölçüde etkiledi. Doksanlarda bir tür neoliberal orta yolculuğun işçiler ve profesyonellerce kabul edildiğini unutmamak gerek. NAFTA karşıtı protesto dalgası ABD’yi vurduğunda, muhalefet düzleminde bir araya gelen işçiler ve profesyoneller arasında ilginç bir ittifak oluştu, ancak bu muhalefet, nihayetinde çok küçük, kayıtsız ve siyasi olarak bölünmüş olduğundan fazla bir şey yapamadı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası (aslında Doğu Almanya’nın ölümünden bu yana) zamanın ruhu anti-komünistti, her türlü ekonomik radikalizmden korkuyordu. Çoğu Amerikalı, serbest piyasanın, tüketimciliğin, gösterişçi tüketimin ve teknolojik kapitalizmin cesur yeni dünyasının gücüne inanmıştı. Böylesi bir ortamda birçok kişinin, liberal ekonominin aklına itiraz etmeyen bir tür radikalizm vaat eden bir tanınma politikası etrafında toplanması kaçınılmazdı.

Nihayetinde birçok profesyonel, dil polisliği, kimlik politikaları ve tanınmaya odaklanma konusunda işçiler kadar şikâyetçi. Hatta bu insanlar daha fazla eleştiriyorlar. Bilhassa muhafazakâr bir okuldan mezun olan, okulda beşeri bilimler veya sosyal bilimler bölümlerinden daha az ders alan ya da daha eskiden bu okullarda okumuş olan kişiler, bu tanınma meselesinin yabancılaştırıcı bir olgu olduğunu düşünüyorlar.

Yaşlı, beyaz, eğitimli erkeklerin, flört ettikleri bir kadını veya açık saçık bir şaka yaptıkları siyahi iş arkadaşlarını gücendirmemek için “artık erkeklerin ne söylemelerine izin verildiğini bilmediklerinden” şikâyet ettiklerini kaç kez duymuşuzdur?

“PYS”ye mensup insan hakları personeli, çalışanları “duyarcı” cinsel saldırı eğitimleriyle taciz etmeyi ne kadar severse, diğer birçok “PYS” mensubu da iş günlerindeki bu müdahalelerden şikâyet etmekten hoşlanır. Tekraren: bu durum, tanınma politikalarıyla alakalı ayrışmaların belirli sınıfsal ayrımlardan ziyade, başka türde kültürel bağlılıka ve kişisel deneyimlerle daha fazla ilgili olduğunu ortaya koyuyor.

Çözüm

Ehrenreich’ların teorik düzlemde ortaya koydukları PYS, bir sınıf kategorisi değildir, ayrıca yazarlar, “sınıf” kategorisinin ne olması gerektiğini kavrama konusunda başarısızdır. Yöneticiler ve üst düzey yönetim kademelerindeki profesyonellerle, dolayısıyla üretkenlik ölçütlerini belirleyen, çalışanları yöneten kişileri, üretken emeğin zihinsel yönüyle meşgul olanlarla birleştirir. Eğer bu grup hakkında alaycı olmakta ısrarcıysanız, “Profesyonel-Yönetici Alt Kültür” veya “PYAK” kavramına başvurulabilir.

Ehrenreich’ların PYS teorisi, mesleki eğitim almış ve almamış çalışanlar arasındaki gerçek kültürel farkı görür, oysa bu kültürel farklılıklar mutlak değildir, bu kişilerin içinde bulundukları sınıfa aktarılmaz. Hatta bugün çalışanları ayıran şey, önemli kültürel farklılıklar bile değildir. Vatandaş ve göçmen emek ile kentsel ve kırsal emek arasındaki ayrımların, en azından üniversite eğitimi almış ve almamış olanlar arasındaki ayrım kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Ehrenreich’lar, kafa-kol emeği arasındaki ayrımı kendi müdahaleleriyle aşmak için iyi niyetli bir çaba ortaya koydular. Çabaları birçok yönden takdire şayandı ve çok sayıda faydalı sonuca ulaştılar. Ancak bu ayrım yanlış bir temele dayandığı için, aşmaya çalıştıkları bölünmeleri körüklediler. Bugün ise PYS, farklı solcu grupların diğer solcuları yerden yere vurmak için kullandığı ucuz bir hakarete indirgendi. İlgi çekici olan her şeyden dikkati dağıtan ve sağcı popülistlerin istismar edebileceği bölünmeleri körükleyen bir tür mantıksal safsata (ad hominem) olarak kullanılıyor. Asıl tuhaf olansa başkalarına “Profesyonel-Yönetici Sınıfı” mensubu oldukları için saldıranların çoğunun da bu kesime mensup olması, bu anlamda, ciddi bir eleştiri ortaya koyarken kendi kaygılarını yansıtmaları.

Ben, kafa ve kol emekçilerinin kendilerini temel bir sınıfsal çıkarı paylaştıklarını görmeleri gerektiği, her iki kesimin de sömürüldüğü fikrini savunuyorum. Nihayetinde, Peter Thiel’den Larry Ellison’a, Elon Musk’tan Donald Trump’a ve Wall Street'teki sayısız diğer yatırımcıya kadar, mesafeli ve kibirli bir mülk sahibi sınıf tarafından, giderek daha fazla sömürülüyoruz. Dünyanın kafa ve kol emekçileri birleşin, ortak zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz hiçbir şey yok!

Sam Badger
9 Ekim 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Elbette, bu baristaların birçoğu “daha iyi bir hayat”a sahip olma konusundaki hırslarını bir şekilde muhafaza ediyor, bu da onların hayatlarının geri kalanını bu işi yaparak geçireceklerini bilen diğer çalışanlardan ayrışmalarına sebep oluyor. Ancak çoğu kişi, bu iş piyasasında bundan daha iyisine kavuşamayacaklarını gayet iyi biliyor.

[2] Öncelikle şunu söylemek lazım: Kara Panter filminin ilk siyah süper kahraman filmi olduğunu söyleyen kişiye, geçmişte bu türden birçok filmde oynamış olan siyahi aktör Wesley Snipes’ın bir çift lafı illaki olacaktır. Ayrıca, kurtuluş sembolümüz, gelenekçi bir monarşinin kurgusal kralı olmamalı.

0 Yorum: