04 Aralık 2025

Emperyalizm ve Anti-emperyalizm


Emperyalizm, yirminci yüzyılın o radikal eylemlere tanık olunan dönem boyunca Marksist ve solcu yazının merkezinde yer almış bir kavramdır. Ancak yetmişlerden bu yana uzanan süreçte kavram, önemini yitirmiştir.

Sol siyasetin tarihine aşina olan okular, bir dizi akademisyenin ve eylemcinin “emperyalizm” fikrinin ölümünü ilan ettiğini fark edecektir. Bu eleştirilerin yöneldiği çeşitli akademik disiplinlere rağmen, genellikle kapitalizmin şimdilik neredeyse yenilmez olduğuna, en iyi ilerici siyasetin, kapitalizmin daha iyi versiyonlarını dünya çapında yaymak ve her türlü “otoriter” veya “baskıcı” rejime son vermek olduğuna dair temel siyasi anlayışını paylaşırlar. Bu eleştirileri iki düzeyde ele alacağım.

Öncelikle şu sorulmalı: “Emperyalizm” kavramı, günümüz dünya kapitalizmini anlamak için hâlâ geçerli mi? Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünya savaşları dönemini geride bıraktık. Batı ve Üçüncü Dünya’daki anti-emperyalist mücadeleler sayesinde Batılı güçler, ülkeler üzerindeki hâkimiyetlerinin büyük bir bölümünü kaybettiler.

Lenin döneminde emperyalizm, en az iki ana temayı ifade ediyordu: kapitalistler arası rekabet ve savaş, ayrıca bir avuç Batılı devlet ile dünyanın geri kalanı arasındaki hiyerarşik ilişki. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden, Rus ve Çin devrimlerinden ve bağımsızlık hareketinden bu yana eski siyasi harita kökten değişti, bu düzlemde, Lenin’in analizlerinin çoğu anlamsızlaştı. Örneğin, ulusal kurtuluş mücadelelerinin ardından tekelleşme veya üretim, finans ve ticaretin merkezileşmesi, Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda yaygınlaştı. Dolayısıyla, emperyalist devletleri emperyalist olmayan devletlerden ayırmak artık işe yarar bir yöntem değil. Bu anlamda, ABD-Çin veya ABD-Rusya ilişkileri konusunda “emperyalistler arası rekabet” ifadesinin kullanılmasına karşı olduğumu belirtmeliyim.

Gelgelelim, dünya kapitalizmi, az sayıda ülkenin diğerlerini kontrol ettiği bir sistem olmaya devam ediyor ve bu nedenle “emperyalizm” halen daha önemli bir kavram. Emperyalizm, dün olduğu gibi bugün de salt “sınıf temelli” bir olgu değildir. Kapitalist dönemde emperyalizmin ortaya çıkışı, emperyalist ülkelerdeki ulus inşası ve refah devleti politikalarının büyük bir kısmını içeriyordu. Kapitalistlerin emperyalist uluslarını (öncelikle emekçileri) yönetme kapasiteleri, genellikle emperyalist olmayan uluslardan çaldıkları, gasp ettikleri veya “barışçıl” bir şekilde el koydukları fazlalık üzerinden işçi aristokrasisini ne kadar besleyebildiklerine bağlıydı.

Marx ve Engels, emperyalizmin İngiliz işçi sınıfını yozlaştırmasından defalarca bahsetmişlerdir. Lenin’in sözleriyle, emperyalizmin tanımlayıcı bir özelliği, “bir avuç zengin veya güçlü ulus tarafından giderek artan sayıda küçük veya zayıf ulusun sömürülmesi”dir. Ayrıntılardaki birçok değişikliğe rağmen, dünya kapitalizminin hiyerarşisi çok az değişmiştir. Örneğin, ülke düzeyinde kişi başına düşen gelirlerin sıralaması on dokuzuncu yüzyılın sonlarından günümüze kadar nispeten istikrarlıydı.

Son otuz-kırk yıllık dönemde küreselleşme, özünde dünya kapitalizminin üçüncü dünya ve eski sosyalist devletlere yayılmasına dayanıyordu. Sözde “kurallara dayalı”/ABD merkezli küresel düzende dünya kapitalizmi, bir süre dünyanın dört bir yanından kapitalistlerin katılımıyla oldukça sorunsuz bir şekilde işledi. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemin balayı evresinde bile, dünya kapitalizminin hiyerarşisi belirgindi; Batı, Çin de dâhil olmak üzere, sözde geçiş ve gelişmekte olan pazarlar ve üçüncü dünyanın geri kalanı, dünya işbölümünde farklı konumlarda yer alıyordu. Yirmi birinci yüzyıl ile bağımsızlık öncesi kapitalist dünya düzenleri arasındaki çarpıcı benzerlikler göz önüne alındığında, “emperyalistler” ve “kompradorlar” gibi terimleri kullanmak halen daha mantıklı ve anlamlı.

Böylesi bir düzen, sorgulanamaz kabul edilen ABD hegemonyasıyla kurulmuş özel tarihsel bağı temel alır. Batı ve kapitalist dünyanın geri kalanındaki kapitalist krizlerle birlikte, küreselleşmenin bir zamanlar geliştiği koşullar çökmeye başladı. Avrupa, Ortadoğu ve Latin Amerika’da devam eden çatışmalar, Pax Americana’nın zayıflamasının işaretleri olarak görülmeli. Özellikle Rusya, Soğuk Savaş sonrası Batı’ya yeniden katılma çabasından vazgeçti ve hatta Batı’ya karşı askeri ve ekonomik olarak üstünlük sağlamayı başardı.

Dünya hızla değişiyor. Batılı elitler, ticaret savaşları, riskten kaçınma ve ayrışma ile ilgili fikirler dillendiriyorlar. Buradan, “ulusötesi kapitalist sınıfın” dünya kapitalizminde önemli bir güç olduğu günlerin artık sayılı olduğunu anlıyoruz.

Bu noktada sosyalist strateji meselesine geçebiliriz. Strateji, akademik araştırmalarla ilişkilidir, ancak onlardan oldukça farklıdır. Salt bir avuç azınlık için düşünsel-teorik çalışmalar yürütmekten bahsedemeyiz. Hâkim kapitalist ideolojinin, piyasaların ve şiddetin beslediği dünya kapitalizminin olağan seyrinde ilerlediği gerçeklikte etkili bir sosyalist hareketten söz edemeyiz.

Böyle bir stratejiyi formüle etmek için, en azından ilk kıvılcım için, dünya kapitalizminin dinamiklerini kapsamlı ve gerçekçi bir şekilde anlamamız gerekir. Kapitalizmden sosyalizme geçişte tüm çelişkiler aynı stratejik öneme sahip değildir. Kapitalizmin her köşesinde sayısız sorun vardır. Ancak karşılaştırmalı olarak, gelişmiş kapitalist devletler (dünya kapitalizmindeki konumları sebebiyle) daha fazla pazarlık kozuna sahiptirler, sınıfsal taviz kopartma konusunda daha iyi maddi koşullar sağlayabilmektedirler. Dolayısıyla, yalnızca kapitalizmdeki somut sorunlara odaklanırsak, reformizm bizi için için tüketir, “müstebit, otoriter, zorba” gibi üçüncü dünyaya has kabul edilen vasıflara dair Avrupamerkezci suçlamaları kolaylıkla benimseriz. Kapitalizmin tüm içsel sorunlarını açığa çıkarmak ve bunlarla mücadele etmek tabii ki yanlış değildir, ancak bu, kendi başına sosyalist bir strateji olarak görülemez.

Lenin ve Mao’nun bir asır önce karşı karşıya kaldığı soruyu yeniden sormalıyız: “Dünya kapitalizmindeki zayıf halkalar hangi ülkelerdir?”

Hem Rusya’da hem de Çin’de sosyalistler, görece geri ekonomilere sahip, çok zayıflamış devletlerde benzeri görülmemiş ilerlemeler kaydettiler. Egemen sınıflar, genellikle savaşlar yüzünden felç olmuş durumdaydı ve anlamlı mücadeleler yürütecek ve/veya emekçi halkı kandıracak kadar güçlü değillerdi. Çin gibi sömürge ve yarı sömürge ülkelerde anti-emperyalizm, geniş bir cazibeye sahipti ve milyonları harekete geçiriyordu. Emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin önemli ölçüde zayıflaması, bu gibi durumlarda başlangıçtaki ilerici toplumsal değişimler için genellikle önemli ön koşullardı. Önemli bir örnek olarak, Çin komünistleri, Japon emperyalizmine karşı uzun ve başarılı mücadeleleri sırasında milliyetçi hükümetle birleşik cephe altında siyasi ve askeri güçlerini büyük ölçüde güçlendirdiler.

Lenin ve Mao, farklı tarihsel koşullarda çalışmış olsalar da, hem Üçüncü Dünya devrimlerini hem de komünistlerin önderlik etmediği ulusal bağımsızlık hareketlerini desteklediler. Üçüncü Dünya’daki genel sömürü ve baskının varlığını elbette biliyorlardı, ancak emperyalizme karşı genel eğilimin, dünya devriminin ivme kazanmasında stratejik öneme sahip olduğunu düşünüyorlardı.

Günümüz dünya kapitalizmi, askeri ve ideolojik düzlemde, ABD önderliğindeki Batılı ülkeler tarafından güvence altına alınırken, ekonomik olarak küresel sermaye tarafından, Çin gibi gelişmekte olan ekonomilerin ve geçiş ekonomilerinin katkılarıyla desteklenmektedir. ABD hegemonyasını çeşitli düzeylerde hedef alan anti-emperyalist güçler, dünyada kapitalizmi sona erdirmeye yönelik her sosyalist stratejinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bununla karşılaştırıldığında, Üçüncü Dünya’da her gün gördüğümüz birçok çatışma ve çelişkinin her zaman aynı önemde olmadığını savunuyorum.

Dünyada kapitalizmi sona erdirme çabası, dünya çapında işbirliği girişimlerini zorunlu kılıyor. İnsanlar, bu tür işbirliklerinin birleşik bir cephe mi yoksa sol içinde bir işbölümü olarak mı teorize edilmesi gerektiği konusunda tartışabilirler. Gene de, anti-emperyalizm (özellikle ABD hegemonyası) konusunda ortak bir anlayışın aciliyetini günümüz sosyalist mücadelelerinin özü olarak görüyorum. İnsanlar, hâlâ önemli fikir ayrılıklarına sahip olabilir ve olmalıdırlar, ancak bir dizi uygulamayla birlikte saygı temelinde çalışma yürütebiliriz. Yüzlerce çiçek açsın!

Zhun Xu
26 Eylül 2025
Kaynak

0 Yorum: