Her
devrim dönemi, belirli olaylara dair hararetli tartışmalara ve münazaralara sahne
olmuştur. Günümüzde de 7 Ekim’de gerçekleştirilen Aksa Tufanı operasyonunun “sorumsuzca
icra edilmiş bir maceracılık” mı yoksa “uzun soluklu halk savaşının ilk hamlesi”
mi olduğu tartışılmaktadır. Bu soru, Filistinlilerin kendi kendilerini yok edecekleri
bir sürece mi sürüklendikleri yoksa soykırıma karşı akılcı bir yol mu
izledikleri konusunda karar vermemizi sağlamak için sorulmaktadır. İlgili soruyu
cevaplamak için, anlık imgelerin ve propagandanın ötesine bakmak, 7 Ekim’i bir
asırlık yerleşimci-sömürgeci fetih ve on yıllarca süren kuşatma dönemi bağlamına
yerleştirmek gerekmektedir. Soruşturma, Gazze'nin dayanılmaz koşullarını üreten
tarihsel suçları ön plana çıkarmalı, Fanon ve Cabral’dan Mao ve Giap’a kadar
sömürgecilik karşıtı savaşın teorik çerçevelerini incelemelidir. Ayrıca
Filistinlilerin seslerine, Cezayir’den Durban’a ve Harlem’e kadar uzanan
devrimci geleneğe kulak vermelidir. Ancak o vakit Aksa Tufanı’nın “nihilist bir
öfke patlaması” mı yoksa “disiplinli bir kopuş” mu olduğuna karar verebiliriz.
Filistin’de
uygulanan yapısal şiddet, aynı ölçüde yapısal olan bir çaresizliğe yol açtı.
İsrail’in uyguladığı abluka, Gazze sakinlerinin çoğunun Batı Şeria’ya veya yurtdışına
gitmesine mani oluyor. Gazzelilerin tek çıkış yolu olan Erez sınır kapısını
kontrol eden İsrail, meslek sahibi insanlara, sanatçılara ve öğrencilere geçiş
izni vermiyor. Mısır, Refah sınır kapısındaki geçişleri yavaşlatıyor, bu da
mevcut kısıtlamaların daha da ağırlaşmasına neden oluyor.
Kuşatma,
ırk ayrımcısı İsrail’in yaptığı zulmün önemli bir bileşeni olarak, Gazze
ekonomisini mahvetti, Filistin toplumunu parçaladı. Gazze’deki Filistinliler,
yeterli elektrik, ilâç veya temiz sudan yoksun yaşıyorlar. İşsizlik, yaygın bir
sorun. Şehirde kalan gençlerin bir geleceği yok, ancak şehri terk edenler de çoğu
vakit geri dönme imkânı bulamıyorlar.
Batı
Şeria, ağır ağır işleyen ilhak süreciyle cebelleşiyor. İsrail, bölgeyi birbirinden
kopuk kantonlara bölen yerleşim yerleri inşa etmeye devam ediyor. 2023 yılında şehir,
İkinci İntifada’dan bu yana en fazla ölümü yaşadığı yıla tanık oldu. Temmuz
2023’te İsrail güçleri, Cenin mülteci kampına büyük bir saldırı düzenleyerek,
en az sekiz Filistinliyi öldürdü, 50 kişiyi yaraladı. Buldozerler ambulansları
durdurdu, yolları kapattı, saldırı saatlerce sürdü. İsrail güçlerinin
Filistinlileri öldürmesi, kasabaları işgal etmesi ve sağlık hizmetlerini ihlal
etmesi, günlük bir rutin haline geldi.
Bu
gelinen nokta, Filistin tarihinin sonu olarak değerlendiriliyordu. Statüko
denilen şey, esas olarak asimetrik şiddetin sürdürülmesi üzerine kuruluydu.
Tarih öğrencisi için Gazze Şeridi bir istisna değil. Yerleşimci sömürgeciliğin mantığının
mükemmelleştirilmiş hali. Sessizce yok olamayacak kadar yoğun, görmezden
gelinemeyecek kadar görünür ve entegre olamayacak kadar istenmeyen bir yerli
nüfustan bahsediyoruz. Şehri sessiz sedasız çürütmeyi öngören politikaya halkı nefessiz
bırakan şiddet pratiği eşlik ediyor. Sömürgeci şiddetinin amacı, sadece
öldürmek değil, kimin nasıl yaşamasına izin verileceğini kontrol etmektir.
Achille Mbembe buna “nekropolitika”, yani “yaşamla ölüm arasındaki sınırı kimin
işgal edebileceğini belirleme gücü” diyor. Gazze, varlığını tümüyle bu sınırda
sürdürüyor. Fanon’un da dediği gibi:
“Sömürge yönetimi altında
var olmak, her türlü potansiyelden mahrum bırakılmış olarak yaşamak,
harcanabilir hale gelmek demektir.”
Tüm
bunlar, isyanın belirli bir akla kavuşacağı koşulları yarattı. Filistinli
savaşçılar, sürekli gözetim altında yıllarca tüneller inşa ettiler, eğitim aldılar,
roket stokladılar. Tarihsel ayaklanmaları incelediler, taktiklerini şehir
kuşatmasına uyarladılar. Bir halk savaşının hızlı kazanılamayacağını anladılar.
Toprağın fethinden ziyade psikolojik ve politik zaferi hedeflemesi gerektiğini
anladılar. Zira Carlos Marighella’nın Şehir Gerillasının El Kitabı’nda dediği
gibi, gerilla savaşı “[...] ideolojik saflığın değil, halkın ihtiyaçlarının
ürünü olmalı”ydı.
2023’te,
gidişatı tayin edecek o günde tam da böyle oldu. Halkın ihtiyaçları denilen
rahim, savaşı doğurdu.
Bu,
yeni bir moment değil aslında. Filistin, böylesi bir momenti daha önce de yaşamıştı.
1936-1939 yılları arasında, İngiliz işgali altındaki Filistin’de kitlesel bir
isyan patlak verdi. İşçiler, köylüler ve kentli militanlar, üç yıl süren bir
isyanda güçlerini birleştirdiler. Bu, yirminci yüzyılın en uzun sömürgecilik
karşıtı ayaklanmalarından biriydi. Ayaklanma, ancak büyük İngiliz askeri gücü
ve iç parçalanma sayesinde bastırılabildi.
Gassân
Kenefâni, isyanı incelerken, isyanların hiç yoktan ortaya çıkmadığını söylüyordu.
İsyanlar, “umutsuzluğun maddi koşullarından” ve “mevcut liderliklerin
ihanetinden” doğuyordu.
Kenefâni’nin
vardığı sonuç, devrimin kolektif bir zorunluluk olduğu yönündeydi. Siyasi
seçenekler ortadan kalktığında, ulusal onur ayaklar altına alındığında, halk,
geriye başka hiçbir şey kalmadığı için güç kullanma seçeneğine yönelecekti.
Maceracılık
ise, kitle desteğinden kopuk, stratejik planlamadan yoksun, izole edilmiş, düşüncesizce
girişilmiş eylemlerdir. Che Guevara’nın Bolivya harekâtı gibi Fokocu deneyler,
toplumsal bir tabana sahip olmadıkları için başarısızlığa uğradılar.
Aksa Tufanı’nı “maceracılık” olarak değerlendirenler, genellikle ardından gelen ağır kayıplara ve yıkıma işaret ediyorlar. Oysa devrim tarihi, ezilen halkların o kusursuz koşulları beklemediğini ortaya koyuyor.
Kurtuluşun
mantığı, sömürgeci için çoğu zaman anlaşılmazdır. İşgal altındaki bir halk,
harekete geçtiğinde, bu “delilik” olarak yorumlanır. Durup beklediğindeyse “edilgen”
görülüp çöpe atılır. Sömürge halklarının zincirlerini kırmaları için uygun
bir zaman, kabul edilebilir bir yöntem veya uygun bir görgü kuralı yoktur.
Mao
Zedong’un uzun soluklu halk savaşı teorisi, teknolojik olarak üstün bir
işgalciye karşı savaşın aşamalar halinde ilerlemesi gerektiğini vurgular:
stratejik savunma, stratejik yenişememe hali ve stratejik karşı saldırı. Söz
konusu teori, kitlelere dayanır, siyasi bilinç oluşturur ve halkı korurken
düşmanı yıpratmayı hedefler. Sömürgeciliğin çelişkileri barışçıl bir yol
bırakmadığında silahlı mücadeleyi başlatmakta ısrar eder.
7
Ekim’in amacı, kibbutzları ele geçirmek değil, İsrail’in yenilmezlik imajını
yerle bir etmek, esirlerle takas etmek üzere rehineler almak, farklı
coğrafyalardaki Filistinlileri birleştirmek ve küresel dayanışmayı ateşlemekti.
Bu, uzun soluklu halk savaşının ilk aşaması olarak, rehaveti kıran ve düşmanı
aşırı tepki vermeye zorlayan dramatik saldırı aşamasına uygundur.
Sonradan
ortaya çıkan kanıtlar, saldırının ani gelişmediğini ispatlıyor. İki yıl sonra,
Batılı düşünce kuruluşları, Hamas’ın zayıfladığını ve büyük çaplı saldırılar
düzenleyemediğini, ancak Gazze’de İsrail askerlerine karşı gerilla savaşı
yürütmeye devam ettiğini bildirdiler. Örgüt, ilk bombardımandan sağ kurtuldu,
yeniden örgütlendi ve düşmanının ezici gücüne rağmen varlığını sürdürdü. Batı
Şeria’da, İsrail saldırılarına doğrudan cevap olarak gelişen militan
faaliyetler arttı. “Bir intihar eylemi” olarak göremeyeceğimiz operasyon, uzun
soluklu savaşın yeni bir aşamasını başlattı.
Mao,
zayıf bir güç için zaferin anahtarının hız değil, zaman olduğunu yazmıştı.
Toprak değil, araziydi önemli olan. Geleneksel zafere değil, düşmanı yıpratacak
meşruiyetin teminine odaklanılmalıydı. Mücadele ne kadar uzun sürerse, düşman
kaynaklarını, moralini ve siyasi desteğini o kadar çok tüketiyordu.
“Düşman ilerler, biz geri
çekiliriz. Düşman kamp kurar, biz taciz ederiz. Düşman yorulur, biz saldırırız.
Düşman geri çekilir, biz kovalarız.” [Mao Zedong]
Operasyonun
acil hedefleri taktikseldi: İsrail kasabalarına sızmak, rehineler almak,
düşmanı şok etmek ve Gazze bariyerinin kırılganlığını göstermek. Ancak operasyon
stratejik öneme sahip, daha kapsamlı hedefler uyarınca gerçekleştirilmişti:
1.
İsrail’in Gazze’yi cezayla yüzleşmeden kuşattığı koşullarda oluşan pat durumuna
son vermek.
2.
Esir takası için koz sağlamak; zira daha sonraki müzakereler, yüzlerce
Filistinli tutuklunun serbest bırakılmasıyla sonuçlandı.
3.
İsrail güçlerini zorlayacak bölgesel cepheleri tetiklemek. Savaş, Gazze’nin
ötesine, Lübnan, Suriye, Yemen ve İran’a sıçradı; İsrail, Ekim ayından sonra
daha geniş bir bölgesel çatışmaya yöneldi. Bu, İsrail’in birden fazla cephede
savaşmak zorunda kalması, zayıf noktalarını açığa çıkarması ve ordusunu çok
geniş bir coğrafyaya salması anlamına geliyordu.
4.
İsrail’in soykırım niyetini ifşa etmek. Sivil katliamlarının ve yıkımın ulaştığı
boyut, dünya genelinde eşi benzeri görülmemiş bir kınamayla karşılandı, ayrıca
dünya gerçekleri gördü. Tüm bunlar, zihinleri ve kalpleri fethetmek için de
önemliydi. Latin Amerika, Afrika ve Asya’da, ayrıca Siyahi yanlısı ve Afrika’nın
Birliği’ne odaklanan hareketlerde insanlar, artık özellikle Gazze direnişini
emperyalizme karşı aynı mücadelenin bir parçası olarak görüyorlar.
Carlos
Marighella, gerillanın rolünün “rejimi düzensizliğe sürüklemek, gerçek yüzünü
göstermeye zorlamak ve krizi derinleştirmek” olduğunu söylüyordu.
Filistin
direnişi, tam da bunu yaptı.
Bu
durum, Filistin konusunda fazlasıyla çekingen veya cahil olan dünyanın dört bir
yanındaki solcuların, Filistin’in kurtuluşunun kapitalizme karşı mücadeleyle
bağlantılı olduğunu net ve yalın bir şekilde görmelerini sağladı.
İsrail,
Ortadoğu’da emperyalist çıkarlar için bir garnizon devleti, Batı sermayesi için
bir karakol işlevi görüyor. Elindeki teknoloji ve silah sanayii işgalden kâr
sağlıyor; gözetleme aygıtı ise zulüm araçlarını dünyaya ihraç ediyor. Filistin’deki
sömürgeci yönetiminin ortadan kaldırılması, bu bağa bir darbe vuracaktır. Bugün
anti-kapitalist, anti-emperyalist, Pan-Afrikanist ve Siyahların Kurtuluşu
yanlısı olanlar, Filistin davasını kendi davaları olarak görüyorlar.
5.
Operasyon, yeni bir direnişçi neslinin fitilini ateşledi. On binlerce
Filistinli, İsrail’in saldırılarından sağ kurtuldu. Birçoğu, savaşı ve yerinden
edilme deneyimini yaşadı, bu da onları radikalleştirdi.
Bu
hedeflerin en çarpıcı sonuçlarından biri, İsrail’in meşruiyetini kaybetmesi
oldu. Atlantik Konseyi, ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin hızla azaldığını
belirtiyor. Amerikalıların %53’ü, İsrail konusunda artık olumsuz bir görüşe
sahip, genç Cumhuriyetçiler giderek daha eleştirel. Amerika, Avrupa veya Asya’da
hiçbir ülke, Siyonist teşekkül hakkında çoğunlukla olumlu bir görüşe sahip
değil. Savaş, İsrail’i tüketiyor.
Analistler,
devam eden saldırıların yıkıcı ekonomik sonuçlar doğurma ve ülkeyi geriletme
riski taşıdığı konusunda uyarıyorlar. Avrupalı liderler harekete geçmeleri için iç baskılarla karşı karşıya kaldıkça, yaptırım tehditleri
de artıyor. Bu arada, Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Konseyi, İsrail’in
soykırımdan
sorumlu olduğu ve Filistin topraklarına el koyma ve kullanma kararını geri
alması gerektiği
sonucuna vardı. İsrail’in bu karara uymayı reddetmesi, daha fazla izolasyona ve yasal işleme yol açabilir.
Artık
her şeyi açıkça görüyoruz. Aksa Tufanı, düşüncesizce girişilmiş bir macera
değil, uzun soluklu bir halk savaşının fitilini ateşleyen, önceden hesaplanarak
atılmış bir adımdı. Gazzeli savaşçılar, pasif kalırlarsa yok olacaklarını
bildikleri için stratejik bir zorunlulukla hareket ettiler. Saldırı, İsrail’in
soykırım politikalarını açığa çıkardı, yenilmezlik havasını dağıttı, küresel
dayanışmayı harekete geçirdi ve Filistinlilerin kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış
kişiler değil, nispeten güçlü bir konuma sahip savaşçılar olarak savaşmalarını
sağladı.
Frantz
Fanon, sömürgeleştirilenler için şiddetin varoluşsal olduğunu yazmıştı. Şiddet,
yeniden doğuş anıydı. Ezilenlerin öznelliğini yeniden kazandığı eylemdi. Fanon’a
göre, sömürgecilik, insanı tümüyle insanlıktan çıkartıyordu. Bedeni eziyor,
iradeyi kırıyor, geçmişi yeniden yazıyordu. Ancak şiddet, kolektif mücadeleye
dayandığında, üste çıkmayı sağlayacak bir araç haline geliyordu.
“Sömürgeleştirilmiş insan,
özgürlüğüne şiddet dâhilinde ve şiddet aracılığıyla kavuşur. Bir nesneye
indirgendiği için, direndiği anda kendisini bir insan olarak yeniden keşfeder.”
Fanon,
hem barışçılık denilen kurguya hem de nihilist teröre karşı uyarıda bulunuyordu.
Gerçek şiddetin örgütlü, halkçı ve hedef odaklı olması gerektiğini söylüyordu.
O, devrimci özneyi inşa etmeliydi.
Aksa
Tufanı’nı maceracılıktan ayıran da buydu, zira bu eylem, halktan kopuk değildi,
siyasi bir çıkmazın ürünüydü. Siyonizm, isyanın koşullarını yarattı. O isyanı gerçekleştirmekse
direnişe düştü.
Filistinliler
pasif kalsaydı, İsrail’in projesi sorgulanmadan devam edecekti. Kuşatma, daha
fazla çocuğu aç bırakacak, dünya, yaşananlardan gözlerini kaçıracaktı. Ne esir
değişimi, ne soykırım ifşası, ne de küresel kamuoyunda bir kırılma yaşanacaktı.
7 Ekim, dünyayı Gazze’nin aheste seyreden ölümünün dehşetiyle yüzleşmeye
zorladı. Saldırıdan sağ kurtulan ve gerilla savaşını sürdüren Filistinliler,
İsrail’in onları kolayca yok edemeyeceğini cümle âleme gösterdiler.
Devrimci
eylemin meşruiyeti, yalnızca başardıklarıyla değil, engelledikleriyle de
ölçülebilir. Devrimler, genellikle eylemsizlik ayaklanmadan daha tehlikeli hale
geldiğinde oluşurlar. “Gazze eylemsiz kalsaydı, ne olurdu?” sorusuna verilecek
cevap, 7 Ekim’in ardındaki mantığı herhangi bir gerekçeden daha açık bir
şekilde ortaya koyar. Hamas ve müttefikleri harekete geçmeseydi, Filistin,
Gazze’ye yönelik ablukanın ağırlaştırılarak sürdürülmesi durumunda İsrail ve
Suudi Arabistan arası ilişkilerin normalleştiği, Arapların pazarlık gücünü
yitirdiği bir gerçeklikle yüzleşecekti. Batı Şeria’da yerleşimlerin alanının
genişlemesiyle fiili ilhak tamama erdirilecekti. Filistin direnişi tecrit
edilecek, parçalanacak, siyasi kayıtsızlığa mahkûm edilecekti. İsrail
devletinin serdiği sessizlik örtüsü altında nihai bir çözüme doğru yöneldiği
koşullarda, Gazze’deki askeri varlığın başı tümden kesilecekti.
Dolayısıyla
Direniş, siyasal açıdan tümüyle yok oluşa doğru ilerleyen süreçte, son
uygulanabilir strateji olarak eylemi seçti. Stratejik açıdan bu eylem, Lenin’in
“devrimci zorunluluk” olarak adlandırdığı şeyin, yani mücadele koşullarının,
garantili bir başarının yokluğunda bile, bir kırılma noktası yarattığı momentin
bir yansımasıydı.
Direniş,
İsrail’i kendi stratejisinin dışına çıkartıp tepki vermeye mecbur etti. Onu kazanamayacağı
bir savaşa ve yönetemeyeceği bir ahlaki çöküşe sürükledi. Devrimci teori
açısından bakıldığında operasyon, diyalektiği tersine çevirdi. Tarihsel aktör
olan İsrail’i tepkisellikle malul bir güç, tarihin nesnesi olan Filistin'i ise
özne haline getirdi. Bu diyalektiği tersine çeviren müdahale, daha önce de
belirtildiği gibi, başarılı bir uzun soluklu halk savaşının ilk aşamasıydı. Olan
biten, daha net idrak edilmeye başlandı. Çelişkiler netleşti. Belirsizlik ortadan
kalktı. Devrimci siyasetin gelişebileceği zemin ve temel oluştu.
Bu
özel halk savaşının temelinin bir diğer büyük parçası da devrimci İslam’dır.
Gazze’de siyasal İslam, işgal altında yeni bir egemenlik biçimi olarak ortaya
çıkmıştı. Seçimlerin engellendiği noktada meşruiyet kazandı. Devletin çöktüğü
yerlerde hizmet sundu. Kalıcı kuşatma ve yerleşimcilerle mücadele bağlamında,
kökeni veya resmi ideolojisi ne olursa olsun, en yerleşik, disiplinli ve maddi köklere
sahip güç, kaçınılmaz olarak siyasal merkeziliği ve öncü rolünü üstlenecekti.
Kwame
Nkrumah, devrimci savaşın “kitlelerin yaşanmış deneyimlerine dayanması
gerektiğini” söylüyordu.
Gazze
örneğinde İslamcılık, toplumsal uyumun önceden var olan altyapısını (camiler,
hayır kurumları, karşılıklı yardım ağları) temsil eder. Kitleler tarafından
zaten anlaşılabilen, fedakârlık ve disiplinle tanımlı bir sözlükçeye sahiptir.
Yabancı himayesine bağlı olmayan bir meşruiyet yapısını ifade eder. Davranışı,
sadakati ve dayanıklılığı düzenleyen bir içsel ahlak sistemine denk düşer.
İslamcı
direnişi “tepkiselci” olarak kategorize eden teorik çerçeveler, analiz
edildiğinde hükmünü yitirir. Edilgenliği anlatan “tepki”, moderniteye karşı bir
saldırıyı ima eder. Oysa Hamas’ın 7 Ekim’de yaptığı şey tepki değildi, o
zamandan beri yaptığı da tepki olarak görülemezdi.
7
Ekim’i kınayanlar, doğru soruyu sormuyorlardı: “Başka ne seçeneğimiz vardı?”
Diplomasi ölmüştü. Kuşatma kalıcıydı. Düşman ilerliyordu. Dünya sessizdi.
İnsanlar yok oluyorlardı. Gazze de böylesi bir gerçeklikte Cezayir’in, Vietnam’ın
ve Haiti’nin yaptığını yaptı. Kendisine karşı çok önceden başlatılmış olan
savaşı başlattı. Bunu tarih gerektirdiği için yaptı. İsrail, askeri açıdan
üstünlüğünü sürdürüyor. Peki ya siyasi açıdan? Maske düştü: soykırım, televizyonda
yayınlanıyor ve direniş devam ediyor.
“Her şeyleri vardı.
Mücadeleye devam etme
isteğinden başka hiçbir şeyimiz yoktu.
Ve sonunda biz kazandık.”
Aksa
Tufanı, uzun soluklu halk savaşının sonu değil, başlangıcıydı. Birçok aşaması
olan bu savaş, birçok kez yenildi, çok sayıda şehit verdi, vermeye de devam
edecek.
Bugün
Filistinliler ağlarını yeniden kurmalı, yardım faaliyetleri örgütlemeli, siyasi
olarak örgütlenmeli, kuşatma altında silahlı direnişi sürdürmelidirler. Ayrıca
iç çoğulculuğu da gözetmelidirler; farklı grupların merkeziyetçilik olmadan
koordineli çalışması gerekmektedir. Ne yapalım ki savaş başladı. Bu bile tek
başına bir zaferdir. Çünkü direniş yoksa sadece yok oluş vardır.
Ebu Hüreyre
12
Ekim 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder