07 Aralık 2025

,

Aksa Tufanı: Kuşatma, Kopuş, Devrimci Savaşın Mantığı


Her devrim dönemi, belirli olaylara dair hararetli tartışmalara ve münazaralara sahne olmuştur. Günümüzde de 7 Ekim’de gerçekleştirilen Aksa Tufanı operasyonunun “sorumsuzca icra edilmiş bir maceracılık” mı yoksa “uzun soluklu halk savaşının ilk hamlesi” mi olduğu tartışılmaktadır. Bu soru, Filistinlilerin kendi kendilerini yok edecekleri bir sürece mi sürüklendikleri yoksa soykırıma karşı akılcı bir yol mu izledikleri konusunda karar vermemizi sağlamak için sorulmaktadır. İlgili soruyu cevaplamak için, anlık imgelerin ve propagandanın ötesine bakmak, 7 Ekim’i bir asırlık yerleşimci-sömürgeci fetih ve on yıllarca süren kuşatma dönemi bağlamına yerleştirmek gerekmektedir. Soruşturma, Gazze'nin dayanılmaz koşullarını üreten tarihsel suçları ön plana çıkarmalı, Fanon ve Cabral’dan Mao ve Giap’a kadar sömürgecilik karşıtı savaşın teorik çerçevelerini incelemelidir. Ayrıca Filistinlilerin seslerine, Cezayir’den Durban’a ve Harlem’e kadar uzanan devrimci geleneğe kulak vermelidir. Ancak o vakit Aksa Tufanı’nın “nihilist bir öfke patlaması” mı yoksa “disiplinli bir kopuş” mu olduğuna karar verebiliriz.

Filistin’de uygulanan yapısal şiddet, aynı ölçüde yapısal olan bir çaresizliğe yol açtı. İsrail’in uyguladığı abluka, Gazze sakinlerinin çoğunun Batı Şeria’ya veya yurtdışına gitmesine mani oluyor. Gazzelilerin tek çıkış yolu olan Erez sınır kapısını kontrol eden İsrail, meslek sahibi insanlara, sanatçılara ve öğrencilere geçiş izni vermiyor. Mısır, Refah sınır kapısındaki geçişleri yavaşlatıyor, bu da mevcut kısıtlamaların daha da ağırlaşmasına neden oluyor.

Kuşatma, ırk ayrımcısı İsrail’in yaptığı zulmün önemli bir bileşeni olarak, Gazze ekonomisini mahvetti, Filistin toplumunu parçaladı. Gazze’deki Filistinliler, yeterli elektrik, ilâç veya temiz sudan yoksun yaşıyorlar. İşsizlik, yaygın bir sorun. Şehirde kalan gençlerin bir geleceği yok, ancak şehri terk edenler de çoğu vakit geri dönme imkânı bulamıyorlar.

Batı Şeria, ağır ağır işleyen ilhak süreciyle cebelleşiyor. İsrail, bölgeyi birbirinden kopuk kantonlara bölen yerleşim yerleri inşa etmeye devam ediyor. 2023 yılında şehir, İkinci İntifada’dan bu yana en fazla ölümü yaşadığı yıla tanık oldu. Temmuz 2023’te İsrail güçleri, Cenin mülteci kampına büyük bir saldırı düzenleyerek, en az sekiz Filistinliyi öldürdü, 50 kişiyi yaraladı. Buldozerler ambulansları durdurdu, yolları kapattı, saldırı saatlerce sürdü. İsrail güçlerinin Filistinlileri öldürmesi, kasabaları işgal etmesi ve sağlık hizmetlerini ihlal etmesi, günlük bir rutin haline geldi.

Bu gelinen nokta, Filistin tarihinin sonu olarak değerlendiriliyordu. Statüko denilen şey, esas olarak asimetrik şiddetin sürdürülmesi üzerine kuruluydu. Tarih öğrencisi için Gazze Şeridi bir istisna değil. Yerleşimci sömürgeciliğin mantığının mükemmelleştirilmiş hali. Sessizce yok olamayacak kadar yoğun, görmezden gelinemeyecek kadar görünür ve entegre olamayacak kadar istenmeyen bir yerli nüfustan bahsediyoruz. Şehri sessiz sedasız çürütmeyi öngören politikaya halkı nefessiz bırakan şiddet pratiği eşlik ediyor. Sömürgeci şiddetinin amacı, sadece öldürmek değil, kimin nasıl yaşamasına izin verileceğini kontrol etmektir. Achille Mbembe buna “nekropolitika”, yani “yaşamla ölüm arasındaki sınırı kimin işgal edebileceğini belirleme gücü” diyor. Gazze, varlığını tümüyle bu sınırda sürdürüyor. Fanon’un da dediği gibi:

“Sömürge yönetimi altında var olmak, her türlü potansiyelden mahrum bırakılmış olarak yaşamak, harcanabilir hale gelmek demektir.”

Tüm bunlar, isyanın belirli bir akla kavuşacağı koşulları yarattı. Filistinli savaşçılar, sürekli gözetim altında yıllarca tüneller inşa ettiler, eğitim aldılar, roket stokladılar. Tarihsel ayaklanmaları incelediler, taktiklerini şehir kuşatmasına uyarladılar. Bir halk savaşının hızlı kazanılamayacağını anladılar. Toprağın fethinden ziyade psikolojik ve politik zaferi hedeflemesi gerektiğini anladılar. Zira Carlos Marighella’nın Şehir Gerillasının El Kitabı’nda dediği gibi, gerilla savaşı “[...] ideolojik saflığın değil, halkın ihtiyaçlarının ürünü olmalı”ydı.

2023’te, gidişatı tayin edecek o günde tam da böyle oldu. Halkın ihtiyaçları denilen rahim, savaşı doğurdu.

Bu, yeni bir moment değil aslında. Filistin, böylesi bir momenti daha önce de yaşamıştı. 1936-1939 yılları arasında, İngiliz işgali altındaki Filistin’de kitlesel bir isyan patlak verdi. İşçiler, köylüler ve kentli militanlar, üç yıl süren bir isyanda güçlerini birleştirdiler. Bu, yirminci yüzyılın en uzun sömürgecilik karşıtı ayaklanmalarından biriydi. Ayaklanma, ancak büyük İngiliz askeri gücü ve iç parçalanma sayesinde bastırılabildi.

Gassân Kenefâni, isyanı incelerken, isyanların hiç yoktan ortaya çıkmadığını söylüyordu. İsyanlar, “umutsuzluğun maddi koşullarından” ve “mevcut liderliklerin ihanetinden” doğuyordu.

Kenefâni’nin vardığı sonuç, devrimin kolektif bir zorunluluk olduğu yönündeydi. Siyasi seçenekler ortadan kalktığında, ulusal onur ayaklar altına alındığında, halk, geriye başka hiçbir şey kalmadığı için güç kullanma seçeneğine yönelecekti.

Maceracılık ise, kitle desteğinden kopuk, stratejik planlamadan yoksun, izole edilmiş, düşüncesizce girişilmiş eylemlerdir. Che Guevara’nın Bolivya harekâtı gibi Fokocu deneyler, toplumsal bir tabana sahip olmadıkları için başarısızlığa uğradılar.

Aksa Tufanı’nı “maceracılık” olarak değerlendirenler, genellikle ardından gelen ağır kayıplara ve yıkıma işaret ediyorlar. Oysa devrim tarihi, ezilen halkların o kusursuz koşulları beklemediğini ortaya koyuyor. 

Kurtuluşun mantığı, sömürgeci için çoğu zaman anlaşılmazdır. İşgal altındaki bir halk, harekete geçtiğinde, bu “delilik” olarak yorumlanır. Durup beklediğindeyse “edilgen” görülüp çöpe atılır. Sömürge halklarının zincirlerini kırmaları için uygun bir zaman, kabul edilebilir bir yöntem veya uygun bir görgü kuralı yoktur.

Mao Zedong’un uzun soluklu halk savaşı teorisi, teknolojik olarak üstün bir işgalciye karşı savaşın aşamalar halinde ilerlemesi gerektiğini vurgular: stratejik savunma, stratejik yenişememe hali ve stratejik karşı saldırı. Söz konusu teori, kitlelere dayanır, siyasi bilinç oluşturur ve halkı korurken düşmanı yıpratmayı hedefler. Sömürgeciliğin çelişkileri barışçıl bir yol bırakmadığında silahlı mücadeleyi başlatmakta ısrar eder.

7 Ekim’in amacı, kibbutzları ele geçirmek değil, İsrail’in yenilmezlik imajını yerle bir etmek, esirlerle takas etmek üzere rehineler almak, farklı coğrafyalardaki Filistinlileri birleştirmek ve küresel dayanışmayı ateşlemekti. Bu, uzun soluklu halk savaşının ilk aşaması olarak, rehaveti kıran ve düşmanı aşırı tepki vermeye zorlayan dramatik saldırı aşamasına uygundur.

Sonradan ortaya çıkan kanıtlar, saldırının ani gelişmediğini ispatlıyor. İki yıl sonra, Batılı düşünce kuruluşları, Hamas’ın zayıfladığını ve büyük çaplı saldırılar düzenleyemediğini, ancak Gazze’de İsrail askerlerine karşı gerilla savaşı yürütmeye devam ettiğini bildirdiler. Örgüt, ilk bombardımandan sağ kurtuldu, yeniden örgütlendi ve düşmanının ezici gücüne rağmen varlığını sürdürdü. Batı Şeria’da, İsrail saldırılarına doğrudan cevap olarak gelişen militan faaliyetler arttı. “Bir intihar eylemi” olarak göremeyeceğimiz operasyon, uzun soluklu savaşın yeni bir aşamasını başlattı.

Mao, zayıf bir güç için zaferin anahtarının hız değil, zaman olduğunu yazmıştı. Toprak değil, araziydi önemli olan. Geleneksel zafere değil, düşmanı yıpratacak meşruiyetin teminine odaklanılmalıydı. Mücadele ne kadar uzun sürerse, düşman kaynaklarını, moralini ve siyasi desteğini o kadar çok tüketiyordu.

“Düşman ilerler, biz geri çekiliriz. Düşman kamp kurar, biz taciz ederiz. Düşman yorulur, biz saldırırız. Düşman geri çekilir, biz kovalarız.” [Mao Zedong]

Operasyonun acil hedefleri taktikseldi: İsrail kasabalarına sızmak, rehineler almak, düşmanı şok etmek ve Gazze bariyerinin kırılganlığını göstermek. Ancak operasyon stratejik öneme sahip, daha kapsamlı hedefler uyarınca gerçekleştirilmişti:

1. İsrail’in Gazze’yi cezayla yüzleşmeden kuşattığı koşullarda oluşan pat durumuna son vermek.

2. Esir takası için koz sağlamak; zira daha sonraki müzakereler, yüzlerce Filistinli tutuklunun serbest bırakılmasıyla sonuçlandı.

3. İsrail güçlerini zorlayacak bölgesel cepheleri tetiklemek. Savaş, Gazze’nin ötesine, Lübnan, Suriye, Yemen ve İran’a sıçradı; İsrail, Ekim ayından sonra daha geniş bir bölgesel çatışmaya yöneldi. Bu, İsrail’in birden fazla cephede savaşmak zorunda kalması, zayıf noktalarını açığa çıkarması ve ordusunu çok geniş bir coğrafyaya salması anlamına geliyordu.

4. İsrail’in soykırım niyetini ifşa etmek. Sivil katliamlarının ve yıkımın ulaştığı boyut, dünya genelinde eşi benzeri görülmemiş bir kınamayla karşılandı, ayrıca dünya gerçekleri gördü. Tüm bunlar, zihinleri ve kalpleri fethetmek için de önemliydi. Latin Amerika, Afrika ve Asya’da, ayrıca Siyahi yanlısı ve Afrika’nın Birliği’ne odaklanan hareketlerde insanlar, artık özellikle Gazze direnişini emperyalizme karşı aynı mücadelenin bir parçası olarak görüyorlar.

Carlos Marighella, gerillanın rolünün “rejimi düzensizliğe sürüklemek, gerçek yüzünü göstermeye zorlamak ve krizi derinleştirmek” olduğunu söylüyordu.

Filistin direnişi, tam da bunu yaptı.

Bu durum, Filistin konusunda fazlasıyla çekingen veya cahil olan dünyanın dört bir yanındaki solcuların, Filistin’in kurtuluşunun kapitalizme karşı mücadeleyle bağlantılı olduğunu net ve yalın bir şekilde görmelerini sağladı.

İsrail, Ortadoğu’da emperyalist çıkarlar için bir garnizon devleti, Batı sermayesi için bir karakol işlevi görüyor. Elindeki teknoloji ve silah sanayii işgalden kâr sağlıyor; gözetleme aygıtı ise zulüm araçlarını dünyaya ihraç ediyor. Filistin’deki sömürgeci yönetiminin ortadan kaldırılması, bu bağa bir darbe vuracaktır. Bugün anti-kapitalist, anti-emperyalist, Pan-Afrikanist ve Siyahların Kurtuluşu yanlısı olanlar, Filistin davasını kendi davaları olarak görüyorlar.

5. Operasyon, yeni bir direnişçi neslinin fitilini ateşledi. On binlerce Filistinli, İsrail’in saldırılarından sağ kurtuldu. Birçoğu, savaşı ve yerinden edilme deneyimini yaşadı, bu da onları radikalleştirdi.

Bu hedeflerin en çarpıcı sonuçlarından biri, İsrail’in meşruiyetini kaybetmesi oldu. Atlantik Konseyi, ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin hızla azaldığını belirtiyor. Amerikalıların %53’ü, İsrail konusunda artık olumsuz bir görüşe sahip, genç Cumhuriyetçiler giderek daha eleştirel. Amerika, Avrupa veya Asya’da hiçbir ülke, Siyonist teşekkül hakkında çoğunlukla olumlu bir görüşe sahip değil. Savaş, İsrail’i tüketiyor.

Analistler, devam eden saldırıların yıkıcı ekonomik sonuçlar doğurma ve ülkeyi geriletme riski taşıdığı konusunda uyarıyorlar. Avrupalı liderler harekete geçmeleri için iç baskılarla karşı karşıya kaldıkça, yaptırım tehditleri de artıyor. Bu arada, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, İsrail’in soykırımdan sorumlu olduğu ve Filistin topraklarına el koyma ve kullanma kararını geri alması gerektiği sonucuna vardı. İsrail’in bu karara uymayı reddetmesi, daha fazla izolasyona ve yasal işleme yol açabilir.

Artık her şeyi açıkça görüyoruz. Aksa Tufanı, düşüncesizce girişilmiş bir macera değil, uzun soluklu bir halk savaşının fitilini ateşleyen, önceden hesaplanarak atılmış bir adımdı. Gazzeli savaşçılar, pasif kalırlarsa yok olacaklarını bildikleri için stratejik bir zorunlulukla hareket ettiler. Saldırı, İsrail’in soykırım politikalarını açığa çıkardı, yenilmezlik havasını dağıttı, küresel dayanışmayı harekete geçirdi ve Filistinlilerin kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış kişiler değil, nispeten güçlü bir konuma sahip savaşçılar olarak savaşmalarını sağladı.

Frantz Fanon, sömürgeleştirilenler için şiddetin varoluşsal olduğunu yazmıştı. Şiddet, yeniden doğuş anıydı. Ezilenlerin öznelliğini yeniden kazandığı eylemdi. Fanon’a göre, sömürgecilik, insanı tümüyle insanlıktan çıkartıyordu. Bedeni eziyor, iradeyi kırıyor, geçmişi yeniden yazıyordu. Ancak şiddet, kolektif mücadeleye dayandığında, üste çıkmayı sağlayacak bir araç haline geliyordu.

“Sömürgeleştirilmiş insan, özgürlüğüne şiddet dâhilinde ve şiddet aracılığıyla kavuşur. Bir nesneye indirgendiği için, direndiği anda kendisini bir insan olarak yeniden keşfeder.”

Fanon, hem barışçılık denilen kurguya hem de nihilist teröre karşı uyarıda bulunuyordu. Gerçek şiddetin örgütlü, halkçı ve hedef odaklı olması gerektiğini söylüyordu. O, devrimci özneyi inşa etmeliydi.

Aksa Tufanı’nı maceracılıktan ayıran da buydu, zira bu eylem, halktan kopuk değildi, siyasi bir çıkmazın ürünüydü. Siyonizm, isyanın koşullarını yarattı. O isyanı gerçekleştirmekse direnişe düştü.

Filistinliler pasif kalsaydı, İsrail’in projesi sorgulanmadan devam edecekti. Kuşatma, daha fazla çocuğu aç bırakacak, dünya, yaşananlardan gözlerini kaçıracaktı. Ne esir değişimi, ne soykırım ifşası, ne de küresel kamuoyunda bir kırılma yaşanacaktı. 7 Ekim, dünyayı Gazze’nin aheste seyreden ölümünün dehşetiyle yüzleşmeye zorladı. Saldırıdan sağ kurtulan ve gerilla savaşını sürdüren Filistinliler, İsrail’in onları kolayca yok edemeyeceğini cümle âleme gösterdiler.

Devrimci eylemin meşruiyeti, yalnızca başardıklarıyla değil, engelledikleriyle de ölçülebilir. Devrimler, genellikle eylemsizlik ayaklanmadan daha tehlikeli hale geldiğinde oluşurlar. “Gazze eylemsiz kalsaydı, ne olurdu?” sorusuna verilecek cevap, 7 Ekim’in ardındaki mantığı herhangi bir gerekçeden daha açık bir şekilde ortaya koyar. Hamas ve müttefikleri harekete geçmeseydi, Filistin, Gazze’ye yönelik ablukanın ağırlaştırılarak sürdürülmesi durumunda İsrail ve Suudi Arabistan arası ilişkilerin normalleştiği, Arapların pazarlık gücünü yitirdiği bir gerçeklikle yüzleşecekti. Batı Şeria’da yerleşimlerin alanının genişlemesiyle fiili ilhak tamama erdirilecekti. Filistin direnişi tecrit edilecek, parçalanacak, siyasi kayıtsızlığa mahkûm edilecekti. İsrail devletinin serdiği sessizlik örtüsü altında nihai bir çözüme doğru yöneldiği koşullarda, Gazze’deki askeri varlığın başı tümden kesilecekti.

Dolayısıyla Direniş, siyasal açıdan tümüyle yok oluşa doğru ilerleyen süreçte, son uygulanabilir strateji olarak eylemi seçti. Stratejik açıdan bu eylem, Lenin’in “devrimci zorunluluk” olarak adlandırdığı şeyin, yani mücadele koşullarının, garantili bir başarının yokluğunda bile, bir kırılma noktası yarattığı momentin bir yansımasıydı.

Direniş, İsrail’i kendi stratejisinin dışına çıkartıp tepki vermeye mecbur etti. Onu kazanamayacağı bir savaşa ve yönetemeyeceği bir ahlaki çöküşe sürükledi. Devrimci teori açısından bakıldığında operasyon, diyalektiği tersine çevirdi. Tarihsel aktör olan İsrail’i tepkisellikle malul bir güç, tarihin nesnesi olan Filistin'i ise özne haline getirdi. Bu diyalektiği tersine çeviren müdahale, daha önce de belirtildiği gibi, başarılı bir uzun soluklu halk savaşının ilk aşamasıydı. Olan biten, daha net idrak edilmeye başlandı. Çelişkiler netleşti. Belirsizlik ortadan kalktı. Devrimci siyasetin gelişebileceği zemin ve temel oluştu.

Bu özel halk savaşının temelinin bir diğer büyük parçası da devrimci İslam’dır. Gazze’de siyasal İslam, işgal altında yeni bir egemenlik biçimi olarak ortaya çıkmıştı. Seçimlerin engellendiği noktada meşruiyet kazandı. Devletin çöktüğü yerlerde hizmet sundu. Kalıcı kuşatma ve yerleşimcilerle mücadele bağlamında, kökeni veya resmi ideolojisi ne olursa olsun, en yerleşik, disiplinli ve maddi köklere sahip güç, kaçınılmaz olarak siyasal merkeziliği ve öncü rolünü üstlenecekti.

Kwame Nkrumah, devrimci savaşın “kitlelerin yaşanmış deneyimlerine dayanması gerektiğini” söylüyordu.

Gazze örneğinde İslamcılık, toplumsal uyumun önceden var olan altyapısını (camiler, hayır kurumları, karşılıklı yardım ağları) temsil eder. Kitleler tarafından zaten anlaşılabilen, fedakârlık ve disiplinle tanımlı bir sözlükçeye sahiptir. Yabancı himayesine bağlı olmayan bir meşruiyet yapısını ifade eder. Davranışı, sadakati ve dayanıklılığı düzenleyen bir içsel ahlak sistemine denk düşer.

İslamcı direnişi “tepkiselci” olarak kategorize eden teorik çerçeveler, analiz edildiğinde hükmünü yitirir. Edilgenliği anlatan “tepki”, moderniteye karşı bir saldırıyı ima eder. Oysa Hamas’ın 7 Ekim’de yaptığı şey tepki değildi, o zamandan beri yaptığı da tepki olarak görülemezdi.

7 Ekim’i kınayanlar, doğru soruyu sormuyorlardı: “Başka ne seçeneğimiz vardı?” Diplomasi ölmüştü. Kuşatma kalıcıydı. Düşman ilerliyordu. Dünya sessizdi. İnsanlar yok oluyorlardı. Gazze de böylesi bir gerçeklikte Cezayir’in, Vietnam’ın ve Haiti’nin yaptığını yaptı. Kendisine karşı çok önceden başlatılmış olan savaşı başlattı. Bunu tarih gerektirdiği için yaptı. İsrail, askeri açıdan üstünlüğünü sürdürüyor. Peki ya siyasi açıdan? Maske düştü: soykırım, televizyonda yayınlanıyor ve direniş devam ediyor.

“Her şeyleri vardı.

Mücadeleye devam etme isteğinden başka hiçbir şeyimiz yoktu.

Ve sonunda biz kazandık.”

Aksa Tufanı, uzun soluklu halk savaşının sonu değil, başlangıcıydı. Birçok aşaması olan bu savaş, birçok kez yenildi, çok sayıda şehit verdi, vermeye de devam edecek.

Bugün Filistinliler ağlarını yeniden kurmalı, yardım faaliyetleri örgütlemeli, siyasi olarak örgütlenmeli, kuşatma altında silahlı direnişi sürdürmelidirler. Ayrıca iç çoğulculuğu da gözetmelidirler; farklı grupların merkeziyetçilik olmadan koordineli çalışması gerekmektedir. Ne yapalım ki savaş başladı. Bu bile tek başına bir zaferdir. Çünkü direniş yoksa sadece yok oluş vardır.

Ebu Hüreyre
12 Ekim 2025
Kaynak

0 Yorum: