Sejarah
Kiri Dunia Islam [“Dünyada İslami Solun Tarihi”] adlı kitap, Muhammed
Rıza’nın, tarihe dair hâkim tasvirlerle, bunun yanında, İslami düşünce ve
hareketleri sol geleneklerle (Marksizm, Sosyalizm ve Komünizmle) dünya
genelinde ve özelde Endonezya’da kaynaştıran pratiklerin sistematik olarak
marjinalleştirilmesine dair düşüncelerinin bir derlemesini içeriyor.
1965’ten
sonra sadece sol gelenek susturulmadı; Yeni Düzen rejimine meydan okuduğu, onu
sorguladığı veya eleştirdiği düşünülen her türden düşünce, dernek ve hareket de
susturuldu. Susturulanlara, alternatif bir siyasi güç olarak İslam da dâhildi.
Ancak seksenlerle birlikte İslami güçler, desteklenmeye başlandı: “Ilımlı İslam”
terimi, ümmet, piyasa ve devlet arasındaki gerilimi yumuşatma girişimi olarak
ortaya çıktı. Bir yandan da modernizme yönelik “aşırıcı” tehdit ambalajına
sarılan radikal İslam veya köktendincilik gibi etiketlere başvurularak, rejimi
küresel kapitalizme uygun kıvama getirmek ve iç etmek, egemenlerin oyuncağı
kılmak için uğraşıldı. Bu süreçte sol, tümüyle marjinalleştirildi, redde
tabi tutuldu. Endonezya’da “Sınıf” terimi, siyaset ve sosyal bilimlerin
sözlüğünden çıkartıldı.
Bu
düzlemde İslam ve solun bir vakitler dünya sahnesinde kahramanca ve anlamlı bir
kolektif tarihi paylaştığı fikri, genellikle bir yanılsama, hatta düşünsel bir vehim
olarak görülüp reddedilir. Oysa Rıza’nın da gösterdiği gibi, bu ilişki, gerçek
tarihsel ve maddi patikalara sahiptir.
Terimler,
Analitik Pozisyonlar ve İslam-Sol Terkibi
“Sol”
terimi, Batı deneyiminden kaynaklanan tarihsel ve ideolojik bir yüke sahiptir.
Ben, şahsen “ilerici” terimini tercih ediyorum, ancak “Sol”, analitik bir
duruşu ve çağdaş politik-ekonomik uygulamalara bağlılığı temsil eden bir terim
haline geldiğinden, onu Hasan Hanefi’nin “İslami Sol” tabirinde yüklendiği
anlamla kullanmak mümkün.
İslam’ın
sol ile kaynaşması veya yakınlaşması, bir din olarak İslam’ın insan yapımı
fikirlerle aynı kefeye konduğu anlamına gelmez.
Solculuk,
bir inanç veya tevhidi duruş değil, analitik bir duruştur. Burada İslam, tüm
toplumsal gerçeklikleriyle Müslümanlar olarak bizim İslam’ımızın bir
ifadesidir.
Sömürgecilik
ve kapitalizm, yeryüzünde modern sömürü ve sömürgeleştirmeye yol açar. Bu sebeple
bizim, analiz alanında keskin bir neştere ihtiyacımız vardır. Bu neşter, teorik
zeminde güçlü ve etkili olmalı, kendisini felsefi tefekkürle, söylemle ve
hermenötik alanında sergilenen akrobasiyle sınırlamamalı, daha iyi bir dünyanın
inşası sürecini tahayyül edecek, direnişin stratejilerini ve ufkunu tayin
edecek bir rehber olarak iş görmelidir. İslam ve sol, tam da bu noktada bir
araya geliyor: teori, vizyon ve pratik, tüm sürtüşmelerine rağmen, bu zeminde birleşiyor.
Rıza’nın
Sol-İslam Çalışmaları Alanındaki Konumu
İslam
ve sol arasındaki ilişkiyi birçok akademisyen araştırmıştır. Bu akademisyenler,
tarihsel kaynakları inceler, inanç ve toplumsal eleştiri üzerine epistemik
gelenekler kurar ve İslam ile kurtuluş fikirlerini birbirine bağlayan düşünce
biçimleri geliştirirler. Bu konuda kaleme alınmış en yeni eserlerden biri de
Hongxuan Lin’in bağımsızlık mücadelesi döneminde Endonezya bağlamında bu
etkileşimi derinlemesine inceleyen Ummah Yet Proletariat: Islam, Marxism,
and the Making of the Indonesian Republic
[“Ümmet ama Proletarya: İslam, Marksizm ve
Endonezya Cumhuriyeti’nin Oluşumu -2023] adlı eseridir.
Muhammed
Rıza’nın çalışması ise farklı bir yaklaşım benimsiyor: İddialı bir monografi
veya tarih yazımı kaleme almak yerine, Endonezya tarihini anlamak için
alanların yeniden değerlendirilmeye açıldığı günümüzde temel, güncel ve fazlasıyla
ihtiyaç duyulan, kavramsal giriş niteliğini haiz bir derleme sunuyor. Kitap,
bugüne dair diri bir kaygıyla, Ahmet T. Kuru’nun Otoritarianisme dan
Ketertinggalan Dunia Muslim [“Müslüman Dünyasında Otoriterlik ve Geri
Kalmışlık”] adlı kitabına yönelik bir eleştiriyle başlıyor. Sorduğu basit ama
rahatsız edici soru şu: Halk ve Müslüman akademisyenler, Kuru’nun ifade ettiği,
İslam dünyasındaki gerilemeye yönelik liberal eleştiriyi neden bu kadar kolay
benimsedi? İslam dünyası tarihi hakkında neden başka alternatifler veya farklı
bakış açıları yokmuş gibi davranılıyor?
Bu
soru, günümüz Müslüman toplumlarının epistemik işlevi hakkında bir tartışmayı
başlatıyor: Müslüman toplumlarında, gerilemeyi İslam’ın kendi iç zayıflıklarına
bağlayan, onu çevreleyen sömürgecilik ve küresel kapitalizm yapılarını hesaba
katmayan liberal eleştirileri, kuzu kuzu kabul etme eğilimi baskın.
Solun
İslam dünyasına katkısının tarihine dair yüksek kaliteli, derinlikli ve zengin
araştırmalara dayanan çalışmalar görmezden geliniyor. Bu noktada ilgili
çalışmaların üzerini, liberal-seküler ideolojiye yönelik projelere akıtılan
cömert fonlar örtüyor.
Yorumculara
ve kamusal aydınlara çeviri projeleri, neo-emperyalizm yararına yurtdışı
bursları ve solcu düşüncenin zengin geleneğini hep birlikte silmek için uğraşan
kurumlar aracılığıyla liberal fikirleri yayma görevi tevdi ediliyor. Sonrasında
da sol gelenek, “salt” ideolojik, sekter, gayrı-demokratik, ateist, determinist
gibi yaftalar üzerinden karikatürleştiriliyor, şeytanlaştırılıp taşlanıyor.
Tarihsel
Anlatı: Sömürgecilik, Komünizm, Milliyetçilik
Rıza,
İslam dünyasının gerilemesinin temel nedeninin, Kuru’nun iddia ettiği gibi, din
adamlarının veya ordunun tahakkümü değil, sömürgecilik olduğunu ortaya koyuyor.
Sömürgeciliğin, Müslüman ülkeleri kapitalist bir ekonomik çerçeveye boyun
eğmeye zorlayan küresel bir liberalizm gücüne nasıl dönüştüğünü açıklıyor.
Bu
nedenle, ilgili kitap, İslam ile sömürgecilik, kapitalizm, komünizm ve
milliyetçilik arasındaki diyalektik yörünge etrafında yapılandırılmış yazıların
bir derlemesidir. Her bölüm, İslam’ın bu dış ve iç güçlerin baskılarına nasıl
tepki verdiğini ve bu baskılar tarafından nasıl şekillendirildiğini göstermek
üzere tasarlanmış.
Kitabın
“Filistin Bize Ait: İslam Dünyasında Emperyalizmin Kanlı Mirası” başlıklı kapanış
bölümü, dünya Müslümanlarının bugünle bağını kuran teorik bir müdahale olarak,
okurlara her daim dikkate alacakları bir pusula sunuyor. 1948’deki Nekbe’den,
Gazze’deki soykırıma şahit olduğumuz 2025’e dek uzanan sürece dair önemli
görüşler aktarıyor.
Filistin,
hâlâ kan kaybediyor. Ancak, kırklardan yetmişlere dek İslam dünyasında ekonomik
yaptırımlar, petrol ambargoları ve silahlı hareketlere destek yoluyla kendisini
ortaya koyma imkânı bulan direniş ruhu, bugün savunmasız ve kimsesiz. Bugün
Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler, onca zenginliğe rağmen, direniş konusunda
hiçbir tutkuya sahip değiller. Bu ülkeler, sözlü kınamanın ve boş laf üretmenin
ötesine geçemiyorlar. Özgürlük Filosu’na katılanların bu ülkelerin başındaki
isimlerden daha cesur oldukları görülüyor.
Muhammed
Rıza, neo-emperyalizme karşı direnişin bir hayal olmadığını hatırlatıyor. Bu
direniş, geçmişte Müslümanların can damarıydı. İslam dünyasının Gazze
soykırımına cevap üretememesi, zaten gerileme halinde olan İslam dünyasının
çöküşünün değil, İslam dünyasının “boşaldığının”, tasfiye edildiğinin bir
delilidir.
Müslümanlar,
bir zamanlar sömürgeciliğe Müslüman ülkelerle dayanışma içinde karşılık
verirken, şimdi Müslüman ülkelerin jeopolitik sonuçlarla yüzleşme konusunda
isteksiz davrandıklarına tanık oluyoruz. Retorik ve sözlü kınama, gerçek
direnişe kıyasla giderek zayıflıyor. Bu durum, basit bir gerileme değil, aynı
zamanda bir boşalmanın, tasfiyenin emaresi: “İslam dünyasının içi boşalıyor.”
Günümüze
ait göstergelere göre, bazı Müslüman çoğunluklu ülkeler altyapı ve ekonomi
sahasında hızla kalkınırlarken, bazıları da rejim mücadeleleri, kitlesel
protestolar ve hatta savaşın yarattığı kargaşanın içinde boğuluyorlar. Bu,
artık bir gerileme değil, insanların maddi ve manevi boyutlarını yöneten
bütüncül bir yapı olarak İslam’ın tasfiye edildiği bir gerçekliğe işaret ediyor.
Muhteşem camiler göğe yükselmeye devam ediyor, ancak yoksulluk, çevre tahribatı
ve yolsuzlukla alakalı sorunlar muktedirleri hâlâ rahatsız ediyor.
Devletin
başındakiler, kapitalist-emperyalist güçlerle ittifak yaptıklarında meşruiyet
zeminine ancak zulme karşı ezilenlerin ve hakikatin yanında saf tutan insanlar ve
din âlimleri üzerinden kavuşabilirler. Onların içerisinden bir bölüğü kendilerine
örgütlemek zorundadırlar. Tarih, bu sinerjinin gerçek olduğunu kaydeder.
Örneğin Endonezya’da, 1888’de Banten’de din âlimleri ile tarikat liderleri,
sömürgecilere karşı birleşik bir cephe kurmak için birleştiler. Aynı şekilde,
1926 Banten isyanı, din âlimlerinin, halktan yana saf tutan eşkıyaların,
komünistlerin ve halkın sömürgeciliğe ve komprador elitlere karşı kaynaşmasına
tanıklık etti. Bu bütünleşme, yalnızca sembolik bir ahlak anlayışının ürünü
değil, Hollanda sömürgeciliğinden doğan sınıf karşıtlıklarının eseriydi. Halk,
küresel pazar ve yerel aristokrasi için ucuz iş gücü haline gelmişti.
Dolayısıyla, gösterilen direniş, yalnızca manevi değil, aynı zamanda maddiydi
de; emperyalist sisteme karşı sergilenmiş bir sınıf cihadıydı söz konusu olan.
Eleştirel
Notlar
Bu
kitabın genişletilmesi veya derinleştirilmesi gereken bir dizi yönü olduğunu
düşünüyorum:
1.
“İslam Dünyası”nı Günümüz Bağlamında Yeniden Tanımlamak
İslam
dünyasının anlamını yeniden belirlemek gerekiyor. Klasik halifeler döneminden yirminci
yüzyılın başlarına kadar Müslüman toplumu ulusötesi bir ağa sahipti. Ancak
şimdi Müslüman toplum, sembolik siyasi merkezini kaybetti. Peki, jeopolitik
anlayışımız ve İslam dünyasına dair düşünce ufkumuz, hangi konjonktüre teslim
oldu, nasıl bir dönüşüm geçirdi?
Ortaçağ’dan
yirminci yüzyılın başlarına kadar, dağınık güç merkezlerine sahip, muhtelif
yerlerde hızla büyüyen, “halife” adı verilen bölgesel ve uluslararası bir güç
oluşumuna sahipken, Osmanlı Hanedanlığı’nın çöküşünden, Filistin’in sömürgecilerin
ve Siyonistlerin eline geçmesinden bu yana sembolümüzü ve temsil edilme
imkânımızı yitirdik.
Ellilerde
ve yetmişlerde Müslümanlar, Avrupa sömürgeciliğinin mirası olan modern ulus
devletler kurdular. İslam dünyasının hatıralarına ve kalıntılarına karşı
dayanışmaya karşı bir direniş vardı. Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde
devrimler ve silahlı direniş hareketlerine tanıklık edildi. Bu alacakaranlıktan
sonra, seksenlerde neoliberalizmin şafağında, “İslam dünyası”, esas olarak
sınıf, etnik köken, mezhep ve ulus farklılıklarıyla bölünmüş “Müslümanlar”dan
ibaret görünüyordu. “Ümerâ” ve “ulema” meşruiyetini yitirmişti ve artık
halifelik döneminde olduğu gibi tek başına otoriteye sahip değildi.
Sömürgecilik,
İslam’ın toplumsal, resmi hukuki ve siyasi altyapısını yok etti. Şeriat, kısmi
bir normatif hukuka indirgendi; halifelik söylemi sıklıkla suç sayıldı. Buna
karşılık, kavramsal düzlemde ve pratikte aslında engin ve çeşitli olan “demokrasi”,
ideolojik bir değerlendirme yapılmadan ve altta yatan varsayımları
sorgulanmadan, evrensel ve apaçık doğru kabul edildi. Kapitalizm, insanların
yaşamlarına sızarak onları küresel proletaryaya bağladı.
2.
“İslam ve Komünizmin Yükselişi”ni Bilgi Projesine Bağlamak
İslam
ve komünizmin kaynaşması denilen konu başlığı, tarihsel bir moment,
sömürgeciliğin, kapitalizmin ve küresel çatışmanın sınır ötesi dayanışma için
alan yarattığı dönem üzerinden ele alınmalıdır. Asya, Afrika ve Ortadoğu’da
devrimler ve ayaklanmalar yaşandı. Sosyalist feminist dalga da kurtuluş
söylemini zenginleştirdi.
John
Sidel, Republicanism, Communism, Islam: Cosmopolitan Origins of Revolution
in Southeast Asia [“Cumhuriyetçilik, Komünizm, İslam: Güneydoğu Asya’da
Devrimin Kozmopolit Kökenleri” -2021] adlı kitabında, devrim ve milliyetçilik
fikirlerinin sömürgecilik zemininde nasıl bütünleştiğini anlatıyor. Hac
yolculuğu, ulusötesi fikirlerin pekiştirildiği bir alan haline geldi. Avrupa’da
eğitim gören Müslüman aydınlar, küresel kurtuluş hareketleriyle bağlantılar
kurdular. Bolşeviklerle dayanışma, yalnızca pragmatik bir siyasi strateji
değil, aynı zamanda küresel ihtiyaçların bir tezahürü ve emperyalizme karşı bir
direniş cephesi teşkil ediyordu. Bu dönem, Marx ve Engels’in çevrildiği ve
sömürge dünyasındaki ilerici Müslüman hareketleri etkilediği dönemdi.
İslam
ve komünizmin kaynaşması, oportünist bir eyleme indirgenemez. Bu, bir düşünce
çalışmasıdır: İslami adalet değerlerini tarihsel materyalizm çerçevesinde
sentezleme girişimidir. Bu nedenle, İslam’ın Komünizm, Sosyalizm ve Marksizm
ile başarılı bir şekilde kaynaşmasını, anti-emperyalist duyguları oportünist
bir yerden istismar etme girişimi veya taktiksel bir hamle olarak görmemek gerekir.
Bu kaynaşma, tarihsel bir tesadüf veya iki unsurun teslim olduğu oportünist bir
boyut değildir.
Teori
ve ideoloji olmasaydı, her yerdeki direniş güçleri, tarih boyunca tanık
olduğumuz direnç ve genişlemeden yoksun kalırlardı. Bu kaynaşma zemini, bir
bilgi projesinin geliştirilmesiyle, İslami düşünce ve değerlerin sol düşünce
gelenekleriyle sentezlenmesine yönelik ciddi bir çaba sayesinde genişleyebilir.
Her iki taraf böylesi bir zeminde, düşüncelerinin temeli olarak felsefe,
siyaset ve ekonomi alanlarındaki entelektüel çalışmaları titizlikle düzenler,
seçer ve yürütürler.
Hacı
Misbah, Tan Malaka, Hasan Hanefi ve Ali Şeriati gibi isimler, dinin ve sınıf
mücadelesinin ortak bir kurtuluş ufkunda birleştirilebileceğini gösterdiler.
Nitekim, Rus Devrimi ile aynı zamana denk gelen 1917 Sarekat İslam Kongresi,
fikirlerin sinerjisinin bir göstergesiydi: O dönemde Kızıl Sarekat İslam,
kapitalizmi haram bir sistem ilân etmiş, bir sömürü biçimi olarak görmüş,
ahlaki ve rasyonel argümanları bir araya getirmişti.
3.
Kapitalizmin Derinlemesine Analizi
Her
ne kadar bu kitap, sömürgeciliği ele alsa da, kapitalizme neredeyse hiç değinmese
de, ona dair inceleme konusunda önemli bir alan açmaktadır. Bunun nedeni,
sömürgeciliğin sömürgeci kapitalizmin mantığından ayrılamaz olmasıdır. Seyyid Hüseyin
Alatas, The Myth of the Lazy Native [“Tembel Yerli Efsanesi” -1977] adlı
eserinde, sömürgeciliğin, sömürge zenginliğinin sömürülmesi yoluyla sermaye
birikiminin bir ifadesi olduğunu ileri sürer.
Rıza,
Hollanda sömürgeciliğinin Hindistan ve Gowa’yı sömürmesini örnek olarak verir.
Gowa’da Hollandalılar tekeller kurdu, şiddet uyguladı ve katliamlar
gerçekleştirdi; bunlar, daha önce takımadaların yerel ekonomik yapısında nadir
görülen uygulamalardı. Benzer şekilde, Cava’daki 1830-1870 arası dönemde hüküm
süren zorla ekim sistemi, Cornelis Fasseur’un The Politics of Colonial
Exploitation: Java, The Dutch and The Cultivation System [“Sömürgelerde
Sömürünün Siyaseti: Cava, Hollandalılar ve Tarım Sistemi -1994] adlı kitabında
ortaya koyduğu gibi, Cava halkına hiçbir ilerleme sağlamadan, bir zamanlar
Hollanda devletinin gelirinin neredeyse yarısına katkıda bulunuyordu. Hollanda’nın
bu geliri, Cava’daki çiftçilerin zorla ekim yoluyla ürettikleri şeker ve
kahvenin doğrudan sonucuydu. Bu ürünler, o dönemde dünya pazarında satılıyordu.
Hollanda’da kanal ve demiryollarının inşası, bu satıştan elde edilen kârlarla
finanse edildi.
Sonuç
olarak kıtlık, hastalık ve yoksulluk yayıldı. Ben White, In the Shadow of
Agriculture: Economic Diversification and Agrarian Change in Java, 1900-1990
[“Tarımın Gölgesinde: Cava’da Ekonomik Çeşitlendirme ve Tarımsal Değişim,
1900-1990 -1991] adlı eserinde, 1905 yılına gelindiğinde Cava halkının yaklaşık
%40’ının topraksız olduğunu aktarıyor. Dahası, sömürge sonrası dönemde, Yeni
Düzen dönemindeki Yeşil Devrim, başlangıçta tarımsal modernleşmenin bir aracı
olarak görülse de, kapitalistler ile küçük çiftçiler arasındaki sınıf farkını
derinleştirdi. Bir sonraki dalga, seksenlerde yeniden yapılandırma ve
özelleştirme yoluyla ortaya çıktı, Müslüman ülkeleri borç ve dışa bağımlılık
batağına sürükledi. Müslümanlar, artık günlük hayatın maddi mücadeleleri içinde
tecrit edilmiş durumda.
Bu
sömürünün açık bir maddi temeli vardı: Merkezi hükümetin çıkarı için sömürge
topraklarından artı değer ve artı üretim elde etmek amacıyla iktidarın
genişletilmesi. Kapitalizmin mantığı, sömürgeciliğin temel itici gücüydü. Bu
nedenle, Batılı ülkelerin refaha kavuşurken sömürgelerin yoksullaşmaya devam
etmesi şaşırtıcı değildir. Sömürgeci kapitalizm, bu yaklaşımla bir sömürü
yapısı yarattı: iktidarın merkezinde sermaye birikimi için bilimi, teknolojiyi,
emeği ve üretim ilişkilerini tekeline aldı.
Tarihin
Siyasi Maddiyatla Uzlaştırılması
Artık
ulus-devletin modern medeniyetin baskın biçimi haline geldiği ve sömürgeciliğin
kültürel-ekonomik bir hegemonyaya dönüştüğü olgun bir kapitalizm çağında
yaşıyoruz. Ancak tarih, her tahakkümün içinde her zaman çatlaklar, duyarlılık,
farkındalık ve direniş için alanlar olduğunu öğretir. Çağdaş İslam dünyasının
yükselişini, kapitalizmi, mekanizmalarını, toplumsal ilişkilerini ve
çelişkilerini anlamadan hayal etmek imkânsızdır. Hayali anlatıların temellerini
sağlam tutmak için tarihi maddi analizle ilişkilendirmeliyiz. Tarihsel
materyalist yöntemin önemi budur; yani tarih, geçmişi yalnızca betimlemek veya
romantikleştirmekle kalmaz, aynı zamanda üretim ilişkilerini, çalışma
koşullarını, sınıf yapılarını ve günümüz insanlarının yaşam alanlarının
dönüşümünü de incelemelidir. Ancak o zaman kapitalizmin “iyi” ve “İslami”
olduğu mitine meydan okuyabilir, böylece mücadelenin ufuklarını ve yönlerini
genişletebiliriz.
Sejarah
Kiri Dunia Islam isimli kitap, yalnızca teorik bir değerlendirme değil,
aynı zamanda yeni bir entelektüel-pratik ajandaya açılan kapı. Kitap, İslam ve solun,
aralarındaki tüm gerilimlere rağmen, hâlen daha adil, eşitlikçi ve inançlı bir
dünya tahayyül etme potansiyeline sahip olduğunu vurguluyor.
Dileğim,
Muhammed Rıza’nın çalışmalarının sosyal bilgiler, siyaset bilimi, felsefe,
tarih ve İslam araştırmaları fakültelerinde ders kitabı haline gelmesi yönünde.
İnşallah Müslüman gençler, duru bir imanla, yan yana gelerek, cesaretle ve
gerçekleri yalın bir dille ortaya koyan analizle kendi tarihlerini yeniden
yazarlar.
Rızkı Ameliye Afiyet
10 Ekim 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder