14 Aralık 2025

, ,

İslam, Sol ve Sömürgecilik

Sejarah Kiri Dunia Islam [“Dünyada İslami Solun Tarihi”] adlı kitap, Muhammed Rıza’nın, tarihe dair hâkim tasvirlerle, bunun yanında, İslami düşünce ve hareketleri sol geleneklerle (Marksizm, Sosyalizm ve Komünizmle) dünya genelinde ve özelde Endonezya’da kaynaştıran pratiklerin sistematik olarak marjinalleştirilmesine dair düşüncelerinin bir derlemesini içeriyor.

1965’ten sonra sadece sol gelenek susturulmadı; Yeni Düzen rejimine meydan okuduğu, onu sorguladığı veya eleştirdiği düşünülen her türden düşünce, dernek ve hareket de susturuldu. Susturulanlara, alternatif bir siyasi güç olarak İslam da dâhildi. Ancak seksenlerle birlikte İslami güçler, desteklenmeye başlandı: “Ilımlı İslam” terimi, ümmet, piyasa ve devlet arasındaki gerilimi yumuşatma girişimi olarak ortaya çıktı. Bir yandan da modernizme yönelik “aşırıcı” tehdit ambalajına sarılan radikal İslam veya köktendincilik gibi etiketlere başvurularak, rejimi küresel kapitalizme uygun kıvama getirmek ve iç etmek, egemenlerin oyuncağı kılmak için uğraşıldı. Bu süreçte sol, tümüyle marjinalleştirildi, redde tabi tutuldu. Endonezya’da “Sınıf” terimi, siyaset ve sosyal bilimlerin sözlüğünden çıkartıldı.

Bu düzlemde İslam ve solun bir vakitler dünya sahnesinde kahramanca ve anlamlı bir kolektif tarihi paylaştığı fikri, genellikle bir yanılsama, hatta düşünsel bir vehim olarak görülüp reddedilir. Oysa Rıza’nın da gösterdiği gibi, bu ilişki, gerçek tarihsel ve maddi patikalara sahiptir.

Terimler, Analitik Pozisyonlar ve İslam-Sol Terkibi

“Sol” terimi, Batı deneyiminden kaynaklanan tarihsel ve ideolojik bir yüke sahiptir. Ben, şahsen “ilerici” terimini tercih ediyorum, ancak “Sol”, analitik bir duruşu ve çağdaş politik-ekonomik uygulamalara bağlılığı temsil eden bir terim haline geldiğinden, onu Hasan Hanefi’nin “İslami Sol” tabirinde yüklendiği anlamla kullanmak mümkün.

İslam’ın sol ile kaynaşması veya yakınlaşması, bir din olarak İslam’ın insan yapımı fikirlerle aynı kefeye konduğu anlamına gelmez.

Solculuk, bir inanç veya tevhidi duruş değil, analitik bir duruştur. Burada İslam, tüm toplumsal gerçeklikleriyle Müslümanlar olarak bizim İslam’ımızın bir ifadesidir.

Sömürgecilik ve kapitalizm, yeryüzünde modern sömürü ve sömürgeleştirmeye yol açar. Bu sebeple bizim, analiz alanında keskin bir neştere ihtiyacımız vardır. Bu neşter, teorik zeminde güçlü ve etkili olmalı, kendisini felsefi tefekkürle, söylemle ve hermenötik alanında sergilenen akrobasiyle sınırlamamalı, daha iyi bir dünyanın inşası sürecini tahayyül edecek, direnişin stratejilerini ve ufkunu tayin edecek bir rehber olarak iş görmelidir. İslam ve sol, tam da bu noktada bir araya geliyor: teori, vizyon ve pratik, tüm sürtüşmelerine rağmen, bu zeminde birleşiyor.

Rıza’nın Sol-İslam Çalışmaları Alanındaki Konumu

İslam ve sol arasındaki ilişkiyi birçok akademisyen araştırmıştır. Bu akademisyenler, tarihsel kaynakları inceler, inanç ve toplumsal eleştiri üzerine epistemik gelenekler kurar ve İslam ile kurtuluş fikirlerini birbirine bağlayan düşünce biçimleri geliştirirler. Bu konuda kaleme alınmış en yeni eserlerden biri de Hongxuan Lin’in bağımsızlık mücadelesi döneminde Endonezya bağlamında bu etkileşimi derinlemesine inceleyen Ummah Yet Proletariat: Islam, Marxism, and the Making of the Indonesian Republic

 [“Ümmet ama Proletarya: İslam, Marksizm ve Endonezya Cumhuriyeti’nin Oluşumu -2023] adlı eseridir.

Muhammed Rıza’nın çalışması ise farklı bir yaklaşım benimsiyor: İddialı bir monografi veya tarih yazımı kaleme almak yerine, Endonezya tarihini anlamak için alanların yeniden değerlendirilmeye açıldığı günümüzde temel, güncel ve fazlasıyla ihtiyaç duyulan, kavramsal giriş niteliğini haiz bir derleme sunuyor. Kitap, bugüne dair diri bir kaygıyla, Ahmet T. Kuru’nun Otoritarianisme dan Ketertinggalan Dunia Muslim [“Müslüman Dünyasında Otoriterlik ve Geri Kalmışlık”] adlı kitabına yönelik bir eleştiriyle başlıyor. Sorduğu basit ama rahatsız edici soru şu: Halk ve Müslüman akademisyenler, Kuru’nun ifade ettiği, İslam dünyasındaki gerilemeye yönelik liberal eleştiriyi neden bu kadar kolay benimsedi? İslam dünyası tarihi hakkında neden başka alternatifler veya farklı bakış açıları yokmuş gibi davranılıyor?

Bu soru, günümüz Müslüman toplumlarının epistemik işlevi hakkında bir tartışmayı başlatıyor: Müslüman toplumlarında, gerilemeyi İslam’ın kendi iç zayıflıklarına bağlayan, onu çevreleyen sömürgecilik ve küresel kapitalizm yapılarını hesaba katmayan liberal eleştirileri, kuzu kuzu kabul etme eğilimi baskın.

Solun İslam dünyasına katkısının tarihine dair yüksek kaliteli, derinlikli ve zengin araştırmalara dayanan çalışmalar görmezden geliniyor. Bu noktada ilgili çalışmaların üzerini, liberal-seküler ideolojiye yönelik projelere akıtılan cömert fonlar örtüyor.

Yorumculara ve kamusal aydınlara çeviri projeleri, neo-emperyalizm yararına yurtdışı bursları ve solcu düşüncenin zengin geleneğini hep birlikte silmek için uğraşan kurumlar aracılığıyla liberal fikirleri yayma görevi tevdi ediliyor. Sonrasında da sol gelenek, “salt” ideolojik, sekter, gayrı-demokratik, ateist, determinist gibi yaftalar üzerinden karikatürleştiriliyor, şeytanlaştırılıp taşlanıyor.

Tarihsel Anlatı: Sömürgecilik, Komünizm, Milliyetçilik

Rıza, İslam dünyasının gerilemesinin temel nedeninin, Kuru’nun iddia ettiği gibi, din adamlarının veya ordunun tahakkümü değil, sömürgecilik olduğunu ortaya koyuyor. Sömürgeciliğin, Müslüman ülkeleri kapitalist bir ekonomik çerçeveye boyun eğmeye zorlayan küresel bir liberalizm gücüne nasıl dönüştüğünü açıklıyor.

Bu nedenle, ilgili kitap, İslam ile sömürgecilik, kapitalizm, komünizm ve milliyetçilik arasındaki diyalektik yörünge etrafında yapılandırılmış yazıların bir derlemesidir. Her bölüm, İslam’ın bu dış ve iç güçlerin baskılarına nasıl tepki verdiğini ve bu baskılar tarafından nasıl şekillendirildiğini göstermek üzere tasarlanmış.

Kitabın “Filistin Bize Ait: İslam Dünyasında Emperyalizmin Kanlı Mirası” başlıklı kapanış bölümü, dünya Müslümanlarının bugünle bağını kuran teorik bir müdahale olarak, okurlara her daim dikkate alacakları bir pusula sunuyor. 1948’deki Nekbe’den, Gazze’deki soykırıma şahit olduğumuz 2025’e dek uzanan sürece dair önemli görüşler aktarıyor.

Filistin, hâlâ kan kaybediyor. Ancak, kırklardan yetmişlere dek İslam dünyasında ekonomik yaptırımlar, petrol ambargoları ve silahlı hareketlere destek yoluyla kendisini ortaya koyma imkânı bulan direniş ruhu, bugün savunmasız ve kimsesiz. Bugün Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler, onca zenginliğe rağmen, direniş konusunda hiçbir tutkuya sahip değiller. Bu ülkeler, sözlü kınamanın ve boş laf üretmenin ötesine geçemiyorlar. Özgürlük Filosu’na katılanların bu ülkelerin başındaki isimlerden daha cesur oldukları görülüyor.

Muhammed Rıza, neo-emperyalizme karşı direnişin bir hayal olmadığını hatırlatıyor. Bu direniş, geçmişte Müslümanların can damarıydı. İslam dünyasının Gazze soykırımına cevap üretememesi, zaten gerileme halinde olan İslam dünyasının çöküşünün değil, İslam dünyasının “boşaldığının”, tasfiye edildiğinin bir delilidir.

Müslümanlar, bir zamanlar sömürgeciliğe Müslüman ülkelerle dayanışma içinde karşılık verirken, şimdi Müslüman ülkelerin jeopolitik sonuçlarla yüzleşme konusunda isteksiz davrandıklarına tanık oluyoruz. Retorik ve sözlü kınama, gerçek direnişe kıyasla giderek zayıflıyor. Bu durum, basit bir gerileme değil, aynı zamanda bir boşalmanın, tasfiyenin emaresi: “İslam dünyasının içi boşalıyor.”

Günümüze ait göstergelere göre, bazı Müslüman çoğunluklu ülkeler altyapı ve ekonomi sahasında hızla kalkınırlarken, bazıları da rejim mücadeleleri, kitlesel protestolar ve hatta savaşın yarattığı kargaşanın içinde boğuluyorlar. Bu, artık bir gerileme değil, insanların maddi ve manevi boyutlarını yöneten bütüncül bir yapı olarak İslam’ın tasfiye edildiği bir gerçekliğe işaret ediyor. Muhteşem camiler göğe yükselmeye devam ediyor, ancak yoksulluk, çevre tahribatı ve yolsuzlukla alakalı sorunlar muktedirleri hâlâ rahatsız ediyor.

Devletin başındakiler, kapitalist-emperyalist güçlerle ittifak yaptıklarında meşruiyet zeminine ancak zulme karşı ezilenlerin ve hakikatin yanında saf tutan insanlar ve din âlimleri üzerinden kavuşabilirler. Onların içerisinden bir bölüğü kendilerine örgütlemek zorundadırlar. Tarih, bu sinerjinin gerçek olduğunu kaydeder. Örneğin Endonezya’da, 1888’de Banten’de din âlimleri ile tarikat liderleri, sömürgecilere karşı birleşik bir cephe kurmak için birleştiler. Aynı şekilde, 1926 Banten isyanı, din âlimlerinin, halktan yana saf tutan eşkıyaların, komünistlerin ve halkın sömürgeciliğe ve komprador elitlere karşı kaynaşmasına tanıklık etti. Bu bütünleşme, yalnızca sembolik bir ahlak anlayışının ürünü değil, Hollanda sömürgeciliğinden doğan sınıf karşıtlıklarının eseriydi. Halk, küresel pazar ve yerel aristokrasi için ucuz iş gücü haline gelmişti. Dolayısıyla, gösterilen direniş, yalnızca manevi değil, aynı zamanda maddiydi de; emperyalist sisteme karşı sergilenmiş bir sınıf cihadıydı söz konusu olan.

Eleştirel Notlar

Bu kitabın genişletilmesi veya derinleştirilmesi gereken bir dizi yönü olduğunu düşünüyorum:

1. “İslam Dünyası”nı Günümüz Bağlamında Yeniden Tanımlamak

İslam dünyasının anlamını yeniden belirlemek gerekiyor. Klasik halifeler döneminden yirminci yüzyılın başlarına kadar Müslüman toplumu ulusötesi bir ağa sahipti. Ancak şimdi Müslüman toplum, sembolik siyasi merkezini kaybetti. Peki, jeopolitik anlayışımız ve İslam dünyasına dair düşünce ufkumuz, hangi konjonktüre teslim oldu, nasıl bir dönüşüm geçirdi?

Ortaçağ’dan yirminci yüzyılın başlarına kadar, dağınık güç merkezlerine sahip, muhtelif yerlerde hızla büyüyen, “halife” adı verilen bölgesel ve uluslararası bir güç oluşumuna sahipken, Osmanlı Hanedanlığı’nın çöküşünden, Filistin’in sömürgecilerin ve Siyonistlerin eline geçmesinden bu yana sembolümüzü ve temsil edilme imkânımızı yitirdik.

Ellilerde ve yetmişlerde Müslümanlar, Avrupa sömürgeciliğinin mirası olan modern ulus devletler kurdular. İslam dünyasının hatıralarına ve kalıntılarına karşı dayanışmaya karşı bir direniş vardı. Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde devrimler ve silahlı direniş hareketlerine tanıklık edildi. Bu alacakaranlıktan sonra, seksenlerde neoliberalizmin şafağında, “İslam dünyası”, esas olarak sınıf, etnik köken, mezhep ve ulus farklılıklarıyla bölünmüş “Müslümanlar”dan ibaret görünüyordu. “Ümerâ” ve “ulema” meşruiyetini yitirmişti ve artık halifelik döneminde olduğu gibi tek başına otoriteye sahip değildi.

Sömürgecilik, İslam’ın toplumsal, resmi hukuki ve siyasi altyapısını yok etti. Şeriat, kısmi bir normatif hukuka indirgendi; halifelik söylemi sıklıkla suç sayıldı. Buna karşılık, kavramsal düzlemde ve pratikte aslında engin ve çeşitli olan “demokrasi”, ideolojik bir değerlendirme yapılmadan ve altta yatan varsayımları sorgulanmadan, evrensel ve apaçık doğru kabul edildi. Kapitalizm, insanların yaşamlarına sızarak onları küresel proletaryaya bağladı.

2. “İslam ve Komünizmin Yükselişi”ni Bilgi Projesine Bağlamak

İslam ve komünizmin kaynaşması denilen konu başlığı, tarihsel bir moment, sömürgeciliğin, kapitalizmin ve küresel çatışmanın sınır ötesi dayanışma için alan yarattığı dönem üzerinden ele alınmalıdır. Asya, Afrika ve Ortadoğu’da devrimler ve ayaklanmalar yaşandı. Sosyalist feminist dalga da kurtuluş söylemini zenginleştirdi.

John Sidel, Republicanism, Communism, Islam: Cosmopolitan Origins of Revolution in Southeast Asia [“Cumhuriyetçilik, Komünizm, İslam: Güneydoğu Asya’da Devrimin Kozmopolit Kökenleri” -2021] adlı kitabında, devrim ve milliyetçilik fikirlerinin sömürgecilik zemininde nasıl bütünleştiğini anlatıyor. Hac yolculuğu, ulusötesi fikirlerin pekiştirildiği bir alan haline geldi. Avrupa’da eğitim gören Müslüman aydınlar, küresel kurtuluş hareketleriyle bağlantılar kurdular. Bolşeviklerle dayanışma, yalnızca pragmatik bir siyasi strateji değil, aynı zamanda küresel ihtiyaçların bir tezahürü ve emperyalizme karşı bir direniş cephesi teşkil ediyordu. Bu dönem, Marx ve Engels’in çevrildiği ve sömürge dünyasındaki ilerici Müslüman hareketleri etkilediği dönemdi.

İslam ve komünizmin kaynaşması, oportünist bir eyleme indirgenemez. Bu, bir düşünce çalışmasıdır: İslami adalet değerlerini tarihsel materyalizm çerçevesinde sentezleme girişimidir. Bu nedenle, İslam’ın Komünizm, Sosyalizm ve Marksizm ile başarılı bir şekilde kaynaşmasını, anti-emperyalist duyguları oportünist bir yerden istismar etme girişimi veya taktiksel bir hamle olarak görmemek gerekir. Bu kaynaşma, tarihsel bir tesadüf veya iki unsurun teslim olduğu oportünist bir boyut değildir.

Teori ve ideoloji olmasaydı, her yerdeki direniş güçleri, tarih boyunca tanık olduğumuz direnç ve genişlemeden yoksun kalırlardı. Bu kaynaşma zemini, bir bilgi projesinin geliştirilmesiyle, İslami düşünce ve değerlerin sol düşünce gelenekleriyle sentezlenmesine yönelik ciddi bir çaba sayesinde genişleyebilir. Her iki taraf böylesi bir zeminde, düşüncelerinin temeli olarak felsefe, siyaset ve ekonomi alanlarındaki entelektüel çalışmaları titizlikle düzenler, seçer ve yürütürler.

Hacı Misbah, Tan Malaka, Hasan Hanefi ve Ali Şeriati gibi isimler, dinin ve sınıf mücadelesinin ortak bir kurtuluş ufkunda birleştirilebileceğini gösterdiler. Nitekim, Rus Devrimi ile aynı zamana denk gelen 1917 Sarekat İslam Kongresi, fikirlerin sinerjisinin bir göstergesiydi: O dönemde Kızıl Sarekat İslam, kapitalizmi haram bir sistem ilân etmiş, bir sömürü biçimi olarak görmüş, ahlaki ve rasyonel argümanları bir araya getirmişti.

3. Kapitalizmin Derinlemesine Analizi

Her ne kadar bu kitap, sömürgeciliği ele alsa da, kapitalizme neredeyse hiç değinmese de, ona dair inceleme konusunda önemli bir alan açmaktadır. Bunun nedeni, sömürgeciliğin sömürgeci kapitalizmin mantığından ayrılamaz olmasıdır. Seyyid Hüseyin Alatas, The Myth of the Lazy Native [“Tembel Yerli Efsanesi” -1977] adlı eserinde, sömürgeciliğin, sömürge zenginliğinin sömürülmesi yoluyla sermaye birikiminin bir ifadesi olduğunu ileri sürer.

Rıza, Hollanda sömürgeciliğinin Hindistan ve Gowa’yı sömürmesini örnek olarak verir. Gowa’da Hollandalılar tekeller kurdu, şiddet uyguladı ve katliamlar gerçekleştirdi; bunlar, daha önce takımadaların yerel ekonomik yapısında nadir görülen uygulamalardı. Benzer şekilde, Cava’daki 1830-1870 arası dönemde hüküm süren zorla ekim sistemi, Cornelis Fasseur’un The Politics of Colonial Exploitation: Java, The Dutch and The Cultivation System [“Sömürgelerde Sömürünün Siyaseti: Cava, Hollandalılar ve Tarım Sistemi -1994] adlı kitabında ortaya koyduğu gibi, Cava halkına hiçbir ilerleme sağlamadan, bir zamanlar Hollanda devletinin gelirinin neredeyse yarısına katkıda bulunuyordu. Hollanda’nın bu geliri, Cava’daki çiftçilerin zorla ekim yoluyla ürettikleri şeker ve kahvenin doğrudan sonucuydu. Bu ürünler, o dönemde dünya pazarında satılıyordu. Hollanda’da kanal ve demiryollarının inşası, bu satıştan elde edilen kârlarla finanse edildi.

Sonuç olarak kıtlık, hastalık ve yoksulluk yayıldı. Ben White, In the Shadow of Agriculture: Economic Diversification and Agrarian Change in Java, 1900-1990 [“Tarımın Gölgesinde: Cava’da Ekonomik Çeşitlendirme ve Tarımsal Değişim, 1900-1990 -1991] adlı eserinde, 1905 yılına gelindiğinde Cava halkının yaklaşık %40’ının topraksız olduğunu aktarıyor. Dahası, sömürge sonrası dönemde, Yeni Düzen dönemindeki Yeşil Devrim, başlangıçta tarımsal modernleşmenin bir aracı olarak görülse de, kapitalistler ile küçük çiftçiler arasındaki sınıf farkını derinleştirdi. Bir sonraki dalga, seksenlerde yeniden yapılandırma ve özelleştirme yoluyla ortaya çıktı, Müslüman ülkeleri borç ve dışa bağımlılık batağına sürükledi. Müslümanlar, artık günlük hayatın maddi mücadeleleri içinde tecrit edilmiş durumda.

Bu sömürünün açık bir maddi temeli vardı: Merkezi hükümetin çıkarı için sömürge topraklarından artı değer ve artı üretim elde etmek amacıyla iktidarın genişletilmesi. Kapitalizmin mantığı, sömürgeciliğin temel itici gücüydü. Bu nedenle, Batılı ülkelerin refaha kavuşurken sömürgelerin yoksullaşmaya devam etmesi şaşırtıcı değildir. Sömürgeci kapitalizm, bu yaklaşımla bir sömürü yapısı yarattı: iktidarın merkezinde sermaye birikimi için bilimi, teknolojiyi, emeği ve üretim ilişkilerini tekeline aldı.

Tarihin Siyasi Maddiyatla Uzlaştırılması

Artık ulus-devletin modern medeniyetin baskın biçimi haline geldiği ve sömürgeciliğin kültürel-ekonomik bir hegemonyaya dönüştüğü olgun bir kapitalizm çağında yaşıyoruz. Ancak tarih, her tahakkümün içinde her zaman çatlaklar, duyarlılık, farkındalık ve direniş için alanlar olduğunu öğretir. Çağdaş İslam dünyasının yükselişini, kapitalizmi, mekanizmalarını, toplumsal ilişkilerini ve çelişkilerini anlamadan hayal etmek imkânsızdır. Hayali anlatıların temellerini sağlam tutmak için tarihi maddi analizle ilişkilendirmeliyiz. Tarihsel materyalist yöntemin önemi budur; yani tarih, geçmişi yalnızca betimlemek veya romantikleştirmekle kalmaz, aynı zamanda üretim ilişkilerini, çalışma koşullarını, sınıf yapılarını ve günümüz insanlarının yaşam alanlarının dönüşümünü de incelemelidir. Ancak o zaman kapitalizmin “iyi” ve “İslami” olduğu mitine meydan okuyabilir, böylece mücadelenin ufuklarını ve yönlerini genişletebiliriz.

Sejarah Kiri Dunia Islam isimli kitap, yalnızca teorik bir değerlendirme değil, aynı zamanda yeni bir entelektüel-pratik ajandaya açılan kapı. Kitap, İslam ve solun, aralarındaki tüm gerilimlere rağmen, hâlen daha adil, eşitlikçi ve inançlı bir dünya tahayyül etme potansiyeline sahip olduğunu vurguluyor.

Dileğim, Muhammed Rıza’nın çalışmalarının sosyal bilgiler, siyaset bilimi, felsefe, tarih ve İslam araştırmaları fakültelerinde ders kitabı haline gelmesi yönünde. İnşallah Müslüman gençler, duru bir imanla, yan yana gelerek, cesaretle ve gerçekleri yalın bir dille ortaya koyan analizle kendi tarihlerini yeniden yazarlar.

Rızkı Ameliye Afiyet
10 Ekim 2025
Kaynak

0 Yorum: