02 Kasım 2025

, ,

Hz. Muhammed Gazze’yi Görse Ne Yapardı?


Bu soru, bir vakitler Batı’daki liberal Müslümanların gözde sloganı, şüpheye karşı başvurdukları tılsımları, Guantanamo’dan ücretsiz çıkış kartlarıydı. 11 Eylül’ün gölgesinde Müslümanlar, havaalanlarında çıplak aramaya tabi tutulurlarken, sınırlarda sorguya çekilirlerken ve mahallelerinde toplanıp karakola götürülürken, Batılı Müslüman liderler, bu soruyu durmadan papağan gibi tekrarlayıp duruyorlardı. Bu, onların kalkanı, mantrası, “medeni” dünyaya aslında kana susamış vahşiler olmadıklarını çaresizce kanıtlama çabalarıydı. Hz. Muhammed'in (sav) şefkatli, hoşgörülü, sabırlı, merhametli, sonsuz bağışlayıcı olduğunu söylediler; savaşçıdan çok yoga eğitmeni, devlet adamından çok rahipti O. Bu sebeple, her Cuma vaazında, farklı dinlere mensup temsilcilerin katıldıkları akşam yemekleri ve açık oturumlarda, aynı teskin edici soruyu sorup durmak zorunda kalıyorlardı: “Hz. Muhammed ne yapardı?”

Oysa bugün her yanı tuhaf bir sessizlik örtüsü kaplamış. Gazze yanıyor, Filistinliler, yirminci yüzyılın en karanlık dönemlerini hatırlatan sayılarda aç bırakılıp katlediliyorlar, ama nasıl oluyorsa, o “iyi” Müslümanlar, liberal Müslümanlar, ılımlılar, dinler arası ahengin yorulmak bilmez elçileri, en sevdikleri soruyu aniden unutuverdiler. Artık kimse, Hz. Muhammed’in soykırım karşısında ne yapacağını sormak istemiyor. Neden? Çünkü cevap çok açık ve fazlasıyla rahatsız edici.

11 Eylül Sonrası Hz. Muhammed: Barışçılığın Maskotu

Bağlamı hatırlayalım. 11 Eylül’den sonra Batı’daki Müslüman liderler, “Peygamber’i barışçılaştırma” konusunda yoğun bir yarış içerisine girdiler. O, artık ordular kuran, anlaşmalar yapan, toplumunu savunan ve saldırılara güçle karşılık veren bir insan değildi. Artık Hz. Muhammed, barış yanlısı bir evliya olarak anılıyordu. Hakaretler karşısındaki sabrı yüceltiliyordu. Düşmanlarını affettiğine dair olaylara sürekli atıfta bulunuluyordu. Nefs mücadelesine (cihad-ı nefs) yaptığı vurgu, bahsedilmeye değer “tek” cihada dönüşmüştü.

Amaç apaçık ortadaydı: Batı kamuoyunu, Müslümanların saatli bomba olmadığına ikna etmek. “Gördünüz mü?” diye yalvardı bu Müslümanlar, “Peygamberimiz, tıpkı sizin İsa’nız gibi, barışçı, bağışlayıcı, şiddetten uzak.” Bu koşullarda “Hz. Muhammed ne yapardı?” sorusu, “Hz. İsa ne yapardı?” sorusunun Müslüman versiyonu haline gelmişti. Araba tamponlarına yapıştırılan çıkartmalara ve gençlik gruplarının giydiği tişörtlere cuk oturan çok hoş bir slogandı bu.

Tamamen samimiyetsiz de değildi. Hz. Muhammed (sav) gerçekten de sabır gösterdi, gerçekten de bağışladı ve içsel reformu vurguladı. Ancak soruyu soranların dili alabildiğine seçiciydi. Aynı zamanda son derece politikti. “Terörle Mücadele”nin sürdüğü koşullarda Müslümanlar, sadakatlerini kanıtlamaları, dinlerini arındırmaları ve İslam’ı siyasi bir güç yerine iyi huylu bir manevi hobi olarak sunmaları konusunda muazzam bir baskıyla karşı karşıyaydılar.

Yitip Giden Soru

Hızla yirmi yıl sonrasına gelelim. Gazze’ye bombalar yağıyor. Hastaneler, okullar ve mülteci kampları yerle bir ediliyor. Daracık bir alana sıkıştırılmış bir halk, açlıktan ölüyor, su ve ilâçtan mahrum bırakılıyor. “Soykırım” kelimesi, ilkin fısıltıyla, ardından çığlıkla dillendiriliyor. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar, dehşet, öfke ve çaresizlik içinde olanları izliyor.

Ama nasıl oluyorsa dün “Hz. Muhammed ne yapardı?” sorusunu sorma konusunda fazlasıyla cevval olan liberal Müslümanlar, bugün dut yemiş bülbüle dönmüş haldeler.

Guardian gazetesinin tertiplediği, farklı dinlerden temsilcilerin katıldığı açık oturumlar, özenle hazırlanmış vaazlar, o köşe yazıları nerede? Heştekler ve tampon çıkartmaları nerede?

Sessizlik tesadüfi değil. Sessizlik stratejik. Çünkü herkes, Hz. Muhammed’in soykırım karşısında ne yapacağını zaten biliyor. Yapacakları, tabii ki bu barışçıların O’nun üzerine geçirdikleri ticari imaja pek uymuyor.

Rahatsız Edici Cevap

Hz. Muhammed (sav), halkının yok oluşuyla karşı karşıya kaldığında sabrı ve Twitter aktivizmini tavsiye etmedi. Seccadesine çekilip ilahi adaleti beklemedi. Örgütlendi. Savunma yaptı. Takipçilerine direnmeyi farz kıldı. Kur’an’ın kendisi bile bu görevi açıkça dile getiriyor: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi bu zalimler şehrinden kurtar!’ diye haykıran o mazlum erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” [Kur’an 4:75].

Bu, muğlak veya uç bir yorum değil. İslam geleneğinin dayandığı ana hattır: Bir topluluk yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, savunma cihadı zorunludur. Hz. Muhammed için, savunmasızların savunulması meselesi, ne basit bir seçeneğe, ne mecazi bir ifadeye ne de “nefsine diren!” diyen bir terapi cümlesine indirgenebilirdi. Gayet somuttu. Silahlıydı. Pazarlık konusu yapılacak bir şey değildi.

Dolayısıyla, biri Gazze karşısında dürüstçe “Hz. Muhammed ne yapardı?” diye sorsa, cevap son derece açık olurdu: Bir koruma gücü kurar, savunmayı bir görev haline getirirdi. “İnternetteki mesajlaşmalar”ı dert etmez, beyaz liberallerin ne düşüneceği konusunda endişelenmezdi. Ahlakı Dışişleri Bakanlığı’na devretmezdi. Katliamcı ile katledilen arasında dururdu.

İşte bugün bu soru, tam da bu sebeple sorulmuyor.

Liberal Müslümanın İkilemi

Batı’daki “iyi” Müslümanın yüzleştiği ikilem, buradan kaynaklanıyor. Yirmi yıl boyunca o “barışçı Hz. Muhammed” hikâyesine büyük yatırım yaptılar. Hükümetlerine, meslektaşlarına ve komşularına İslam’ın barış, cihadın sadece kişiyi günahlarından arındıran bir inziva hali, Peygamber’in aslında sakallı bir yaşam koçu olduğuna dair güvence verdiler.

Şimdi kalkıp “Aslında Hz. Muhammed, Filistinlilerin silahla savunulmalarını talep ederdi” deseler, yirmi yıldır özenle oluşturulmuş marka imajını bozma riskini üstlenmek zorunda kalacaklar. Yatıştırmak için ellerinden geleni yaptıkları Batı toplumlarının onayını kaybetme riskiyle yüzleşecekler. “Kötü” Müslümanlarla, yani militanlarla, radikallerle, sonsuza dek barbar olarak damgalananlarla aynı kefeye konulacaklar.

Bu yüzden, “en iyisi sessiz kalalım” diye düşünüyorlar. Barış hakkında muğlak, klişeleşmiş ifadelere başvurmak, “her iki taraftaki şiddet”i kınamak ve dinler arası toplantılarda verilen yemeklerin rahatlığına sığınmak, daha doğru ve hayırlı geliyor. Rahatsız edici gerçeği dile getirmeye cesaret eden o “faydalı aptal” imamlarla alay etmek veya onları dışlamak daha iyi. Bunlar, “En iyisi, Gazze yanarken bile saygın kalmak” diye düşünüyorlar.

Seçici Dindarlığın Siyaseti

Ortada tuhaf bir durum var. Peygamber karikatürleri, Danimarka veya Fransa’da yayınlandığında, “iyi” Müslümanlar, bize hemen şunu hatırlatmışlardı: “Hz. Muhammed hakaretleri görmezden geldi. Düşmanlarını affetti. Ayaktakımının uyguladığı şiddeti hiçbir şekilde tasvip etmedi.” Haklıydılar.

Peki ya soykırım söz konusu olduğunda? Çocuklar enkazdan çıkarıldığında, aileler evlerinde yok olduğunda, kuşatma altındaki bir halk yardım çığlıkları attığında, nasıl oluyorsa aynı Peygamber birdenbire ortadan kayboluyor. Bir zamanlar konferansları ve basın bültenlerini dolduran seçici dindarlık, aniden buharlaşıyor. Bir zamanlar ılımlılığın maskotu olarak gösterilen Peygamber, şimdi tavan arasına kilitlenmiş, dışarı çıkarılamayacak kadar utanç verici bulunuyor.

Bu, sadece korkaklık değil. Suç ortaklığı. Batı hegemonyasını o kadar derinden içselleşmişler ki kendi dini geleneğinin saygı görebilmesi için budanması gerektiğini düşünüyorlar. Hz. Muhammed’in mirasının tüm o katmanlı ve karmaşık yapısını kavramak yerine, O’nu bir karikatüre indirgiyorlar. Önceleri “aziz bir barışçı” portresi çiziyorlardı, şimdilerde ise Peygamber’i karşımıza sessizliği teşvik eden bir tabu olarak çıkartıyorlar.

Asıl Yasaklı Soru

Asıl yasaklı soru, “Hz. Muhammed ne yapardı?” değil, “Liberal Müslümanlar bunu sormaktan neden korkuyorlar?” sorusu.

Cevap, hiç de iç açıcı değil. Korkuyorlar, çünkü gerçeği biliyorlar: Hz. Muhammed, soykırım karşısında boş durmazdı. Harekete geçerdi. Savaşırdı. Takipçilerine mazlumları savunmayı zorunlu kılardı.

Ama bu cevap, dinler arası hoşgörü toplantılarında verilen öğle yemeklerinde pek işe yaramıyor. Güvenlik güçlerini rahatlatmıyor. Liberal düzeni de memnun etmiyor. Dolayısıyla, soru unutulup gidiyor. Bir zamanlar Batı’dan kabul görmek için kullanılan Peygamber, şimdi bir zamanlar O’nu anmaktan vazgeçemeyen aynı Müslümanlar tarafından susturuluyor.

Sonuç: Peygamberin Adını Anmaya Cesaret Edemiyorlar

“Hz. Muhammed ne yapardı?” sorusu, aslında hiçbir zaman Peygamber ile ilgili değildi. Siyasetle ilgiliydi. 11 Eylül’den sonra mesele, hayatta kalmaktı: Müslümanların güvende olduklarını kanıtlamaları gerekiyordu ve bu yüzden, kalıcı olarak şiddet yanlısı olmayan bir Peygamber yarattılar. Bugün Gazze’de aynı soru, “iyi” Müslümanların dile getiremeyecekleri kadar tehlikeli bir gerçeği ortaya çıkaracaktı: Peygamberleri, sadece merhametli değil, aynı zamanda adaletin talebi uyarınca militandı.

Demek ki aslında bu sessizlik, bize çok şey anlatıyor. “İyi” Müslümanlar, kendi söylemlerinin duvarlarına hapsolmuş durumdalar. “Barışçı Peygamber” söylemine o kadar bağlılar ki artık sözü gerçek Peygamber’e hiçbir şekilde veremiyorlar. Çünkü dürüstlük yerine onaylanmayı, sorumluluk yerine saygınlığı seçtiler.

Ancak tarih acımasızdır. Gelecek nesiller, “Gazze’deki soykırım esnasında ne yaptınız?” diye sorduklarında, “iyi” Müslümanlar, “Hz. Muhammed’in böylesi bir durumda ne yapacağını sorduk” diyemeyecekler. Buna hiç cesaret edemediler. Belki de bu sessizlik, onların en gür sesle verilmiş cevapları olarak hatırlanacak.

Cüneyd S. Ahmed
3 Eylül 2025
Kaynak

1 Yorum:

Adsız dedi ki...

Allah razı olsun, sarsıcı bir yazı