Bu
soru, bir vakitler Batı’daki liberal Müslümanların gözde sloganı, şüpheye karşı
başvurdukları tılsımları, Guantanamo’dan ücretsiz çıkış kartlarıydı. 11 Eylül’ün
gölgesinde Müslümanlar, havaalanlarında çıplak aramaya tabi tutulurlarken,
sınırlarda sorguya çekilirlerken ve mahallelerinde toplanıp karakola
götürülürken, Batılı Müslüman liderler, bu soruyu durmadan papağan gibi
tekrarlayıp duruyorlardı. Bu, onların kalkanı, mantrası, “medeni” dünyaya
aslında kana susamış vahşiler olmadıklarını çaresizce kanıtlama çabalarıydı.
Hz. Muhammed'in (sav) şefkatli, hoşgörülü, sabırlı, merhametli, sonsuz
bağışlayıcı olduğunu söylediler; savaşçıdan çok yoga eğitmeni, devlet adamından
çok rahipti O. Bu sebeple, her Cuma vaazında, farklı dinlere mensup
temsilcilerin katıldıkları akşam yemekleri ve açık oturumlarda, aynı teskin
edici soruyu sorup durmak zorunda kalıyorlardı: “Hz. Muhammed ne yapardı?”
Oysa
bugün her yanı tuhaf bir sessizlik örtüsü kaplamış. Gazze yanıyor,
Filistinliler, yirminci yüzyılın en karanlık dönemlerini hatırlatan sayılarda
aç bırakılıp katlediliyorlar, ama nasıl oluyorsa, o “iyi” Müslümanlar, liberal
Müslümanlar, ılımlılar, dinler arası ahengin yorulmak bilmez elçileri, en
sevdikleri soruyu aniden unutuverdiler. Artık kimse, Hz. Muhammed’in soykırım
karşısında ne yapacağını sormak istemiyor. Neden? Çünkü cevap çok açık ve fazlasıyla
rahatsız edici.
11
Eylül Sonrası Hz. Muhammed: Barışçılığın Maskotu
Bağlamı
hatırlayalım. 11 Eylül’den sonra Batı’daki Müslüman liderler, “Peygamber’i barışçılaştırma”
konusunda yoğun bir yarış içerisine girdiler. O, artık ordular kuran,
anlaşmalar yapan, toplumunu savunan ve saldırılara güçle karşılık veren bir insan
değildi. Artık Hz. Muhammed, barış yanlısı bir evliya olarak anılıyordu.
Hakaretler karşısındaki sabrı yüceltiliyordu. Düşmanlarını affettiğine dair
olaylara sürekli atıfta bulunuluyordu. Nefs mücadelesine (cihad-ı nefs) yaptığı
vurgu, bahsedilmeye değer “tek” cihada dönüşmüştü.
Amaç
apaçık ortadaydı: Batı kamuoyunu, Müslümanların saatli bomba olmadığına ikna
etmek. “Gördünüz mü?” diye yalvardı bu Müslümanlar, “Peygamberimiz, tıpkı sizin
İsa’nız gibi, barışçı, bağışlayıcı, şiddetten uzak.” Bu koşullarda “Hz. Muhammed
ne yapardı?” sorusu, “Hz. İsa ne yapardı?” sorusunun Müslüman versiyonu haline
gelmişti. Araba tamponlarına yapıştırılan çıkartmalara ve gençlik gruplarının
giydiği tişörtlere cuk oturan çok hoş bir slogandı bu.
Tamamen
samimiyetsiz de değildi. Hz. Muhammed (sav) gerçekten de sabır gösterdi,
gerçekten de bağışladı ve içsel reformu vurguladı. Ancak soruyu soranların dili
alabildiğine seçiciydi. Aynı zamanda son derece politikti. “Terörle Mücadele”nin
sürdüğü koşullarda Müslümanlar, sadakatlerini kanıtlamaları, dinlerini
arındırmaları ve İslam’ı siyasi bir güç yerine iyi huylu bir manevi hobi olarak
sunmaları konusunda muazzam bir baskıyla karşı karşıyaydılar.
Yitip
Giden Soru
Hızla
yirmi yıl sonrasına gelelim. Gazze’ye bombalar yağıyor. Hastaneler, okullar ve
mülteci kampları yerle bir ediliyor. Daracık bir alana sıkıştırılmış bir halk,
açlıktan ölüyor, su ve ilâçtan mahrum bırakılıyor. “Soykırım” kelimesi, ilkin
fısıltıyla, ardından çığlıkla dillendiriliyor. Dünyanın dört bir yanındaki
Müslümanlar, dehşet, öfke ve çaresizlik içinde olanları izliyor.
Ama
nasıl oluyorsa dün “Hz. Muhammed ne yapardı?” sorusunu sorma konusunda fazlasıyla
cevval olan liberal Müslümanlar, bugün dut yemiş bülbüle dönmüş haldeler.
Guardian
gazetesinin tertiplediği, farklı dinlerden temsilcilerin katıldığı açık
oturumlar, özenle hazırlanmış vaazlar, o köşe yazıları nerede? Heştekler ve
tampon çıkartmaları nerede?
Sessizlik
tesadüfi değil. Sessizlik stratejik. Çünkü herkes, Hz. Muhammed’in soykırım
karşısında ne yapacağını zaten biliyor. Yapacakları, tabii ki bu barışçıların O’nun
üzerine geçirdikleri ticari imaja pek uymuyor.
Rahatsız
Edici Cevap
Hz.
Muhammed (sav), halkının yok oluşuyla karşı karşıya kaldığında sabrı ve Twitter
aktivizmini tavsiye etmedi. Seccadesine çekilip ilahi adaleti beklemedi.
Örgütlendi. Savunma yaptı. Takipçilerine direnmeyi farz kıldı. Kur’an’ın
kendisi bile bu görevi açıkça dile getiriyor: “Size ne oluyor ki, Allah
yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi bu zalimler şehrinden kurtar!’ diye haykıran o
mazlum erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” [Kur’an
4:75].
Bu,
muğlak veya uç bir yorum değil. İslam geleneğinin dayandığı ana hattır: Bir
topluluk yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, savunma cihadı
zorunludur. Hz. Muhammed için, savunmasızların savunulması meselesi, ne basit
bir seçeneğe, ne mecazi bir ifadeye ne de “nefsine diren!” diyen bir terapi cümlesine
indirgenebilirdi. Gayet somuttu. Silahlıydı. Pazarlık konusu yapılacak bir şey
değildi.
Dolayısıyla,
biri Gazze karşısında dürüstçe “Hz. Muhammed ne yapardı?” diye sorsa, cevap son
derece açık olurdu: Bir koruma gücü kurar, savunmayı bir görev haline
getirirdi. “İnternetteki mesajlaşmalar”ı dert etmez, beyaz liberallerin ne
düşüneceği konusunda endişelenmezdi. Ahlakı Dışişleri Bakanlığı’na devretmezdi.
Katliamcı ile katledilen arasında dururdu.
İşte
bugün bu soru, tam da bu sebeple sorulmuyor.
Liberal
Müslümanın İkilemi
Batı’daki
“iyi” Müslümanın yüzleştiği ikilem, buradan kaynaklanıyor. Yirmi yıl boyunca o “barışçı
Hz. Muhammed” hikâyesine büyük yatırım yaptılar. Hükümetlerine, meslektaşlarına
ve komşularına İslam’ın barış, cihadın sadece kişiyi günahlarından arındıran
bir inziva hali, Peygamber’in aslında sakallı bir yaşam koçu olduğuna dair
güvence verdiler.
Şimdi
kalkıp “Aslında Hz. Muhammed, Filistinlilerin silahla savunulmalarını talep
ederdi” deseler, yirmi yıldır özenle oluşturulmuş marka imajını bozma riskini üstlenmek
zorunda kalacaklar. Yatıştırmak için ellerinden geleni yaptıkları Batı
toplumlarının onayını kaybetme riskiyle yüzleşecekler. “Kötü” Müslümanlarla,
yani militanlarla, radikallerle, sonsuza dek barbar olarak damgalananlarla aynı
kefeye konulacaklar.
Bu
yüzden, “en iyisi sessiz kalalım” diye düşünüyorlar. Barış hakkında muğlak, klişeleşmiş
ifadelere başvurmak, “her iki taraftaki şiddet”i kınamak ve dinler arası toplantılarda
verilen yemeklerin rahatlığına sığınmak, daha doğru ve hayırlı geliyor.
Rahatsız edici gerçeği dile getirmeye cesaret eden o “faydalı aptal” imamlarla
alay etmek veya onları dışlamak daha iyi. Bunlar, “En iyisi, Gazze yanarken
bile saygın kalmak” diye düşünüyorlar.
Seçici
Dindarlığın Siyaseti
Ortada
tuhaf bir durum var. Peygamber karikatürleri, Danimarka veya Fransa’da
yayınlandığında, “iyi” Müslümanlar, bize hemen şunu hatırlatmışlardı: “Hz.
Muhammed hakaretleri görmezden geldi. Düşmanlarını affetti. Ayaktakımının
uyguladığı şiddeti hiçbir şekilde tasvip etmedi.” Haklıydılar.
Peki
ya soykırım söz konusu olduğunda? Çocuklar enkazdan çıkarıldığında, aileler
evlerinde yok olduğunda, kuşatma altındaki bir halk yardım çığlıkları
attığında, nasıl oluyorsa aynı Peygamber birdenbire ortadan kayboluyor. Bir
zamanlar konferansları ve basın bültenlerini dolduran seçici dindarlık, aniden
buharlaşıyor. Bir zamanlar ılımlılığın maskotu olarak gösterilen Peygamber,
şimdi tavan arasına kilitlenmiş, dışarı çıkarılamayacak kadar utanç verici
bulunuyor.
Bu,
sadece korkaklık değil. Suç ortaklığı. Batı hegemonyasını o kadar derinden
içselleşmişler ki kendi dini geleneğinin saygı görebilmesi için budanması
gerektiğini düşünüyorlar. Hz. Muhammed’in mirasının tüm o katmanlı ve karmaşık
yapısını kavramak yerine, O’nu bir karikatüre indirgiyorlar. Önceleri “aziz bir
barışçı” portresi çiziyorlardı, şimdilerde ise Peygamber’i karşımıza sessizliği
teşvik eden bir tabu olarak çıkartıyorlar.
Asıl
Yasaklı Soru
Asıl
yasaklı soru, “Hz. Muhammed ne yapardı?” değil, “Liberal Müslümanlar bunu
sormaktan neden korkuyorlar?” sorusu.
Cevap,
hiç de iç açıcı değil. Korkuyorlar, çünkü gerçeği biliyorlar: Hz. Muhammed,
soykırım karşısında boş durmazdı. Harekete geçerdi. Savaşırdı. Takipçilerine
mazlumları savunmayı zorunlu kılardı.
Ama
bu cevap, dinler arası hoşgörü toplantılarında verilen öğle yemeklerinde pek
işe yaramıyor. Güvenlik güçlerini rahatlatmıyor. Liberal düzeni de memnun
etmiyor. Dolayısıyla, soru unutulup gidiyor. Bir zamanlar Batı’dan kabul görmek
için kullanılan Peygamber, şimdi bir zamanlar O’nu anmaktan vazgeçemeyen aynı
Müslümanlar tarafından susturuluyor.
Sonuç:
Peygamberin Adını Anmaya Cesaret Edemiyorlar
“Hz.
Muhammed ne yapardı?” sorusu, aslında hiçbir zaman Peygamber ile ilgili
değildi. Siyasetle ilgiliydi. 11 Eylül’den sonra mesele, hayatta kalmaktı:
Müslümanların güvende olduklarını kanıtlamaları gerekiyordu ve bu yüzden,
kalıcı olarak şiddet yanlısı olmayan bir Peygamber yarattılar. Bugün Gazze’de
aynı soru, “iyi” Müslümanların dile getiremeyecekleri kadar tehlikeli bir
gerçeği ortaya çıkaracaktı: Peygamberleri, sadece merhametli değil, aynı
zamanda adaletin talebi uyarınca militandı.
Demek
ki aslında bu sessizlik, bize çok şey anlatıyor. “İyi” Müslümanlar, kendi söylemlerinin
duvarlarına hapsolmuş durumdalar. “Barışçı Peygamber” söylemine o kadar
bağlılar ki artık sözü gerçek Peygamber’e hiçbir şekilde veremiyorlar. Çünkü dürüstlük
yerine onaylanmayı, sorumluluk yerine saygınlığı seçtiler.
Ancak
tarih acımasızdır. Gelecek nesiller, “Gazze’deki soykırım esnasında ne
yaptınız?” diye sorduklarında, “iyi” Müslümanlar, “Hz. Muhammed’in böylesi bir
durumda ne yapacağını sorduk” diyemeyecekler. Buna hiç cesaret edemediler. Belki
de bu sessizlik, onların en gür sesle verilmiş cevapları olarak hatırlanacak.
Cüneyd S. Ahmed
3
Eylül 2025
Kaynak


1 Yorum:
Allah razı olsun, sarsıcı bir yazı
Yorum Gönder