Sosyal
psikolog Jonathan Haidt, The Coddling of the American Mind [“Amerikan
Zihninin Şımartılması”] adlı kitabında, çocuklar için “kırılgan olmayan” bir
toplum yaratmamız gerektiği fikrini savunuyor. Yazar, çocukların sosyal ve
duygusal sistemlerinin tıpkı kemiklerimiz ve bağışıklık sistemlerimiz gibi
çalıştığını öne sürüyor.
Böylesi
bir mantık çerçevesinde, çocukları test etmek ve strese sokmak onları kırmaz, bilâkis
onları güçlendirir. Oysa Haidt’in dile getirdiği gibi, bugün güvenlikçi pratikleri
ve gözetim-denetim faaliyetlerini temel alan kültürümüz, çocukların bu türden
karakter inşa etme, oluşturma fırsatlarından mahrum kalmalarına sebep oluyor.
Gerçek
dünyadaki “tehlikeler”e aşırı ölçüde vurgu yapıyoruz. Muhtemelen Z Kuşağı’nın
bu kadar mutsuz olmasının bir sebebi de bu. İngiltere’de bulunan pazar araştırması
ve anket şirketi YouGov’un yaptığı bir ankete göre, 16-25 yaş arası gençlerde daha
önce veya şu anda ruh sağlığı sorunları yaşadığını söyleyenlerin oranı üçte iki.
Yaklaşık üçte biri ise önümüzdeki 12 ay içinde ruh sağlığı desteğine ihtiyaç
duyacaklarını söylemiş.
Birçok
insan, bu epey yüksek olan rakamların fazla teşhis pratiğinin ve aşırı raporlama
faaliyetinin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Fakat asıl merak edilmesi gereken
konu, akıl sağlığı sorunları yaşadığını bildiren gençlerin sayısının neden bu
kadar çok çıktığı.
Gözünüzün
önüne, geçen hafta telefonuna bakan on altı yaşındaki bir genç gelsin. Bu gençler,
Charlie Kirk’ün vurulduğu haberine rast geliyorlar, ardından Instagram’da onun başından
akan kanı gösteren videoyu izliyorlar. Sonrasında, mermilerin üzerine kazınmış
memleri, esprileri ve video oyunu göndermelerini anlamak için Reddit’te
gezinmeden önce, X veya Bluesky’de bir dizi neşeli ve övüngen mesaj okuyorlar. Şakalar
ve kedi videolarından biraz olsun kurtulmak için TikTok’a bakıyorlar, burada spor
salonunda değişen vücutları gösteren klipleri, soft porno filmlerini ve Gazze’de
bombalarla katledilen çocukları gösteren videoları izliyorlar.
Bu
nesil, ergenlik dönemlerini akıllı telefonlara ve sosyal medyaya göbek bağıyla
bağlı geçiren, sürekli kriz içinde büyüyen bir nesil. Genellikle fiziksel
olarak hareketsizler, her on gençten sadece biri günde bir saat egzersiz
yapıyor. Endorfin yerine dopamin salgılarıyla ayakta kalan bir nesil bu.
Bu
nesil, her duyguyu önemsemeyi, travma ile rahatsızlık arasında çok az fark bulunduğunu,
her duygunun teşhis ve tedavi edilebilir şeyler olduğunu birilerinden öğrenmiş
bir nesil.
Bunlar,
tıp uzmanı gibi davranan içerik üreticilerinin, “belirli bir konuya yoğunlaşmak
için mücadele etmek” veya “dağınık bir yatak odasına sahip olmak” gibi normal
ergen davranışlarını hastalıkmış gibi takdim eden sayısız videoyu izleyen
gençler.
Bu
gençler, acının paylaşılmasının veya aşırı paylaşılmasının, aslında gerçekten
istedikleri şeyler olarak dikkate, kimliğe ve aidiyete yol açtığını öğrendiler.
Oyunu
esas alan çocukluk, yitip gitti. Akıl sağlığı ve psikoterapide kullanılan
terimlerin yanlış kullanımı meselesi, bir şekilde içselleştirildi. Olur olmaz
her yerde “travma”, “tetiklenme” gibi terimler kullanılmaya başlandı. Herkes,
hızla iyileştirme vaadinin cazibesine kapıldı.
Aslında
bu kadar çok gencin akıl sağlığı sorunu yaşadığını söylemesi, kimseyi şaşırtmamalı.
Her gün bu gençler, yirmi-otuz yıl önce idrak bile edilemeyecek bir yığın uyarana,
bilgiye, habere, içeriğe maruz kalıyorlar. Bizdeki sürüngen beynin bu kadar
şeyle baş etmesi mümkün değil.
Gelişmekte
olan bir zihnin birbiriyle çelişen tonlara ve düzeylere sahip bunca içerikle,
kesintisiz bir bombardıman dâhilinde uğraşması imkânsız. Böylesi bir zihin, sağlıklı
kalamaz.
Z
kuşağını omurgasızlıkla suçlamak kolay, onlar, bugünün Frankenstein’ları.
İçinde
yaşadığımız bu sosyal deneyde o gençlere oyun alanları değil iPad’leri ve internet
âlemindeki hürriyeti verdik, ama gerçek dünyada onlara tecritte yaşama
seçeneğini sunduk. Kendilerini bu kadar yitik ve sahipsiz hissetmelerine
şaşmamalı.
Kristina Murkett
16 Eylül 2025
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder