Günümüzde
Troçkistlerden Batılı “Marksistlere” ve dogmatik Marksist-Leninistlere kadar
Batı solunun birçok kesimi, Rusya ve Çin’i, Lenin’in 1917 tarihli ünlü eseri
Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ndan soyutladıkları belirli
ölçütler üzerinden emperyalist olarak sınıflandırmaktadır. Bu yaklaşım,
yalnızca hatalı olmakla kalmaz; tersine çevrilmiş bir tarih ve kavrayış
çarpıklığını da içerir. Lenin’in emperyalizm hakkındaki tespitlerinin dogmatik
bir anlayışla yorumlanması, bu hatanın temelini oluşturur; bunu aşağıda
ayrıntılarıyla göstereceğim.
Kitabın
başlığı bile yanlış tercüme edilmektedir, zira böylesi bir ifade, Lenin’in
kapitalizmin bir aşamasını, yaşam biçiminin alacağı nihai biçim olarak tasvir
ettiği teleolojik bir çağrışımı akla getirmektedir. Oysa orijinal Rusça terim
Новейший, “son aşama” ya da “nihai aşama” anlamına gelmez; kapitalizmin bugüne
kadar ulaştığı en gelişmiş, en ileri evresini ifade eder.
Lenin,
emperyalizmi can çekişen kapitalizm olarak tanımlamış, onun sömürgecilik
karşıtı işçi sınıfı devrimlerinin dönemine denk düştüğünü söylemiş olsa da,
eserinde emperyalizmin değişime kapalı veya evrim geçiremeyecek bir olgu
olduğunu hiçbir yerde ima etmemiştir.
Lenin’in
yaşadığı dönemde emperyalizm, finans sermayesinin hâkimiyetinin
belirginleştiği, emtianın değil sermayenin ihracının öncelikli hâle geldiği ve
dünyanın, etki alanlarını genişletmek için kıyasıya mücadele eden büyük güçler
arasında bölündüğü tekelci kapitalizm biçiminde tanımlanıyordu. Bu durum, büyük
güçler arasındaki emperyal ganimetlerin -yani küresel güneyin
kolonileştirilmesinin- nasıl paylaşılacağı konusundaki çatışmalar için uygun
bir zemin yaratıyordu.
Lenin,
Emperyalizm’i kaleme alırken, kurşunların hâlâ havada uçuştuğu, Birinci
Dünya Savaşı’nın acı bilançosunun gözler önünde olduğu bir zaman diliminde bu
analizleri yapıyordu.
Lenin,
kendi dönemi için daha doğru bir tespit yapamazdı. Emperyalizm, Kautsky
taraftarlarının ileri sürdüğü gibi yalnızca bir politika değil, kapitalist
yaşam biçiminin ayrılmaz ve zorunlu bir parçasıdır.
Emperyalizm,
tüm dünyayı kendi egemenlik ve yağma düzeni altında tutan büyük güçler
arasındaki uluslararası kartelin barışına yol açmaz; ganimetler hâlâ
kapışılmaya açıktır. Kapitalizm tekel aşamasına ulaşmış olsa da en rüşeym
hâliyle hâlâ rekabetin kalıntılarını taşır; büyük güçler, dünya paylaşımındaki
üstünlüğü sağlamak için birbirleriyle çarpışmaya devam etmektedir.
Bu
nedenle savaş, sadece olasılık değil, kaçınılmaz bir çıkmazın zorunlu sonucu
olarak ortaya çıkar. Savaş iki biçimde tezahür etmiştir:
1.
Sömürgeleştirilmiş halkların emperyalizme karşı yürüttüğü ulusal kurtuluş
mücadeleleri; aynı zamanda Bolşevik Devrimi sonrası sosyalist ve kapitalist
bloklar arasındaki çatışmalar.
2.
Sömürgeleştirilmiş dünyanın küresel paylaşımında henüz “kazananın”
belirlenmemesi dolayısıyla, büyük emperyalist güçler arasındaki savaşlardır.
Lenin,
emperyalistler arası çatışmalardan ve işçilerin bu çatışmalara karşı alması
gereken tutumdan söz ederken, her zaman belirli bir tarihsel ve toplumsal
bağlam içinde konuşmaktadır.
Marksizmde
olduğu gibi, emperyalizmin Marksist çözümlemesi de yalnızca Lenin’in belirli
bir bağlamda vardığı sonuçlara indirgenirse anlamını yitirir. Marksizmin özü ve
ruhu, bu sonuçlar değil; tüm olguları ve ilişkileri kavramamızı sağlayan yöntem
ve dünya görüşüdür.
Marksizm
için dünya, sürekli içsel çelişkilerle değişim hâlindedir; o dünyada her şey
birbirine bağlıdır, başka şeylere bağımlıdır. Hiçbir olgu, bağlamından ve onu
şekillendiren dinamik ortamdan, süreç içindeki varlıklar ve bu varlıkları
belirleyen çelişkilerin etkileşimiyle nasıl dönüştürüldüğünü göz önüne almadan
doğru bir şekilde anlaşılamaz.
Başka
bir deyişle, dogmatizm, Marksizmin özüne aykırıdır. Marx, Engels veya Lenin’in belirli
bir bağlama ait ifadelerini kutsal kabul etmek ve bunları, günümüzün daha
karmaşık ve rafine çelişkileriyle şekillenen bağlamlara doğrudan dayatmak,
Marksist düşüncenin ruhuna en uzak düşünce biçimidir. Bu, sürecin içindeki
varlıkların ve onları çevreleyen ortamın, çelişkilerin etkileşimiyle nasıl
değişip dönüştüğünü kavrayamamaktır. Ben, buna gerçekliğin kendisinden
koparılan ve bağlamından soyutlanan bir idealin, kendiliğinden üstün ve mutlak
bir biçimde idealize edilmesi anlamında “saflık fetişi” diyorum.
Bugün
Batı’daki “solcular” tam olarak bunu yapıyorlar: Günümüz Rusya’sını veya Çin’i
emperyalist olarak sınıflandırıyorlar. Bu bakış açısıyla, gerçekte tamamen
anti-emperyalist olan bir özel askeri operasyon bile, “emperyalistler arası”
bir çatışma olarak yorumlanıyor. Peki dünyayı tersyüz eden bu yorum nasıl
yapılabiliyor?
Buna
mevcut dogmatizm sebep oluyor. Bu dogmatizm temelinde Batılı “solcular,” Lenin’in
kendi zamanındaki emperyalizmi tanımlarken ortaya koyduğu beş temel özelliği
soyutlayıp, bunları günümüz Rusya’sı veya Çin’i üzerinde birer ölçüt gibi uyguluyorlar.
Bu, fetişist bir düşüncedir; çünkü özellikler, onları besleyen ilişkilerden ve
bu ilişkileri sürdüren daha geniş sistemden koparılmış, kendi başına nitelikler
kazanmış gibi ele alınır.
Oysa
Lenin, emperyalizmi bu beş özellikle “tanımlamıyordu”; aksine, gözlemlediği
kapitalizmin son aşamasını oluşturan emperyalist sistemi, soyuttan somuta
yükselen bir analizle çözümlemişti. Bu özellikler, sistemin bir bütün olarak
yeniden üretimi için işlev kazanan unsurlardı; onları birbirinden kopuk
nitelikler olarak görmek, sistemin kendisini anlamaktan uzaklaşmaktır.
Batılı
“solcular”, Rusya veya Çin’in uluslararası ilişkilerindeki somut özellikleri
Lenin’in beş kriteriyle kontrol listesine dönüştürdüklerinde, Lenin’in sistem
anlayışı tersine çevrilir. Sistem, kendini yeniden üretmek için kullandığı
belirli özelliklere dayanırken, bu yaklaşımda özellikler birincil olarak, yani
sistemin ne olduğunu belirleyen temel unsurlarmış gibi görülür.
Bu,
kapitalist piyasaları, onları besleyen somut toplumsal ilişkilerden bağımsız
evrensel formlar gibi görmekle aynı hatadır; somut sistemi soyutlayıp, onu
sofistike bir şekilde başka bir biçime dönüştürmekle eşdeğerdir. Manastırın
müziğini gece kulübüne çevirmekten farkı yoktur.
Batı
“sol”unun dogmatistlerinin asla sormadığı temel soru şudur: Dünya nasıl
evrimleşti ve bu evrim karşısında teorik aparatımızı nasıl geliştirmeliyiz? Her
gerçek Marksist-Leninist’in sürekli kendine sorması gereken soru budur.
Bana
göre, Lenin’in 1917’de doğru bir biçimde tespit ettiği emperyalist aşama,
Bretton Woods sisteminin kurulmasıyla birlikte savaş sonrası dönemde kısmen
niteliksel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu durum Lenin’i “yanlış” kılmaz; sadece,
onun gözlemlediği dönemdeki emperyalizm nesnesinin, aynı Marksist dünya
görüşünü benimseyen herkes için, gelişen koşullara uygun olarak yeniden
anlaşılması gerektiğini gösterir.
Bretton
Woods, emperyalizmi yalnızca uluslararası bir olgu olmaktan çıkarıp, küresel
bir olgu hâline dönüştürmüştür; artık emperyalizm, büyük güçler aracılığıyla
değil, ABD’nin kontrolündeki ve dolar hegemonyasını merkezine alan küresel
finans kurumları -IMF ve Dünya Bankası- üzerinden somutlaşmaktadır.
Bretton
Woods’un ardından, Nixon’un 1971’de altın standardını terk etmesiyle birlikte
emperyalizm, ABD’nin tek kutuplu hâkimiyeti ve hegemonik gücüyle eşanlamlı hâle
gelmiştir. Bu, Lenin’in tanımladığı finans hâkimiyetinin, ABD merkezli küresel
bir finansal sisteme evrildiği anlamına gelir. Bu evrimi, Michael Hudson’ın
“süper emperyalizm” olarak adlandırması ya da başka bir isim vermesi, esasen
önemsizdir.
Önemli
olan, kapitalizmin daha yüksek bir aşamaya ulaşmış olmasıdır: Lenin’in
tanımladığı emperyalizm artık kapitalizmin “son” aşaması değildir; finans
sermayesinin karakteristik yapısının derinleşmesiyle yeni bir form kazanmıştır.
Böylece Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde öngördüğü kapitalist
emperyalizm dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu dönemde egemen birikim mantığı,
M-C-M’den (Para ve Metadan) M-M’ye (Paradan Paraya), yani üretken sermayeden
faiz getiren asalak finans sermayesine dönüşmüştür.
Bugün
emperyalist sistemin elde ettiği kârın büyük çoğunluğu borç ve faiz üzerinden
birikmektedir. ABD, diğer ülkelerin karşılaştığı normal kısıtlamalara tabi
olmadan sürekli bütçe açığı verebilir ve böylece dünyanın geri kalanını, askeri
harcamalarını ve yurtdışı yatırımlarını finanse etmeye zorlayabilir. Bütçe
açığı ABD’yi zayıflatmak yerine, diğer ülkelerin finansal sistemlerini dolara
bağlamak suretiyle onun jeopolitik ve ekonomik hâkimiyetini pekiştirir.
ABD,
herhangi bir ülkenin yıllar içinde üretebileceğinden çok daha fazlasını, sadece
saniyeler içinde basabilir. İşte emperyalizm bugün budur. Onun omurgasını IMF
ve Dünya Bankası gibi küresel finans kurumları oluşturur; bu kurumlar
nihayetinde yalnızca ABD’nin denetimindedir.
Ne
Çin ne de Rusya, sözde “emperyal” çıkarlarını bu küresel finans aygıtları
üzerinden uygulayabilir; aksine, bu kurumlar, çoğu zaman ABD tarafından, onlara
ve müttefiklerine karşı bir silah olarak kullanılır.
Kapitalizmin
daha yüksek bir aşama olan süper emperyalizme evrildiğini ve emperyalizmin
bugün gerçekte nasıl bir biçim aldığını kavradıktan sonra, ABD emperyalizmi
(elbette Avrupa’daki uşakları ve Siyonist varlık da dâhil) dışında Rusya, Çin
veya başka bir emperyalizm türünden söz etmek tamamen anlamsızdır.
Günümüzde
emperyalizm, ABD’nin hegemonik tek kutupluluğundan başka bir şey değildir.
Artık “emperyalistler arası” çatışma olasılığı yoktur. Bugünün savaşı, ABD
imparatorluğu ve onun uşakları ile ideolojik, politik ve ekonomik olarak
heterojen anti-emperyalist blok arasında sürmektedir.
ABD’nin
hâkim olduğu kapitalist-emperyalist küresel sistem, Rusya ve Çin’i emperyalist
güçler değil, (Hugo Chavez’in uzun yıllar önce geliştirdiği kategori anlamında)
“anti-emperyalist büyük güçler” olarak konumlandırır. Rusya’nın Ukrayna
harekâtı, Çin’in ABD’nin emperyalist baskısı altında boyun eğmemesi, Batı
Asya’daki Direniş Ekseni ve daha fazlası, ABD emperyalist bloğu ile küresel
güneyin heterojen anti-emperyalist devletleri arasındaki çelişkilerin kendini
gösterdiği kilit koordinat noktalarıdır. Bugün gezegenin tamamı, ABD
emperyalizmi ile küresel anti-emperyalizm arasındaki mücadelede ortaya çıkan
çelişkilerin evrimi üzerinden şekillenmektedir.
Bu
nedenle, Rusya ve Çin emperyalist olmaktan uzaktır; aksine, anti-emperyalist
mücadelelerin öncüleridir. Tıpkı ulusal düzeyde kapitalistler ve işçiler
arasındaki sınıf mücadelesinde tarafsız kalamayacağımız gibi -yani Florence
Reece’in (Pete Seeger tarafından popülerleştirilen) “Hangi taraftasın?” sorusunu her zaman
dikkate almamız gerektiği gibi, küresel düzeyde de aynı soruyla karşı
karşıyayız: “Hangi taraftasın… ABD emperyalizminin mi, yoksa ona karşı mücadele
eden heterojen ve saf olmayan devletler topluluğunun mu?”
Üçüncü
bir alternatif yoktur; işçiler ve kapitalistler arasındaki sınıf mücadelesini
reddeden küçük burjuva pozisyonu, bu çelişkinin temel unsurunu, yani
kapitalistleri dolaylı olarak desteklemenin bir yoludur.
Bugün
Batı’nın Rus ve Çin emperyalizmi hakkındaki “solcu” söylemi, bu gezegendeki en
büyük kötülük olan egemen dünya sistemini, yani ABD’nin hegemonik
emperyalizmini nesnel olarak desteklemenin başka bir biçimidir.
Carlos L. Garrido
4
Eylül 2025
Kaynak
Çeviri: Medya Şafak
0 Yorum:
Yorum Gönder