21 Aralık 2023

Şeyh Bedreddin ve Varidat’ı Hatırlamak

Kronolojik Zamana Karşı Devrim:
Şeyh Bedreddin ve Varidat’ı Hatırlamak


İnsanların bir kısmı bir kısmına tapıyor, kimisi de altın ve gümüş paralara, yenilecek içilecek şeylere, yüceliklere, övünülecek şeylere ibadet ediyor da yine de Allah’a ibadet ettiklerini sanıyorlar.
[Şeyh Bedreddin, Varidat]

“ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz…”
[Nâzım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı]

Zaman üzerine çalışan bazı fizikçiler ve filozoflar, aksini düşünmeye dönük bir alışkanlığımız olsa da “kendinde” akan bir şey olarak zamanın olmadığını söylerler. Bu düşünceye göre, “mutlak zaman” algısına rağmen zaman bağıntısal bir kavramdır; farklı olgu durumları arasındaki bir ilişkidir. 

Zamanın geçmişten geleceğe doğru, eski olayları arkada bırakarak geri dönmemecesine aktığı yönündeki düşünce, bir gerçeklik olarak yanılsamadan ibarettir. Farklı olaylar ve değişkenler arasındaki bağıntılar, kronolojik olarak algılanan süreç içerisinde tekrar kurulabilir ve geride bırakıldığı düşünülen durumlar, farklı biçimler altında tekrar ortaya çıkabilir. 

Walter Benjamin de “Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılmaz” diye yazar ve ekler: “Ama ancak kefaretini ödemiş bir insanlık, geçmişine tümüyle sahip çıkabilir.”

İçinde bulunduğumuz dönemde egemenler, kendi egemenliklerine dair geçmişten bugüne bir süreklilik algısıyla hegemonya üretmeye çalışıyorlar. 

Dünyanın geri kalan yerlerinde olduğu gibi bu topraklarda da devlet ve sermaye, kendi “zaman”ını, her yönetsel pratiğinde, sömürü ve zulmü işletişinde yeniden oluşturuyor. Akıp gittiğini sandığımız zamanda geride bırakılan olaylar ve gelenekler, egemenlerin siyasetinde güncellik kazandırılarak verili an içerisine aktarılıyor ve süreklilik zincirine bağlanıyor.

Sömürü ve zulmün olduğu yerde egemenlere karşı koyuş pratikleri de sergileniyor. Ancak, karşı koyuş pratikleri bir bağlama oturmadığı, kendi “zaman”ını meydana getirmediği müddetçe salt tepkisel kalıyor; kurucu bir bütünlük kurgusuna sahip olmuyor.

“Bilişim” ve “yönetişim” çağında egemenler “tebaalarını” gösterge ve enformasyon bombardımanı altında tutarak direnişleri ve tepkileri içeriksizleştirmeye, bağlamsızlaştırmaya, kurucu bir bütünsellik kurgusundan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Tarihin bilinçdışına itilen devrimci karşı koyuş pratiklerini, teorilerini verili an içerisine katmak, böylece tekil bir durumun reaktif-nihilist özneleri olmak yerine, tarihsel süreçte tekrarlanan mücadelelerin genel bağlamında yer bulmak, bir bütünün parçası olma duygusu içerisinde o bütünü temsil etmek gerekiyor.

Geleceği kurmanın yolu, kronolojik ilerleyen bir zaman algısı içinde akıntıya uymaktan değil, geçmişi yeniden yorumlamaktan ve sahiplenmekten geçiyor. Marx ve Engels, “Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen var olan öncüllerden doğarlar” derken, bir yönüyle verili gerçekliğin değiştirilip dönüştürülmesinin, şimdiki zamanın içinden geçmişe, öncüllere uzanan bir kopuşla olanaklı olacağını vurguluyorlar.

Üzerinden 600 yıl geçmesine rağmen politik ve toplumsal etkileriyle Şeyh Bedreddin kıyamı, hâlâ canlı olanı, miadı dolmuş olanı değil, daimi dirimsel olanı, dönüşerek devam edeni ve devam ederek dönüşeni temsil ediyor. Yeni bir dünyanın kurulmak üzere olduğu, Osmanlı sarayının artı değer birikimi ve politik otoriteyi tek merkezde toplamaya çalıştığı, kuruluş döneminin eşitlikçi abdal ve dervişlerinin yerlerine saraya bağlı ulema ve fakihlerin geçtiği, eşitsizlik ve yoksulluğun arttığı, Fetret Devri’nin yaşandığı yıllarda kıyam eden Şeyh Bedreddin, felsefî görüşleri ve politik hareketiyle bugün için de değerini koruyor.

Şeyh Bedreddin kıyamını Türkiye sosyalist hareketinin birikimine katan Nâzım Hikmet, uzun şiirinin girişine yazdığı notta cezaevinde şiiri kaleme alırken yaşadığı bir tür zaman yolculuğundan bahseder. Bu yolculuk, bir yönüyle kıyamın oluşturduğu tarihsel birikimi hissetme amacıyla yapılan zihinsel bir yolculuktur. Nitekim, uzun şiirin sonuna eklediği “zeyl”de, kendisinden yazılması istenen “Bedreddin destanı”nın aslında mazlumların, fukaraların, ezilenlerin, sömürü ve zulme karşı mücadele eden devrimcilerin ortak katkılarıyla yazılabileceğini belirtir: “Benden istenen, sizden de istenendir”. Şiirin sonuna yazdığı “Ahmed’in Hikâyesi”nde bu gerçeği bir köylünün ağzından şu şekilde ifade eder:

“Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek… Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz”.

Mesiyanik karakterli bir halk ayaklanmasının enerjisinin devamı, ezilen hareketlerinin tarihsel birikiminin şimdinin verili gerçekliği içerisinde kolektif mücadelede sürdürülmesi ile olanaklıdır. Yunus Emre’nin deyişiyle, “ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”dir.

Letaifu’l-İşarat, Camiu’l-Fusuleyn ve Teshil gibi fıkıh kitaplarında taklide bağlanmayıp içtihat kapısının açık olduğunu savunan Şeyh Bedreddin, felsefî görüşlerinin yer aldığı esas eseri Varidat’ta karşımıza inançlı bir mutasavvıf, felsefî derinliği olan bir düşünür olarak çıkar. Varidat’ta yer alan metinlerden bugünkü anlamıyla bir komünizm düşüncesi çıkmayacakmış gibi görülebilir. Ancak bu, yüzeysel bir bakış olacaktır.

Nâzım Hikmet’in yazdığı uzun şiirinde yapmaya çalıştığı gibi, Bedreddin düşünceleri ve eylemiyle aslında “sınıf savaşımları tarihi”nin bir parçasıdır. Özel olarak Şeyh Bedreddin’in, genel olarak ise ait olduğu devrimci teolojik geleneğin düşünce birikimi sömürü ve zulme karşı mücadelenin kısıtlı öznelerin etki alanıyla sınırlı olmadığını, öznelerin kendileriyle başlayıp kendileriyle bitmediğini her daim hatırlatan, uzun erimli bir hareketliliğin belli bir mekân ve an içerisindeki unsurları olunduğu fikrini diri tutan, toplumsal-politik eylemliliği zamansal ve fikrî süreklilikten yoksun vicdan rahatlatma oportünizmi olmaktan kurtaran bir tür fikirsel arka plan anlamını taşır. Nâzım Hikmet’in şiirin sonunda yazdığı “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!/Dünü bugüne/bugünü yarına bağlayın!” uyarısı bu bağlamda anlam kazanır.

17. yüzyılda yaşayan Niyazi-i Mısrî, Şeyh Bedreddin’i İbn Arabî ile birlikte “dini ihya edenlerden” sayarken, eseri Varidat’ı da Fususu’l-Hikem’e akan bir nehre benzetir. İbn Arabî, felsefeci ve ilahiyatçıların Allah’ın eşzamanlı aşkınlığını (tenzih) ve içkinliğini (teşbih) anlayamamalarından yakınır. O, Allah’ın hem içkin hem de aşkın olduğunu kabul eden bir düşünceyi savunur. Bu düşünce, devrime dair olanın hem şimdinin verili ontolojisi içerisinde bulunmasını, hem de şimdi’yi aşan bir tür metafizik bağlılık boyutuna sahip olmasını andırır. İbn Arabî’nin vahdet-i vücud (varlık birliği) kavramı, eşyanın varlığını, onların tekil varoluşlarını göz ardı etmeden Allah’a yeniden atfetme girişimi, “insanın kendisinden bile özgür olduğu” bir noktaya ulaşması, Allah’ın tüm sıfatlarının bütünlüğünün farkına varılarak bunlarla cem olunması anlamına gelir. Bu düşünce, kesret âlemi denilen varolanları görerek ontolojik birliğe ulaşan, benliği öne çıkarmadan bütün olanı kavramaya çalışan bir bakış açısına sahiptir ve dünyevî otoritelerin, mülkiyetin ve iktidarların gelip geçiciliğine karşı içkin ve aşkın olanın birlikteliğini araması ciddi bir direniş potansiyeli barındırır.

Şeyh Bedreddin, İbn Arabî’nin vahdet-i vücud öğretisinden etkilenmekle birlikte -muhtemelen Şeyh Hüseyn-i Ahlatî’nin de etkisiyle- bu öğretiyi vahdet-i mevcud öğretisine taşır. Bedreddin’in sözünü ettiği “sırrı tevhid”, Varidat’ta “varolanın Allah olduğunu, başka bir nesne olmadığını bil” sözüyle ifadesini bulur. Bedreddin’e göre, “Allah bütün evrendedir”, “Allah’tan başka mevcut yoktur”. Bu düşüncede, bu dünya ve öbür dünya ayrımı ve varlığın ikiliği ancak görünüşte olup, aslında bütün varlığın tek olduğu, varoluş ve yok oluşun maddîliği ile ezelî ve ebedî oluşu, yaratılmışların ve eşyanın birliği anlayışı esastır. Şeyh Bedreddin bu görüşü, “Birbirinin karşıtı olsalar bile bütün varlıklar tüm varlığa bağlıdır” sözüyle dile getirir. “Dünya üzerinde bütünleştirici” hakikatlere eren kişi, Allah dışında her şeyden vazgeçer. Bunun devrimci anlamı, yönetici sınıfların elindeki otorite ve mülkiyet güçlerine, benliği öne çıkarma girişimlerine ve gelip geçici olan putlara karşı kâinattaki her şey olan Hakk’a bağlanmayı öne çıkaran eskatolojik bir kurtuluşçuluk içermesidir.

Şeyh Bedreddin’in, ondan önce gelen Babaîlerin ve sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan Bayramî-Melâmî-Hamzavî hareketlerinin, Alevî-Bektaşî halk isyanlarının, Patrona Halil ayaklanmasının arka planındaki motive edici metafizik inanç, bu eskatolojik ideolojidir. Varidat’ta yer alan “kalbin dünya işleri ile meşgulse, istersen bin sene namaz kılmış ol, ibadetlerinin güzel karşılığını bulamaz, sevaba giremezsin” cümlesi, sözü edilen ideolojiyi simgeler. Burada “dünya işleri” ile kastedilen, Celâleddin Rumî’nin tarif ettiği biçimiyle, “hırs, tamah, mülkiyet mücadelesi, altın ve gümüş tutsaklığı”dır.

Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış Şeyh Otman Baba, “bu dünya malı için zulüm yapanlara karşı olduğunu” ilan edip baskı altında ezilen garip miskinlerin yardımına koşarken tevhid makamına ulaşmak için nefsini yenme, nefsine hâkim olma, yaratıcıya güven, bilgi, özveri ve yoldaşlık aşamalarının önemini vurgular.

Kelâmcı ve fıkıhçıların Allah’ı akılla kavrama çabalarına karşı, İbn Arabî, teşbih ve tenzih arasındaki gerilimli ilişkide Allah’ı aklın sınırlayıcılığı ile yetinmeden, kalp ile kemâl mertebesine ulaşılmasının daha doğru olacağından bahseder. İbn Arabî, aklın sınırlayıp belirlemeye çalıştığını, bu nedenle “halden hale geçemeyeceğini”, oysa “kalbin halden hale geçebileceğini” söyler. Bu görüş, bir yönüyle devrimin hakikatinin sadece bir tür rasyonaliteye indirgenemeyeceğini, olayın “zaman”ını yaratmaya çalışan ve o “zaman” tarafından ele geçirilen bir sadakat boyutunun da olması gerektiğini bize hatırlatır gibidir.

Kelâm ve fıkıh eğitimi almış Şeyh Bedreddin’in Hüseyn-i Ahlatî’nin etkisiyle o dönemlerde Şii-Batınî düşüncelerle de etkileşen İbn Arabî ekolüyle tanışması bu bakımdan önemlidir. Varidat’ta Bedreddin, “şeytan, insandaki vehim gücüdür” der ve insanın “eşyayı hakkıyla bilemeyeceğini” söyler:

“Aklın iki yönü vardır. Birincisi fikir ve görüş yoluyla idrak, ikincisi iç temizliğiyle bir şeyi keşfedip açığa çıkarmak. Aklın bir şeyi keşif yoluyla kavraması tamdır, hatadan uzaktır”.

Bedreddin, kelâmcıların yöntemi olan “görüş yoluyla idrak”in ise birçok hayal ve hata ile karışık olduğunu belirtir ve ekler: “keşif yolu arınmayla, Allah’a yönelmeyle ve peygamberlerin izinden gitmekle elde edilir.” Bu keşif yolu, mücadele ettiği an’ı ele geçirmeye çalışan, ama an tarafından ele geçirilmeye de sadakatle bağlı olan, şimdinin verili ontolojisinin içkinliğini ve ait olduğu bütünlüğün aşkınlığını kendi “zaman”ında birleştiren, Şeyh Bedreddin’in tabiriyle, “peygamberlerin izinden giden” -yani bir bakıma şimdiki zamanın içinden geçmişe uzanan ve o devrimci birikimi yeniden yorumlayan- öznelerin yoludur.

Varidat’ta yer alan “İnsanlar Cahiliye Devrinde özel puta ibadet ederdi; şimdi de mevhum olan puta ibadet ediyor” sözü, aklın sınırlayıcılığı ve yanılsamaları altında Allah’ı sorgulanamaz bir illüzyonla kalıplaştıran ve donduran kelâmcıları eleştiren İbn Arabî’yi andırır. İbn Arabî’nin teşbih ve tenzih arasındaki gerilimli dinamik birliktelikte düşündüğü Allah’ın varlığı, Bedreddin’de “Hakk’ın iradesinin âlemin istidadınca hükmünü yürüttüğü” düşüncesine evrilir. Bedreddin Varidat’ta şöyle yazar:

“Allah’ın her şeyi kapsaması göz önüne alınırsa buna küllî unvanı verilir. O’nun belirli bir mazharda zuhur etmesi özelliğine cüz’î adı verilir. Küllîlik ve cüz’îlik Allah’ın zatı bakımından iki özelliğidir.”

İbn Arabî’nin Allah’ın eşzamanlı içkinlik ve aşkınlığını kabul eden görüşü, Şeyh Bedreddin’de küllî ve cüz’î birlikteliği ile ortaya çıkar. Hakk’ın eşyada ve yaratılmış insanda ortaya çıkışı, yaratılmış olanın istidadına bağlıdır. Hakikatin açığa çıkışı, yaratılmış olanın ait olduğu bütünlüğü tanıması ve gelip geçici şeylerin yabancılaştırıcı etkisinden kurtulma çabası ile mümkündür. Bu görüş, bir bütünlüğe ait olan parçanın, kendi varoluşunda o bütünlüğü temsil etmesi düşüncesine yakındır.

Özgürlük, eşitlik ve adaletin gerçekleştirilmesi yapısal olarak imkânsız olsa bile, bu fikirleri gerçekleştirme çabasının eylemliliği, Şeyh Bedreddin’in dilinde “sırrı tevhidin gerçeklendirilmesi”ne karşılık gelir. Bu çaba, Hakk’ı bu dünyada egemen kılma çabasıdır ve bir yönüyle sınıfsız toplum kurma mücadelesidir. Bedreddin’in “Varlıkların kimi kimine zıt olsa da Allah bütün varlıkları kapsar. […] Öyleyse batıl, varlık bakımından ‘hak’tır” sözü, Hallac-ı Mansur’a kadar geri götürülebilecek olan “küfr ve İblis’in de hak olduğu” düşüncesini çağrıştırır. Bu düşüncenin materyalist potansiyeli, bir bakıma Nietzsche’de yer alan “amor fati” (insanın yazgısını sevmesi, benimsemesi) fikriyle benzerlik taşır. Nihilizme ve salt tepkiselliğe mahkûm olmayan, aklın sınırlayıcı hesapçılığı ile yetinmeyen hakiki isyan, var olan dünyayı, içinden çıkılan öncülleri kabul etmeyi gerektirir. Bu kabul, bir bakıma İbn Arabî’nin içkin ve aşkın olanın dinamik birlikteliğini onaylamayı gerektiren bir kabuldür. İbn Arabî, “insan düşüncesiyle yaratmış olduğu ilahtan başkasına inanamaz” der ve “inanılan ilah” diye adlandırdığı bu inşaların “kulun akıl veya taklit gücüne dayandırıp kalbine sığdırdığı Allah sureti” olduğunu söyler. İbn Arabî, bu noktadan yola çıkarak “tapınılan her varlık ya da ibadet edilen her suretin Hakk’ın bir tecelligâhı” olduğu düşüncesine varır. Bu düşünce, yüzyılı aşkın bir sürede işlenecek ve Şeyh Bedreddin isyanında sadece Müslüman-Türkmen köylülere değil, Hıristiyan ve Yahudilere de seslenen Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in senkretik ideolojilerinde karşımıza çıkacaktır. Bu senkretizm, merkezî devletin kendi ideolojik dayanağı haline getirdiği, kelâmcı ve fakihler eliyle temellendirilen dinî ortodoksiye karşı ezilenlerin geniş birlikteliğini sağlama amacındadır ve günümüzdeki yapay liberal çokkültürcü hoşgörü yerine “Allah’ın bütün varlıklarda mevcut bulunduğu” şeklindeki eşitleyici metafizikten köken alır.

Bu metafizik arka plandan ve düşünsel gelenekten beslenen devrimci-isyancı hareket ve ideolojiler, etkilerini uzun bir dönem boyunca taşıdılar. İdris-i Bitlisî, Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Sofyalı Bali, Aziz Mahmud Hüdayî gibi saraya yakın isimler aradan çok uzun seneler geçmesine rağmen Bedreddin aleyhine yazılar yazıp fetvalar çıkardılar. Hatta Tanzimat dönemi şeyhülislamlarından Arif Hikmet Bey, 400 yıl sonra bile Şeyh Bedreddin’in kitaplarını toplayıp yaktırdı. Bu uzun süreli etkinin önemli bir sebebi, Şeyh Bedreddin isyanının mayalandığı coğrafyanın sadece Karaburun ya da Deliorman bölgesiyle sınırlı olmayıp, İznik ve Konya’dan Şam’a, Kahire’den Tebriz ve Halep’e uzanan geniş bir bölgeyi içeriyor olmasıdır. Bahsedilen bu geniş coğrafya, anlatılmaya çalışılan metafizik devrimci teolojik görüşlerin oluştuğu ve çeşitli dönüşümlerle varlığını uzun süreler devam ettirdiği bir alandır. Bahsedilen bu bölgelerde saltanatçı-mülkiyetçi iktidar ideolojilerine karşı verilen mücadeleler “bu dünyada” her çeşit mal mülkten uzak durma, dünyanın hakikatini ve kendi sınırlılıklarını, faniliğini bilme, varoluşunun fakirliğinin farkında olma gibi motivasyonlara dayalıdır. Bu ideolojik motivasyonlar dinî-metafizik görünümde olsalar da, devlet-ulema işbirliğine dayalı kurumsal dinî ortodoksinin dışında bir dünyaya kapı açan, ciddi devrimci potansiyellere işaret eder.

Şeyh Bedreddin, “Hakk’a ulaşmanın başlıca yolu dünyaya bağlanmamaktır” der ve “ilmiyle âmil olmayanın cahil sayılacağını” söyler. “İlmiyle âmil olan” ve adaleti tesis etmek için kıyam eden Şeyh Bedreddin ve yoldaşları, aradan 600 yıl geçmiş olmasına rağmen seslerini günümüze duyuruyorlar. Coğrafyamızın emperyalizmin savaş ve işgalleriyle, sermayenin sömürüsü ve devletlerin zulmüyle sarsıldığı, yeni bir dünya sisteminin kurulma sancılarının çekildiği, içinde yaşadığımız şimdi’de mevcut koşullar ve öncüller ne kadar kötü olursa olsun, geçmiş mücadelelerin birikimi “bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek bir hareketin” mayalanması için bizlere imkân sunuyor. Egemenlerin kronolojik süreklilik içeren zaman anlayışlarına karşı, verili andan geçmişe uzanan kopuşları barındıran ve kendi “zaman”ını oluşturan devrimci mücadelenin birikimine bakmak gerekiyor.

Tevfik Ziya
Aralık 2016

0 Yorum: