Kronolojik Zamana Karşı Devrim:
Şeyh Bedreddin ve Varidat’ı Hatırlamak
“İnsanların bir kısmı bir kısmına tapıyor, kimisi de altın
ve gümüş paralara, yenilecek içilecek şeylere, yüceliklere, övünülecek şeylere
ibadet ediyor da yine de Allah’a ibadet ettiklerini sanıyorlar.”
[Şeyh Bedreddin, Varidat]
“ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz milletlerin
ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz…”
[Nâzım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı]
Zaman üzerine çalışan bazı fizikçiler ve filozoflar, aksini düşünmeye dönük bir alışkanlığımız olsa da “kendinde” akan bir şey olarak zamanın olmadığını söylerler. Bu düşünceye göre, “mutlak zaman” algısına rağmen zaman bağıntısal bir kavramdır; farklı olgu durumları arasındaki bir ilişkidir.
Zamanın geçmişten geleceğe doğru, eski olayları arkada bırakarak geri dönmemecesine aktığı yönündeki düşünce, bir gerçeklik olarak yanılsamadan ibarettir. Farklı olaylar ve değişkenler arasındaki bağıntılar, kronolojik olarak algılanan süreç içerisinde tekrar kurulabilir ve geride bırakıldığı düşünülen durumlar, farklı biçimler altında tekrar ortaya çıkabilir.
Walter Benjamin de “Hiçbir olay tarih
için kaybolmuş sayılmaz” diye yazar ve ekler: “Ama ancak kefaretini ödemiş bir
insanlık, geçmişine tümüyle sahip çıkabilir.”
İçinde bulunduğumuz dönemde egemenler, kendi egemenliklerine dair geçmişten bugüne bir süreklilik algısıyla hegemonya üretmeye çalışıyorlar.
Dünyanın geri kalan
yerlerinde olduğu gibi bu topraklarda da devlet ve sermaye, kendi “zaman”ını,
her yönetsel pratiğinde, sömürü ve zulmü işletişinde yeniden oluşturuyor. Akıp
gittiğini sandığımız zamanda geride bırakılan olaylar ve gelenekler,
egemenlerin siyasetinde güncellik kazandırılarak verili an içerisine
aktarılıyor ve süreklilik zincirine bağlanıyor.
Sömürü
ve zulmün olduğu yerde egemenlere karşı koyuş pratikleri de sergileniyor.
Ancak, karşı koyuş pratikleri bir bağlama oturmadığı, kendi “zaman”ını meydana
getirmediği müddetçe salt tepkisel kalıyor; kurucu bir bütünlük kurgusuna sahip
olmuyor.
“Bilişim”
ve “yönetişim” çağında egemenler “tebaalarını” gösterge ve enformasyon
bombardımanı altında tutarak direnişleri ve tepkileri içeriksizleştirmeye,
bağlamsızlaştırmaya, kurucu bir bütünsellik kurgusundan uzaklaştırmaya
çalışıyorlar. Tarihin bilinçdışına itilen devrimci karşı koyuş pratiklerini,
teorilerini verili an içerisine katmak, böylece tekil bir durumun
reaktif-nihilist özneleri olmak yerine, tarihsel süreçte tekrarlanan
mücadelelerin genel bağlamında yer bulmak, bir bütünün parçası olma duygusu
içerisinde o bütünü temsil etmek gerekiyor.
Geleceği
kurmanın yolu, kronolojik ilerleyen bir zaman algısı içinde akıntıya uymaktan
değil, geçmişi yeniden yorumlamaktan ve sahiplenmekten geçiyor. Marx ve Engels,
“Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu
hareketin koşulları, fiilen var olan öncüllerden doğarlar” derken, bir yönüyle
verili gerçekliğin değiştirilip dönüştürülmesinin, şimdiki zamanın içinden
geçmişe, öncüllere uzanan bir kopuşla olanaklı olacağını vurguluyorlar.
Üzerinden
600 yıl geçmesine rağmen politik ve toplumsal etkileriyle Şeyh Bedreddin kıyamı,
hâlâ canlı olanı, miadı dolmuş olanı değil, daimi dirimsel olanı, dönüşerek
devam edeni ve devam ederek dönüşeni temsil ediyor. Yeni bir dünyanın kurulmak
üzere olduğu, Osmanlı sarayının artı değer birikimi ve politik otoriteyi tek
merkezde toplamaya çalıştığı, kuruluş döneminin eşitlikçi abdal ve
dervişlerinin yerlerine saraya bağlı ulema ve fakihlerin geçtiği, eşitsizlik ve
yoksulluğun arttığı, Fetret Devri’nin yaşandığı yıllarda kıyam eden Şeyh
Bedreddin, felsefî görüşleri ve politik hareketiyle bugün için de değerini
koruyor.
Şeyh
Bedreddin kıyamını Türkiye sosyalist hareketinin birikimine katan Nâzım Hikmet,
uzun şiirinin girişine yazdığı notta cezaevinde şiiri kaleme alırken yaşadığı
bir tür zaman yolculuğundan bahseder. Bu yolculuk, bir yönüyle kıyamın
oluşturduğu tarihsel birikimi hissetme amacıyla yapılan zihinsel bir
yolculuktur. Nitekim, uzun şiirin sonuna eklediği “zeyl”de, kendisinden
yazılması istenen “Bedreddin destanı”nın aslında mazlumların, fukaraların,
ezilenlerin, sömürü ve zulme karşı mücadele eden devrimcilerin ortak
katkılarıyla yazılabileceğini belirtir: “Benden istenen, sizden de istenendir”.
Şiirin sonuna yazdığı “Ahmed’in Hikâyesi”nde bu gerçeği bir köylünün ağzından
şu şekilde ifade eder:
“Bedreddin’in ölüsü,
kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi
dirilecek… Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim
aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz”.
Mesiyanik
karakterli bir halk ayaklanmasının enerjisinin devamı, ezilen hareketlerinin
tarihsel birikiminin şimdinin verili gerçekliği içerisinde kolektif mücadelede
sürdürülmesi ile olanaklıdır. Yunus Emre’nin deyişiyle, “ölür ise ten ölür,
canlar ölesi değil”dir.
Letaifu’l-İşarat, Camiu’l-Fusuleyn
ve Teshil gibi fıkıh kitaplarında taklide bağlanmayıp içtihat kapısının
açık olduğunu savunan Şeyh Bedreddin, felsefî görüşlerinin yer aldığı esas
eseri Varidat’ta karşımıza inançlı bir mutasavvıf, felsefî derinliği
olan bir düşünür olarak çıkar. Varidat’ta yer alan metinlerden bugünkü
anlamıyla bir komünizm düşüncesi çıkmayacakmış gibi görülebilir. Ancak bu,
yüzeysel bir bakış olacaktır.
Nâzım
Hikmet’in yazdığı uzun şiirinde yapmaya çalıştığı gibi, Bedreddin düşünceleri
ve eylemiyle aslında “sınıf savaşımları tarihi”nin bir parçasıdır. Özel olarak
Şeyh Bedreddin’in, genel olarak ise ait olduğu devrimci teolojik geleneğin
düşünce birikimi sömürü ve zulme karşı mücadelenin kısıtlı öznelerin etki
alanıyla sınırlı olmadığını, öznelerin kendileriyle başlayıp kendileriyle
bitmediğini her daim hatırlatan, uzun erimli bir hareketliliğin belli bir mekân
ve an içerisindeki unsurları olunduğu fikrini diri tutan, toplumsal-politik
eylemliliği zamansal ve fikrî süreklilikten yoksun vicdan rahatlatma
oportünizmi olmaktan kurtaran bir tür fikirsel arka plan anlamını taşır. Nâzım
Hikmet’in şiirin sonunda yazdığı “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!/Dünü
bugüne/bugünü yarına bağlayın!” uyarısı bu bağlamda anlam kazanır.
17.
yüzyılda yaşayan Niyazi-i Mısrî, Şeyh Bedreddin’i İbn Arabî ile birlikte “dini
ihya edenlerden” sayarken, eseri Varidat’ı da Fususu’l-Hikem’e
akan bir nehre benzetir. İbn Arabî, felsefeci ve ilahiyatçıların Allah’ın
eşzamanlı aşkınlığını (tenzih) ve içkinliğini (teşbih) anlayamamalarından
yakınır. O, Allah’ın hem içkin hem de aşkın olduğunu kabul eden bir düşünceyi
savunur. Bu düşünce, devrime dair olanın hem şimdinin verili ontolojisi
içerisinde bulunmasını, hem de şimdi’yi aşan bir tür metafizik bağlılık
boyutuna sahip olmasını andırır. İbn Arabî’nin vahdet-i vücud (varlık birliği)
kavramı, eşyanın varlığını, onların tekil varoluşlarını göz ardı etmeden
Allah’a yeniden atfetme girişimi, “insanın kendisinden bile özgür olduğu” bir
noktaya ulaşması, Allah’ın tüm sıfatlarının bütünlüğünün farkına varılarak
bunlarla cem olunması anlamına gelir. Bu düşünce, kesret âlemi denilen
varolanları görerek ontolojik birliğe ulaşan, benliği öne çıkarmadan bütün
olanı kavramaya çalışan bir bakış açısına sahiptir ve dünyevî otoritelerin,
mülkiyetin ve iktidarların gelip geçiciliğine karşı içkin ve aşkın olanın
birlikteliğini araması ciddi bir direniş potansiyeli barındırır.
Şeyh
Bedreddin, İbn Arabî’nin vahdet-i vücud öğretisinden etkilenmekle birlikte
-muhtemelen Şeyh Hüseyn-i Ahlatî’nin de etkisiyle- bu öğretiyi vahdet-i mevcud
öğretisine taşır. Bedreddin’in sözünü ettiği “sırrı tevhid”, Varidat’ta
“varolanın Allah olduğunu, başka bir nesne olmadığını bil” sözüyle ifadesini
bulur. Bedreddin’e göre, “Allah bütün evrendedir”, “Allah’tan başka mevcut
yoktur”. Bu düşüncede, bu dünya ve öbür dünya ayrımı ve varlığın ikiliği ancak
görünüşte olup, aslında bütün varlığın tek olduğu, varoluş ve yok oluşun
maddîliği ile ezelî ve ebedî oluşu, yaratılmışların ve eşyanın birliği anlayışı
esastır. Şeyh Bedreddin bu görüşü, “Birbirinin karşıtı olsalar bile bütün
varlıklar tüm varlığa bağlıdır” sözüyle dile getirir. “Dünya üzerinde
bütünleştirici” hakikatlere eren kişi, Allah dışında her şeyden vazgeçer. Bunun
devrimci anlamı, yönetici sınıfların elindeki otorite ve mülkiyet güçlerine,
benliği öne çıkarma girişimlerine ve gelip geçici olan putlara karşı kâinattaki
her şey olan Hakk’a bağlanmayı öne çıkaran eskatolojik bir kurtuluşçuluk
içermesidir.
Şeyh
Bedreddin’in, ondan önce gelen Babaîlerin ve sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan
Bayramî-Melâmî-Hamzavî hareketlerinin, Alevî-Bektaşî halk isyanlarının, Patrona
Halil ayaklanmasının arka planındaki motive edici metafizik inanç, bu
eskatolojik ideolojidir. Varidat’ta yer alan “kalbin dünya işleri ile
meşgulse, istersen bin sene namaz kılmış ol, ibadetlerinin güzel karşılığını
bulamaz, sevaba giremezsin” cümlesi, sözü edilen ideolojiyi simgeler. Burada
“dünya işleri” ile kastedilen, Celâleddin Rumî’nin tarif ettiği biçimiyle,
“hırs, tamah, mülkiyet mücadelesi, altın ve gümüş tutsaklığı”dır.
Fatih
Sultan Mehmet döneminde yaşamış Şeyh Otman Baba, “bu dünya malı için zulüm
yapanlara karşı olduğunu” ilan edip baskı altında ezilen garip miskinlerin
yardımına koşarken tevhid makamına ulaşmak için nefsini yenme, nefsine hâkim
olma, yaratıcıya güven, bilgi, özveri ve yoldaşlık aşamalarının önemini
vurgular.
Kelâmcı
ve fıkıhçıların Allah’ı akılla kavrama çabalarına karşı, İbn Arabî, teşbih ve
tenzih arasındaki gerilimli ilişkide Allah’ı aklın sınırlayıcılığı ile
yetinmeden, kalp ile kemâl mertebesine ulaşılmasının daha doğru olacağından
bahseder. İbn Arabî, aklın sınırlayıp belirlemeye çalıştığını, bu nedenle
“halden hale geçemeyeceğini”, oysa “kalbin halden hale geçebileceğini” söyler.
Bu görüş, bir yönüyle devrimin hakikatinin sadece bir tür rasyonaliteye
indirgenemeyeceğini, olayın “zaman”ını yaratmaya çalışan ve o “zaman”
tarafından ele geçirilen bir sadakat boyutunun da olması gerektiğini bize
hatırlatır gibidir.
Kelâm
ve fıkıh eğitimi almış Şeyh Bedreddin’in Hüseyn-i Ahlatî’nin etkisiyle o
dönemlerde Şii-Batınî düşüncelerle de etkileşen İbn Arabî ekolüyle tanışması bu
bakımdan önemlidir. Varidat’ta Bedreddin, “şeytan, insandaki vehim
gücüdür” der ve insanın “eşyayı hakkıyla bilemeyeceğini” söyler:
“Aklın iki yönü vardır.
Birincisi fikir ve görüş yoluyla idrak, ikincisi iç temizliğiyle bir şeyi
keşfedip açığa çıkarmak. Aklın bir şeyi keşif yoluyla kavraması tamdır, hatadan
uzaktır”.
Bedreddin,
kelâmcıların yöntemi olan “görüş yoluyla idrak”in ise birçok hayal ve hata ile
karışık olduğunu belirtir ve ekler: “keşif yolu arınmayla, Allah’a yönelmeyle
ve peygamberlerin izinden gitmekle elde edilir.” Bu keşif yolu, mücadele ettiği
an’ı ele geçirmeye çalışan, ama an tarafından ele geçirilmeye de sadakatle
bağlı olan, şimdinin verili ontolojisinin içkinliğini ve ait olduğu bütünlüğün
aşkınlığını kendi “zaman”ında birleştiren, Şeyh Bedreddin’in tabiriyle,
“peygamberlerin izinden giden” -yani bir bakıma şimdiki zamanın içinden geçmişe
uzanan ve o devrimci birikimi yeniden yorumlayan- öznelerin yoludur.
Varidat’ta yer
alan “İnsanlar Cahiliye Devrinde özel puta ibadet ederdi; şimdi de mevhum olan
puta ibadet ediyor” sözü, aklın sınırlayıcılığı ve yanılsamaları altında
Allah’ı sorgulanamaz bir illüzyonla kalıplaştıran ve donduran kelâmcıları
eleştiren İbn Arabî’yi andırır. İbn Arabî’nin teşbih ve tenzih arasındaki
gerilimli dinamik birliktelikte düşündüğü Allah’ın varlığı, Bedreddin’de
“Hakk’ın iradesinin âlemin istidadınca hükmünü yürüttüğü” düşüncesine evrilir.
Bedreddin Varidat’ta şöyle yazar:
“Allah’ın her şeyi
kapsaması göz önüne alınırsa buna küllî unvanı verilir. O’nun belirli bir
mazharda zuhur etmesi özelliğine cüz’î adı verilir. Küllîlik ve cüz’îlik
Allah’ın zatı bakımından iki özelliğidir.”
İbn
Arabî’nin Allah’ın eşzamanlı içkinlik ve aşkınlığını kabul eden görüşü, Şeyh
Bedreddin’de küllî ve cüz’î birlikteliği ile ortaya çıkar. Hakk’ın eşyada ve
yaratılmış insanda ortaya çıkışı, yaratılmış olanın istidadına bağlıdır.
Hakikatin açığa çıkışı, yaratılmış olanın ait olduğu bütünlüğü tanıması ve
gelip geçici şeylerin yabancılaştırıcı etkisinden kurtulma çabası ile
mümkündür. Bu görüş, bir bütünlüğe ait olan parçanın, kendi varoluşunda o
bütünlüğü temsil etmesi düşüncesine yakındır.
Özgürlük,
eşitlik ve adaletin gerçekleştirilmesi yapısal olarak imkânsız olsa bile, bu
fikirleri gerçekleştirme çabasının eylemliliği, Şeyh Bedreddin’in dilinde
“sırrı tevhidin gerçeklendirilmesi”ne karşılık gelir. Bu çaba, Hakk’ı bu
dünyada egemen kılma çabasıdır ve bir yönüyle sınıfsız toplum kurma
mücadelesidir. Bedreddin’in “Varlıkların kimi kimine zıt olsa da Allah bütün
varlıkları kapsar. […] Öyleyse batıl, varlık bakımından ‘hak’tır” sözü,
Hallac-ı Mansur’a kadar geri götürülebilecek olan “küfr ve İblis’in de hak
olduğu” düşüncesini çağrıştırır. Bu düşüncenin materyalist potansiyeli, bir
bakıma Nietzsche’de yer alan “amor fati” (insanın yazgısını sevmesi,
benimsemesi) fikriyle benzerlik taşır. Nihilizme ve salt tepkiselliğe mahkûm
olmayan, aklın sınırlayıcı hesapçılığı ile yetinmeyen hakiki isyan, var olan
dünyayı, içinden çıkılan öncülleri kabul etmeyi gerektirir. Bu kabul, bir
bakıma İbn Arabî’nin içkin ve aşkın olanın dinamik birlikteliğini onaylamayı
gerektiren bir kabuldür. İbn Arabî, “insan düşüncesiyle yaratmış olduğu ilahtan
başkasına inanamaz” der ve “inanılan ilah” diye adlandırdığı bu inşaların
“kulun akıl veya taklit gücüne dayandırıp kalbine sığdırdığı Allah sureti”
olduğunu söyler. İbn Arabî, bu noktadan yola çıkarak “tapınılan her varlık ya
da ibadet edilen her suretin Hakk’ın bir tecelligâhı” olduğu düşüncesine varır.
Bu düşünce, yüzyılı aşkın bir sürede işlenecek ve Şeyh Bedreddin isyanında
sadece Müslüman-Türkmen köylülere değil, Hıristiyan ve Yahudilere de seslenen
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in senkretik ideolojilerinde karşımıza
çıkacaktır. Bu senkretizm, merkezî devletin kendi ideolojik dayanağı haline
getirdiği, kelâmcı ve fakihler eliyle temellendirilen dinî ortodoksiye karşı
ezilenlerin geniş birlikteliğini sağlama amacındadır ve günümüzdeki yapay
liberal çokkültürcü hoşgörü yerine “Allah’ın bütün varlıklarda mevcut bulunduğu”
şeklindeki eşitleyici metafizikten köken alır.
Bu
metafizik arka plandan ve düşünsel gelenekten beslenen devrimci-isyancı hareket
ve ideolojiler, etkilerini uzun bir dönem boyunca taşıdılar. İdris-i Bitlisî,
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Sofyalı Bali, Aziz Mahmud Hüdayî gibi saraya yakın
isimler aradan çok uzun seneler geçmesine rağmen Bedreddin aleyhine yazılar
yazıp fetvalar çıkardılar. Hatta Tanzimat dönemi şeyhülislamlarından Arif
Hikmet Bey, 400 yıl sonra bile Şeyh Bedreddin’in kitaplarını toplayıp yaktırdı.
Bu uzun süreli etkinin önemli bir sebebi, Şeyh Bedreddin isyanının mayalandığı
coğrafyanın sadece Karaburun ya da Deliorman bölgesiyle sınırlı olmayıp, İznik
ve Konya’dan Şam’a, Kahire’den Tebriz ve Halep’e uzanan geniş bir bölgeyi
içeriyor olmasıdır. Bahsedilen bu geniş coğrafya, anlatılmaya çalışılan
metafizik devrimci teolojik görüşlerin oluştuğu ve çeşitli dönüşümlerle
varlığını uzun süreler devam ettirdiği bir alandır. Bahsedilen bu bölgelerde
saltanatçı-mülkiyetçi iktidar ideolojilerine karşı verilen mücadeleler “bu
dünyada” her çeşit mal mülkten uzak durma, dünyanın hakikatini ve kendi
sınırlılıklarını, faniliğini bilme, varoluşunun fakirliğinin farkında olma gibi
motivasyonlara dayalıdır. Bu ideolojik motivasyonlar dinî-metafizik görünümde
olsalar da, devlet-ulema işbirliğine dayalı kurumsal dinî ortodoksinin dışında
bir dünyaya kapı açan, ciddi devrimci potansiyellere işaret eder.
Şeyh
Bedreddin, “Hakk’a ulaşmanın başlıca yolu dünyaya bağlanmamaktır” der ve
“ilmiyle âmil olmayanın cahil sayılacağını” söyler. “İlmiyle âmil olan” ve
adaleti tesis etmek için kıyam eden Şeyh Bedreddin ve yoldaşları, aradan 600
yıl geçmiş olmasına rağmen seslerini günümüze duyuruyorlar. Coğrafyamızın
emperyalizmin savaş ve işgalleriyle, sermayenin sömürüsü ve devletlerin
zulmüyle sarsıldığı, yeni bir dünya sisteminin kurulma sancılarının çekildiği,
içinde yaşadığımız şimdi’de mevcut koşullar ve öncüller ne kadar kötü olursa
olsun, geçmiş mücadelelerin birikimi “bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek
bir hareketin” mayalanması için bizlere imkân sunuyor. Egemenlerin kronolojik
süreklilik içeren zaman anlayışlarına karşı, verili andan geçmişe uzanan
kopuşları barındıran ve kendi “zaman”ını oluşturan devrimci mücadelenin
birikimine bakmak gerekiyor.
Tevfik Ziya
Aralık
2016
0 Yorum:
Yorum Gönder