Liberal-Muhafazakâr Hegemonyaya Karşı Ezilenlerin Devrimci İmanı
“Haykır yüzlerine ‘Ey kâfirler!’
Ben sizin mabutlarınıza asla ibadet etmem!
Siz de benim mabuduma ibadet etmezsiniz.
Sizin ibadet ettiğinize asla ibadet edecek değilim.
Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz.
O halde sizin dininiz size, benim dinim bana!”
[Kafirun Suresi]
“İyilerde ne inanç, ne umut kaldı
artık
Oysa kötüler coşkun, yoğun bir tutkudan mustarip”
[William Butler Yeats]
İnsan türü için mutlak iyilik ve mutlak kötülük olmadığının farkında olarak, iyi ve kötü arasında kurgulanan apokaliptik karşıtlık, ezilenlerin mülkiyet ve devlet karşıtı eşitlikçi devrimciliği ile ezenler ve sömüren sınıflar arasında geçmiş olan ve geçecek olan mücadele olarak anlaşılmalıdır.
Her türden politikanın, hatta en bayağı düzen politikasının bile kutsallaştırmalara ihtiyaç duyduğu göz önüne alınacak olursa, toplumsal eşitsizliklere ve baskıya karşı çıkan devrimci politikanın kendi hakikatine bağlılık göstermesi gereklidir. (Kierkegaard’un deyişiyle: “Siyaset olarak görünen ve kendini siyasal olarak gösteren şey, günün birinde aslında dinsel bir hareket olduğunu açığa vuracaktır.”)
Hakikat, aşkın bir
öznenin iradesini ya da buyruklarını dayatan bir süreç değildir; hakikat,
politikanın sinizme düşmesine engel olacak biçimde kolektif mücadeleye iman
etmektir.
İman fikri, metafizik bir Tanrı inancına bağlı olup
olmamaktan bağımsız olarak, komünist eşitlik ve adalet taleplerine öznel
bağlılık olarak anlaşılmalıdır. Simon Critchley’nin sözleriyle, “iman, gücümü
aşan ama yine de benim tüm gücüme ihtiyacı olan sonsuz bir talep karşısında
benliğin kendini ortaya koymasıdır.” Teizme göre imansız olanların imanı ve
teizmin imanlılarının hâkim din anlayışı karşısındaki imanı (örneğin
Şeriati’nin “ezenlerin ve sömürücü sınıfların dinine karşı devrimci din”
vurgusu) devrimci bir siyasal teolojinin koşullarını oluşturur. İmansızların
imanı ve imanlıların karşı-imanı öncelikle, aşkın bir öznellikte değil, bu
dünyaya içkin kolektif bir yaratımda aranmalıdır.
Devrimci politika, rasyonalizmin her şeyi bilen ve
öngören üstten bakışı, pozitivizmin ilerlemeciliği ile değil, siyasal bir
teolojinin gerektirdiği tutku ile yapılabilir. Radikal bir adalet, eşitlik ve
özgürlük mücadelesi olarak komünizmin eşitliğin uzak bir toplumsal hedef değil,
derhal gerçekleştirilmesi gereken bir siyasî eylem düsturu olduğunu kavramak
devrimci bir siyasal teolojinin olmazsa olmazıdır. Komünizmin tarih-aşırı bir
fikir olarak kavranışı Platoncu “ideaların önceliği” fikri ile benzerlik
göstermektedir, ama bu basit bir idealizm olarak görülmemelidir. Politik olan
yalnızca devrimci politik teolojinin aşkın görünümünde değil, aynı zamanda
mevcut toplumsal, ekonomik koşulların şimdi’sinde de aranmalı ve kurulmalıdır.
Politik olarak aşkınsallık, var olan maddî gerçeklikler ve toplumsal
formasyonlardan köken alır ve o gerçeklikler üzerine şimdi’nin dolaysız
gerçekliğinde etki ederek maddî etkiler gösterir. Bu iki durumu, yani
aşkınsallık ve içkinlik durumlarını negatif ve pozitif muhalefet şeklinde
gruplamak mümkündür.
Var olan toplumsal, dünyevî düzenlerin reddi anlamında
negatif muhalefet aşkın görünenin içinde gizlidir. İnsanın ve varlığın ne’liği
ve nasıl’lığı üzerine konuşmak, idealist ya da materyalist metafiziğin alanına
giriş yapmaktır. İdealist ve materyalist metafizikler aşkınlığı farklı
ontolojilerde temellendirecektir; bir tarafta Tanrısallığın sonsuzluğu ve
yaratıcı kudreti, diğer tarafta ise maddenin Büyük Patlama’dan bu yana
geçirdiği dönüşümler. Hangisi olursa olsun, metafizik temel eşitlikçi / apokaliptik
politik teolojinin kuruluşu için gereklidir. Her ontoloji bir siyasallığı, her
siyasallık da bir ontolojiyi gerektirir. Bu gereklilik olduğu içindir ki,
burjuva Aydınlanma’sı hakikat arayışını kendi nesnelliği ve kurgusal
öznelliğinde dondurmuş, ardından gelen postmodern kapitalizm döneminde ise
“büyük anlatıların yıkılması” sloganı ile radikal devrimci mücadelelerin
metafizik temeli yok edilmeye çalışılmıştır (Žižek’in deyişiyle, “kapitalizm,
toplumun büyük bir kesimini anlamlı bir bilişsel haritadan yoksun bırakan bir
sistem”dir). Soğuk Savaş kuramcısı Daniel Bell’in “ideolojilerin sonu” tezi ile
başlatılan yolculuk, Fukuyama’nın -Hegel’den esinlenen- “tarihin sonu” tezi ile
kapitalist sistemde ve bireyciliğin kutsallaştırılmasında sonlandırılmak
istenmiştir.
Pozitif muhalefet ise ekonomik ve toplumsal
koşullardan yola çıkılarak radikal eşitlik ve adalet talebine dayanan komünal
bir toplumsal-politik düzen kurulması mücadelesidir. Politikanın konjonktürel
tarafı, şimdi olanın gerçekliği içinde kurulur ve devrimci politik-stratejik
akıl şimdinin gerçekliğinde devreye girer. Badiou’nün sözünü ettiği “her an
gerçekleştirilebilir bir siyasî eylem ilkesi” olarak komünizm mücadelesi,
politik konjonktürün gerekleri doğrultusunda, rasyonalizme kapılmayan bir
politik akılla birlikte verilir. Lenin’in dünya devrim tarihine öğrettiği de
budur: Rasyonalist olmayan devrimci politik bir rasyonalite. Gramsci de Hapishane
Defterleri’nde sadece ideolojinin aşkınsallığının coşkusunun yetmeyeceğini,
uzun erimli bir strateji ve anlık değişen politik taktiklerin gerekli olduğunu
yazar.
Devrimci politika, metafizik ve konjonktürel olanın
birlikteliğinde kurulur. Burjuva zamansallığının kırılganlaştığı yerdir bu
birliktelik; komünizmin ilerlemeci tarih anlayışı şeması içinde sıkıştırılması,
radikal ütopyayı “geçmişten kopuldukça-geçmişten uzaklaşıldıkça yaklaşılan bir
hedef” mertebesine düşürür. Bu mertebe, komünist radikal eşitlik ve özgürlük
mücadelesinin şimdi’de verilmesini engelleyeceği gibi, burjuva Aydınlanma’sının
ilerlemeci zaman şemasının politik devrimcilik için esas alınması, burjuvazinin
kısıtlı materyalizminin, “tarihin taşıyıcısı akıllı özne ve onun tarihi
ilerletici gücü” şeklindeki ontolojisinin kabulü anlamına gelir. Oysa zaman,
kendi maddîliği içinde maddî ideolojik üretim pratiklerini de sürükler, böylece
ilerlemeci bakış açısından arkaik görülen ideolojik yapılar, ilerleyen maddî
zamanın her anında yeniden -ama farklı formlarda- ortaya çıkabilir. Bu
sayededir ki, eşitlikçi-özgürlükçü komünal ütopyalar tarihin farklı
dönemlerinde farklı konjonktürlerde kendilerine yeni taşıyıcı öznellikler kurabilmişlerdir.
Aşkınsal ve içkin olanın politik birlikteliği devrimci
politikanın kurulması ve radikal kurtuluş taleplerinin yerine getirilebilmesi
için gereklidir. Şimdinin gerçekliğine bulaşmayan bir metafizik reddiye,
ütopyanın karanlık dehlizlerinde kaybolacak ve devrimci politik öznellikler
kuramayacaktır. Salt metafizik karşı çıkış, toplumsal sömürü ve devlet
düzenlerinin “eylemsiz reddi” anlamına gelecektir. Aşkınsal olanın eksikliğinde
ise şimdinin gerçekliği karşısında politik tutum pragmatizmin akıntısına
kapılma tehlikesi taşıyacaktır. Pragmatizme karşı radikal eşitlik ve adalet
talebini içeren bir iman, komünizm mücadelesinin devamını sağlayacaktır.
Bireysel tutku ve iman, bireyin bölünemezliği (individualism)
yanılsamasına kapılmamalı; birey, kolektif pratik mücadele içinde çözünmeli,
bütünlüğünü dağıtmalı (dividualism) ve kolektiflik içinde yeniden
kurulmalıdır. Kolektif devrimci olay, ilerleyen maddî zamansallığa katıldıktan
sonra, geçmiş devrimci olayın yarattığı maddî ideolojik pratikler farklı
toplumsal formasyonlarda kendisini -birebir olmasa da- tekrar üretecektir.
Tarihsel süreçte geçmiş dönemlerin devrimci
olaylarının kendi zamansallıklarında ve mekânsallıklarında ürettikleri devrimci
ideolojik pratiklerin çokça örnekleri mevcuttur. Antik Çağ’ın köle ve köylü
isyanlarından, ilkel komünal barbar akınlarından modern çağın devrimleri ve
toplumsal ayaklanmalarına uzanan süreçte dinsel / idealist ya da materyalist
politik devrimciliklerin örnekleri görülebilir. Örneğin Ernst Bloch, Thomas Müntzer’in
“binyılcı bir Hristiyanlığın mutlak doğal hakkı (eşitlik olarak teokrasi) ile
toplumsal güçler ve siyasî biçimlerin stratejik biçimde kavranmasını
bağdaştırdığını, “gerçek düzeyde en etkili olanla gerçeküstü düzeyde en etkili
olanı birleştirdiğini ve her ikisini de aynı devrimin zirvesine
yerleştirdiğini” belirtir.
Aydınlanma Rasyonalizmi ve Akıldışılık
“Bireyi kutsal kılmak için onu
çarmıha geren toplumsal düzen yıkılmalıdır.”
[Troçki]
İdealist veya materyalist bir siyasal teolojinin
politik alan içerisinde yer almasını anakronik bulanlar çıkacaktır elbette; bu
görüşü savunanlar modernite öncesi dönemlerde muhalif toplumsal hareketlerin
kendilerini teolojik argümanlarla tanımlamalarının, dinsel ve politik olanın
çakışmasının o dönemin ideopolitik atmosferine uygun düştüğünü, ancak
bunun çağımızın modern ve “bilinçli” toplumunda olanaklı ve gerçekçi olmadığını
söyleyeceklerdir. Sadece anakronizm suçlaması değildir söz konusu olan;
tarihsel ilerleme şemasında “geri basamaklara” tekabül eden devrimci-muhalif
ayaklanmaların “zamanından önce” ortaya çıktığı ve başarısız olmaya mahkûm
olduğu söylenir. Spartaküs, Thomas Müntzer, Şeyh Bedreddin gibi politik
devrimci figürler, bir anlamda yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot’lar
olarak kabul edilirler. Aydınlanmacı Marksist ortodoksinin sınırları içinde
kalan görüşlere göre, tarihin taşıyıcı öznesi olan modern proletaryanın modern
politik bilinci ile bu tür anakronik öğelere ihtiyaç duymadan politika
yapılabilir; bu görüş sahiplerinin modernite öncesi muhalif toplumsal
hareketlerden edindikleri tek ders bu hareketlerin ezilen halkın, köylülerin,
kent pleblerinin huzursuzluklarını belirgin kılma ve isyanları örgütleme
becerileridir. Teolojik olanın önsel olarak feodal aristokrasi ile
özdeşleştirildiği bu tarih okuması, burjuvazinin tarihsel ilerlemeci
anlayışından beslenir. Geçmişi sembolize eden ne varsa hepsinden uzaklaşma
düşüncesi toptancı bir nitelik kazanır. Felsefî planda ve politik taktiksellik
anlamında geçmişin politik mücadelelerinin eleştirisi büyük önem taşımakla
birlikte, burada esas sorun teleolojik bir tarihselciliğin perspektifinden
geçmişin deneyimlerinin “geride bırakılmak zorunda olunan” ara basamaklar gibi
algılanmasıdır. Sözgelimi, ezenlerin hâkim dinsel pratiklerinden, “homo
credens’in feodalizmin egemenlik sembollerine bağlılığından” kopma
isteğiyle başlayan bu yolculuk, bir süre sonra ezilenlerin devrimci
teolojilerinden de kopmayı beraberinde getirir ve ilerleyen tarih skalasında
“daha yeniyi” temsil eden, burjuvazinin -artık “gericileştiği” için yerine
getiremediği varsayılan- Aydınlanmacı misyonuna bağlılık göstermeye kadar
uzanır. Aydınlanma kozmosu içerisinde yer alan muhalif devrimci öznelikler,
Aydınlanma materyalizminin, kendi hakikat tasarımlamasında bilginin ve aklın,
“akıllı özne”nin tarihi ve dünyayı değiştirdiğini kabul etmek, politikayı
“akıllı öznelerin ve homo economicus’un çıkara dayalı teknik hesaplarına
indirgeyen” yaklaşımını benimsemek zorunda kalırlar.
Liberal hümanizm, hâkim sistemle uzlaşmayan, egemen
sömürü ve baskı düzenlerini kökten yıkmaya ve değiştirmeye çalışan radikal
bütünlükçü projeleri “totaliter” olmakla suçlarken, tarihsel ve toplumsal
içerik ve özgüllükleri bir çırpıda yok sayarak salt analojiye ve biçimselliğe
dayalı eleştiriler yöneltir. Kolektif kurtuluş arayan, reformcu değil devrimci
bir siyaseti benimseyen, kurumsallaşmış hâkim sistemlerin zorbalığına karşı
yaşamsal şiddetle karşılık veren politika, liberalizm tarafından “tarih aşırı
devrimci fanatizm” olarak adlandırılır. Fanatizm, adanmışlığı ve sistemin
egemenleriyle uzlaşmama içgüdüsü bağlamında doğru bir adlandırmadır, zira
Fransız Ansiklopedistlerinden burjuva filozofu Deleyre’e göre “fanatizm, eylem
halindeki hurafe”, “aklın ve yaşamın doğal sınırlarının dışına taşan hayal gücü
aşırılığı”dır. Voltaire, “Hoşgörüyü hak etmek için fanatizmin bırakılması
gerektiğini” söylerken, anlatmaya çalıştığı şey, “çıkarlarının en iyi biçimde
farkında olan akıllı bireylerin” var olan burjuva kapitalist düzenle akılcı
temelde uzlaşmaları, “eşitliğe dayalı radikal komünist toplum talebinin
ayartıcı hayal gücüne ve hurafesine kapılmamaları gerektiği”, aksi takdirde
Aydınlanmacı burjuvazinin “uygar” baskısını yaşayacakları ve “düzen içi
muhalefet” olmaya izin veren hoşgörüsünden yararlanamayacaklarıdır. Esas olarak
istenen, radikal hareketlerin Aydınlanma dininin heretik mezhepleri
olmalarıdır, onun kozmosu dışına çıkabilen ve ona alternatif olabilen radikal
eşitlikçi-kurtuluşçu / apokaliptik dinler gibi olmaları istenmez. Yine
Voltaire, “fanatizm salgınının etkilerine ancak felsefenin tedricî yayılması
ile karşı konulabileceğini” söylerken Aydınlanma felsefesinin bölünemez
bireyinin kutsal aklına ve o aklın “düzen içi gerçekçiliğe uymasını”
kolaylaştıracak olan ampirizmine güveniyordu. Böyle bir felsefî arka planda
devrimci, düzen dışı ve kolektif olana duyulan tutku ya akıldışı olarak
görülecek ya da en iyi ihtimalle -aklın sınırlarını çizmeye çalışan- Kant’ın
yaptığı gibi aklın aşkın / aşırı ve gayrimeşru bir yönü olarak kabul
edilecektir. Burjuva devletlerinin karşısına çıkan ezilen hareketleri
bastırılırken, hareketlerin savundukları fikirler de burjuva akıl normlarına
göre patolojik addedilerek modern psikiyatrinin inceleme sahasına alınmıştır.
Böylelikle “tutkulu, fanatik isyancılar” hem kurulu burjuva düzenine bir tehdit
hem de aklın ilerlemesi önünde “patolojik” bir engel olarak görülürler.
Aydınlanmacı kozmosun sınırları içinde kalan muhalif
politik tutumların kendilerini çıkmaza soktuğu iki nokta mevcuttur. Bunların
ilki, tarihsel ilerleme ve üretici güçlerin gelişim süreci içerisinde yok
olması beklenen -ve istenen- teolojik / mistik-idealist politik ideolojiler
içerisinde yer alan ezilenlerin devrimci / apokaliptik ideolojilerinin,
anti-kapitalist ve özel mülkiyet karşıtı mistik maneviyatçılıklarının göz ardı
edilmesi; hatta aynı “dinsellik” kalıbı içerisinde ezen dinsel ideolojileri ile
birlikte karşıtlaştırılmasıdır. Bloch “eşzamanlılık ve eşzamansızlık
diyalektiğinde”, “romantik bir antikapitalizmin Naziler tarafından istismar
edildiğini gözden kaçıran ‘aydınlanmış komünist hareketin’ sınırlılıklarına
vurgu yapar. Bloch’a göre eşzamansız olan düşünce ve duygularla düşünsel ve
siyasal bağ kurma sorunu önemlidir, zira arkaik olanın toplumsal ve iktisadî
ilerleme ile tedricen aşınacağını öne süren evrimci bir mitle avunmak
nafiledir. Buna bağlı olarak ortaya çıkan ikinci nokta ise, devrimci bir
teolojinin komünist eşitlikçi ideallerinin, mülkiyet ve devlet karşıtı mistik
maneviyatçılığın özneleştirdiği insan bireyini devrimci-eşitlikçi ideallere
bağlı kalma anlamında “diri” tuttuğu gerçeğinin göz ardı edilmesidir.
Rasyonalizmin devrimci politikayı “bilinçli öznenin” soğuk analitikçiliği ve
kehanet tarzı öngörülerine, ampirizmin ise pragmatik ve taktik hesaplara
indirgediği göz önüne alınacak olursa, arkaik görülen eşitlikçi yaklaşımların,
şimdinin “değiştirilebilir” var olan gerçekliğinin koşullarına uyarlandığında
komünist eşitlikçi tutkuyu, bireysel bağlılığı daha sağlam bir biçimde yeniden
üreteceği fark edilecektir. Burada dinsel ideolojinin bizzat kendisinin etkili
olup olmaması önemli değildir. Modernite öncesi komünist eşitlikçi hareketlerin
teolojik koordinatlarına odaklanıp kalmak yerine bu hareketlerin teolojik
argümanlarıyla sağladığı duygulanımsal içerikler, yerleşik eşitsizlikçi düzeni bütünüyle
olumsuzlayan kolektif enerjileri göz önünde bulundurulmalıdır. Politika yapma
tarzının her türünde olduğu gibi devrimci-eşitlikçi politikada da duygular,
dürtüler, bireysel adanmışlıklar tarihdışı içgüdüler olarak değil,
inanç, beklenti ve ümitlerin toplumsal tarihiyle eklemlenen tarihsel ve politik
değişkenler olarak görülmelidir.
Aşkın İdeoloji olarak Ütopya ve Ütopya-dışı İdeoloji
Sınıflı toplum düzeni ortaya çıktığından bu yana
tarihin her döneminde ezilenlerin yerleşik düzeni reddeden düşünce ve eylemleri,
ezen sınıflar tarafından “ortak duyuya aykırı” akıldışı görüşler olarak
sunulmuştur. Romalıların karşısında İsa ve Mekke aristokrasisinin gözünde
Muhammed peygamberler, Sünni hilafet karşısında Batınî hareketler, Osmanlı
uleması karşısında Bedreddin, Luther karşısında Müntzer “akıldışı” olanı temsil
etmekle suçlanmıştır. Tarihsel bir süreklilik içinde ezenlerin, burjuva
Aydınlanması öncesinde de ezilenlerin muhalif düşüncelerine karşı benzer
eleştiriler getirdikleri görülür. Burada bir tür ezen materyalizminden söz
etmek mümkündür; var olan düzenlerin haklılaştırılması ve sistem karşıtı ezilen
hareketleri karşısında statükonun muhafazası bağlamında iktidarı elde
bulunduranlar kendiliğinden bir muhafazakâr pratik materyalist anlayışa
sahiptir. Var olan toplumsal ve politik düzenlerin meşrulaştırılması anlamına
gelen ezen materyalizminin karşısına ezilenler öncelikle kendilerini çevreleyen
varoluşla uygunluk içinde bulunmayan düşüncelerle çıkmışlardır. Ezilen
toplumsal kesimler, içinde bulundukları ve boyun eğdikleri mevcut ezilme ve
sömürülme koşullarının düşünsel düzeyde dışına çıkabilmek için ya kendilerini
ezenlerin iktidarıyla, onların ideolojileriyle özdeşleştirir (Nietzsche’nin
“köle ahlakı” dediği şeyin devreye girdiği yerdir burası) ya da hayalî bir
dünyanın efendisi olmaya yönelir. Hayalî bir dünyanın kurgulandığı yer, ütopik
olanın da başlangıcıdır. Karl Mannheim’ın tanımladığı biçimiyle ütopya,
“durumsal olarak içinde meydana geldiği gerçeklik haline aşkın, mevcut
tarihsel-toplumsal düzende dönüştürücü etkisi olan fikirler”dir. Ütopyalar,
egemen toplumsal kurumların boyunduruğu altına girmeyen, düzenin içinde
eritemediği kurgulardır. Mannheim’ın sözünü ettiği kiliastik (mesiyanik,
kurtuluşçu) ve sosyalist-komünist ütopyalar tarihsel süreç boyunca ezilenlerin
devrimci ve muhalif ayaklanmalarında karşılaştığımız ütopya biçimleridir (Diğer
iki ütopya biçimi, liberal ve muhafazakâr ütopyalardır. Özellikle muhafazakâr
ütopya, ezenlerin, ezilenleri kendi iktidarlarına daha sıkı zincirlemesine
neden olan gerici ve faşist bir fanatizmi ortaya çıkarırken, liberal ütopya
“bireyi” kutsallaştırarak tümel olanı anlamsızlaştırır.). Mevcut toplumsal
sisteme isyan eden halk kitlelerinin hâkim ideoloji ile biçimlendirilen
düşünceleri olduğu kadar, aynı zamanda kolektif hareketin kendisinden kaynaklı
bir düşünsel özerkliği, hareketin radikalliğinden kaynaklı genel bir pozisyon
alışı da vardır. Badiou’nün “komünizm sabitleri” diye adlandırdığı eşitlikçi,
mülkiyet ve devlet karşıtı bu genel unsurlar kiliastik ütopyanın aşkınsal
ideolojik kuruluşu ve sınıfsız cenneti bu dünyada kurmayı amaçlayan
komünist-sosyalist ütopyanın içerisinde yer alır. Marksizm kendisini
burjuvazinin donmuş Aydınlanmacı hakikatinde kısıtlamadığı durumlarda, tarihin
farklı zamansallıklarında ve mekânsallıklarında ortaya çıkan ezilenlerin
radikal eşitlikçi-komünist hareketleri ve düşünceleriyle düşünsel ve politik
bağlar kurabilir. Bu bağlantılanma sadece bir nostalji denemesi veya geçmiş
dönemde yaşananların haklarının teslim edilmesi anlamına gelmez. Bu
bağlantılanma aynı zamanda içinde yaşadığımız çağın tikelci ve hedonist
düşünsel-bedensel ortamında tümel olanı kavramak ve ideolojinin aşkınsallığını
hissetmek için gereklidir.
Ütopyanın tarih-aşırılığı bir anlamda Althusser’in
“genel anlamda ideoloji kuramı”nda yaptığı bir tanımlamayı hatırlatır:
“İdeolojinin tarihi yoktur”. Genel olarak ideoloji, bireyleri “özne” olarak
kurumsallaştırır, bir yanılsama olarak özne kategorisi yalnızca ideolojik
olanın gerçekliği içerisinde söz konusudur. Ütopyalar da biyolojik insan
bireyini farklı şekillerde farklı öznellikler içinde kurumsallaştırabilmesi
anlamında genel olarak ideolojiler içerisinde sayılabilir. İdeoloji, pozitivist
epistemolojide veya Marx’ın Alman İdeolojisi’nde tanımladığı biçimiyle,
basitçe gerçekliğin tersyüz edilmiş hali, çarpıtılmış bilinç, katıksız
yanılsama değildir; Althusser’in tanımıyla “ideoloji, bireylerin gerçek var
oluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin imgesel bir tasarımlanmasıdır”.
“İnsanlar ideolojide gerçek var oluş koşullarını değil, gerçek var oluş
koşullarıyla olan ilişkilerini; var olan üretim ilişkilerini ve ondan türeyen
öteki ilişkileri değil, bireylerin üretim ilişkileri ve ondan türeyen öteki
ilişkilerle kurdukları imgesel ilişkiyi tasarımlar. Demek ki, ideolojide
tasarımlanan, bireylerin var oluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, bu
bireylerin boyun eğerek yaşadıkları gerçek ilişkilerle kurdukları imgesel
ilişkidir.” Sınıflı toplum tarihi boyunca ezilenlerin bir kısmı, içinde
yaşadıkları koşullara bu dünyanın eylemsiz reddi ile tahammül etmeye
çalışırken, ezilenlerin bir kısmı var olan dünyanın eylemli reddine
yönelmiştir. Ezilenler tarihin farklı dönemlerinde farklı üretim ilişkileri
içerisinde sınıfsız cennet ütopyalarını üretmiş, kendilerini “kendi maddî
pratiğinin edimlerinde özgür özneler” olarak algılayarak mücadele etmişlerdir.
Ütopya bir anlamda muhalif ezilenlerin aşkın ideolojisidir. Aşkınsallığı içinde
ütopya, ezilenlerin özgür olduğu ve toplumsal eşitsizliklerin ortadan
kaldırıldığı bir dünya hayaline idealist bağlılığı içermesi bakımından imanın
ve tutkunun beslendiği bir kaynaktır. Mannheim’ın sözleriyle, “dünyamızdaki
varoluşsal aşkınlığın bütünüyle yok edilmesi ve ütopyanın yok olması, bizzat
insanın nesne haline dönüştüğü durağan bir nesnellik doğurur”. Ütopya dışı
ideoloji ise, ütopyanın var olan koşulları idealist biçimde reddeden tutumundan
ayrı olarak, bu dünyada var olan eşitsiz ilişkilerin somut teorik ve pratik
politika ile değiştirilebileceğini ve değiştirilmesi gerektiğini bildirir.
Ütopya dışı ideolojiler bu anlamda, idealist ya da materyalist pozisyon
alışlardan bağımsız olarak muhalif ezilen hareketlerinin bu dünyaya içkin olma
anlamında materyalistleştiği yerde konumlanır. Ezilenlerin devrimci-isyancı
hareketlerinin “arka planında yer alan” aşkınsal olanın, tutku ve bağlılığın,
teorinin bütünselliği ve pratik politikanın gerçekliğiyle birleşmesi, günümüzde
yaşanan kendiliğinden isyanların hakiki anlamını bulması için gereklidir.
Sonuç Yerine…
Butler Yeats’in dizelerini yeniden düşünmek gerekli:
“En iyi insanlar inançsızken, en kötüleri yoğun bir tutku ve coşku içinde”.
Ezenlerin muhafazakâr düşüncelerinin kitleleri seferber eden gerici fanatizmi
ve liberal çokkültürcülüğün ortaklaşa mücadeleyi reddeden, hoşgörü maskeli
tikelliği, toplumsal eşitsizlik karşıtı komünist ütopyacı tutkuyu
“totalitarizm” olarak adlandırması ve gözden düşürme çabası karşısında “hakiki”
politikanın yeniden inşası için, radikal eşitlikçi ve özgürlükçü siyasal bir
teolojinin tutku ve inanç boyutuyla, konjonktürün gerçekliğine uygun devrimci
bir politik rasyonalitenin yeniden birlikteliği gerekiyor. Lenin, 1913 yılında
Kant’ın Yetilerin Çatışması kitabından esinlenerek yazdığı “Sohbet”
başlıklı metninde, “mücadelelerin anlamını, aşırılığını yaratan coşkuyu
olumlamış ve devrimci fanatizmin anlamlı bir mücadele için gerekli olduğunu
söylemişti. Postmodern kapitalizmin düşünce iklimi içinde öne çıkan
“farklılıklara saygı” retoriğinin neoliberal otoriter devlet pratikleriyle suç
ortaklığının iyice belirgin hale geldiği günümüzde ihtiyacımız olan şey, tarih
boyunca ezilen sınıfların, dinlerin, ulusların, cinsiyetlerin -teist ya da
ateist temeldeki- sınıfsız sömürüsüz cennet ütopyalarının “öncelikle bu
dünyada” gerçekleştirilmesi amacını içeren iman, tutku ve coşkuya dayalı
devrimci politik mücadeledir. Tüm zamansallıklara ve mekânlara açılan Marksist
evrensellik, soyut bir insan-özne koyutlayan liberal evrensellikten farklı
olarak, muhalif eşitlikçi ideolojilerin ve farklı toplumsal yapıların
birikimlerini içererek, ihtiyaç duyulan devrimci öznenin kuruluşunda en etkili
rolü oynamaya adaydır.
Antakya’da katledilen Ahmet Atakan’a ait olan
fotoğrafta duvar yazısında şöyle yazıyordu: “Büyük adam olamadıysak,
hayallerimizi de satmadık ya!” Dünya’nın farklı coğrafyalarında ve Türkiye’de
yüzyılımızın yeni devrimci kitle isyanları filizlenirken, mücadelelerin ve
acıların birlikteliği zamana ve mekâna sığmıyor. Tarih boyunca ezilenlerin
toplumsal eşitsizliklere ve yoksullaşmaya karşı, devlet zulmüne karşı
direnişleri bugün Tunus’ta Bouazizi’nin, Yunanistan’da Alexis’in, Türkiye’de de
Ethem Sarısülük’ün, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Abdullah Cömert’in, Ali İsmail
Korkmaz’ın, Medeni Yıldırım’ın, Ahmet Atakan’ın, Hasan Ferit Gedik’in ve son
olarak Berkin Elvan’ın kolektif mücadeleye miras kalan bedenlerinde ve
“hayallerini satmayan” devrimci imanlarında simgeleşiyor.
Uğuray Aydos
24 Eylül 2014
Kaynakça:
Critchley, Simon (2013), İmansızların İmanı: Siyasal Teoloji Deneyleri,
çev. Erkan Ünal, İstanbul: Metis Yayınları.
Toscano, Alberto (2013), Fanatizm: Bir Fikrin
Kullanımları Üzerine, çev. Barış Özkul, İstanbul: Metis Yayınları.
Mannheim, Karl (2002), İdeoloji ve Ütopya, çev.
Mehmet Okyavuz, Ankara: Epos Yayınları.
Althusser, Louis (2006), İdeoloji ve Devletin
İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları.
0 Yorum:
Yorum Gönder