28 Aralık 2023

,

Ezilenlerin Devrimci İmanı

Liberal-Muhafazakâr Hegemonyaya Karşı Ezilenlerin Devrimci İmanı


Haykır yüzlerine ‘Ey kâfirler!’
Ben sizin mabutlarınıza asla ibadet etmem!
Siz de benim mabuduma ibadet etmezsiniz.
Sizin ibadet ettiğinize asla ibadet edecek değilim.
Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz.
O halde sizin dininiz size, benim dinim bana!

[Kafirun Suresi]

İyilerde ne inanç, ne umut kaldı artık
Oysa kötüler coşkun, yoğun bir tutkudan mustarip

[William Butler Yeats]

İnsan türü için mutlak iyilik ve mutlak kötülük olmadığının farkında olarak, iyi ve kötü arasında kurgulanan apokaliptik karşıtlık, ezilenlerin mülkiyet ve devlet karşıtı eşitlikçi devrimciliği ile ezenler ve sömüren sınıflar arasında geçmiş olan ve geçecek olan mücadele olarak anlaşılmalıdır. 

Her türden politikanın, hatta en bayağı düzen politikasının bile kutsallaştırmalara ihtiyaç duyduğu göz önüne alınacak olursa, toplumsal eşitsizliklere ve baskıya karşı çıkan devrimci politikanın kendi hakikatine bağlılık göstermesi gereklidir. (Kierkegaard’un deyişiyle: “Siyaset olarak görünen ve kendini siyasal olarak gösteren şey, günün birinde aslında dinsel bir hareket olduğunu açığa vuracaktır.”) 

Hakikat, aşkın bir öznenin iradesini ya da buyruklarını dayatan bir süreç değildir; hakikat, politikanın sinizme düşmesine engel olacak biçimde kolektif mücadeleye iman etmektir.

İman fikri, metafizik bir Tanrı inancına bağlı olup olmamaktan bağımsız olarak, komünist eşitlik ve adalet taleplerine öznel bağlılık olarak anlaşılmalıdır. Simon Critchley’nin sözleriyle, “iman, gücümü aşan ama yine de benim tüm gücüme ihtiyacı olan sonsuz bir talep karşısında benliğin kendini ortaya koymasıdır.” Teizme göre imansız olanların imanı ve teizmin imanlılarının hâkim din anlayışı karşısındaki imanı (örneğin Şeriati’nin “ezenlerin ve sömürücü sınıfların dinine karşı devrimci din” vurgusu) devrimci bir siyasal teolojinin koşullarını oluşturur. İmansızların imanı ve imanlıların karşı-imanı öncelikle, aşkın bir öznellikte değil, bu dünyaya içkin kolektif bir yaratımda aranmalıdır.

Devrimci politika, rasyonalizmin her şeyi bilen ve öngören üstten bakışı, pozitivizmin ilerlemeciliği ile değil, siyasal bir teolojinin gerektirdiği tutku ile yapılabilir. Radikal bir adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesi olarak komünizmin eşitliğin uzak bir toplumsal hedef değil, derhal gerçekleştirilmesi gereken bir siyasî eylem düsturu olduğunu kavramak devrimci bir siyasal teolojinin olmazsa olmazıdır. Komünizmin tarih-aşırı bir fikir olarak kavranışı Platoncu “ideaların önceliği” fikri ile benzerlik göstermektedir, ama bu basit bir idealizm olarak görülmemelidir. Politik olan yalnızca devrimci politik teolojinin aşkın görünümünde değil, aynı zamanda mevcut toplumsal, ekonomik koşulların şimdi’sinde de aranmalı ve kurulmalıdır. Politik olarak aşkınsallık, var olan maddî gerçeklikler ve toplumsal formasyonlardan köken alır ve o gerçeklikler üzerine şimdi’nin dolaysız gerçekliğinde etki ederek maddî etkiler gösterir. Bu iki durumu, yani aşkınsallık ve içkinlik durumlarını negatif ve pozitif muhalefet şeklinde gruplamak mümkündür.

Var olan toplumsal, dünyevî düzenlerin reddi anlamında negatif muhalefet aşkın görünenin içinde gizlidir. İnsanın ve varlığın ne’liği ve nasıl’lığı üzerine konuşmak, idealist ya da materyalist metafiziğin alanına giriş yapmaktır. İdealist ve materyalist metafizikler aşkınlığı farklı ontolojilerde temellendirecektir; bir tarafta Tanrısallığın sonsuzluğu ve yaratıcı kudreti, diğer tarafta ise maddenin Büyük Patlama’dan bu yana geçirdiği dönüşümler. Hangisi olursa olsun, metafizik temel eşitlikçi / apokaliptik politik teolojinin kuruluşu için gereklidir. Her ontoloji bir siyasallığı, her siyasallık da bir ontolojiyi gerektirir. Bu gereklilik olduğu içindir ki, burjuva Aydınlanma’sı hakikat arayışını kendi nesnelliği ve kurgusal öznelliğinde dondurmuş, ardından gelen postmodern kapitalizm döneminde ise “büyük anlatıların yıkılması” sloganı ile radikal devrimci mücadelelerin metafizik temeli yok edilmeye çalışılmıştır (Žižek’in deyişiyle, “kapitalizm, toplumun büyük bir kesimini anlamlı bir bilişsel haritadan yoksun bırakan bir sistem”dir). Soğuk Savaş kuramcısı Daniel Bell’in “ideolojilerin sonu” tezi ile başlatılan yolculuk, Fukuyama’nın -Hegel’den esinlenen- “tarihin sonu” tezi ile kapitalist sistemde ve bireyciliğin kutsallaştırılmasında sonlandırılmak istenmiştir.

Pozitif muhalefet ise ekonomik ve toplumsal koşullardan yola çıkılarak radikal eşitlik ve adalet talebine dayanan komünal bir toplumsal-politik düzen kurulması mücadelesidir. Politikanın konjonktürel tarafı, şimdi olanın gerçekliği içinde kurulur ve devrimci politik-stratejik akıl şimdinin gerçekliğinde devreye girer. Badiou’nün sözünü ettiği “her an gerçekleştirilebilir bir siyasî eylem ilkesi” olarak komünizm mücadelesi, politik konjonktürün gerekleri doğrultusunda, rasyonalizme kapılmayan bir politik akılla birlikte verilir. Lenin’in dünya devrim tarihine öğrettiği de budur: Rasyonalist olmayan devrimci politik bir rasyonalite. Gramsci de Hapishane Defterleri’nde sadece ideolojinin aşkınsallığının coşkusunun yetmeyeceğini, uzun erimli bir strateji ve anlık değişen politik taktiklerin gerekli olduğunu yazar.

Devrimci politika, metafizik ve konjonktürel olanın birlikteliğinde kurulur. Burjuva zamansallığının kırılganlaştığı yerdir bu birliktelik; komünizmin ilerlemeci tarih anlayışı şeması içinde sıkıştırılması, radikal ütopyayı “geçmişten kopuldukça-geçmişten uzaklaşıldıkça yaklaşılan bir hedef” mertebesine düşürür. Bu mertebe, komünist radikal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin şimdi’de verilmesini engelleyeceği gibi, burjuva Aydınlanma’sının ilerlemeci zaman şemasının politik devrimcilik için esas alınması, burjuvazinin kısıtlı materyalizminin, “tarihin taşıyıcısı akıllı özne ve onun tarihi ilerletici gücü” şeklindeki ontolojisinin kabulü anlamına gelir. Oysa zaman, kendi maddîliği içinde maddî ideolojik üretim pratiklerini de sürükler, böylece ilerlemeci bakış açısından arkaik görülen ideolojik yapılar, ilerleyen maddî zamanın her anında yeniden -ama farklı formlarda- ortaya çıkabilir. Bu sayededir ki, eşitlikçi-özgürlükçü komünal ütopyalar tarihin farklı dönemlerinde farklı konjonktürlerde kendilerine yeni taşıyıcı öznellikler kurabilmişlerdir.

Aşkınsal ve içkin olanın politik birlikteliği devrimci politikanın kurulması ve radikal kurtuluş taleplerinin yerine getirilebilmesi için gereklidir. Şimdinin gerçekliğine bulaşmayan bir metafizik reddiye, ütopyanın karanlık dehlizlerinde kaybolacak ve devrimci politik öznellikler kuramayacaktır. Salt metafizik karşı çıkış, toplumsal sömürü ve devlet düzenlerinin “eylemsiz reddi” anlamına gelecektir. Aşkınsal olanın eksikliğinde ise şimdinin gerçekliği karşısında politik tutum pragmatizmin akıntısına kapılma tehlikesi taşıyacaktır. Pragmatizme karşı radikal eşitlik ve adalet talebini içeren bir iman, komünizm mücadelesinin devamını sağlayacaktır. Bireysel tutku ve iman, bireyin bölünemezliği (individualism) yanılsamasına kapılmamalı; birey, kolektif pratik mücadele içinde çözünmeli, bütünlüğünü dağıtmalı (dividualism) ve kolektiflik içinde yeniden kurulmalıdır. Kolektif devrimci olay, ilerleyen maddî zamansallığa katıldıktan sonra, geçmiş devrimci olayın yarattığı maddî ideolojik pratikler farklı toplumsal formasyonlarda kendisini -birebir olmasa da- tekrar üretecektir.

Tarihsel süreçte geçmiş dönemlerin devrimci olaylarının kendi zamansallıklarında ve mekânsallıklarında ürettikleri devrimci ideolojik pratiklerin çokça örnekleri mevcuttur. Antik Çağ’ın köle ve köylü isyanlarından, ilkel komünal barbar akınlarından modern çağın devrimleri ve toplumsal ayaklanmalarına uzanan süreçte dinsel / idealist ya da materyalist politik devrimciliklerin örnekleri görülebilir. Örneğin Ernst Bloch, Thomas Müntzer’in “binyılcı bir Hristiyanlığın mutlak doğal hakkı (eşitlik olarak teokrasi) ile toplumsal güçler ve siyasî biçimlerin stratejik biçimde kavranmasını bağdaştırdığını, “gerçek düzeyde en etkili olanla gerçeküstü düzeyde en etkili olanı birleştirdiğini ve her ikisini de aynı devrimin zirvesine yerleştirdiğini” belirtir.

Aydınlanma Rasyonalizmi ve Akıldışılık

Bireyi kutsal kılmak için onu çarmıha geren toplumsal düzen yıkılmalıdır.
[Troçki]

İdealist veya materyalist bir siyasal teolojinin politik alan içerisinde yer almasını anakronik bulanlar çıkacaktır elbette; bu görüşü savunanlar modernite öncesi dönemlerde muhalif toplumsal hareketlerin kendilerini teolojik argümanlarla tanımlamalarının, dinsel ve politik olanın çakışmasının o dönemin ideopolitik atmosferine uygun düştüğünü, ancak bunun çağımızın modern ve “bilinçli” toplumunda olanaklı ve gerçekçi olmadığını söyleyeceklerdir. Sadece anakronizm suçlaması değildir söz konusu olan; tarihsel ilerleme şemasında “geri basamaklara” tekabül eden devrimci-muhalif ayaklanmaların “zamanından önce” ortaya çıktığı ve başarısız olmaya mahkûm olduğu söylenir. Spartaküs, Thomas Müntzer, Şeyh Bedreddin gibi politik devrimci figürler, bir anlamda yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot’lar olarak kabul edilirler. Aydınlanmacı Marksist ortodoksinin sınırları içinde kalan görüşlere göre, tarihin taşıyıcı öznesi olan modern proletaryanın modern politik bilinci ile bu tür anakronik öğelere ihtiyaç duymadan politika yapılabilir; bu görüş sahiplerinin modernite öncesi muhalif toplumsal hareketlerden edindikleri tek ders bu hareketlerin ezilen halkın, köylülerin, kent pleblerinin huzursuzluklarını belirgin kılma ve isyanları örgütleme becerileridir. Teolojik olanın önsel olarak feodal aristokrasi ile özdeşleştirildiği bu tarih okuması, burjuvazinin tarihsel ilerlemeci anlayışından beslenir. Geçmişi sembolize eden ne varsa hepsinden uzaklaşma düşüncesi toptancı bir nitelik kazanır. Felsefî planda ve politik taktiksellik anlamında geçmişin politik mücadelelerinin eleştirisi büyük önem taşımakla birlikte, burada esas sorun teleolojik bir tarihselciliğin perspektifinden geçmişin deneyimlerinin “geride bırakılmak zorunda olunan” ara basamaklar gibi algılanmasıdır. Sözgelimi, ezenlerin hâkim dinsel pratiklerinden, “homo credens’in feodalizmin egemenlik sembollerine bağlılığından” kopma isteğiyle başlayan bu yolculuk, bir süre sonra ezilenlerin devrimci teolojilerinden de kopmayı beraberinde getirir ve ilerleyen tarih skalasında “daha yeniyi” temsil eden, burjuvazinin -artık “gericileştiği” için yerine getiremediği varsayılan- Aydınlanmacı misyonuna bağlılık göstermeye kadar uzanır. Aydınlanma kozmosu içerisinde yer alan muhalif devrimci öznelikler, Aydınlanma materyalizminin, kendi hakikat tasarımlamasında bilginin ve aklın, “akıllı özne”nin tarihi ve dünyayı değiştirdiğini kabul etmek, politikayı “akıllı öznelerin ve homo economicus’un çıkara dayalı teknik hesaplarına indirgeyen” yaklaşımını benimsemek zorunda kalırlar.

Liberal hümanizm, hâkim sistemle uzlaşmayan, egemen sömürü ve baskı düzenlerini kökten yıkmaya ve değiştirmeye çalışan radikal bütünlükçü projeleri “totaliter” olmakla suçlarken, tarihsel ve toplumsal içerik ve özgüllükleri bir çırpıda yok sayarak salt analojiye ve biçimselliğe dayalı eleştiriler yöneltir. Kolektif kurtuluş arayan, reformcu değil devrimci bir siyaseti benimseyen, kurumsallaşmış hâkim sistemlerin zorbalığına karşı yaşamsal şiddetle karşılık veren politika, liberalizm tarafından “tarih aşırı devrimci fanatizm” olarak adlandırılır. Fanatizm, adanmışlığı ve sistemin egemenleriyle uzlaşmama içgüdüsü bağlamında doğru bir adlandırmadır, zira Fransız Ansiklopedistlerinden burjuva filozofu Deleyre’e göre “fanatizm, eylem halindeki hurafe”, “aklın ve yaşamın doğal sınırlarının dışına taşan hayal gücü aşırılığı”dır. Voltaire, “Hoşgörüyü hak etmek için fanatizmin bırakılması gerektiğini” söylerken, anlatmaya çalıştığı şey, “çıkarlarının en iyi biçimde farkında olan akıllı bireylerin” var olan burjuva kapitalist düzenle akılcı temelde uzlaşmaları, “eşitliğe dayalı radikal komünist toplum talebinin ayartıcı hayal gücüne ve hurafesine kapılmamaları gerektiği”, aksi takdirde Aydınlanmacı burjuvazinin “uygar” baskısını yaşayacakları ve “düzen içi muhalefet” olmaya izin veren hoşgörüsünden yararlanamayacaklarıdır. Esas olarak istenen, radikal hareketlerin Aydınlanma dininin heretik mezhepleri olmalarıdır, onun kozmosu dışına çıkabilen ve ona alternatif olabilen radikal eşitlikçi-kurtuluşçu / apokaliptik dinler gibi olmaları istenmez. Yine Voltaire, “fanatizm salgınının etkilerine ancak felsefenin tedricî yayılması ile karşı konulabileceğini” söylerken Aydınlanma felsefesinin bölünemez bireyinin kutsal aklına ve o aklın “düzen içi gerçekçiliğe uymasını” kolaylaştıracak olan ampirizmine güveniyordu. Böyle bir felsefî arka planda devrimci, düzen dışı ve kolektif olana duyulan tutku ya akıldışı olarak görülecek ya da en iyi ihtimalle -aklın sınırlarını çizmeye çalışan- Kant’ın yaptığı gibi aklın aşkın / aşırı ve gayrimeşru bir yönü olarak kabul edilecektir. Burjuva devletlerinin karşısına çıkan ezilen hareketleri bastırılırken, hareketlerin savundukları fikirler de burjuva akıl normlarına göre patolojik addedilerek modern psikiyatrinin inceleme sahasına alınmıştır. Böylelikle “tutkulu, fanatik isyancılar” hem kurulu burjuva düzenine bir tehdit hem de aklın ilerlemesi önünde “patolojik” bir engel olarak görülürler.

Aydınlanmacı kozmosun sınırları içinde kalan muhalif politik tutumların kendilerini çıkmaza soktuğu iki nokta mevcuttur. Bunların ilki, tarihsel ilerleme ve üretici güçlerin gelişim süreci içerisinde yok olması beklenen -ve istenen- teolojik / mistik-idealist politik ideolojiler içerisinde yer alan ezilenlerin devrimci / apokaliptik ideolojilerinin, anti-kapitalist ve özel mülkiyet karşıtı mistik maneviyatçılıklarının göz ardı edilmesi; hatta aynı “dinsellik” kalıbı içerisinde ezen dinsel ideolojileri ile birlikte karşıtlaştırılmasıdır. Bloch “eşzamanlılık ve eşzamansızlık diyalektiğinde”, “romantik bir antikapitalizmin Naziler tarafından istismar edildiğini gözden kaçıran ‘aydınlanmış komünist hareketin’ sınırlılıklarına vurgu yapar. Bloch’a göre eşzamansız olan düşünce ve duygularla düşünsel ve siyasal bağ kurma sorunu önemlidir, zira arkaik olanın toplumsal ve iktisadî ilerleme ile tedricen aşınacağını öne süren evrimci bir mitle avunmak nafiledir. Buna bağlı olarak ortaya çıkan ikinci nokta ise, devrimci bir teolojinin komünist eşitlikçi ideallerinin, mülkiyet ve devlet karşıtı mistik maneviyatçılığın özneleştirdiği insan bireyini devrimci-eşitlikçi ideallere bağlı kalma anlamında “diri” tuttuğu gerçeğinin göz ardı edilmesidir. Rasyonalizmin devrimci politikayı “bilinçli öznenin” soğuk analitikçiliği ve kehanet tarzı öngörülerine, ampirizmin ise pragmatik ve taktik hesaplara indirgediği göz önüne alınacak olursa, arkaik görülen eşitlikçi yaklaşımların, şimdinin “değiştirilebilir” var olan gerçekliğinin koşullarına uyarlandığında komünist eşitlikçi tutkuyu, bireysel bağlılığı daha sağlam bir biçimde yeniden üreteceği fark edilecektir. Burada dinsel ideolojinin bizzat kendisinin etkili olup olmaması önemli değildir. Modernite öncesi komünist eşitlikçi hareketlerin teolojik koordinatlarına odaklanıp kalmak yerine bu hareketlerin teolojik argümanlarıyla sağladığı duygulanımsal içerikler, yerleşik eşitsizlikçi düzeni bütünüyle olumsuzlayan kolektif enerjileri göz önünde bulundurulmalıdır. Politika yapma tarzının her türünde olduğu gibi devrimci-eşitlikçi politikada da duygular, dürtüler, bireysel adanmışlıklar tarihdışı içgüdüler olarak değil, inanç, beklenti ve ümitlerin toplumsal tarihiyle eklemlenen tarihsel ve politik değişkenler olarak görülmelidir.

Aşkın İdeoloji olarak Ütopya ve Ütopya-dışı İdeoloji

Sınıflı toplum düzeni ortaya çıktığından bu yana tarihin her döneminde ezilenlerin yerleşik düzeni reddeden düşünce ve eylemleri, ezen sınıflar tarafından “ortak duyuya aykırı” akıldışı görüşler olarak sunulmuştur. Romalıların karşısında İsa ve Mekke aristokrasisinin gözünde Muhammed peygamberler, Sünni hilafet karşısında Batınî hareketler, Osmanlı uleması karşısında Bedreddin, Luther karşısında Müntzer “akıldışı” olanı temsil etmekle suçlanmıştır. Tarihsel bir süreklilik içinde ezenlerin, burjuva Aydınlanması öncesinde de ezilenlerin muhalif düşüncelerine karşı benzer eleştiriler getirdikleri görülür. Burada bir tür ezen materyalizminden söz etmek mümkündür; var olan düzenlerin haklılaştırılması ve sistem karşıtı ezilen hareketleri karşısında statükonun muhafazası bağlamında iktidarı elde bulunduranlar kendiliğinden bir muhafazakâr pratik materyalist anlayışa sahiptir. Var olan toplumsal ve politik düzenlerin meşrulaştırılması anlamına gelen ezen materyalizminin karşısına ezilenler öncelikle kendilerini çevreleyen varoluşla uygunluk içinde bulunmayan düşüncelerle çıkmışlardır. Ezilen toplumsal kesimler, içinde bulundukları ve boyun eğdikleri mevcut ezilme ve sömürülme koşullarının düşünsel düzeyde dışına çıkabilmek için ya kendilerini ezenlerin iktidarıyla, onların ideolojileriyle özdeşleştirir (Nietzsche’nin “köle ahlakı” dediği şeyin devreye girdiği yerdir burası) ya da hayalî bir dünyanın efendisi olmaya yönelir. Hayalî bir dünyanın kurgulandığı yer, ütopik olanın da başlangıcıdır. Karl Mannheim’ın tanımladığı biçimiyle ütopya, “durumsal olarak içinde meydana geldiği gerçeklik haline aşkın, mevcut tarihsel-toplumsal düzende dönüştürücü etkisi olan fikirler”dir. Ütopyalar, egemen toplumsal kurumların boyunduruğu altına girmeyen, düzenin içinde eritemediği kurgulardır. Mannheim’ın sözünü ettiği kiliastik (mesiyanik, kurtuluşçu) ve sosyalist-komünist ütopyalar tarihsel süreç boyunca ezilenlerin devrimci ve muhalif ayaklanmalarında karşılaştığımız ütopya biçimleridir (Diğer iki ütopya biçimi, liberal ve muhafazakâr ütopyalardır. Özellikle muhafazakâr ütopya, ezenlerin, ezilenleri kendi iktidarlarına daha sıkı zincirlemesine neden olan gerici ve faşist bir fanatizmi ortaya çıkarırken, liberal ütopya “bireyi” kutsallaştırarak tümel olanı anlamsızlaştırır.). Mevcut toplumsal sisteme isyan eden halk kitlelerinin hâkim ideoloji ile biçimlendirilen düşünceleri olduğu kadar, aynı zamanda kolektif hareketin kendisinden kaynaklı bir düşünsel özerkliği, hareketin radikalliğinden kaynaklı genel bir pozisyon alışı da vardır. Badiou’nün “komünizm sabitleri” diye adlandırdığı eşitlikçi, mülkiyet ve devlet karşıtı bu genel unsurlar kiliastik ütopyanın aşkınsal ideolojik kuruluşu ve sınıfsız cenneti bu dünyada kurmayı amaçlayan komünist-sosyalist ütopyanın içerisinde yer alır. Marksizm kendisini burjuvazinin donmuş Aydınlanmacı hakikatinde kısıtlamadığı durumlarda, tarihin farklı zamansallıklarında ve mekânsallıklarında ortaya çıkan ezilenlerin radikal eşitlikçi-komünist hareketleri ve düşünceleriyle düşünsel ve politik bağlar kurabilir. Bu bağlantılanma sadece bir nostalji denemesi veya geçmiş dönemde yaşananların haklarının teslim edilmesi anlamına gelmez. Bu bağlantılanma aynı zamanda içinde yaşadığımız çağın tikelci ve hedonist düşünsel-bedensel ortamında tümel olanı kavramak ve ideolojinin aşkınsallığını hissetmek için gereklidir.

Ütopyanın tarih-aşırılığı bir anlamda Althusser’in “genel anlamda ideoloji kuramı”nda yaptığı bir tanımlamayı hatırlatır: “İdeolojinin tarihi yoktur”. Genel olarak ideoloji, bireyleri “özne” olarak kurumsallaştırır, bir yanılsama olarak özne kategorisi yalnızca ideolojik olanın gerçekliği içerisinde söz konusudur. Ütopyalar da biyolojik insan bireyini farklı şekillerde farklı öznellikler içinde kurumsallaştırabilmesi anlamında genel olarak ideolojiler içerisinde sayılabilir. İdeoloji, pozitivist epistemolojide veya Marx’ın Alman İdeolojisi’nde tanımladığı biçimiyle, basitçe gerçekliğin tersyüz edilmiş hali, çarpıtılmış bilinç, katıksız yanılsama değildir; Althusser’in tanımıyla “ideoloji, bireylerin gerçek var oluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkinin imgesel bir tasarımlanmasıdır”. “İnsanlar ideolojide gerçek var oluş koşullarını değil, gerçek var oluş koşullarıyla olan ilişkilerini; var olan üretim ilişkilerini ve ondan türeyen öteki ilişkileri değil, bireylerin üretim ilişkileri ve ondan türeyen öteki ilişkilerle kurdukları imgesel ilişkiyi tasarımlar. Demek ki, ideolojide tasarımlanan, bireylerin var oluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, bu bireylerin boyun eğerek yaşadıkları gerçek ilişkilerle kurdukları imgesel ilişkidir.” Sınıflı toplum tarihi boyunca ezilenlerin bir kısmı, içinde yaşadıkları koşullara bu dünyanın eylemsiz reddi ile tahammül etmeye çalışırken, ezilenlerin bir kısmı var olan dünyanın eylemli reddine yönelmiştir. Ezilenler tarihin farklı dönemlerinde farklı üretim ilişkileri içerisinde sınıfsız cennet ütopyalarını üretmiş, kendilerini “kendi maddî pratiğinin edimlerinde özgür özneler” olarak algılayarak mücadele etmişlerdir. Ütopya bir anlamda muhalif ezilenlerin aşkın ideolojisidir. Aşkınsallığı içinde ütopya, ezilenlerin özgür olduğu ve toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırıldığı bir dünya hayaline idealist bağlılığı içermesi bakımından imanın ve tutkunun beslendiği bir kaynaktır. Mannheim’ın sözleriyle, “dünyamızdaki varoluşsal aşkınlığın bütünüyle yok edilmesi ve ütopyanın yok olması, bizzat insanın nesne haline dönüştüğü durağan bir nesnellik doğurur”. Ütopya dışı ideoloji ise, ütopyanın var olan koşulları idealist biçimde reddeden tutumundan ayrı olarak, bu dünyada var olan eşitsiz ilişkilerin somut teorik ve pratik politika ile değiştirilebileceğini ve değiştirilmesi gerektiğini bildirir. Ütopya dışı ideolojiler bu anlamda, idealist ya da materyalist pozisyon alışlardan bağımsız olarak muhalif ezilen hareketlerinin bu dünyaya içkin olma anlamında materyalistleştiği yerde konumlanır. Ezilenlerin devrimci-isyancı hareketlerinin “arka planında yer alan” aşkınsal olanın, tutku ve bağlılığın, teorinin bütünselliği ve pratik politikanın gerçekliğiyle birleşmesi, günümüzde yaşanan kendiliğinden isyanların hakiki anlamını bulması için gereklidir.

Sonuç Yerine…

Butler Yeats’in dizelerini yeniden düşünmek gerekli: “En iyi insanlar inançsızken, en kötüleri yoğun bir tutku ve coşku içinde”. Ezenlerin muhafazakâr düşüncelerinin kitleleri seferber eden gerici fanatizmi ve liberal çokkültürcülüğün ortaklaşa mücadeleyi reddeden, hoşgörü maskeli tikelliği, toplumsal eşitsizlik karşıtı komünist ütopyacı tutkuyu “totalitarizm” olarak adlandırması ve gözden düşürme çabası karşısında “hakiki” politikanın yeniden inşası için, radikal eşitlikçi ve özgürlükçü siyasal bir teolojinin tutku ve inanç boyutuyla, konjonktürün gerçekliğine uygun devrimci bir politik rasyonalitenin yeniden birlikteliği gerekiyor. Lenin, 1913 yılında Kant’ın Yetilerin Çatışması kitabından esinlenerek yazdığı “Sohbet” başlıklı metninde, “mücadelelerin anlamını, aşırılığını yaratan coşkuyu olumlamış ve devrimci fanatizmin anlamlı bir mücadele için gerekli olduğunu söylemişti. Postmodern kapitalizmin düşünce iklimi içinde öne çıkan “farklılıklara saygı” retoriğinin neoliberal otoriter devlet pratikleriyle suç ortaklığının iyice belirgin hale geldiği günümüzde ihtiyacımız olan şey, tarih boyunca ezilen sınıfların, dinlerin, ulusların, cinsiyetlerin -teist ya da ateist temeldeki- sınıfsız sömürüsüz cennet ütopyalarının “öncelikle bu dünyada” gerçekleştirilmesi amacını içeren iman, tutku ve coşkuya dayalı devrimci politik mücadeledir. Tüm zamansallıklara ve mekânlara açılan Marksist evrensellik, soyut bir insan-özne koyutlayan liberal evrensellikten farklı olarak, muhalif eşitlikçi ideolojilerin ve farklı toplumsal yapıların birikimlerini içererek, ihtiyaç duyulan devrimci öznenin kuruluşunda en etkili rolü oynamaya adaydır.


Antakya’da katledilen Ahmet Atakan’a ait olan fotoğrafta duvar yazısında şöyle yazıyordu: “Büyük adam olamadıysak, hayallerimizi de satmadık ya!” Dünya’nın farklı coğrafyalarında ve Türkiye’de yüzyılımızın yeni devrimci kitle isyanları filizlenirken, mücadelelerin ve acıların birlikteliği zamana ve mekâna sığmıyor. Tarih boyunca ezilenlerin toplumsal eşitsizliklere ve yoksullaşmaya karşı, devlet zulmüne karşı direnişleri bugün Tunus’ta Bouazizi’nin, Yunanistan’da Alexis’in, Türkiye’de de Ethem Sarısülük’ün, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Abdullah Cömert’in, Ali İsmail Korkmaz’ın, Medeni Yıldırım’ın, Ahmet Atakan’ın, Hasan Ferit Gedik’in ve son olarak Berkin Elvan’ın kolektif mücadeleye miras kalan bedenlerinde ve “hayallerini satmayan” devrimci imanlarında simgeleşiyor.

Uğuray Aydos
24 Eylül 2014

Kaynakça:
Critchley, Simon (2013), İmansızların İmanı: Siyasal Teoloji Deneyleri, çev. Erkan Ünal, İstanbul: Metis Yayınları.

Toscano, Alberto (2013), Fanatizm: Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, çev. Barış Özkul, İstanbul: Metis Yayınları.

Mannheim, Karl (2002), İdeoloji ve Ütopya, çev. Mehmet Okyavuz, Ankara: Epos Yayınları.

Althusser, Louis (2006), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları.

0 Yorum: