14 Haziran 2023

,

Malthus’tan Mises’a

Malthus’tan Mises’a:
Gerekli Bir Kötülük Olarak Diktatörlük

Faşizmin liberal köklerini arıyorsak, Tocqueville’e bakmalıyız. Faşist zulmün geliştiği zemin, liberalizmin demokrasiyle ilgili eleştirisidir.

Burada sorun, aktörün kendisi değil, oynadığı roldür, oyunda oynayacak isimler değil, senaryo sorunludur.

Tocqueville, genel kuralı onaylamakla kalmayan, ona icazet veren hâliyle, liberal gelenekte hiç de istisnai bir kişilik değildir. Onun görüşleri, öngörüleri ve eylemleri liberal kuralın somut karşılıklarıdır. Bu sebeple, ileri görüşlü liberal rolünü ondan daha iyi kimse oynayamaz.

Bu noktada liberal gelenekte Tocqueville kadar etkili ve otorite sahibi başka bir isim arıyorsak, Thomas Malthus’a bakmalıyız.

Tocqueville’den daha önce sahneye çıkmış olan Malthus, kitlenin nüfuzuyla ilgili görüşlerini tıpkı Arendt gibi despotizmle ilişkilendiren bir isimdir. Ayaktakımının zulme ve istibdada yol açma eğilimine sahip olduğunu söyleyen Malthus’a göre, “ayaktakımı, özgürlük için en tehlikeli canavardır. Hâkim istibdat düzenine destek veren ayaktakımı, istibdadın olmadığı yerde onu bir biçimde var eder.” Bu tespit, sorunludur. Ona yakından bakıldığında, iddianın yanlış bir temele dayandığı görülür. Zira ayaktakımının destek verdiği istibdat, gerçekte ona ait değil, ona karşı olan bir düzendir:

“Bana kalırsa sefaletin alt sınıflara yaptığı baskıdan söz edip, bu baskının sebebinin yöneticiler olduğunu söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş olanlar, despotizmi savunuyorlar, onun ruhunu koruyorlar, bunun için kaleler inşa ediyorlar. Despotun gerekli olduğuna dair vahim ve kesinlikle itiraz dahi edilemeyecek bir bahane öne sürüyorlar. […] Hâllerinden memnun olmayan yetenekli insanlar, alt sınıfları çektikleri sefaletin ve sıkıntının kaynağının hükümetin adaletsizliği olduğu konusunda ikna etme gücüne sahipler, ama bu insanlar, sürekli huzursuzluk ve devrim tohumları ekmenin ne tür sonuçlara yol açacağını görmüyorlar. […] Bu koşullarda devrimci ruh karşısında kendisini savunamayan hükümetin, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen sürekli değişim karşısında yorgun ve bitkin düşmüş olduğunu gören iyi niyetli insanlar, ümitsizce yürüttükleri mücadeleden vazgeçip, kendilerini anarşinin yol açtığı korkular karşısında koruyabilsin diye devletin şefkatli kollarına bırakmalıdırlar.”

Malthus, tıpkı karısına attığı dayak konusunda kendisine itaat etmediğini düşündüğü karısını suçlayan adam gibi, istibdat konusunda gidip ayaktakımını sorumlu tutuyor. O koca, doğası gereği barış yanlısı ve uysalken, eşi onu öfkelendiriyor, dolayısıyla kocanın kırbaca uzanmaktan başka bir seçeneği kalmıyor. Malthus, özünde bunu söylüyor.

İstibdat, esasen o ayaktakımına karşı uygulanıyor. Üstelik bu istibdat, Tocqueville gibilerin ağzından düşürmediği “iyi niyetli insanlar”, düzene ve mülke dost, güvenilir isimlerin desteğini arkasına alıyor. Tocqueville gibi Malthus da ekmek için yaygara kopartan bir ayaktakımı ile yüzleştiğinde, despotik tedbirlerin zaruri, uygun ve ahlaki olduğunu düşünüyor:

“Bizim ülkemizde beyler, mevcut koşulların İngilizlerin elindeki en kıymetli imtiyazların bazılarından vazgeçmelerini talep ettiğine çok kolay ikna olmuşlar. Ama bu yükümlülüğe kani oldukları ölçüde ahlakın en açık kuralına uygun hareket ediyorlar. Yurtseverlerden halk isyanına onay vermesi yerine zulmün en büyüğüne teslim olması isteniyor. O halk isyanına katılanlar, meclisin, belediyenin ve tekelcilerin yok edilmesini istiyorlar. Bunlar yok olunca ekmeğin ucuzlayacağına, devrimin ailelerine destek olmalarını mümkün kılacağına inanıyorlar. Burada aslında hükümetin istibdada yönelmesinden çok zulme sebep olan alt sınıfların sergilediği cehalet ve kapıldığı vehimden başka bir şey yok.”

Karşı-devrimci teori, Malthus’un liberalizminin doğal bir parçası:

“Özgürlüğün dostu, büyük orduların düşmanı olarak ben, kabul etmeliyim ki ülkede son dönemde yaşanan kıtlıklar esnasında, her ne kadar ülkedeki en örgütlü güç olmasa da, halkın yüzleştiği sefalet, onu en korkunç zorbalıkların altına imza atmaya itti.”

Malthus’a göre, bu tür koşullarda askeri diktatörlük, insanı üzecek, ama gayet meşru bir adımdır:

“Eğer politik sahadaki hoşnutsuzluklara ‘açız’ çığlıkları eşlik ederse, ekmek için yaygara kopartan ayaktakımı devrim denilen silaha sarılacak olursa, kesintisiz değişim ve yıkım kendince kimi sonuçlara yol açarsa, tam bir despotizmi kanla inşa etmekten başka bir kariyeri olmayan güç, illaki devreye girecektir.”

Birkaç kuşaktır liberaller, bilimsel düzeyde ticaret kanunlarının bu türden ufak müdahaleleri “doğa kanunları” olarak görüp tolere edebileceğini düşünüyorlar. Malthus, hükümetin yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldıramayacağını söylüyor, “Bay Thomas Paine’nin planı uyarınca, yoksul sınıflara vergileri dağıtmanın durumu ağırlaştırmaktan başka bir sonuca yol açmayacağını” iddia ediyor.

Ona göre, siyasetin sınırlarını mülk sahibi sınıfların çıkarları çiziyor. İdeal olanın, hükümetin yoksulları eğitip, zihinlerinden ayaklanmaya dönük her türden fikri tasfiye etmek ve eşitlikle ilgili her türden vehme karşı çıkmak, böylece piyasanın işlemesini sağlamak dışında bir şey yapmaması olduğunu düşünüyor. Malthus’a göre, halk bir yandan açlık çekmeyi öğrenmeli, bir yandan da hukuk düzenine saygı duymalı. Aksi durumda hükümet, ayaktakımına karşı o iyi niyetli insanları savunmak için her şeyi yapmalı.

Tocqueville gibi Malthus da bizi önceden faşist diktatörlük konusunda uyarmıyor, hatta ta o günlerden bu düzene benzeyen bir düzeni savunuyor. Bu tür düşünürler, faşizmi kötü bir şey olarak görüyorlar, ama kitlelerin içinde bulunduğu koşullardaki değişimlere göre bazen faşizmin gerekli olduğunu düşünüyorlar. Malthus, kâhin gibi, ta o günlerden şu tür cümleler kuruyor:

“Kraldan çok halktan gelecek tehlikeye yönelik gerçek ve hakiki korku bile İngilizleri harekete geçirmemişse, demek ki onlar, doğuştan gelen özgürlük haklarının belirli bir kısmından vazgeçmişler. İngilizler görünüşe göre, kendilerini ayaktakımına karşı koruması karşılığında hükümete teslim olmuşlar. Eğer bu türden bir ayaktakımı, gerçekte veya hayal âleminde dahi varolmasaydı, böylesine kasvetli ve moral bozucu bir teslimiyete hiçbir şekilde meyletmezlerdi.”

Ama ne yazık ki o ayaktakımı var.

Yirminci yüzyılın önemli liberallerinden Ludwig von Mises da benzer bir yaklaşıma sahip. O da kapitalizmin hükmünü huzur içerisinde yürütmesini, kitlelerin piyasanın emirlerine boyun eğmelerini istiyor, ama bir yandan da tıpkı Malthus ve Tocqueville gibi, ayaktakımının sürece müdahale etmesine karşı çıkan Mises, hiç çekinmeden despotizme onay veriyor, faşizmin potansiyel değil, aktüel hâlini savunuyor. 1927’de bu yaklaşımını teyit eden şu cümleleri yazıyor:

“Diktatörlük kurma amacı güden faşizmin ve benzeri hareketlerin iyi niyetler taşıdıklarını, yaptıkları müdahalelerin Avrupa medeniyetini kurtardığını kimse inkâr edemez. Faşizmin kendi çabasıyla edindiği bu değer, tarih boyunca ebediyete dek yaşayacak. Ama faşizmin acil durumda başvurulacak geçici bir çözüm yolu olduğu bilinmeli. Ondan daha fazlasını beklemek, ölümcül sonuçlara yol açacak bir hata olacaktır.”

Malthus’un “iyi niyetli insanlar”ından bahseden Mises da faşistlerin iyi niyetli olduğunu söylüyor. Yanlış yöne sevk edilmişse de faşizmin kurduğu diktatörlüğün liberal medeniyeti savunduğunu iddia ediyor. Kendisindeki iyi huylu, gizli liberalizm sebebiyle Mises, faşizmin ılımlı ve medeniyet için gerekli çözümüne kefil oluyor. Buradan da şu türden iyimser öngörülerde bulunuyor:

“Faşizm, liberal fikirlerin gücünden arınma konusunda, Rus Bolşevizmi kadar başarılı olamayacak. Sovyetler’in destekçilerinin yaptığı katliamlar ve gerçekleştirdikleri zulümler karşısında Almanlar ve İtalyanlar, ahlakın ve adaletin eskiden beri varolan kısıtlarını zihnen aşıp, bu katliamlara ve zulümlere karşı kanlı bir cevap verme konusunda gerekli itkiye sahip olacaklar. Faşistlerin ve onlara denk partilerin eylemleri, esasen Bolşeviklerin ve komünistlerin eylemlerinin yol açtığı öfkenin sebep olduğu, duygusal ve refleksif eylemler. O ilk öfke patlaması geçer geçmez, yürüttükleri siyaset ılımlı bir kanala girecek, muhtemelen zaman geçtikçe daha da ılımlı olacak. Bu ılımlılık, geleneksel liberal görüşlerin hâlen daha faşistleri bilinçaltında etkilemeyi sürdürmesinin bir sonucu.”

Çarpıcı olan şu ki, ailesinin bir tarafı Yahudi olan Mises, sınıfsal bağlılığı gereği, sadece İtalyan faşistlerinin değil, Alman faşistlerinin de eylemlerine bahane buluyor. Tıpkı Malthus ve Tocqueville gibi Mises da istibdadı meşrulaştırmak için şiddet araçlarına başvuran devrimin yol açtığı korkulardan bahsediyor. Bu konuda Bolşeviklerin eylemlerine atıfta bulunuyor.

Malthus ve Tocqueville gibi Mises’ı da sadece devrim değil, piyasaya yönelik her türden demokratik ve hukuki müdahale öfkelendiriyor. O, hükümete yapılan, servetin ticaretin doğal kanunları hilafına yeniden dağıtılmasına yönelik gayrimeşru çağrılarını duyunca çok sinirleniyor.

F. A. Hayek de alabildiğine demokrat, ama bir yandan da ılımlı antikapitalist bir isim olan Allende’yi değil de diktatör, ama liberal bir isim olan Pinochet’yi tercih ediyor. 1981’de Pinochet’nin liberal düzeninin hüküm sürdüğü koşullarda kendisiyle söyleşi yapan Şilili gazeteciye hiç utanmadan şunları söylüyor:

“Bazen bir ülke, bir süreliğine diktatörlük yetkisinin şu veya bu biçiminin uygulamaya konulmasına ihtiyaç duyabilir. Sizin de gayet iyi anlayabileceğiniz gibi, bir diktatörün ülkeyi liberal bir tarzda yönetme ihtimali mevcuttur. Ayrıca bir demokrasi, liberalizmden yoksun bir şekilde de yönetilebilir. Ben, kişisel olarak liberal diktatörü liberalizmden yoksun olan demokratik hükümete tercih ediyorum. İlk izlenimim şudur ki, sadece Şili’de değil, tüm Latin Amerika’da diktatörlüklerden liberal hükümetlere doğru bir geçişe tanıklık ediyoruz. Bu geçiş sürecinde belirli diktatörlük yetkilerinin uygulanması, bunlara kalıcı değil, ama geçici bir düzenleme dâhilinde başvurulması gerekebilir.”

Bu diktatörlük ve faşizm, Hayek ve Mises için basit bir kişisel tercih meselesi değil. Klasik liberalizm geleneğinin kıymetli görülen varislerinden olan her iki isim de kapitalist diktatörlüğü sadece antikapitalist diktatörlüğe değil, ayrıca antikapitalist demokrasiye de tercih ediyorlar. Bu konumlarının devrimci bir yaklaşımla kanunlara karşı gelenlere karşı “hukuk düzeni”ni savunmaya dair liberal düsturla bir alakası yok. Tam tersi geçerli: hukuk düzeni, liberalizmi savunmak için bir kılıf olarak kullanılıyor, bunu yapmayanlar, hükümsüz ilân ediliyorlar.

Hayek ve Mises, bir geçiş sürecine işaret ediyor. Bu süreçte herkes, hukuk düzenine uyumlu, kapitalizme yandaş kılınmaya çalışılıyor. Bunun için de biraz zamana ihtiyaç var. Örneğin Pinochet, Hitler’den daha uzun süre iktidarda kalıyor.

Bu liberaller, diktatörlüğün hangi şartlarda geçici ve geçiş döneme ait bir güç olmaktan çıkacağı konusunda pek bir şey söylemiyorlar. Aslında bu diktatörlük meselesi, bazen açıktan bazen de gizlice işletilen, kesintisiz bir süreç. Pinochet’nin düzeninde olduğu gibi, binlerce muhalif demokrat, yasadışı ilân ediliyor, hapse atılıyor, işkenceden geçiriliyor, katlediliyor, sonra da “demokrasi inşa edilecek” deniliyor. Yani insanın bacağına kurşun sıkıyorlar, sonra ona “valla bu geçici bir tedbirdi, artık yoluna bak, şimdi özgürsün, istediğin gibi koş” deniliyor!

Bunlar, demokrasinin yeniden işleyeceğini, ama çok yol kat edemeyeceğini iyi biliyorlar. Tabanca yeniden diktatörün beline sokuluyor, bir süreliğine gözden ırak tutuluyor. Ama herkes, onun hâlen daha oradan olduğunu biliyor. Hayek gibi isimler, bu tabancanın yeniden çıkartılmasının meşru bir hamle olacağını, demokratların yanlış yapmaları ve kapitalizm karşıtı, “özgürlükçü olmayan” bir yoldan yürümeleri durumunda bu silâhın kullanılabileceğini söylüyorlar. Liberal diktatör, demokrata diyor ki “benim emirlerimi tam anlamıyla yerine getirme konusunda özgürsün.”

Kapitalizmi hukukun üzerine veya onun yerine koyan bu basit diktatörlük yanlısı düşünce, liberalizmin genlerine işlemiş. Dolayısıyla o, bırakalım Bolşeviklerin yol açtıkları devrimci tehdidi, ta Fransız Devrimi’ni bile önceliyor. Bu düşüncenin izlerini, mülkiyete zarar veren her türden politik adım ister hukuki usul uyarınca gerçekleşsin, isterse politik uzlaşmanın sonucu olsun, onu doğal bir hakkın ihlali olarak gören John Locke’ta bulmak mümkün.

Faşizm öncesi İtalya’da, Nazizm öncesi Almanya’da ve faşist iktidar öncesi, Mises’ın memleketi olan Avusturya’da Bolşevizm gibi bir mesele yoktu. Tüm bu ülkelerde asıl mesele, örgütlü işçilerin yeni edindikleri politik ve ekonomik güçtü. Bu güç sayesinde işçiler, mülk sahibi sınıfların rızası hilâfına, onların mallarının bir bölümünü ele geçirmişlerdi. Tam da bu sebeple, Avusturya’da devrimci olmayan, sadece sosyal demokrasiden yana saf tutan demokrasiyi sırf bu sebeple ilga eden, sonrasında zenginler lehine yasalar çıkartıp kamunun parasını onlar için harcayan Dollfuss’un faşist rejimine ekonomik danışmanlık yapmak, Mises’ı pek fazla rahatsız etmedi.

Ishay Landa

[Kaynak: The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism, Brill, 2010, s. 234-239.]

0 Yorum: