“Bulonjist Propaganda Sahnesi” [Jean Eugène Buland -1889]
Yeryüzünü
ilk arşınlamış “nasyonal sosyalist”, 1880’li yıllar boyunca ABD’nin çorak
arazilerinde büyükbaş hayvan işinden servet elde etmek için uğraşmış olan,
Marquis de Morès isimli bir Fransız’dı. Uçları havaya kalkık ve sivri
bıyıklarıyla Morès, düellocu olarak adı çıkmış bir kişiydi. Vahşi Batı ile
ilgili anlatılan hikâyelerin etkisi altına girmiş olan bu adamın yaşadığı yerin 50
kilometre yukarısında, sonrasında ünlü olacak olan Theodore Roosevelt
yaşıyordu. O dönemde ilerici bir isim olarak bilinen Roosevelt, elindeki
büyükbaş hayvanları kesip paketlesin, sonra da gideceği yere göndersin diye
Markiz’e veriyordu. Bu iki isim sonrasında dost oldu, öyle ki birbirlerinin
evlerine sıklıkla misafir oluyorlardı. İkisi de öjeniye, beyaz ırkın varlığını
sürdürmesi ve dünyanın beyazların hâkimiyeti altına girmesi gerektiğine
inanıyordu. İkisi de iç bölgelerde yaşayan, tüfek omuzda gezen kovboylarla aynı
karaktere sahip olmak istiyordu. İki adam da işlerini batırdı, zor koşullarla
yüzleşti. Morès, et paketleme tesisinin giderlerini Roosevelt’in sırtına
yüklemeye kalkınca, bu iki dostun arasına kara kedi girdi.[1]
Markiz,
hızla, şehirde kimsenin tanımadığı bir isim hâline geldi. Çorak arazinin
ortasına ilk dikenli teli çeken çiftlik sahibi olarak Markiz, şehirdeki
kovboyların düşmanlığı ile yüzleşti. Bu kavga dâhilinde üç sarhoş kovboya pusu
kurdu, Riley Luffsey isimli kovboyu vurdu. Bunun üzerine Markiz hapse atıldı.
Hapisteyken Roosevelt’e yazdığı mektupta yaşananlardan onu suçladı ve kendisini
düelloya davet etti. Roosevelt bu mektuba yazdığı cevapta, “Ben senin düşmanın
değilim. Ben sana hep açık oldum” diyordu.[2] Bu başarısızlığın üzerinden çok
geçmeden, 1887 kışını müteakip Markiz ve Roosevelt yürüttükleri projeleri
sonlandırdı. 1888’de Benjamin Harrison’ın kampanyasına destek sunan Roosevelt,
Kamu Görevlileri Komisyonu’na atandı. Beş yıl sonra da New York emniyet
müdürlüğü seçimlerini kazandı. Markiz ise Dreyfus Olayı sonrası yaşanan antisemitik
isyanlara katılmak üzere Fransa’ya gitti. Başlarına kovboy şapkaları,
ayaklarına çizme geçirdiği bir çeteyle birlikte sokaklarda “Yahudilere Ölüm!”
diye bağırarak yürüdü. Bu sahne, yirmi otuz yıl içerisinde İtalya’da ortaya
çıkacak olan faşizmi önceden haber veriyordu.
ABD’deki
büyük şehirlerde nasyonal sosyalizmle ilgili fikirler, bilhassa Morès’in dostu Maurice
Barrès gibi isimlerin yazdıkları makalelerden etkilenen düşünce ve siyaset
çevreleri üzerinden kendisine kanal buldu. 1898’de işçi sınıfının ulusal
dayanışmayla bütünleştirilmesini öngören ideolojiyi tanımlamak için “nasyonal
sosyalizm” terimini icat etmiş olan Maurice Barrès fikirlerini, yürütülen
politik kampanyalar, Fransız dergileri ve ABD’de çıkan Scribners ve Atlantic
gibi dergiler aracılığıyla yaymaya çalıştı. Ekoloji, ruhlar âlemi, atletizm, iş
dünyası, bilim ve sanayi gibi konularda kalem oynatan Barrès’in hayatı
egzersiz, macera ve mistisizm üzerine kuruluydu. Bu türden bir hayatı
sonrasında ABD başkanı olacak olan Roosevelt de yaşamaktaydı. Gifford
Pinchot’ın doğacı görüşlerini savunan Roosevelt, doğada vakit geçirmek gibi bir
düşünceye sahipti. Bu düşünce, onda beyaz ırkın üstünlüğünü esas alan
emperyalist anlayışla iç içe geçmişti. Ona göre, batının ve pasifik coğrafyasının
fethi beyaz ırkın yayılmasıyla birlikte önemli bir dönüm noktasına gelmişti.
Beyaz ırk, toplumsal sorumluluk gereği, ama aynı zamanda bilimin emri dâhilinde
kusursuz olmalıydı. O günlerde Roosevelt, dönemin önde gelen öjenistlerinden
Charles Davenport’a yazdığı mektupta, “toplum, yoz insanların kendi başlarına
üremelerine izin vermemeli. Halkımızın bu türden bir temel bilgiyi insanlık
konusunda uygulamaya koymayı reddetmesi, sıra dışı bir durum. Zira her başarılı
çiftçi, bu temel bilgiyi sürüsünü ıslah etmek için uygulamaya koymak
zorundadır” diyordu.[3] Kendisinden üstte duran kişilerin elindeki hisse
senetlerinin değerini düşürdüğü, etleri düşük fiyata satmaya zorladığı
koşullarda, çorak arazide yürüttüğü işte başarısız olmuş olan Roosevelt’ti bu
lafı eden.
Roosevelt’in
dostu olan, doğacı ve öjenist Madison Grant, The Passing of the Great Race
[“Büyük Irkın Ölümü”] adında bir kitap yazdı. Saf, insandan arındırılmış yaban
hayatının doğacı etiği için yüzlerce yıl boyunca kıyımdan geçirilmiş olan yüz
milyon kadar Kızılderiliyle değil, “göçmenleri ve alt türleri kabul etmek
suretiyle ırksal açıdan intihar eden asil sınıflar”la ilgiliydi. Bilimsel
nesnellik ilkesi temelinde yazdığını iddia ettiği kitapta Grant, “toplumun
kalkınmasından söz edenlerin ırksal sınırlara dair gerçekleri görmediğini”
söylüyordu. Ona göre, alttaki sınıflar miras ilkesini reddediyorlardı, çünkü
onlarda asillere has özellikler yoktu. Buna karşılık, kürenin güneyindeki
milliyetçilik, “üstün ırka karşı ayaklanan köle sınıfların isyanını ifade
etmekteydi: “Eğer Nordik ırkta mevcut olan kıymetli unsurlar alt ırklara has
özellikleri edinirse veya ırkın intiharı üzerinden ölüp giderse, medeniyetin
kalesi onu savunanlar kalmadığı için yıkılıp gider.”[4] O dönem yaşıyor olsaydı
Adolf Hitler, Grant’e mektup yazar ve onu övdükten sonra kitabının “kutsal
kitabı” olduğunu söylerdi.
Sonrasında
Hitler’in orduları Polonya, ardından da Rusya’yı işgal ettiklerinde Führer,
generallerine çocukken dinlediği Boer Savaşları ile ilgili masalların yanında,
kendisini epey etkilemiş olan, Karl May’in Vahşi Batı hikâyelerinden öğrendiği
savaş stratejisini uygulamaları talimatını verdi.[5] Hitler’e göre Slav
topraklarının fethi, tanrının Kuzey Amerika’yı beyazlara tahsis ettiğine dair
“Aşikâr Yazgı” anlayışında görüldüğü üzere, esasen zaten sahip olunan
toprakların sömürgeleştirilmesinden başka bir şey değildi. Onun jeopolitik
geniş alanlar (Grossraum) teorisi ile biyolojik ırkçılığı karıştırarak
imal ettiği yaşam alanı (Lebensraum) siyasetine göre germenik haklar
sömürgeci birer güçtü. Bu teori, Polonya ve Ukrayna’yı sınır hattındaki
ülkeler, Rusya’yı ise kendi Vahşi Batı’sı olarak görüyordu. İşgal edilmiş ve
edilmemiş ülkelerden gelen gönüllülerden ve askere alınanlardan oluşan Waffen-SS
(“Silâhlı SS) Polonyalıları, Slavları, Yahudileri katletti. Orduların doğuya
doğru ilerleyişine Alman çiftçiler eşlik ettiler. Bunlar, Doğu toprağına
yerleştiler. Zamanla bölgedeki ırksal ve demografik bileşim dönüştürülüp “üstün
ırk” için uygun kıvama getirildi.
Nazileri
Yahudileri “yaşanacak kıymette bir hayatı olmayan aşağılık ırk” olarak tarif
etmeye iten, öjeniyle alakalı endişeler, esasen ABD’nin batıya doğru genişleme
çabalarını meşrulaştırmak için kullandığı “kutsal insan” anlayışına temel
teşkil eden endişelerle ortaklaşmaktaydı.[6] “Çıplak hayat”ı temsil eden
“kutsal insan”, politik yapıdan dışlandı. Onu öldüren, ceza almayabiliyordu. Bu
kutsal insan anlayışının kaynağı Roma hukuku ise de günümüzdeki hâli, daha çok
yüksek mahkemenin aldığı bir kararı temel alıyor.
1873’te
Modoc Kızılderili kabilesiyle girişilen savaşta esir alınanlarla ilgili verilen
bir karar üzerinden beyaz yerleşimcilere cinayet suçlamasıyla karşılaşmadan,
kendisini Kızılderili olarak tarif eden insanları öldürme imkânı verildi.[7]
Kızılderili Savaşları süresince köylüler kıyımdan geçirildiler. Beyazlar
yerleşsin diye tüm kabileler topraklarından edildiler. Avrupa’dan gelenlerin
yerleşimci siyasetleri neticesinde Küba ve Güney Afrika’da da toplama kampları
kuruldu. Bu toplama kampları, sonrasında Nazilerin inşa edecekleri kampların
ilk örnekleriydi.
Gerçekleştirdikleri
katliamlarıyla epey bir şöhret edinmiş olan Gönüllü Birlikleri’nin (Freikorps)
liderleri Paul von Lettow-Vorbeck ve Hermann Ehrhardt, bugün Namibya olarak
anılan (yüz bin kadar insanın öldürüldüğü) ülkede Herero kabilesine yönelik
Almanların gerçekleştirdiği soykırımı Birinci Dünya Savaşı’na, onu da Nazilerle
bağlantılı paramiliter mücadelelere bağlayan hattın somutlaşmış hâliydi.[8]
Afrika’nın
sömürgeleştirildiği süreçle doğrudan bağlantılı diğer bir güç de İtalyan
faşizmiydi. Faşistler, ısrarla Libya’nın fethedilmesinin işçi sınıfını
güçlendireceğini, ancak sosyalizmde gerçek olacak bir hayal olarak ulusu daha
da kudretlendireceğini söylediler. Faşistlerin fetih faaliyetlerinin diğer bir
hedefi de Etiyopya’ydı. Burada siviller, zehirli gaz gibi yöntemlerle,
acımasızca katledildiler. Burada şu notu düşmek gerekiyor: tarihsel açıdan
faşizm, emperyalizmdeki bir istisna değil, onun derinleştirilmiş hâlidir.
Avrupa, Afrika’yı askeri seferlerle, sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlı
yüzlerce yıllık dönemin ardından sömürgeleştirmiştir.
Ekoloji
ve Organik Devlet
Faşist
sentezin gerçekleştirilebilmesi için tarım temelli popülizmin belirli biçimleri
ile ilk dönem çevreciliğin bir araya getirilmesi gerekiyordu. “Ekoloji”
terimini üreten Ernst Haeckel, Darwinizmle doğacılığı “Nordik ırk”ın üstünlüğü
fikri içerisinde cem etti.
“Medeniyeti ve ulusların
hayatına doğaya ve organik hayata hâkim olan aynı kanunlar yön veriyor.
İnsanlık, birbiriyle bağlantılı devasa büyüklükteki kozmik ağın ufak bir
parçası.”[9]
İnsanın
dünyadaki geleceği konusunda kötümser görüşler dile getiren felsefeci Ludwig
Klages’in “İnsan ve Dünya” isimli makalesi, ilk dönem ekoloji hareketine
“biyoloji merkezciliği” denilen fikri miras bıraktı. Teorisi, bugün ekoloji
hareketinin ele aldığı konu başlıklarının neredeyse tamamını önceden
içermekteydi: türlerin hızla yok olması, küresel ekosistemdeki dengenin
bozulması, ormansızlaşma, yerli halkların ve yabani hayatın yok edilmesi,
kentlerin her yana yayılması ve insanın doğaya hızla yabancılaşması.[10] Ona
göre, bu yıkımın büyük bir bölümünün sebebi, akılcılığı, kentleşmeyi,
maneviyatın ezilmesini ve tüketimciliği savunan Yahudilerdi.
Biyoloji
merkezcilik anlayışı, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu fikrini
savunuyordu. Bu fikir, insan haklarını yarı mistik ve doğal bütünlüğe kurban
ediyordu. Dolayısıyla ilgili fikir, “insan hakları diye bir şey yok, insan, ancak bir armadillo kadar hakka sahip olabilir. Eşit hak fikri kurgudan
ibarettir. Doğada güçlerden başka bir şey yoktur” diyen Georges Vacher de
Lapouge gibi gericilerin ırk teorisine uygun düşüyor.[11] Bu türden, milleti
doğal ve biyolojik bir varlık olarak gören, aynı zamanda romantik ve
antihümanist olan sosyal Darwinci teoriler, ileride bireyin devletin
bedenindeki bir hücreyi meydana getirdiğini, uyumun bedeni ve devleti sağlıklı
kıldığını söyleyen organik devlet teorisini önceden haber vermekteydi. Nazizmin
teorik temelini, işte bu milleti organik bir bütünlük olarak gören fikir teşkil
etti.
Organik
devletçilik, esasen Ernst Moritz Arndt’ın birçok insanı etkileyen yazılarının
ürünü olan bir fikirdi. Arndt, On the Care and Conservation of Forests
[“Ormanların Bakımı ve Korunması Üzerine”] isimli çalışmasında şunu söylüyordu:
“Doğada her şey birbiriyle
bağlantılıdır ve karşılıklı ilişki içerisindedir. Bu gerçeği görenler, her
şeyin, çalının, kurtçuğun, bitkinin, insanın, taşın aynı ölçüde önemli olduğunu,
bir şeylerin ilk veya sonuncu olmasının bir öneminin bulunmadığını, her şeyin
tek bir birliği meydana getirdiğini görecektir.”[12]
Arndt’ın
öğrencisi Wilhelm Heinrich Riehl, ustasındaki milliyetçiliği ifrata vardırıp
yabancı düşmanlığına evriltti:
“Sırf kışın ocaklarımız
soğumasın diye değil, ayrıca insanların hayatına ait nabız, tüm sıcaklığıyla ve
neşesiyle atmaya devam etsin, böylelikle Almanya Almanların kalsın diye
ormanlarımızı kurtarmalıyız.”[13]
Kan
ve toprak (Blut und Boden) üzerine kurulu olan bu aşırı milliyetçi
fikirler, sonrasında kurulacak Gönüllü Birlikleri’ni önemli ölçüde etkiledi. Afrika’daki “fatihlere ve örgütçülere” hayran olan, doğayı av ve avcıdan, güçlü
ve zayıftan, erkek ve kadından oluşan bir sistem olarak tanımlayan, kültürü
salt “erkek toplumu” üzerine kurulu bir yapı olarak gören Ernst Blüher gibi
emperyalistler de bu tür fikirlerden etkilendiler.[14]
İleride
göreceğimiz üzere, bugün bile ekoloji, sola tabi ve sadece ona ait olan bir şey
değil. Ortaya çıktığı on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi bugün de ekoloji, tıpkı
halkçı aşırı milliyetçilik gibi, solcu ve sağcı idealist gençlerce
benimseniyor, buna karşılık ekoloji, kendi içinde nasyonal sosyalist doktrini
içerdiğine dair bir izlenime yol açmıyor.
Faşist
sentezin ortaya konulacağı döneme dek paganizme ait fikirler de yayılma imkânı
buldular. Yahudi-Hristiyan mantığını reddeden görüşlerin sahipleri yüzlerini,
Viking mitolojisine ve kan ile topraktan doğmuş mitolojik-şiirsel niteliklere
sahip olduğu düşünülen antik çağ germen topluluklarına ait yorumlama
sistemlerine çevirdiler. Faşizmi tabii ki paganist, büyüye ve doğaüstü güçlere
meraklı, spritualist hareketler üretmedi, ama bu hareketler, halkçı, köylülüğe
dönüşü savunan milliyetçilikle kaynaşınca, Yahudi-Hristiyan etiğinin, yeni Ari
(Hint Avrupalı) üstinsanın dikkatli bir biçimde üretilmesi üzerinden geri
dönecek olan ve esasen Avrupalı olan şeyleri yozlaştırdığına dair inancın inşa
edilmesine katkıda bulundular. Aynı şekilde, bugün de göçmenleri “istilacı tür”
olarak gören faşistler, ekolojik ilkeleri benimsiyorlar.
Ekolojik,
maneviyatçı ve ütopik akımlar, tehlikeli bir sentez dâhilinde aşırı
milliyetçilikle kaynaştıkça, antisemitik bir isim olan Avusturyalı ideolog
Georg Ritter von Schönerer’in ürettiği ideoloji üzerinden ortaya Almanların
birliği esası üzerine kurulu bölgecilik anlayışı çıktı. Schönerer, öğrenciler
arası kardeşlik temelinde inşa edilmiş dernekleri ve eskiden beri varolan
eskrim kulüplerini Avusturya ile Almanya’nın tek bir etnik devlet bünyesinde
birleşmesi fikrinin yayılması için gerekli araç olarak kullandı.[15] Şehirlerde,
Karl Lueger gibi önde gelen siyasetçiler, Schönerer’in konumunu benimsediler.
Lueger, sonrasında Viyana belediye başkanı oldu. Başına geçtiği kenti modernize
edecek yarı sosyalist, ama aslında muhafazakâr bir siyaset geliştirdi.
Sonrasında Hitler, bu siyaseti model olarak kullandı.
Milliyetçilik
ve Sosyalizm, Kolektivizm ve Bireycilik
Genelde
faşizm, kolektivizmle tanımlansa da onun gelişip serpilmesinde en önemli rolü
tarihsel düzlemde bireycilik oynadı. O çok bilinen çalışması Biricik ve
Mülkiyeti’nde Max Stirner, dünya tarihi konusunda alabildiğine ırkçı olan
bir görüşü savunuyordu. Bu görüşe göre beyaz birey, tüm insanlığın evrimleştiği
sürecin en yüce mertebesi. Stirner, beyaz insanın evrimleştirme misyonunun
“beyaz ırkın hâkim olduğu iki çağ”a tanıklık ettiğini söylüyordu. İlk çağda insan,
“içindeki zencilikten”, ikinci çağda ise “aynı şekilde sonlandırılması gereken
Moğolluktan (Çinlilikten) kurtulmuştu.”[16] Birey, dünyanın ruhunun üzerine
ancak insanlık tarihinin Asya’nın Avrupa’ya doğru evrimleşmesi yoluyla
çıkabilirdi.
“Hayır, benim iyi kalpli
ihtiyar efendim, hiçbir şey eşit değil. Biz, sadece kıymetli birer varlık olmak
istiyoruz. Daha fazla kıymetliysen, daha fazla hakka sahip olursun. Biz, sadece
sahip olduğumuz fiyatın karşılığını vermek istiyoruz. Ödediğin bedele değecek
birer varlık olduğumuzu ortaya koyduğumuzu düşünmek istiyoruz.”[17]
Stirner,
tüm ayrımları en düşük ortak paydaya göre silen bir eşitliği inşa edeceğine
inandığı için onun şunu söylemesi gayet doğal:
“Ben, insanların
özgürleşmesini de eşitlenmesini de istemiyorum. Ben, sadece onlar üzerinde
muktedir olmak, onları mülküm kılmak, yani kendi keyfim için birer malzeme hâline
getirmek istiyorum. Eğer bu konuda başarısız olursam, o vakit Kilise ve
Devletin kendisine tahsis ettiği, hayat ve ölüm üzerindeki gücün bana ait
olduğunu söylerim.”[18]
Stirner’e
göre kendisi, ancak Yahudiler hilafına özgürleşebilirdi, zira onların dini
lekeliydi, insanları cennete götürme konusunda onlarla pazarlık etme ve onları
gizli yollardan cennete ulaştırma çabası üzerine kuruluydu.[19]
Orta
yaşlarında ölmüş olmasına rağmen Stirner, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında aydınlar
arasında belirli bir popülariteye kavuştu. Bu isimlerden biri de bugün bile hâlâ
“üstinsan” ile ilgili görüşleri tartışılan felsefeci Friedrich Nietzsche’ydi.
1899 tarihli, geç dönemine ait defterlerinden birinde Nietzsche, üstinsanın “insanın
giderek daha fazla ekonomi düzleminde kullanılması”na karşı geliştirilmiş bir
hareket olarak ortaya çıktığını söylüyor. Bu karşı hareket, daha güçlü ve daha
üst mertebeye ait bir türün ortaya çıkmasını sağlayan bol miktardaki artığın
ortaya çıkışının somut bir ifadesi.[20] Nietzsche’ye göre, demokratik toplum çürüyor
ve pasif nihilizm aşamasına geçti. Kötü eşitlik, insanın kendisini aşmasına,
üst mertebeye çıkmasına mani. O üst mertebeye ait tür, pasifliğin yerine
aktifliği koyan Napolyon gibi “güçlü ve asil” insanlardan oluşuyor ve bu üst
mertebeye geçmek, acil bir ihtiyaç.[21]
Modern
toplumu yok edip onun yıkıntıları üzerine yeni bir dünyayı, ancak üstinsanda tecessüm
etmiş bu türden bir “aktif nihilizm” inşa edebilir, yavanlaşmış hukuk düşkünlüğünü
eylemin ruhuyla ancak o aşabilir.[22] Fakat öte yandan, böylesi bir hareketin
yeni bir istibdat rejimi tesis etmeden ilerleyebilmesi mümkün değil.[23] Anarşinin
ilkeleri ve eksiksiz özgürlük bile zincirlenir, “politik ve ekonomik düşünme
tarzı”nın sonucu olarak nihai amaçlarını nihilizmde bulur.[24] Dolayısıyla,
esasen Napolyon, aktif ve pasif nihilizmin, hem derdin hem de dermanın cisimleşmiş
hâlidir. Üstinsan, modern toplumda “üst türün” yokluğu neticesinde gündeme
gelir. Yabancılaşmada modernitenin aynı krizinin tekrarlandığını görür.
Politika
sahnesinde yeni tasnifler ve dizilimler oluşmaktadır. Bu sahnede olanlar, artık
kısmen bireyci, kısmen kolektivist, kısmen milliyetçi, kısmen sosyalist
olmalıdırlar. Bu kadar birbirinden farklı ideolojik konumları ancak sinkretik,
her şeyi kuşatan bir hâkimiyet anlatısı bir araya getirebilir. Pratikte faşizm,
liberal demokrasinin tavizler üzerine kurulu sistemine yönelik düşmanlıktan ve
onun nihai yıkım sürecine katılma kararından neşet etmiştir.
Sosyal
Monarşizm ve İlk Dönem Radikal Sağ
Marquis
de Mòres’in dostu olan ve “Fransa’nın Nietzsche’si” olarak bilinen Maurice Barrès,
“hislere önem veren anarşiste asilerin beyni ve lüks-şehvet düşkünlerinin
sinirlerini ekleyen”, az çok maneviyatçı bir “nefs kültü”nü savunuyordu.[25]
Nefsi kanunların düşmanı olarak görüp öne çıkartan Barrès, ataların dinini ve
toprakla ölülere yönelik imanı vaaz ediyordu.[26] Kökünden kopartılmış insanlar
(les deracinés) için yas tutan Barrès, Fransa’da teşkil edilmiş eski dostluklar
(Amitiés Françaises) üzerine kurulu yeni bir toplumun inşa edilmesini
istiyordu. Bu türden bir sağcı “anarşizm”, dönemin asilleri arasında moda
hâline geldi. Bu isimlerden biri de “Gyp” müstear adıyla yazılar yazan Sibylle
Riqueti de Mirabeau idi. Mirabeau’ya göre gelenek sevgisi, ilerleme denilen lokomotifin
yüzyılın sonunda büyük bir canlılıkla sorgulanması gereken bir hedefe doğru
ilerlediği koşullarda hükmünü yitiriyordu. Kendilerini monarşinin aslında geçici
olarak sona erdiği fikrine bağlayan bu gericiler, doğaüstücü bir aristokrasi
anlayışı benimsediler. Bu anlayış sayesinde doğuştan gelen asaletlerinin kendilerini
demokrasideki plebyen dürtülerin üzerine çıkarttıklarını düşündüler.
Gericiliği
besleyen en önemli isimlerden biri de o gür sakalı ve gözlükleriyle Édouard
Drumont’du. 1886 yılında yayımladığı iki ciltlik La France juive (“Yahudi
Fransa”) isimli kitabı son baskısını yaptığı 1941 yılına dek iki yüzün üzerinde
baskı yaptı. Drumont, hem kapitalizmi hem de Marksizmi Avrupalıları ilkin Adam
Smith’in savunduğu, maneviyattan arındırılmış materyalizm ile doğal
düzenlerinden kopartan Yahudi zenginlerin işi olarak görüp eleştiriyordu.
Drumont’un kitabı yeni baskılar yaparken, bir yandan da bu önde gelen
antisemitisti yeni Sarazenlerle mücadele eden şövalye olarak resmeden resimli
baskıları çıkıyordu. Antisemitizm, zamanla yeni haçlı seferi hüviyetine
kavuştu. Bu savaşta “içteki düşman, basını sermayenin uşağı kılmıştı, dolayısıyla
onun dili laldi.”[27] Drumont’a göre, Yahudi Fransa tasfiye edilecek, derin Fransa’ya
geri dönülecek, böylelikle ecdadın ruhundaki manevi derinlik, Fransız köylerindeki
aileler, kudretli ve kutsal bir hükümdar üzerinden yeniden konuşma imkânı
bulacak. Hükümdar, ülkeyi tüm meşruluğu ile “halkın koruyucu lideri” olarak
yönetecek, devlet belirli bir düzene göre hareket edecek, bu hareket dâhilinde
toplumsal ihtiyaçları karşılayacak. Drumont’a göre, burjuva muhafazakâr ve
liberal sınıfa karşı gerçekleşecek sosyalist devrim aşamasından ancak bu türden
bir devlet geçebilir.
Drumont’un
sık sık dile getirdiği söz şuydu: “Burjuvazinin mağdur ettiği insanlar, kısa bir
süre sonra sosyalist ordunun öncüsü olacaklar.”[28] Burjuvazi, sadece
gecekondularda yaşayan proleterleri değil, alt orta sınıfı, küçük esnafı ve vasıflı
işçileri mağdur etmekteydi. Bu insanlar, proleterleşme sürecinin çilesini
çekiyor, imparatorluk döneminde yürürlüğe giren, şehri soylulaştırmayı öngören
planların ve III. Napolyon rejiminin ürettiği departmanlı mağazaların altında
eziliyorlardı. Drumont’un fikirleri Paris Komünü’nün bastırılmasında rol
oynayan önemli askerlerden Georges Boulanger’in radikal sağcı, popülist
siyasetini besledi. Boulanger, süreç içerisinde Paris Komünü’nün parçası olmuş,
ama sonradan sağa kaymış olan Victor Henri Rochefort’un ve gazetesi L’Intransigeant’ın
[“Uzlaşmaz”] desteğini aldı. Radikal sağın sosyal sorumluluk sahibi monarşi veya
imparatorluk fikrine sunduğu desteğin ana zemini, esasında Katolik Kilisesi’nin
geliştirdiği öğretide de karşılık bulan milli toplum fikriydi. Papa XI. Pius’un
yayınladığı Quadragesimo Anno [“Kırkıncı Yılında”] başlığını taşıyan genelgede
dile getirilen bu öğreti, kapitalist üretimin devletin himayesinde (ve
kontrolünde) emek sendikalarının katkılarını da içeren yeni korporatist sisteme
dönüştürülmesi çağrısında bulunuyordu.
Bu
dönüm noktasında antisemitizm, gericiler tarafından insan haklarıyla ilgili
idealleri yok edecek ve Avrupa’yı eski rejimin geleceğe taşınmış hâlinin egemen
olduğu gerçeğe geri döndürecek hareket için bulunmaz nimet olarak öne çıktı.
Lueger ve Boulanger gibi antisemitist siyasetçilerin küçük burjuvazi için entisite
merkezli bir sosyal yardım sistemi önerdiği, Katolik Kilisesi’nin geçerliliğini
yitirmemek adına sola kaydığı koşullarda, devrimci hareketler içindeki popülist
akımlar ile eleştirel liberaller, dünyayı bilimin ve doğanın birlikte organize
edeceği bir geleceğe doğru götürecek eski milli efsaneleri yeniden yaratacak “yeni
insan”ın liderlik ettiği “yeni çağ” fikrine yanaştılar.
Sol
Otoritarizm
On
dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan devrimci eğilimler, birbiriyle çelişen
çıkarlara sahip kesimlerin bağrında gelişti. Kısmen Jean-Jacques Rousseau’nun
genel irade anlayışını kısmen de Maximilien Robespierre’in Yüce Varlık Dini’ni
temel alan devrimci Jakobenizm, diktatörlüğe evrilme potansiyelini her daim muhafaza
etti, politik dini ritüellere bağladı ve terör uyguladı.[29] Yaygın olarak Henri
de Saint-Simon ile ilişkilendirilen ütopik sosyalizm, yaşadığı gelişim
dâhilinde, toplumun bilimsel yönetilmesinin yayacağı ışığın kaynağı olarak, üreticilerden
oluşan doğal hiyerarşinin inşasının zaruri olduğunu dile getirdi. Ütopik sosyalizme
göre devrimden doğan bu ışık, Napolyon’la gelecek taşınmış, sanayideki gelişme
ve Fransa’yı organik millet hâline getirecek büyük projeler üzerinden modern
döneme aktarılmıştı. Sensimonculuk, Adolphe Blanqui ve danışmanı olan, “Kendinizi
Zenginleştirin” diyen mali bakanı François Guizot gibi iktidara hizmet eden
iktisatçıları etkiledi. Ama bir yandan da Sensimonculuk, komplocu stratejiyi
esas alan isyancı komünizmi savunmuş olan Adolphe’un kardeşi Auguste Blanqui’yi
de etkiledi. Auguste Blanqui, komünist olmasına rağmen Belçika gibi milletleri şovenist
bir yaklaşımla hor gören, milliyetçiliği bir yol olarak önermiş bir isimdi. Bazı
takipçileri, sonrasında o yola revan oldular.[30]
Auguste
Blanqui, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Avrupa genelinde pıtrak gibi çoğalan
ve sıklıkla işbirliği içerisinde hareket eden gizli cemaatler kurdu. Bu tür bir
cemaat kuran isimlerden biri de tüm İtalya’yı tek bir cumhuriyetçi sistem
altında birleştirmek için gayret etmiş İtalyan milliyetçi liberal Giuseppe Mazzini’ydi.[31]
Pierre-Joseph Proudhon ve Mikhail Bakunin gibi devrimciler, Mazzini’nin milliyetçiliğini
ve Blanqui’nin şovenist yönelimlerini redde tabi tutsalar da aynı tavrı
antisemitizm gibi meselelere karşı geliştirmediler.[32]
Tarım
temelli popülizmi, kentli işçilerin hareketlerini ve elitlerdeki komploculuğu
harmanlayan yeni sentezler, devrimciler arasında gelişme imkânı buldular. Temelde
sol ve sağ kolektivizmin geliştirdiği büyük popülist teoriler, milliyetçilik ve
sosyalizm başlığı altında kümelendiler, bir yandan da komplocu elitlerle ve
üstinsanla ilgili, öncüyü merkeze koyan bireyci teorilerle uğraştılar. Pyotr Kaçof
ve Sergey Neçayef gibi Rus devrimcileri, (kimi yönlerden Almanya’daki halkçı-völkisch
harekete benzeyen) Narodnik popülizmini, Blankizmi, Bakuninizmi ve Markismiz terörü
ve suikast pratiklerini içeren şiddet eylemleri aracılığıyla devletin ele
geçirilmesini öngören öncücü öğreti içerisinde kaynaştırdılar. İtalya’da
yaşanan ve Risorgimento olarak bilinen “Birleşme Savaşı” sonrası Bolonya’da
kurulan ve Bakuninizmle Mazzini’nin milliyetçiliğini harmanlayan Fascio Operaio
[“İşçi Birliği”] gibi devrimci işçi dernekleri ortaya çıktı.[33]
Faşizm, üç unsurun birleşmesiyle meydana geldi: öncücü devrimcilik, Lueger ve Boulanger’in radikal sağcılığı ve liberal demokrasiye karşı devrimle ittifak olmuş gerici politikanın en tehlikeli biçimi. Devrimci sol ile devrimci sağ arasında yaşanan birleşmenin ilk örneği, Barrès’in 1894 ve 1895 yıllarında çıkarttığı La Cocarde [“Kokart”] dergisiydi. Dergiye katkı sunan isimler arasında Eugéne Fournière, Pierre Denis ve Fernand Pelloutier gibi devrimci sendikacılar vardı. Dergi, esasen eğitimli ama vasıflarına rağmen düşük maaşla çalıştırılan kesimleri hedef alıyordu:
“Biz kiminle konuşacağımızı biliyoruz. Üniversite mezunu işçilere, toplumun bir diplomadan başka bir şey vermediği, kentlerde alt sınıfa geçmiş yoksul kitlelere karışma riski bulunan gençlere hitap ediyoruz. Biz, onların yüksek ücretlerle istihdam edilecekleri özyurtlarında isyan etmeye dair görüşlerini ve dürtülerini kabul ediyoruz.”[34]
Barrès’in dergisi, genç ve lüzumsuz görülen insanlara,
birikimlerine ve hırslarına rağmen ekonomik sistemden kopartılmış, yeterince
eğitim görmemiş üniversite mezunlarına sesleniyordu. Haklarından mahrum edilmiş
olan, solla sağ arasındaki karşıtlığın ötesine bakan ve o karşıtlık dışında
fikirler geliştiren bu yeni elit kesim, aydınların isyanı için gerekli sahneyi
teşkil etti. Bu isyan, devrimci sendikalizmin ve aşırı milliyetçiliğin içinden
çıkmış olan Georges Sorel ve Charles Maurras şahsında konuşma imkânı buldu.
Alexander Reid Ross
[Kaynak:
Against the Fascist Creep, AK Press, 2017]
Dipnotlar:
[1] Bu hikâyenin kaynağı: Hermann Hagedorn, Roosevelt in the Bad Lands
(Oyster Bay, NY: Roosevelt Memorial Association, 1921).
[2]
Bkz.: Theodore Roosevelt, Letters, Cilt. 1 (Cambridge, MA: Harvard
University Press, 1951), s. 92.
[3]
Theodore Roosevelt, Letter to Charles Davenport (New York, 3 Ocak 1913).
[4]
Madison Grant, The Passing of the Great Race: Or, the Racial Basis of
European History (New York: Charles Scribner’s Sons, 1922), s. xxxi.
[5]
Ian Kershaw, Hitler, 1889–1936: Hubris (New York: W.W. Norton &
Company, 1999), s. 15.
[6]
Bkz.: Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Çev.:
Daniel Heller-Roazen (Stanford, CA: Stanford University Press, 1998).
[7]
Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States
(Boston, MA: Beacon Press, 2014), s. 224.
[8]
2002’de söz konusu süreklilik kendisini rahatsız edici bir gelişmede ortaya
koydu: ABD başsavcısı John Yoo, 1873’te Modoc Yerli Tutsaklar ile ilgili alınan
kararı emsal göstererek, Guantánamo tutsakları için “kutsal insan”, yani öldürülmesine
cevaz verilmiş kişi hüviyeti verilmesi için başvuruda bulundu. A.g.e.
[9]
Ernst Haeckel’den aktaran: Janet Biehl ve Peter Staudenmaier, Ecofascism
(Oakland, CA: AK Press, 1995), s. 8. AL.
Türkçesi: İştiraki.
[10]
A.g.e.
[11]
Georges Vacher de Lapouge, L’Aryen son Role Social (Paris, 1899), s. 511.
[12]
A.g.e., s. 6.
[13]
A.g.e.
[14]
Klaus Theweleit, Male Fantasies, Cilt. 1, Women, Floods, Bodies,
History, Çev.: Stephen Conway (Minneapolis: University of Minnesota, 1987),
s. 27.
[15]
Thorpe, Pan-Germanism, s. 19–21, 154.
[16]
Max Stirner, The Ego and Its Own, Çev.: David Leopold (Cambridge, UK:
Cambridge University Press, 1995), s. 62.
[17]
A.g.e., s. 241.
[18]
A.g.e., s. 281.
[19]
A.g.e., s. 285; Stirner, muhtemelen Talmud’un ilk kuralının ticarette adaletten
ayrılmayın olduğunu bilmiyordu. Yahudileri aşağılayan Stirner, onların “karşısına
ne çıkarsa çıksın onu dikkate almayan ruhu keşfedemeyeceğini” söylüyordu. A.g.e.,
s. 23.
[20]
Friedrich Nietzsche, Writings from the Late Notebooks, Çev.: Kate
Sturge, Yayına Hz.: Rudiger Bittner (Cambridge: Cambridge University Press,
2003), s. 177.
[21]
A.g.e., s. 150.
[22]
Friedrich Nietzsche, On the Genealogy of Morality and Other Writings, Çev.:
Carol Diethe, Yayına Hz.: Keith Ansell-Pearson (Cambridge: Cambridge University
Press, 2007), s. 33.
[23]
Friedrich Nietzsche, Beyond Good and Evil: A Prelude to a Philosophy of the
Future, Çev.: Judith Norman, Yayına Hz.: Rolf-Peter Horstmann ve Judith
Norman (Cambridge: Cambridge University Press, 2002), s. 77.
[24]
Nietzsche, Writings from the Late Notebooks, s. 84.
[25]
Yayına Hz.: Edward Jewitt Wheller, “Maurice Barrès: The New French Immortal,” Index
of Current Literature XLII (Ocak-Haziran 1907): s. 401.
[26]
A.g.e.
[27]
Édouard Drumont’dan aktaran: Michel Winock, Nationalism, Anti-Semitism, and
Fascism in France, Çev.: Jane Marie Todd (Stanford, CA: Stanford University
Press, 1998), s. 87.
[28]
Édouard Drumont, La fin d’un monde: etude psychologique et social, Yayına
Hz.: Albert Savine (Paris, 1889), s. 44.
[29]
George L. Mosse, The Fascist Revolution (Madison: University of
Wisconsin Press, 1999), s. 70.
[30]
Georges Sorel’in Blanqui ve Proudhon ile ilgili görüşleri çeşitli çalışmalarda
kıyaslandı. Bu konuda bkz.: “Materials for a Theory of the Proletariat,” From
Georges Sorel: Essays in Socialism and Philosophy içinde, Yayına Hz.: John
L. Stanley, Çev.: John ve Charlotte Stanley (Oxford: Oxford University Press,
1987), s. 250–51 ve “Critical Essays in Marxism,” A.g.e., s. 161.
[31]
L. M. Findlay, “Introduction,” The Communist Manifesto içinde, Yayına
Hazırlayan ve Çeviren: L. M. Findlay (Peterborough, ON: Broadview Press, 2004),
s. 22.
[32]
Bu ilginç tarihsel süreç için bkz.: Robert Graham, We Do Not Fear Anarchy—We
Invoke It: The First International and the Origins of the Anarchist Movement
(Oakland, CA: AK Press, 2015).
[33]
Nunzio Pernicone, Italian Anarchism, 1864–1892 (Princeton, NJ: Princeton
University Press, 1993), 43, 67.
[34] Maurice Barrès’den aktaran: Judith Surkis, Sexing the Citizen: Morality and Masculinity in France, 1870–1920 (Ithaca: Cornell University Press, 2006), s. 98.
0 Yorum:
Yorum Gönder