02 Haziran 2023

Proudhon: Piyasa Anarşisti

J. Salwyn Schapiro, Proudhon’un yazılarının yirminci yüzyıl faşizmini çok önceden haber veren çalışmalar olduğunu, ikna edici bir dille ortaya koyuyor.

“Ahenk nedir bilmeyen bir dahi” olarak, kendi dönemine ait, sosyalizm, muhafazakârlık, kralcılık ve liberalizm gibi ideolojik akımlara ait olmayan Proudhon, sıklıkla iddia edildiği biçimiyle, esasen anarşizmin atası da değildir. O, aslında faşist duruşu tüm çarpıcılığıyla, farklı örnekler dâhilinde, önceden somutlamış olan bir isimdir.

Küçük burjuva çıkarlarını savunması, hem sermayeye hem de emeğe karşı olması, sınıflararası kavgayı aşacak bir diktatörlüğü benimsemesi, savaşı ve askeri değerleri yüceltmesi, ailenin kutsallığı ve yeni gelişmekte olan kadın hareketine sert bir dille karşı çıkmak türünden muhafazakâr-gelenekçi değerleri dillendirmesi, ırkçılığı ve antisemitizmi, maliyeye dair meseleleri ve faizle ödünç para verilerek elde edilen sermayeyi Yahudilik üzerinden eleştirmesi, bu tür örneklerden. Kendi döneminin insanlarınca yanlış anlaşılmış olan bu fikirler kokteylini, ancak faşist tecrübe ışığında teşhis ve idrak edebiliriz.

Gelgelelim, şunu da söylemek lazım. J. S. Schapiro’nun Proudhon’la ilgili değerlendirmesi, birbiriyle ilişkili iki önemli kısıtla malul.

İlki şu: Bu değerlendirme, politik ideolojiler zemininde icat edilmiş bir görüş olarak faşizmi, kitabın ismine de yansıyan ifade dâhilinde, liberalizme karşı gelen bir icat olarak sunduğu için sorunlu. Bu anlamda yazar, faşizmin içindeki, onun için önemli olan “küçük burjuva” boyutunu tanımlamakla yetinmiyor, daha da ileri giderek, faşizmi bu yönüne indirgiyor. Buradan da su sızdırmaz bir faşizm tanımı yapıyor. (Altı yıl sonra bir dizi tarihçinin, özellikle “yeni konsensüs” içinde yer alanların bu görüşü benimsemeleri, asla tesadüf değil.)

“Faşizmi tıpkı on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında liberallere karşı konumlanmış gericiler gibi, komünistlere karşı inşa edilmiş karşı-devrimci bir hareket olarak görmek, büyük bir hata. Faşizm, modern tarihte karşımıza çıkan özgün bir şeydir. Bu anlamda faşizm, bir yandan büyük bankalara ve büyük şirketlere bir yandan da işçi sınıfının devrimci taleplerine karşı çıkan, orta sınıfa ait devrimci bir harekettir.”[1]

Schapiro bu tespiti ışığında, tüm maharetiyle topladığı ve tutarlı bir biçimde organize ettiği onca delili çöpe atıyor ve faşizm tanımını bu küçük burjuvazi ile ilgili tespitinin sınırları içine hapsediyor, böylelikle kendi bütünlüğü içerisinde faşizmin burjuva ideolojisine verdiği zararı hafif gösteriyor. Bu türden bir indirgemecilik, Schapiro’nun değerlendirmesinin ikinci kısıtı. Bu kısıt, onun Proudhon’un dünya görüşünü besleyen liberal motiflerin önemini görmemesine neden oluyor. Oysa kitabında bu tür motifler, mebzul miktarda mevcut.

Proudhon’un kapitalizmi ortadan kaldırma amacı güden projesi, özünde liberal bir proje. O, toplum ve ekonomiyle ilgili görüşlerinin büyük bir kısmını klasik liberalizme borçlu. Schapiro’nun da aktardığı cümlesinde bu gerçeği kendisi de kabul ediyor:

“Fourier’yi okudum, eserlerimde birkaç kez kendisinden bahsettim, ama bütüne bakıldığında, ona hiçbir şey borçlu değilim. Zihnimde bereketli bir dizi fikrin doğmasına sebep olan sadece üç ustam var: ilki Kitab-ı Mukaddes, ikincisi Adam Smith, üçüncüsü de Hegel.”[2]

Kapitalizme düşman olan birisinin kendisini en çok etkileyen ikinci isim olarak Adam Smith’in adını anması, gerçekten ilginç bir durum (ayrıca Kitab-ı Mukaddes, kapitalizmle alakalı meselelere pek değinmeyen bir kitap!) Oysa Adam Smith, Proudhon’un öğretileriyle gayet uyumlu bir isim, dolayısıyla onun isminin anılıyor olması, hiç de tesadüf değil. Modernitenin yol açtığı marazlara ve adaletsizliklere dair ahlaki öfke anlayışını Kitab-ı Mukaddes’ten elde eden, genelde ebedi olan ahlaki hakikatlerden dem vuran Proudhon da bizatihi peygamber misali vaaz verir gibi konuşan biri. O, uzlaşması mümkün olmayan güçleri uzlaştırmaya ve daha yücede duran bir “sentez”e ulaşmaya çalışan yöntemini ise Hegel’e borçlu (bu noktada Hegelci diyalektiğe yeterince hâkim olup olmadığı başka bir mesele. Marx, hâkim olmadığını düşünenlerden.); Adam Smith, Proudhon’un üretim, mülkiyet, vergilendirme veya ekonomik bireycilik gibi sosyoekonomik meselelere yönelik somut yaklaşımlarının önemli bir kısmını borçlu olduğu kişi. Hatta Proudhon, görevinin “dahice dile getirdiği, ama bugüne dek karanlıkta kalmış olan, her şeye dair öngörüleriyle, her şeyi yapma işini bize bırakmış olan Adam Smith’in tahayyül ettiği hat üzerinden toplumu dönüştürme işini tamama erdirmek” olduğunu düşünüyor.

Bugün Proudhon’un anarşizmine yeniden bakmak, onun yirminci yüzyılda şirketler kapitalizmine yönelik sadeleşmeci liberal ve liberter eleştiriye yakın şeyler söylediğini görmemizi sağlayacaktır. Bu eleştiri, temelde on dokuzuncu yüzyılın küçük ölçekli kapitalizminin gerçek manada rekabetçi olan özünü boğmuş, onu yolundan çıkartmıştır. İlk dönem üretimin kontrolsüz yaratıcılığını idealize eden liberterlerden farklı olarak Proudhon’un eleştirisi, on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmine yöneliktir ve onun sınırlarına tabidir. İlk ve en ünlü kitabı Mülkiyet Nedir?’de ortadan kaldırılması gereken kötücül “mülkiyet”le iyi sahiplik, küçük ölçekli mülkiyetle medeniyetin temelini teşkil eden üretim arasında yaptığı ayrım konusunda şunları söyler:

“Bireysel sahiplik, toplumsal hayatın koşuludur. […] Mülkiyetse toplumun intiharıdır. Sahiplik hukuk içredir; mülkiyetse hukuka karşıdır. Mülkiyetin ezilip sahipliğin muhafaza edilmesi, yani bu türden ilkesel bir değişiklikle hukuku, hükümeti, ekonomiyi ve kurumları devrimcileştirirsiniz. Kötülükleri yeryüzünden kazıyıp atarsınız.”[3]

Dolayısıyla, ta başından beri Proudhon’un amacı, kapitalizmi ortadan kaldırmak değil, onu sağlam ve “adil” temeller üzerinde yeniden inşa etmektir. Proudhon, kendisini mevcut toplumsal düzeni yok edecek sürecin fitilini ateşlediğine dair suçlamalara karşı haklı olarak savunan burjuva politik ekonomist Adolphe Blanqui’ye önerdiği sistemin kapitalizmi çöpe atmayacağına dair güvence verir. Ona göre, aslında sahiplik, kapitalizmi mülkiyete kıyasla daha sağlam bir temele kavuşturur:

“Mülkiyet veya mülkiyeti kullanma biçimleri hariç tüm kurumların kendilerine yer bulmakla kalmayacağı, aynı zamanda eşitliğe katkı sunabilecekleri, mutlak eşitliğin hüküm sürdüğü bir sistem keşfedilmeli: bireyin özgürlüğü, güçler ayrılığı, bakanlıklar, jüri sistemi, idari kurumlar ve yargı kurumları, eğitimin birliği ve homojenliği, evlilik, aile, mirasın doğrudan, akrabalara geçişi, satış ve değiş tokuş hakkı, irade beyan etme hakkı, hatta doğum hakkı üzerine kurulu bir sistem, mülkiyetten daha iyi olacak, sermayenin oluşmasını güvence altına alacak ve herkesin moralini muhafaza edecektir. […]”

Gördüğümüz gibi, Proudhon’un tekrar tekrar üzerinde durduğu o büyük eşitlik tutkusu, eşitlikçi olmayan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik bir tehdidi içermiyor, çünkü aslında vurguladığı şey, gerçek eşitlik değil. O, ne eşit gelirden ne de üretim araçlarının sahipliğinden veya ortak mülkiyetinden bahsediyor, sadece fırsat eşitliği denilen liberal ilkeyi hatırlatan, koşulların eşitliği ülküsüne işaret edip duruyor. Ona göre, eşitlik, “emekçilerin kendilerine eşit araçlar sunulduğu takdirde temin edecekleri esenlik ve refahta eşitlikten değil, sadece koşulların, yani araçların eşitliğinden ibaret.”[5] Bu anlamda, aslında liberallerdeki bireysel başarı anlayışına denk düşen bir şeyden bahsediyor:

“Özgürlük yarışmadan yana saf tutar, onu yok etmez. Toplumsal eşitlikte yarışma, eşit koşullara ulaşma çabasından ibarettir.”[6]

Proudhon, “anarşi” kavramını ayaklanmaya dair herhangi bir yan anlamı içermeyecek biçimde kullanır. Onda anarşi, klasik liberalizmin özgürlük, yani kendini yönetme, bireysel özgürlük ve her türden devlet müdahalesinin sınırlandırılması ile ilgili görüşleriyle uyumlu bir kavramdır. Bu liberal anlayışa göre, bireyin üzerinde egemenlik iddiasında bulunan ister kral isterse halkın çoğunluğu olsun, devletin müdahalesi, her şekilde gayrimeşrudur. Proudhon’daki “toplum sözleşmesi”, bu yönüyle, Rousseau ile ilişkisiz bir fikirdir. Bu fikir, esasında bildiğimiz çıkarlara sahip taraflar arasında imza edilen, baskı olmadan, gönüllü olarak onaylanan, dolayısıyla liberallerin dediğine göre, herkesin mutlak özgürlüğünü teminat altına alan iş sözleşmesi anlayışıyla paralellik arz eder.

“Sözleşmelerin tarafları gerçek kişisel çıkarlara sahip olmalıdır. Bu anlamda insan, hem kendi özgürlüğünü hem de kazancını hiçbir şey kaybetmeden güvence altına almak için pazarlık yürütür. […] Bu sebeple sözleşme, temel karşılıklılık esasına dayanır. […] Toplum sözleşmesi özgürce tartışılmalı, tek tek bireylerce kabul edilmeli, bizatihi ona iştirak edenler tarafından imzalanmalıdır.”[7]

Proudhon’un yaklaşımı, liberal mantık üzerine kuruludur. Dolayısıyla, diğer birçok klasik liberal veya Hayek’in dile getirdiği biçimiyle, “eski tip liberaller” gibi Proudhon da bir süre sonra kendi belirlediği ülkünün demokrasiyle çeliştiğini fark eder ve bu çelişkiyi açıktan dile getirir. Liberal ayrışmanın ekonomi ile ilgili kısmına abanan Proudhon, neticede özgürce imza edilmiş sözleşmeyi temel alan ekonomiye yönelik politik müdahale hakkına yasak getirir:

“Ekonomik eleştiri, politik kurumların sanayideki örgütlenme süreci içerisinde kaybolması gerektiğini ortaya koymuştur.”[8]

Proudhon, bu tespit üzerinden şu sonuca ulaşır: Sanayiyi ve ekonomiyi ilgilendiren meselelere yönelik demokratik müdahale, diğer her türden politik müdahale gibi asgari düzeyde tutulmalıdır:

“Halk adına hareket ediyor bile olsa, kendisini halk olarak nitelese bile, sürece ne monarşi, ne aristokrasi ne de demokrasi müdahale etmelidir. Otorite de hükümet de hatta halk hükümeti de olmasın, işte devrim budur.”[9]

“Çoğunluğun teşkil ettiği hukuk, benim hukukum değil, o gücün hukukudur. Dolayısıyla bu türden bir hukuku temel alan hükümet de benim hükümetim değil, gücün hükümetidir.”

Buradan şu türden bir fikre yönelir:

“Herkese oy hakkı fikrinin sahip olduğu yetke, reddedilmelidir. Oy kullanmaktan vazgeçmeliyiz. […] Kutsal olanı temel alan toplumsal yönetim sürecinde her şey, insana dair sözleşme fikri üzerine kurulu olan her şey ezilmelidir.”[10]

Proudhon’un toplumsal-ekonomik düzeni asgari düzeye çeken görüşü uyarınca keyfi hukukun yerini özgürce imza edilmiş sözleşme, devlet kontrolünün yerini gönüllü işlemler […] politik merkezîleşmenin yerini ise ekonomik birlik almalıdır.”[11]

Bu görüşleri üzerinden artık bugün anarkokapitalistlerin Proudhon’la aralarında bir bağ olduğu gerçeğini kabul ediyor olmaları, bizi hiçbir şekilde şaşırtmıyor olmalıdır.[12] Ayrıca Hayek’in “sosyalizmin hataları” üzerindeki örtüyü kaldırdığını iddia ettiği kitabında[13] “Galyalı sosyalist” olarak andığı Proudhon’u olumlu ifadelerle anıyor olması da bizi şaşırtmamalıdır. Hayek, hükümet müdahalesinin asgari düzeyde tutulması fikrini savunurken Proudhon’a atıfta bulunur ve bu türden bir çabanın “azami özgürlük ve çeşitlilik için gerekli olan alanı temin edeceğini” söyler.

Proudhon, ekonomik ve politik sonuçları dâhilinde kapitalizmi kesip biçer ve ondan küçük zanaatkâr ve mülk sahibinin çıkarlarına uygun bir elbise diker. Ekonomi düzleminde bireyler eliyle gerçekleştirilen, ürünler, herkesin kendi çiftliğinde veya atölyesinde üretilip muadilleriyle değiş tokuş edildiği, aynı miktarda emeğin kullanıldığı başka ürünlerin üretildiği süreç dâhilinde kârın elde edilmediği, emeğin sömürülmediği küçük ölçekli üretim önerisinde bulunur. Marx’ın Proudhon’la ilgili analizlerinde de tespit ettiği biçimiyle, Proudhon, kapitalizmin temel özelliği olan emtia üretimine sıkı sıkıya sarılır, bir yandan da bu üretimin hoş olmayan doğal sonuçlarından kurtulmak ister, onları tesadüfi, dolayısıyla bir çırpıda kurtulabileceğimiz yan etkiler olarak değerlendirir.[14]

Ekonomik temel, büyük kartellerin baskılarına ve hükümetin saldırılarına, ama aynı zamanda Proudhon’un bir tür hırsızlık dediği artan oranlı vergilendirme pratiği üzerinden mülkiyet (sahiplik) hakkını ihlal etmek için kendi gücünü kullanan kitlelerin demokrasi düzleminde gerçekleştireceği tecavüzlere karşı korunmalıdır.

Esasen Proudhon’un “bir yandan büyük büyük bankalara ve büyük şirketlere bir yandan da işçi sınıfının devrimci taleplerine karşı çıkan”[15] bir önfaşist olduğuna ilişkin tespit doğru, ama fazla yüzeysel. İçerdiği anlamlar itibarıyla tümüyle yanlış. Bu tespit, orta sınıfa has bir orta yol önerisinde bulunuyor. İki büyük oyuncu olarak büyük şirketlerin kapitalizmi ile işçi sınıfı sosyalizmi arasında salınıyor. Gerçekte küçük burjuva faşizmi ve Proudhon’un önceden haber verdiği hâli, kapitalizmden yana saf tutuyor, sosyalizmin evrimci biçimine de devrimci biçimine de karşı çıkıyor.

Proudhon, kapitalizm ve sosyalizm denilen kötülükler arasında bir tercih yapmak zorunda kalacak olursa kapitalizmi tercih edeceğini açıktan dile getiriyor.[16] Dolayısıyla, Louis Blanc’ın sosyalizmine karşı yürüttüğü polemikte şunu söyleme ihtiyacı duyuyor:

“Kendi adıma şunu söylemeliyim. Ben, senin Tanrı’nı da otoriteni de egemenliğini de hukuk devletini de tüm temsille alakalı mistifikasyon çabalarını da reddediyorum. […] Senin çift cinsiyetli demokrasine teslim olacağıma, statükoyu desteklerim daha iyi.”

Büyük burjuvazinin ihtiyaçlarını gören “Guizot sistemi”nin somut ve insanda nefret duygusunu tetikleyen gerçekleriyle yüzleştiğinde bile Proudhon, sosyalizmi temel alan projelerini daha kötü olarak nitelemeyi sürdürüyor. Bu tartışma bağlamında şunu söylüyor:

“Komünizmin, cumhuriyetçiliğin, olguları ve eleştiriyi hor gören tüm toplumsal, politik ve dini ütopyaların ilerleme sürecinin bugün aşmak zorunda olduğu en büyük engeller olduğuna artık kaniyim.”[17]

Proudhon, esasında kapitalizmin küçük burjuva tarzda değiştirilip arındırılmasına dönük bir öneri sunuyor. Buna karşılık, kapitalizmin rekabet, sahiplik, bireysel girişim gibi temel öncülleri bağlamında kapitalizm insanlığın nihai ufku olarak varolmayı sürdürmeli, ama bu öncüllere ahlak, bilim ve doğa eşlik etmelidir. Reforma tabi tutulmuş bir tür kapitalizm, Proudhon’un geleceğe dair planlarının dayandığı temeli teşkil ediyor ve bu planlar hiçbir şekilde sosyalizmi içermiyorlar. O, rekabeti tutkuyla ve şiirsel bir dille savunan bir isim olarak, sürekli rekabeti öven şarkılar çığırıyor ve onun “toplumsal ekonominin dayandığı ana ilke, kaderi ilgilendiren bir karar ve insanın ruhu için bir zorunluluk” olduğunu söylüyor. Bu türden laflar, rekabeti ortadan kaldırmayı öngören sosyalist projeyle yürüttüğü polemik dâhilinde gündeme geliyor.

Rekabet ilkesini komünizme ve sosyalist demokrasiye karşı savunan Proudhon, bu kavgada sırtını burjuva politik ekonomisine, Adam Smith’in mirasına yaslamaktan çekinmiyor. Ekonomi biliminin belirli kanunları dikkate alındığında sosyalist projenin çelişki yüklü olduğunu düşünen Proudhon, her bir dönemeçte ekonomi biliminin haklılığı ispatladığını iddia ediyor:

“Emeğin özgürleşmesinin gerekli olduğu her yerde binlerce rakip ortaya çıkar, yeteneği teşvik eder, imalatçıların sorumluluk almasını sağlar, onları tembellikleriyle, cahillikleriyle ve samimiyetsizlikleriyle baş başa bırakır. […] Sanayinin ve ticaretin özgürleşmesi meselesi, politik özgürlükle aynı düzeyde olacak şekilde, anayasalarımıza dâhil olmaktadır. Özetle şu söylenebilir: Fransa, son altmış yılda elde ettiği servet artışını bu özgürlüğe borçludur.”[18]

Bu noktada Proudhon şu soruyu sorar: “Emekteki rekabet ortadan kaldırılabilir mi?” Bu soruya o bilindik liberal cevabı verir: “Bu soru, ‘şahsiyet, özgürlük ve bireysel sorumluluk ezilebilir mi?’ sorusu kadar anlamlıdır.”[19]. Bu bağlamda Proudhon, politik liberalizmin kapitalizmin dinamik işleyişini durdurabileceğine dair ekonomik liberalizmin dillendirdiği klasik endişeyi gündeme getirir. “Toplumun kurucu unsuru atölyedir” diyen Proudhon, bu unsura “bulaşan”, kurcalayan her türden politik demokratik meselenin dışlanması gerektiğini söyler:

“İşçiler, kendilerini düzenleyecek kurumlar için oy kullanıp liderlerini özgürce seçmiyorlar mı? Muhtemelen bu oy kullanan işçiler, emir kabul etmeyecek, kendilerine yapılan ödemelerdeki farklılıkları reddedeceklerdir. O hâlde sanayide kullanılan becerilerin karşılığının ödenmesi konusunda herhangi bir şeyin sunulmadığı koşullarda politik eşitliği muhafaza edeceğim diye atölyelerdeki birlik dağılacak, polisin müdahale etmemesi durumunda da her bir işçi, kendi kişisel meselesine gömülecektir.”[20]

Bu cümlelerin de ortaya koyduğu biçimiyle, Proudhon’daki küçük ölçekli üretimle alakalı “devrimci görüşler”le tüm o hiyerarşileri, emir komuta zincirleri ve eşitsizlikleriyle gerçekte varolan kapitalizm arasındaki fark siliktir. Sahiplikle mülkiyet arasındaki sınır çizgileri belli belirsizdir.

Aynı şekilde, Proudhon, tekellere yönelik muhalefetinde, başka şeylerin yanında, açıktan küçük burjuva bir bakış açısını savunur. Tekellere yasak getirilmesi önerisini liberal bir yerden gündeme getirir. Onları kapitalist rekabetin doğal sonucu olarak görmez. Bir sosyalist gibi kapitalizme genel bir itiraz yöneltmek yerine, tekellerin kapitalist rekabete mani olduğunu söyler:

“Tekel, doğalında rekabetin zıddıdır. […] Rekabet, kolektif varlığa can veren hayati güçtür. Diyelim ki onu yok ettik, toplumu da öldürürüz.”[21]

Bu, Proudhon’u tuhaf bir çelişkiye sürükler. Küçük mülk sahiplerinin temsilcisi olarak Proudhon, küçük üreticilere büyük sermaye yoğunlaşmalarının yaptığı etkileri eleştirir, büyük balığın küçük balığı yutmasından, onları rekabetin dışına atmasından şikâyet eder. Buna karşılık Proudhon’un tekellerle ilgili düştüğü tüm şerhler tümüyle kapitalizm içre olduğu için tekellere kaynaklık eden rekabeti kesip atmak hiçbir şekilde aklına gelmez. Çünkü Proudhon, tekelleri mahkûm etmenin rekabeti mahkûm etmek demek olduğunun gayet farkındadır:

“Tekel, rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Rekabet, kendi kendisini sürekli inkâr ederek tekelleri meydana getirir. Tekellerin bu şekilde ortaya çıkışı, onun varlık sebebidir.”[22]

İyi rekabetin sonucu olarak ortaya çıkan kötü tekelle ilgili gerekçe üzerinden kötü tekelin kaynağı olarak iyi rekabet de kolaylıkla mahkûm edilebilir. Dolayısıyla, komik bir yaklaşım üzerinden Proudhon, tekelleri kendi içinde ve kendisi için önemli gören bir yaklaşım üzerinden meşrulaştırır:

“Gene de bu türden bir gerekçenin çok fazla gücü yoktur, sadece rekabete her zamankinden daha zinde bir biçimde karşı koymamıza neden olur. Bunun için tekelin kendisini bir ilke olarak ortaya koyması gerekir.”

Bir küçük burjuva olarak Proudhon, tekellerin meşru yönünü tümüyle kabul eder ve onların insanın, yani kapitalizmin ruhuna ait bir zorunluluk olduğunu söyler:

“Tekel, dünyanın kurulduğu günden beri ilerlemenin her bir aşamasını teşvik eden en güçlü itici unsurdur. […] Tekel, kendisindeki düşüncesini özgürce kullanmaya dair yetenekleri dilediği gibi kullansın diye doğanın her bir üreticiye bahşettiği diktatöryel bir haktır. […] Bu hak ise insandaki bu yeteneklerin icrasında, insanın ruhunda ve bedeninde kişiyi sakat bırakacak şeylere mani olacak olan özgürlük ve onun özüne ait bir şeydir. Yalnızca bireylerin özgür girişimleriyle ilerleyen toplum, bir süre sonra kâşiflerinden mahrum kalarak yaptığı yürüyüşün esiri hâline gelir.”[23]

Bu pasaj, Proudhon’un ekonomi anlayışının liberal kapitalizmce çizilmiş sınırlarını net bir biçimde ortaya çıkıyor. Ona göre asıl mesele, tekelleri muhafaza etmek, bir yandan da onun küçük üreticiye verdiği zararları azaltmak, rekabetle tekel arasında onların uzlaştığı bir senteze ulaşmaktır:

“Arı ve karınca gibi hayvanlarda imtiyaza ve tekele yer yoktur. […] Oysa kendi kesreti içinde bireyselleşen insan, kaçınılmaz olarak tekelcileşir, çünkü o, tekelci olmazsa hiçleşir. Dolayısıyla, toplumun asıl meselesi, tüm tekelleri ortadan kaldırmak değil, onları uzlaştırmanın yolunu bulmaktır.”[24]

Büyük şirketlere karşı olan Proudhon’a göre tekel, insanın özüdür. Bu türden alıntılar, onun ve faşizmin büyük şirketlerle sosyalizm arasında konum almış olduklarına dair görüşün yetersiz bir görüş olduğunu ispatlamak için yeterlidir.

J. S. Schapiro’ya göre, Proudhon’da 1861 tarihli kitabı La Guerre et la Paix’de [“Savaş ve Barış”] karşımıza çıkan önfaşizm, savaşı yücelten bir fikirdir. Bu tespitinde haklı olan Schapiro, savaşa verilen bu türden bir onayın kaynağını görmezden gelir. Dolayısıyla, Proudhon’un savaşa önfaşist ideolojisi üzerinden onay verdiğini söyler. Onun fikirlerine temel teşkil eden ekonomik liberalizmi ve herkesin herkesle rekabet ettiği gerçekliğe dair tespitini görmez. Proudhon, Sefaletin Felsefesi’nde bu görüşünü açık bir biçimde dile getirir:

“Bugün rekabetin sanayi üzerindeki etkisi tam da bu. […] İnsandaki yeteneği ortadan kaldırmak istiyorsanız, ondaki merakı yok edin, kâr etme ümidini ondan alın, bu ümidin yol açtığı toplumsal ayrımı silin, bunun için her yerde barışı tesis edin, ondaki tembelliğin sorumluluğunu da devletin sırtına yükleyin.

Evet, şunu kabul etmek gerekiyor: bugün insandaki dingin hâle rağmen onun hayatı, yokluğa, doğaya, arkadaşlarına, neticede kendisine karşı sürdürdüğü kesintisiz savaştan ibarettir.”[25]

Proudhon’daki toplumsal ütopya, bireyci ve girişimci orta sınıfın genele teşmil edilmesinden ibaret. O, böylelikle rekabetin azınlığa ait bir değer olmaktan çıkıp, insanlığın tüm dertlerine deva olacak bir çözüm yolu hâline geleceğini düşünüyor:

“Kısa bir süre önce rekabetin istisnai bir mesele, bir imtiyaz olduğunu söylemiştim. Bugünse bu imtiyazın haklarda eşitliğin hüküm sürdüğü koşullarda nasıl varolabileceği sorusunu yöneltiyorum.”[26]

İlginç olan şu ki Proudhon’un anarşizmi, ister tırnak içine alınsın ister alınmasın, aynı dönemde Almanya’da faal olan Max Stirner’deki anarşizm gibi, esasen piyasa denilen ilkenin insanın tüm faaliyet alanlarını ve tüm insanlararası ilişkileri kapsayacak şekilde genelleştirilmesini ifade ediyor.

Adam Smith’in çalışmasını tercüme etmiş olan Stirner, o çığır açıcı anarşist metni Biricik ve Mülkiyeti’nde, ticareti ve emtia ile ilgili işlemleri bireyin tam anlamıyla gerçekleştiği, aşılması mümkün olmayan ifade biçimleri olarak görüyor. Toplumu büyük bir pazar olarak değerlendiren Stirner, tüm insani duyguların bu pazarda sıradan ürünler gibi arz ve talep kanunlarına tabi olduğunu söylüyor:

“Fakat sevgi bir buyruk değil, bendeki tüm duygular gibi benim mülkümdür. Bu mülkümü elde etmek, yani satın almak sana, onu sana devretmekse bana düşer. Benim sevgimi nasıl elde edeceğini bilmeyen kilise, millet, vatan ve aile gibi şeylerin sevgisine ihtiyacım yok benim. Sevgimin satış fiyatını dilediğim gibi sabitlerim.”[27]

Bu tespiti, Proudhon’un Nietzsche’deki ateizmi önceden haber veren şu tespitiyle kıyaslamak mümkün:

“Yardımseverlik mi! Reddettiğim bir şeydir o. Mistisizmden başka bir şey değil. […] Tüm ürettiğim ürünlerin benim için bir değeri olsun isterim. Bana neden karşı çıkıyorsun ki? […] Benim gözümde toplumda adil olanla olmayanın, iyi olanla kötü olanın ölçütü olarak gördüğüm borçtan ve krediden bahset. […] Tanrı mı! Ben, tanrı manrı bilmem. Bu da başka bir tür mistisizm. Seni dinlememi istiyorsan, bu kelimeyi dilinden söküp atmakla işe başla Üç bin yıllık tecrübe, bana kim tanrıdan söz ediyorsa ya özgürlüğüme ya da cüzdanıma dair belirli niyetlere sahip olduğunu öğretti. Bana ne kadar borcun var? Benim sana borcum ne? İşte benim dinim de tanrım da bu.”[28]

Bu isimlerdeki put kırıcı anarşizm, piyasadaki ilişkilerde görülen anarşinin yansımasıdır. Onlara göre, büyük sermaye ile tekellerin suiistimalleri azaltıldıktan sonra tüm insanlararası ilişkiler bu anarşi ile düzene sokulmalı, böylelikle Proudhon’un bahsini ettiği Halk Bankası himayesinde “tüm koşullar eşitlenmeli”dir. Antikapitalist olmak şöyle dursun, bu isimler, esasen kapitalizmi en saf hâline kavuşturma, ardından da ondaki mantığı nihai sonuçlarına ulaştırma çabası içerisindedirler.

Kapitalizmle uyumlu, piyasacı toplumu göklere çıkartan, sadece taktik gereği ahlakla alakalı şüphelerin eşlik ettiği, “koşulların eşitlenmesi” ile ilgili değerlendirmeleri, Proudhon’un sosyalizme kararlılıkla yönelttiği öfkeyle kıyaslamak gerekiyor. Kanaatime göre, onun görüşü ister devrimci isterse reformist-evrimci olsun, sosyalizmin herhangi bir türüyle hiçbir noktada diyaloga girebilecek nitelikte değil. O, komünist bir devrimin mülkiyeti, rekabeti ve tekelleri ortadan kaldırma ihtimalini görüyor. Bu sebeple sürekli bu devrime yönelik reddiyeler kaleme alıyor. Ekonomi sahasında bir liberal olarak Proudhon, komünist düzenin ekonomik açıdan uygulanamaz olduğunu söylüyor, zira ona göre, bu düzen rekabet ve bireysel sahiplik motorunu istop ediyor.

Proudhon, zayıfın güçlüyü sömürdüğü düzen olarak gördüğü komünizmi ahlak zemininde eleştiriyor. Liberaller gibi o da ekonomik özgürlüğü bireysellikle, şahsiyetle ve faziletle bir tutuyor. Proudhon, komünizmde “zayıflara güç gerektiren işlerin, tembellere çalışkanlık gerektiren işlerin, aptallara zekâ gerektiren işlerin verileceğini, nefsini söküp atan insanın doğallığından, yeteneklerinden ve duygularından mahrum kalacağını, neticede esnekliğini yitirmiş haşmetli toplum önünde secdeye varacağını” söylüyor.[29] Evrimci sosyalizmse Adam Smith’in öngörüsünün üstesinden gelebilecek bir yönetim tarzı değil. Proudhon, onun üzerinde durduğu, herkese oy hakkı, sendikalar, toplu iş görüşmeleri ve işçinin aldığı payın servetin eşitlikçi dağıtılması yoluyla artırılması gibi tüm sütunları topa tutuyor.

Schapiro’nun da dile getirdiği biçimiyle, Proudhon’un “toplumun yüzleştiği zehirlerin en kötüsü” olarak gördüğü sosyalizme duyduğu nefret, onu sosyalizmin karşıt kutbu olarak gördüğü anarşiyi savunmaya itiyor. “O, aslında anarşide toplumsal sorunların çözümünü değil, sosyalizmin panzehrini buluyor.”[30]

Proudhon’daki orta sınıf ütopyası, uzağı gören, sorumluluk sahibi elitlerin, doğal olarak Proudhon’un ve onun geliştirdiği, kitlelerin arzularından azade olan planlarının öncülük edeceği “âlimlerin” faaliyetleriyle teşkil edilebilecek bir şey. Zira kitleler, o planları anlayacak olgunlukta, onları takdir edecek kıymette değiller. Demokrasiyi genel rekabete mani olacak bir şey olarak gören Proudhon, çoğunluğun iradesinin kralın iradesinden daha kıymetli olduğu görüşünü reddediyor, her ikisinin de keşfedip çerçevesini çizmekle övündüğü “adalet”in emirlerini bilimsel yoldan uygulamak yerine, kendi gücünü keyfi olarak dayattığını söylüyor.[31]

Artan oranlı vergilere yönelik itirazı dâhilinde Proudhon, sırtını Smith’e yaslıyor. İlginç olan şu ki aşağıdaki pasajda da görüldüğü üzere, Proudhon’un her türde toplumsal kurala ve kanaate anarşist bir yaklaşım üzerinden yönelttiği itirazının esasında toplumsal açıdan güçlü olan bireyleri zayıflar karşısında koruma çabasının bir parçası. Anarşist eleştirilerinin gözde hedefi olarak devlet, onun “kapitalizmin çıkarlarına hizmet eden güç” olduğunu söyleyen sosyalist bakış açısı üzerinden değil, toplumun güçlü üyelerini faydasız, beş para etmez üyelerinin kontrolüne sokan bir mekanizma olduğu için eleştiriliyor.

Burada bir kez daha görüyoruz ki anarşizm, sosyalist refah devletine ekonomik liberalizm anlayışı üzerinden, rekabet, başarı ve fazilet ilkesinin altını oyan bir güç olduğu için karşı çıkıyor:

“Vergi denilen şey, Adam Smith’in polis kavramı ile tarif ettiği, önleyici, zor kullanan, baskı uygulayan, ceza kesen kurumlardan oluşan, ilk tahayyül edildiği noktada sadece zayıfın güçlüye karşı tepkisini ifade eden o büyük aileye aittir.”[32]

Özetleyecek olursak: Schapiro’nun Proudhon’un yazılarının yeni bir politik olgu olarak küçük burjuva antikapitalizmine dair fikirler sunduğuna ilişkin tespiti doğru, ama aynı zamanda söz konusu yazıların, bu türden bir küçük burjuva anlayışın liberal dayanaklarına dair bir görüşe ulaşmamızı sağladığına ilişkin tespit de doğru. Bu anlamda Proudhon’un yazıları, faşizmin liberalizme karşı olduğu görüşünün aksine, faşizmin liberal kökleri bulunduğuna dair çok şey söylüyorlar.

Ama bir yandan da Schapiro’nun değerlendirmesinin okuru yanlışa yönelttiğini görmek gerekiyor. Buna karşın, Schapiro, kendisinden yaklaşık kırk yıl sonra Fransız faşizminin sosyalist köklerinin izini sürerken Proudhon’a başvuran Zeev Sternhell’in değerlendirmesinden daha güvenilir bir değerlendirme sunuyor. Liberalizmle faşizmi birbirinden ayırmak için çaba sarf etse de Schapiro, faşizmin ve onu önceden muştulayan Proudhon’un ateşli bir antisosyalist olduğu gerçeğine sırtını hiçbir zaman dönmüyor. Faşizmi sosyalizmin muhalif bir türevi olarak göstermek adına faşizmi yeniden değerlendirmeye çalışan Sternhell ise bu çabayı yetersiz görüyor, bu sebeple, geçmişte ortaya konulan çabalardan daha fazlasını sergilemek suretiyle, Proudhon’un sosyalizminin ve onun etrafındaki milliyetçi ve faşist öğrencilerin (ki bu öğrenciler içerisinde en önemli isim Georges Sorel’dir) üzerinde duruyor. Aralarındaki önemli farklılıkları bir yana koyacak olursak, Schapiro ve Sternhell, Proudhon’un liberal kampın yerlisi olduğu gerçeğini görmezden geliyor. Oysa Proudhon, kendisini Adam Smith’in fikirlerini icra eden kişi olarak görüyor, kendisinin amacının sistemi yok etmek değil, ondaki kötülükleri ortadan kaldırıp onu reforma tabi tutmak olduğunu söylüyor.

Son olarak, Proudhon, aynı zamanda anarşizm, anarkosendikalizm ve onların faşizmle ilişkisi gibi önemli meselelere ışık tutuyor. Anarşizmin solcu toplumsal radikalizmin sosyalizmden farklı amaç ve önermelere sahip, ama aynı ölçüde liberal karşıtı başka bir biçimi olduğuna dair yaygın kanaate karşı çıkıp, Proudhon’u anarşizmin yürüdüğü yolda çığır açıcı bir sima olarak ele alan yaklaşım, bize anarşizmin liberal kökenleri konusunda bir dizi somut kanıt sunuyor.

Ishay Landa

[Kaynak: The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism, Brill, 2010, s. 141-153.]

Dipnotlar:
[1] J. Salwyn Schapiro, Liberalism and the Challenge of Fascism. Social Forces in England and France (1815–1870). New York, Toronto, Londra: McGraw Hill. 1949: s. 365.

[2] Aktaran: David H. DeGrood, Dialectics and Revolution. Amsterdam: B. R. Grüner, 1978, Cilt. 1: s. 79.

[3] Pierre Joseph Proudhon, What is Property? Cambridge: Cambridge University Press. 1994: s. 214–15.

[4] Proudhon, a.g.e., s. 11, 12.

[5] A.g.e., s. 211.

[6] A.g.e., s. 213

[7] Proudhon, General Idea of the Revolution in the Nineteenth Century. New York: Cosimo. 2007: s. 113–14.

[8] A.g.e., s. 126.

[9] A.g.e., s. 126.

[10] A.g.e., s. 205.

[11] A.g.e., s. 292.

[12] Örneğin Per Bylund şunları söylüyor: “Dolayısıyla, söylenebilir ki anarkokapitalistler ‘mülkiyetin gayrimeşru bir biçimde elde edildiği koşullarda hırsızlık’ olduğu konusunda Proudhon’la aynı fikirdedirler. Ama onlar aynı zamanda ‘mülkiyet özgürlüktür’ diyen, bu anlamda insanın mülkiyet olmadığında, yani kendi eylemlerinin sunduğu meyveler elinden alındığında köle hâline geldiğini söyleyen Proudhon’un görüşünü kabul ederler. Bu anlamda anarkokapitalistler, her bir bireyin kendi bedeni ve emeği üzerinde egemen olma hakkına sahip olduğu devletsiz toplumdaki özgürlüğü savunurlar, insanın kendi mutluluk tanımı uyarınca yaşama imkânına ancak bu hak sayesinde kavuşabileceğini söylerler.”

[13] F. A. Hayek, The Fatal Conceit. The Errors of Socialism. Şikago: The University of Chicago Press. 1988: s. 63–64.

[14] Marx, Proudhon’u “kapitalist mülkiyeti emtia üretimini temel alan ebedi mülkiyet kanunlarını uygulamak suretiyle ortadan kaldırmak istediği” için alaya alır.

[15] Schapiro, a.g.e., s. 365.

[16] Proudhon, The Philosophy of Misery. New York: Cosimo, 2007: s. 213.

[17] A.g.e., s. 227.

[18] A.g.e., s. 185–6.

[19] A.g.e., s. 209.

[20] A.g.e., s. 213.

[21] A.g.e., s. 220.

[22] A.g.e., s. 221.

[23] A.g.e., s. 221–2.

[24] A.g.e., s. 230.

[25] A.g.e., s. 189-190.

[26] A.g.e., s. 202.

[27] Max Stirner, The Ego and Its Own. Cambridge: Cambridge University Press, 1995, s. 259.

[28] Proudhon, The Philosophy of Misery, s. 229.

[29] Proudhon, What is Property? s. 196–7.

[30] Schapiro, a.g.e., s. 363.

[31] Çoğunluğun görüşünü çöpe atma konusunda tutarlı bir yaklaşım içerisinde olan Proudhon çoğunluğun rekabetten yana olması durumunda “bilimsel” argümanları bir kenara koyma ve çokluğun kendiliğinden sezgisine bel bağlama konusunda bir saniye bile tereddüt etmez:

“Fransız Devrimi hem sanayideki özgürlüğü hem de politik özgürlüğü etkilemiştir. Her ne kadar 1789’da Fransa istediği şeylerin gerçekleşmesi konusunda dile getirdiği ilkenin tüm sonuçlarına tanık olmamışsa da bu, onun arzuları ve beklentileri konusunda yanlışa düştüğü anlamına gelmez. Bu gerçeği reddetme gafletinde bulunan herkes benim gözümde eleştiri yapma hakkını da yitirir: yirmi beş milyon insanın kendiliğinden hata yaptığını söyleyen kişiyle tartışmam bile.” [Proudhon, The Philosophy of Misery. s. 185].

[32] Proudhon, The Philosophy of Misery. s. 263. Bu yaklaşımı, servetin eşitlikçi bir biçimde yeniden dağıtılması fikrine karşı çıkan Stirner’in başarılı ve güçlü birey lehine aldığı tutuma benziyor. Rekabetin bedeli olarak toplumun bol miktarda elde ettiği ödüllerden adaletsiz bir biçimde arındırılması üzerinde duran Stirner şunları söylüyor: “Ne yani? Ben ehil biri olarak, şimdi ehil olmayan karşısında bir ihtimal hiçbir avantaja sahip olamayacak mıyım? […] Rekabetin karşısına baldırı çıplaklara göre yapılmış tasnif çıkartılıyor. Toplumun bir parçası olarak görülmeye, birey asla tahammül edemez, çünkü o bundan daha fazla bir şeydir. Onun biricikliği, onu sınırlayan bu görüşü reddeder.”

0 Yorum: