Esasında
Avrupa genelinde faşizm, kitle politikası, kitle toplumu ve kitle kültürü
fikrine karşıydı. Kitlelere karşı olan faşistler, ana görevlerinin kitlenin
gücünü ortadan kaldırmak ve tehditkâr olan kitleleri halk, millet veya ırk gibi
üstün, iyi huylu ve kolektif yapılara dönüştürmek olduğunu düşünüyorlardı.
Faşizm,
bu görevi dâhilinde milleti kitle politikasından uzaklaştırmak, devleti
demokrat ve sosyalist demagogların boyunduruğundan kurtarmak ve onu gözü pek,
söz dinlemeyen halka kulluk etmeyen sorumlu liderlerin eline teslim etmek için
uğraştı. Ona göre, millet ancak toplumsal hiyerarşi yeniden tesis edilip
kitleler boyun eğdirildiği, isyanları dindirildiği vakit dirilebilirdi. Kitleler vahşi bir hayvandı ve onların karşısına, onları bir biçimde terbiye edecek
faşistler çıkmalıydı.
Eğer
moderniteyi “kitlelerin politika ve kültürün kontrolünü ele geçirme girişimi”
olarak tarif eden Sloterdijk’in bu geniş tanımını doğru kabul edersek, buradan
faşistlerin sahneye bu projeyi yürürlüğe koymak değil, onu sabote edip ortadan
kaldırmak için çıktığını söyleyebiliriz. Bu noktada akla, demokrasinin
doğasında olan demagojinin, kitle denilen vahşi hayvanı harekete geçirip
politika alanının kontrolünü ele geçirmek için uğraşan tahrikçilere yol
verdiğiyle ilgili şu şikâyet gelebilir:
“Çoğunluk,
ne tür bir güce sahip olabilir? O kaba gücüyle çoğunluk, ağır bir darbe
indirir, koparttığı çığ yere indiğinde tuz buz olur. Öyle korkunçlar ki! Tek
tek baktığınızda her biri korkuyor, sonra tek tek atamayacakları adımı atmak
için binler hâlinde bir araya geliyorlar. Tek tek hiçbirinin fikri yok. Bin
tane boş kafa. O kalabalık, başlarında bulunan bir delinin veya fitnecinin
fikrinin kendilerine yön verdiğini göremiyor.”
Liberal-muhafazakâr
kesimin kitle demokrasisinin risklerine dair ikazı, bu tür bir fikri temel
alıyor. Alexis de Tocqueville gibi isimler, bu kitle demokrasisinin “çoğunluğun
istibdadı”na yol açtığını söylüyorlar. Broch, Arendt, Mosse ve Sloterdijk gibi
isimler de benzer bir yaklaşım sergiliyorlar.
Oysa
bu yukarıdaki alıntıda faşizm eleştirilmiyor. Bilâkis, bu cümleler, 1909-1913
arası dönemde kaleme alınmış, on dokuzuncu yüzyılın son on yıllık kesiti
dâhilinde Sicilya’yı sarsmış militan işçi-köylü hareketinin sebep olduğu
gelişmeleri aktaran bir İtalyan romanındaki bir karakterin ağzından dökülüyor. Metinde
sert bir dille, kaygılı bir üst sınıf mensubunun gözüyle eleştirilen şey, faşist
değil, sosyalist ve demokratik demagoji.
Kitap,
on yıl sonra, kendi sınıfından birçok kişi gibi faşizme selam duran Luigi
Pirandello (1928) isimli bir yazarın elinden çıkma. Bu isimler, İtalya’da hoş
görülemeyecek düzeyde huzursuz olan kitlelerin içindeki o “bin tane boş
kafa”nın susturulmasının yegâne yolunun faşizm olduğunu düşünüyorlar.
Pirandello, faşizmi demagoji değil, demagojinin sonu, kitlelerin istibdadı
değil, kitlelerin boyun eğdirilmesi için gerekli yol olarak değerlendiriyor.
1924’de
kralcı liberalizmin gazetesi Giornale d’Italia’da [“İtalya’nın
Gazetesi”] kendisini “tepeden tırnağa anti-demokrat” olarak tarif eden
Pirandello, “kitlenin onu meydana getirenlere muhtaç olduğunu, maddi
ihtiyaçları ve arzuları bulunduğunu, bunların pratik ihtiyaçların ötesine
uzandığını” söylüyor.[1]. Ona göre faşizm, sosyalist denilen delinin kitleleri
kandırmak ve kibirli bir içerikle boş kafaları doldurmak için kullandığı,
kitlelere aşırı materyalizmin ötesine taşımak için uygun bir ülkü bahşeden
vehme yasak getiriyor.
Roma
yürüyüşünden sekiz ay önce Gerarchia [“Hiyerarşi”] gibi çarpıcı bir isme
sahip olan faşist yayın organında çıkan o ünlü makalesinde Benito Mussolini,
kitlelerin hâkim olduğu demokrasi çağının ölümünü ilân ediyor:
“Demokrasi karşıtlığının
yüzyılı başladı. On dokuzuncu yüzyılı tümden kuşatan bir kelime olarak
‘herkes’, demokrasinin başvurduğu ana terim. Oysa artık az ve seçilmiş olandan
bahsetmenin vaktidir. […] Kapitalizm, on dokuzuncu yüzyılda demokrasiye ihtiyaç
duymuş olabilir, ama bugün onsuz da yapabilir. […] Disiplinsizlerin sefahat
âlemi sona erdi, topluma ve demokrasiye dair mitlerin yarattığı coşku bitti.
Hayat, yüzünü bireye çeviriyor. […] Her türden renge yasak getiren, tüm
kişilikleri dümdüz edip eşitleyen o gri ve anonim demokratik eşitlikçilik
anlayışı, ölmek üzere. Yeni aristokrasiler ön plana çıkıyor, artık kitlelerin
tarihin ana kahramanı değil, ancak bir aracı olabilecekleri görüldü.”[2]
Mussolini’ye
göre faşizm, çoğunluğun idaresi değildi, çoğunluğun yönetildiği rejimdi.
Mussolini’de kapitalizmi açıktan benimseyen ifadelere her ne kadar yeni
rastlıyor olsak da ondaki kitlelere yönelik nefret, esasen militan bir
sosyalist olduğu dönemde de dünya görüşünün temelini teşkil ediyordu. 1904 gibi
erken bir tarihte “aristokrat olan, yeni bir sosyalizm anlayışı” lehine tümüyle
yanlış olduğunu düşündüğü “Hristiyan sosyalizmi anlayışı”na karşı çıkıyor.[3]. 1909’da
ise “mizacım ve kanaatlerim beni, sayıca çok, ama karışıklıkla malul, biçimsiz
ve korkak olan kitle karşısında, küçük, kararlı ve cüretli bir çekirdek grubu
tercih etmeye itti” diyordu.[4]
Aynı
durum, Hitler için de geçerli. O da Kavgam kitabında Nasyonal
Sosyalizmin kültür, toplumsal ilişkiler ve ekonomi düzleminde kitle karşıtı bir
projeye bağlı olduğunu söylüyor:
“Marksizm, kendisini
Yahudi’nin insan hayatının tüm sahalarında kişiliğin üstünlüğünü dışlama ve
kişiliği kitleyle ikame etme çabasını kusursuzlaştıran güç olarak takdim
ediyor. Bu fikre politika sahasında parlamenter hükümet biçimi [...] ekonomi
sahasında ise sendika hareketi denilen sistem denk düşüyor.”[5]
Hitler,
kitleleri ikna etme becerisinin hep altını çizmiş, fikirlerin, sözlü ifadeler,
ayinler, törenler, semboller gibi yollardan aktarılmasının yol açtığı tesiri
analiz etmiş bir isim. Fakat onun amacı, kitlenin gücünü dağıtmaktı.
Dolayısıyla
faşistlerin dilinden eksik olmayan “millet, ırk, halk ve halkın toplumu” gibi
ifadelerin kitleler ifadesiyle karıştırılmaması, esasında bunların birbiriyle
çeliştiğinin görülmesi gerekiyor. Bunlar, aslında kitlelerin ileride olması
gereken şeyleri ifade ediyorlar. Kitle ise bağımsız, tembel, huzuruna düşkün,
eşitlikçi, kaypak, isyankâr, feminen, şımarık, saygısız, hassas, duygusal ve
kentli bir varlık olarak algılanıyor. Buna karşılık halk, toprağa bağlı,
disiplinli, otoriteye saygılı, çalışkan, mütevazı, kibar, erkeksi, fedakârlık
yapmaya hazır, köylü zihniyetine sahip bir varlık olarak görülüyor.
Demokrasiyle ilişkilendirilen, onun güç kaynağı olarak görülen kitlenin
karşısına otoriter yönetim sistemine bağlı olan halk çıkartılıyor.
1918’de
hâlen daha muhafazakâr görüşlere sahip olan Thomas Mann, bu görüşü kendince bir
formüle oturtuyor:
“Bireyci kitle
demokratken, Halk aristokrattır. Bireyci kitle beynelmilel iken, Halk, oldukça
ayrıksı olan özelliklere sahip, efsanelerden fırlamış bir kişiliktir.”
1924’te
Fransa’da kurulan ilk faşist hareket Légion’un kurucusu Rédier de
sayıların demokrasideki hâkimiyetine karşı çıkıyor ve “halkın çokluğu ifade
etmediğini” söylüyor.[6] Tocqueville’in kitle demokrasisi teorisine karşı çıkan
Rédier, liberallerin çoğunluk idaresiyle ilgili eleştirilerini farklı bir
yerden eleştiriye tabi tutuyor: Tocqueville’deki kitlelere yönelik aristokratik
tiksinti, onun düşüncesinde karşımıza çıkıyor:
“Demokratik kurumlara ben
de destek veriyorum, ama ben, içgüdüsel açıdan aristokrat olmam sebebiyle
kalabalıklara nefret ve korkuyla yaklaşıyorum. Özgürlüğü, hukukiliği, haklara
yönelik saygıyı büyük bir tutkuyla seviyorum, ama demokrasiyi sevmiyorum. [...]
Demagojiden, kitlelerin düzen tanımayan faaliyetlerinden, yapılan işlere
şiddetle ve akılsızlıkla müdahale etmelerinden, alt sınıflardaki hasetten,
dinsizlikten nefret ediyorum.”[7]
Öte
yandan Rédier, Tocqueville’i kitlelere karşı olma konusunda tutarsızlık arz
eden yaklaşımlar dile getirmekle, demokrasinin başa çıkılması mümkün olmayan
kusurlarına dair analizinden ihtiyaç duyulan elitist çıkarımlara ulaşmak yerine,
demokrasiyi ürkek bir yaklaşımla kabul etmekle eleştiriyor.
Tocqueville’in
demokrasiye rıza göstermesinin üzücü olduğunu söyleyen Rédier, onun “özgürlüğe
sadakatle bağlı olmadığını ispatladığını, ona ihanet ettiğini” söylüyor. Ona
göre, Tocqueville insanları bir seçimle baş başa bırakıyor. Bu seçimse ülkenin tek
bir despot eliyle mi yoksa kitleler eliyle mi yönetileceği ile ilgili.
Özgürleştirme çözümünü kenara iten Rédier, devrimci fırtınanın etkisi altında
olan tüm kurumları tek bir kalem darbesiyle mahkûm ediyor. Bu kurumlara hürmet
etmesine rağmen, birden fikrini değiştiriyor ve onlara sırtını dönüyor. Kutsal
görülen demokrasinin dünyayı özgürlük adına yönettiğini söylüyor.
Liberal
yazın, Tocqueville’den ilhamla, faşistlerin kitle kavramı üzerinde durduğunu
söyleyip duruyor. Oysa Rédier şahsında karşımızda, liberalizmi çoğunluğun esiri
olmakla eleştiren faşist bir isim var.
Faşist
dünya görüşü, eklektik bir yapı ve çelişkili yönlere sahip. Ama gene de
kitleler konusunda hep aynı şeyi düşünüyor. Faşist siyasetçiler, aydınlar ve
askerler, kitleyi hep aynı açıdan ele alıyorlar.
Oswald
Spengler, “Halk” kavramının kendi biçimlerine sahip olan kültürü ilkesel olarak
reddeden dördüncü sınıf, yani kitle kavramı üzerinden silindiğini, kitlenin bir
son, radikal bir hiçlik olduğunu söylüyor.[8]
Freikorps
(düzensiz birlikler) üyesi bir asker şunu söylüyor: “Parti dediğiniz şey
kitledir. Biz Freikorps’uz ve biz bir ekibiz.”[9]
Önemli
bir Bolşevik karşıtı eylemci ve sonrasında Nazi partisi içerisinde faaliyet
yürütecek olan, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in öldürülmesine neden olan
süreci tetiklemekle övünen siyasetçi Eduard Stadtler[10] Marksist ideolojiyi
kitlesel hedonizmle ilişkili bir şey olarak takdim ediyor:
“Materyalist kolektif
‘kitle insanı’, kendisini kendi kendisine yeterli olan bir ‘ülkü’ derekesine
çıkartıyor, bu dünyada yaşanan kitlesel deneyimlerin verdiği sarhoşlukla
yalpalayıp duruyor.”
Fransız
faşist ve antisemit Lucien Rebatet ise ülkesine dair tüm ümitlerini kararlı
azınlığın, yavan kitlelerin üzerindeki parlak katmanın müdahalesine bağlıyor:
“Bu soysuz ve tüm
alçaklığıyla ruhsuz olan kitlenin içerisinde dağınık hâlde bulunduğunu
bildiğim, bu ürkütücü koşullarda yaşayan Fransızların oluşturduğu elit kesim,
faşist bir devrimi yapmak için yeterli olacaktır. Bu elit insanların sayısı üç
yüz bin mi, beş yüz bin mi bilmiyorum, sayılarını bilmiyorum, ama gerçek
liderlerin kendilerinden bekleneni yapabilecek kadar çok olduklarını
biliyorum.”
Ateş
Haçı isimli aşırı sağcı birliğin lideri Albay François de La Rocque, örgütün
hükümet tarafından dağıtılması sonrası, birçok tarihçinin faşist bir yapı
olarak gördüğü Fransız Toplum Partisi’nin başına geçiyor. Bu isim, “kitleden
bahsedildiğini işitiyorum. Ateş Haçı elit bir örgüttür” diyor.[11] Rebatet’ye
göre daha iyimser olan Rocque, “Fransızların mizacının kitlelere değil,
kadrolara has bir mizaç” olduğunu söylüyor. Bu iki isim, birlikte politikadaki
baş düşmanlarından şu şekilde bahsediyor: “Devrimci sosyalizm, sayıların ve
kitlelerin hukukunu ifade eden şiddete, yani adaletsizliğe başvuruyor.”[12]
İspanya’da
da faşizm, kitleyi reddeden yaklaşımı temel alıyor. 1935’te José Antonio Primo
de Rivera, kitlenin kapitalizmi komünizme bağlayan müşterek ip olduğunu
söylüyor:
“Marx’ın öngörüleri
hızlıca ya da yavaş yavaş, ama önlenemeyen bir seyir dâhilinde gerçekleşiyor.
Bu anlamda, sermayenin yoğunlaştığı, kitlelerin proleterleştiği, nihayetinde
komünist diktatörlük denilen o korkunç idareye yol açacak toplumsal devrimin
gerçekleşeceği bir döneme doğru ilerliyoruz. Bu komünist diktatörlük, biz
Avrupalıları, Batılıları, Hristiyanları korkutuyor, çünkü o, insanın inkârını,
insanın muazzam büyüklükte, biçimsiz bir yapı olan, bireyselliğin içinde yok
olup gittiği kitlenin içinde sindirildiği gerçekliği ifade ediyor. […] Bizim
neden anti-Marksist olduğumuzu artık anlayın. Biz anti-Marksistiz, çünkü
karınca yuvasında aşağılık birer hayvan olmak korkutuyor bizi. Bu ihtimal bizi
korkutuyor, çünkü kapitalizm bize, bu tür bir ihtimalin gerçekleşeceğine dair
ipuçları sunuyor. Kapitalizm de enternasyonalist ve materyalisttir. Bu sebeple
biz, ne komünizmi ne de kapitalizmi istiyoruz. Marx’ın kehanetlerinin
gerçekleşeceğine inanıyoruz, bu yüzden bu kehanetlerin gerçekleşme ihtimalini ortadan
kaldırmak istiyoruz.”[13]
Falanjizmin
önemli düşünürlerinden olan Ernesto Giménez Caballero ise şunu söylüyor:
“Rus komünizminin,
Doğu’nun bize dayatmak istediği, kitlelerin işi olan istibdada asla hoşgörüyle
yaklaşamayız.”[14]
Ateşli
bir Niçeci olan Caballero, Alman düşünürü İspanyollardaki milli ruhun dirilişi
olarak görüyor. Onun 1898 İspanya-Amerika savaşında ülkenin aşağılandığı
koşulların başlattığı karanlık gecenin ardından doğan muhteşem şafak olduğunu
söylüyor:
“Zerdüşt, sihirli
değneğini değdirdi. Bu andan itibaren Niçecilerin sıcak dölyatağında İspanya’da
hayatı yeniden doğuracak döl gelişiyor.”
Bu
yeniden doğuşun ruhunu yücelten Caballero, bir yandan da modern İspanya’da ve
Avrupa’da kitlenin hâkimiyetini eleştiriyor. Bu bağlamda, eskiden
aristokratlara ait olan sporların artık ayaktakımının eline geçtiğine dair
elitist tespitler dillendiriyor:
“Bugün popüler olan birçok
oyun, beyefendilerin takım elbiseleriyle aynı kaderi paylaşıyor. Bu oyunlar,
elden ele iletilip üstü başı kirli, yamalı, beş para etmez sokak insanına
teslim ediliyor.”
Bugün
solun sahiplendiği önemli anahtar kelimeler ve kavramlardan farklı olarak
“kitleler” faşistlerin temellük etmek ve kendi zihin dünyalarına uygun hâle
getirmek için çabaladıkları bir kavram değil. Buna karşılık, bazı faşistler
“sosyalizm” kavramını benimsiyorlar, Nazi hareketini tanımlayacak bir sıfata
dönüştürüyorlar. “İşçi”, nadiren de olsa olumlu bir şey olarak ele alınıyor,
ama o, köylü veya zanaatkârla eşdüzeyde görülmüyor. İşçinin Marksist
çılgınlıktan kurtarılması ve arındırılması gerektiğine inanılıyor. “Devrim”
kavramı da faşistlerce yeniden yorumlanıyor ve “milli” ya da “muhafazakâr”
devrim adı altında benimseniyor. Buna karşılık faşist hareket, “kitleler”
kavramına hiç sıcak bakmıyor.
Faşistler,
kitleleri olumsuz, kötü, tehditkâr ve nefret edilecek bir olgu olarak ele
alıyorlar. Onun anlambilimsel açıdan arındırılıp yeniden sahiplenilebileceğine
inanmıyorlar. Onlara göre, kitlelerin kaderi, en azından bağımsız bir toplumsal
olgu olarak, yok olmak ve “halk”, “millet”, “ırk” veya “ordu gibi başka bir
şeye tabi olmak, daha iyi bir şeyle ikame edilmek veya başka bir şeyin içinde
sindirilmekten ibaret.
Kitleler,
en fazla elitlere itaat edebilirler, toplumun değerlerini biçimlendirmek gibi
bir arzu içerisinde olamazlar, mesela içlerinden bir vali çıkartmayı
akıllarından bile geçiremezler. Faşistlerin sindirebilecekleri,
benimseyebilecekleri tek kitle anlayışı, işte budur.
İspanya’da
Niçeci çevreler içerisinde öne çıkan bir isim olan, falanjist hareketin José
Antonio, Ramiro Ledesma Ramos ve Giménez Caballero gibi liderlerinin hürmet
ettiği José Ortega y Gasset, bu konuda güzel bir örnek sunuyor.[15]
1977’de
verdiği bir mülâkatta Giménez Caballero, “faşizmin köklerinin Niçeci, paganist
ve üstinsancı” olduğunu kabul ediyor ve devamında şunu söylüyor:
“Biz 98’liler Niçeciydik,
Ortega ve ben, o kuşağın mensubuyuz. Nietzsche, Mussolini’nin Hitler’in, ayrıca
bizim ustalarımız olan [Pío] Baroja ve Ortega’nın manevi babasıdır.”[16]
Otuzlarda
süreç ivmelenip bıçak kemiğe dayandığı vakit, Nietzsche’deki o güçlü
elitizminden diktatörlüğe destek sunan sonuçlara ulaşanlara karşı çıkan Ortega,
cumhuriyeti paternalistik bir üslupla savunma fikrinden yana duruyor. José
Antonio, kendisini bu görüşleri sebebiyle sert bir biçimde eleştiriyor.[17]
Ortega’nın
modern toplumda kitlenin gücündeki artışı ele alan, bilhassa iki önemli politik
çalışması Güçsüz İspanya (1921) ve Kitlelerin İsyanı’nda (1930)
dile getirdiği eleştiriler, İspanyol faşizmini ideolojik düzeyde epey etkiliyor
ve ona toplumsal bir misyon armağan ediyor.[18] Ortega’ya göre bu misyon,
toplumsal bir faktör olarak kitlelere yönelik düşmanlıktan ilk bakışta uzak
duruyormuş gibi görünüyor. Hatta Ortega, ne pahasına olursa olsun kitlenin
kitle olarak kalmasını istiyor.
“Bir
millet, seçilmiş bireylerden oluşan bir azınlığın yapılandırdığı örgütlü bir
insan kitlesidir” diyen Ortega, toplum denilen bedenin o kitle, kitle olmayı
reddettiği, yani azınlığın talimatları uyarınca hareket etmediği vakit
hastalandığını söylüyor. Zira “Bu anomali oluştuğunda millet dağılıyor, toplum
parçalanıyor, sonuçta toplumsal karışıklığa tanık olunuyor, yapı diye bir şey
kalmıyor, ülke zayıflıyor.”[19]
Burada
kitle, aldatıcı bir yaklaşım dâhilinde olumlu bir varlıkmış gibi tarif
ediliyor, ama bu olumluluk, ancak kitlenin yöneticilerin ellerine teslim olup
kendileri için belirlenmiş rolü eli kolu bağlı bir biçimde kabul ettiğinde ortaya
çıkıyor. İtaatsiz olan, topluma hâkim olmak için mücadele eden bir kitlenin en
kötü toplumsal ve politik hastalık olduğu düşünülüyor.
Birçok
çağdaşı gibi Ortega da politik durumu teşhis ederken biyoloji dilini kullanmayı
seviyor. Hasta ve sağlıklı toplumsal bedenlerden söz ediyor, halkları ve
ırkları özel “zoolojik ve biyolojik” türler olarak tasnif ediyor. Üstün ırkın
kendi içinden önemli bireyleri en çok sayıda çıkartanlar olduğunu söylüyor[20],
yozlaşmış veya aşağılık ırklarda ise bu türden bireylerin az olduğunu, genelde
bunların kitlelerin hâkimiyetinde hareket ettiğini söylüyor. Dolayısıyla,
Ortega kitleyi kitle olarak savunurken, kitlenin ayaklandığı ve yönetimi ele
geçirdiği kitle toplumuna saldırıyor. Ona göre, hastalığın çözümü kitlenin
ortadan kaybolmasında saklı. Bu nedenle “Kitlenin Kaybolması” gibi bir başlık
seçiyor. Kitlenin kitle olmayı reddetmesi gerektiğini düşünüyor. Ayrıca yazar,
oldukça ilginç ve meramını gayet iyi anlatan bir altbaşlık tercih ediyor:
“Kitlelerin İmparatorluğu”.[21]
Falanjistlere
ve hocaları Ortega’ya göre asıl mesele, kitlelerin güçlenmesi ve
bağımsızlaşması. Yıllar öncesinden faşizmi haber veren kitabının sonuç
bölümünde İspanya’nın önde gelen bireylerden oluşan azınlıktan yoksun oluşunun
ve kitlelerin imparatorluğunun yol açtığı sorunun ancak seçim işinin uygulamaya
koyulması olduğunu tespit ediyor. Onun kanaatine göre, milletin dirilmesi için
seçim, zorunlu hâle gelmeli, yeni tipte bir İspanyol insanı imal edilmeli, ırk
arıtılmalı.[22]
Ortega’nın
tercih ettiği görüş faşizm değilse de nihayetinde birçok fikri faşizmle
uyuşuyor. Modern toplumu aynı faşizm gibi günahkâr, yoz bir yapı olarak
görüyor, İtalyan sağcı Julius Evola’nın görüşlerine benzer görüşler dile
getiriyor.
Her
iki düşünür de moderniteyi halk egemenliğinin uç bir tezahürü olarak eleştiriyor.
Evola’ya göre modernite, radikal demokrasinin doğuyla ve kitlelerin kolektivist
dünyasının elde ettiği zaferle ilişkili.[23] Ortega ise “aşırı demokrasi”
ifadesini kullanıyor. İki isim de Puranalar gibi antik Hinduizmin dini
metinlerinden yararlanıyor, moderniteyi eskiden kalma kast düzenin parçalandığı
Karanlık Çağ (Kali Yuga) ile ilgili kehanetin gerçekleştiği dönem olarak
değerlendiriyor.[24] İki düşünür de bu gelişmelerin merkezinde sadece “kitle
insanı”nı görüyor.[25] Demokrasiyi kitlelerin boş kafalarında türetilmiş
vehimler olarak gören Pirandello gibi Ortega da içi boş ve aceleci kafaların, o
“kitleye ait kafaların ürettiği uluslararası siyaseti liderlerine dayatan tebaa”yı
küçük gören ifadeler kullanıyor.[26]
Kitlelere
iki farklı açıdan yaklaşan diğer bir ilginç örnekse İtalyan faşizminin felsefecisi
Giovanni Gentile’nin geliştirdiği düşünce. Bir yandan Gentile, kimi zaman
faşistlerin kendi hareketlerini demokratik bir hareketmiş gibi takdim etmek
için kullandıkları stratejiye başvuruyor, onu halkın, daha doğrusu kitlelerin
iradesinin cisimleşmiş hâli olduğunu söylüyor:
“Milliyetçi devlet, kendisini
köklerinden miras aldığı güçle inşa eden, kitlelerin o gücü değerli görmesini
sağlayan aristokratik bir devlettir. Faşist devletse halkın devletidir, bu
anlamda tepeden tırnağa demokratik bir devlettir. Her yurttaş, devletle samimi
bir ilişkiye sahiptir, öyle ki devlet, ancak yurttaş sayesinde varolabilir.
Dolayısıyla, bu devlet, esasen her bir bireyin bilincinin, bu anlamda devleti
teşkil eden gücün kaynağı olan kitlelerin eseridir.”[27]
Ama
kısa bir süre sonra Gentile, bu iddiasından vazgeçiyor ve kitle-devlet
ilişkisinin aslında gergin ve emek isteyen bir ilişki olduğunu, kontrole, boyun
eğdirme çabalarına ve beyin yıkama faaliyetlerine ihtiyaç duyduğunu söylüyor.
Devamında da anlaşılması güç bir yaklaşım üzerinden, şu tespitini aktarıyor:
“Faşist partiye ve tüm o
faşizmin politik ve ahlaki ülkülerini besleyen propagandayı ve eğitim
faaliyetlerini yürütecek kurumlara neden ihtiyaç duyduğumuz sorusunun cevabını
burada aramak gerekmektedir. Yalnız bir insan olarak Duçe’nin, liderin
düşüncesi ve iradesi, kitlelerin düşüncesi ve iradesi hâline gelir. Bu noktada
en hassas dönemlerden itibaren tüm halkın partiye ve partinin inşa ettiği
kurumlara akması gibi önemli bir güçlükle yüzleşilir. Bu ağır soruna bulunacak
çözüm de başka bir güçlüğe yol açar, çünkü kitleleri öncü güçlerin ahlakı
üzerine kurulu seçkinler partisine uyumlu kılmak imkânsız bir iştir. Böylesi
bir uyum, ancak eğitim ve reform yoluyla, yavaş yavaş sağlanabilir.”
Kitlelerin
partinin bilincine uyumlu kılınması işi “neredeyse imkânsız” bir iş olarak
görülüyor. Bunun nedeni ise “tepeden tırnağa demokrat olan devlet”in her daim
Lider’in ve başında bulunduğu seçkinler partisinin iradesiyle uyumlu olması
zorunluluğudur. Liderler kitleleri temsil ederler, ama bu, ancak kitleler,
liderlerin düşüncesi ve iradesinin cisimleşmiş hâli olduğu vakit mümkündür. Burada
özetle söylenen şudur: “Seni temsil edebilmem için öncelikle senin beynini
yıkayıp, seni bana tabi kılmam gerek.”
Halka
bağlılık denilen olguyu katı bir elitizme teyellemeye çalışan bu uyuşmazlık
teorisi, Gentile’nin tüm öğretilerine hâkim olan ana unsurdur. Faşistler kitleleri
göz ardı ettiklerinden, bu anlamda Nietzsche ile aynı şeyi söylediklerinden,
kitlelerin cisimleşmiş olduklarına dair iddia, esasen zayıf ve istisnai bir
iddiadır. Nietzsche’ye göre:
“kitle, sadece üç yönden dikkate
değer kabul edilebilecek bir şeydir: ilk yönü üstü başı yırtık pırtık, bedeni
zayıf ama büyük insanları taklit eden sönük bir kişilik oluşuyla, ikinci yönü
büyük insanlara karşı duran direniş gücü oluşuyla, üçüncü ve son yönü de büyük
insanların elinde birer araç oluşuyla ilgilidir. Geri kalan yönleri de varsın
Şeytan’a ve istatistiğe kalsın!”[28]
Gentile
de bundan farklı bir şey düşünmüyor. Politik konumunun özünü bu yaklaşım teşkil
ediyor. Tüm faşistlerde görüldüğü üzere Gentile’deki popülizm de sahte. Bu popülizm,
kitleleri ya büyük insanlara karşı duran bir direniş gücü ya da kullanılabilecek
bir araç olarak görüyor.
Gentile’nin
bu görüşünün kökleri, esasen sağ Hegelciliğe uzanıyor. Nietzsche’den farklı
olarak Hegel, tarihin büyük insanları bunun farkında olsun ya da olmasın,
onların kitlelerin elçileri olduğunu düşünüyor. Bu insanların büyüklüğü ise
tarihsel eğilimleri kendilerinde cisimleştirme ve bu eğilimlerin yolunu açma
becerilerine bağlı. Bunun için de kitlelerin bilinçli, ama sıklıkla ufak olan motivasyon
kaynaklarının ötesine uzanması gerekiyor.[29]
Dolayısıyla,
aslında Gentile’nin meseleyle ilgili çelişkili tutumu, özünde Niçeci olan bir
çerçeveye Hegelci bir anlayışı oturtma çabasından kaynaklanıyor. Burada şu hususu
not etmek gerekiyor: Nietzsche’nin Tarihin Hayata Sunduğu Faydalar ve
Dezavantajlar Üzerine isimli çalışmasından aktardığımız kitle anlayışı,
Hegelci tarih anlayışına karşı yürüttüğü polemiğin içinde dile getiriliyor.
Bu
özelliğiyle Nietzsche’nin faşizm üzerinde yarattığı tesirin çok büyük olduğunu,
öte yandan Hegel’in sınırlı bir tesire yol açtığını görmek gerekiyor. Hatta faşistler,
birçok konuda Hegel’e karşı çıkıyorlar. Bu anlamda, Gentile’nin faşist söylem
içerisinde farklı bir yere oturması anlaşılır bir durum.
Hegelciliği
Niçecilik kapsamına almaya çalışan diğer bir isim de Alfredo Oriani. Birinci
Dünya Savaşı öncesi vefat eden Oriani, faşistlerin, bilhassa Mussolini’nin epey
bir hayranlığını kazanıyor. Hatta İtalyan düşünürün kitaplarını bizzat
Mussolini yayımlıyor.
Oriani’deki
aşırı aristokratçılık ve vitalizm, “felsefenin en büyük şairi”[30] dediği Nietzsche’nin
izlerini taşıyor. Ama öte yandan, onda halkçı bir yaklaşım da söz konusu. Bu yaklaşım
ise “tarihin en büyük felsefecisi” dediği Hegel’e yönelik büyük hayranlığının
bir ürünü. Oriani, bu teorik birikim üzerinden önfaşist diyebileceğimiz
tespitler dile getiriyor, pleblerin yükselişinden ve istibdadından dem vuruyor,
bir yandan da faşist dünya görüşünde pek rastlamadığımız bir pleb anlayışı
geliştiriyor ve “üstinsanların kendilerini kitlelerden kopuk varlıklar olma
hakkına karşı çıkıyor.
Kitlelerin
Dönüşümü
Faşistlere
göre, eski durumun yeniden tesis edilmesi ancak kitle toplumundan uzaklaşmaya
bağlı. Faşistler, mevcut koşullara artık gelenekçi veya muhafazakâr çözümlerin
tatbik edilemeyeceğini görüyorlar, dolayısıyla muhafazakâr siyaseti fersah fersah
aşan radikal ve militan bir dizi konumu benimsiyorlar. On dokuzuncu yüzyıl
muhafazakârlığından kopan faşistler, eli kolu bağlı bir milliyetçiliği
benimsemek yerine milliyetçiliğin sınırlarını zorluyorlar.
Bugün
birçok yorumcu, tam da bu sebeple faşizmi “kitle politikası”nı büyük bir şevkle
uygulayan bir siyaset olarak algılıyor. Oysa tarihçilerin doğru bir biçimde
tespit ettikleri üzere, faşizmin özünü “kitleleri milliyetçileştirme” çabası
teşkil ediyor.[31].
Şuna
hiç şüphe yok: kitlelerin inatla burjuva milletin içine dâhil olmama konusunda
ayak sürümeleri ve sıklıkla bağımsız bir biçimde geliştirdikleri, bazen çatışmalara
yol açan sınıf siyaseti ve uluslararası dayanışma temelli projelerine gösterdikleri
bağlılık, faşizme devleti ele geçirip eski ve etkisiz politik elitleri yerinden
etme konusunda önemli bir gerekçe sunuyor. Bu fikir, en çok da orta sınıfların milleti
yenileme projelerine halkın yeterince şevkle sarılmaması karşısında öfkeden
deliye döndüğü, sonradan millet olmuş İtalya ve Almanya’da karşılık buluyor.
İtalyan
faşizminin önde gelen isimlerinden Dino Grandi’nin de dediği gibi[32] “1914’te
İtalyalı sosyalistler, Birinci Dünya Savaşı’na girmeyi kabul ettiler,
böylelikle, kendilerini ülkenin birleştiği dönemin tarihine (risorgimento)
dâhil ettiler, doğalında halk kitlelerinin Katolik kitleler ve köylüler
olmaksızın kurulan birleşik devlete dâhil edilmesi sorununu çözüme
kavuşturdular. […] Faşistlerse savaşa katılan, İtalyan Marksizminin o devlete saygısızlık
etmesini asla kabul etmeyecek olan gençler isyan etmeseydi, asla sahneye
çıkamazlardı.”
“Kitlelerin
milliyetçileştirilmesi”, esasen kitle olmaktan çıkmaları, en nihayetinde bir
millet olmaları ile ilgili bir meseledir. Tarihçi Emilio Gentile’nin aktardığı
biçimiyle “totaliter faşizm, meselenin özüne az çok vakıf olan hâliyle,
kitlelerin örgütlenmesi ve kontrol altına alınması meselesinin, o kitlelerinin
niteliğinin, zihniyetinin, davranışlarının dönüştürülmesinin, böylelikle
faşizme aktif bir biçimde bağlanmalarının ana koşulu olduğunu tespit etti.”[33]
Başka
bir ifadeyle, faşistler, böylesine büyük bir dönüşüm öncesi kitlelerin verili
hâli karşısında başvurulacak pedagojik faaliyetin hiçbir fayda sağlamayacağını
düşünüyorlar. Kitleler tümüyle eğitilmeli, böylelikle mevcut hâllerinden başka
bir hâle geçiş yapabilmeleri sağlanmalı, onlar yeni bir yola sokulmalı.
15
Aralık 1919 tarihli nüshasında Popolo d’Italia [“İtalya Halkı”] ana
sorunun faşizmin belirlediği politik sorunla bir ve aynı şey olduğunu
söylüyor.[34] Tam da bu sebeple faşistler, kitlelerin karşısına başka türden
kolektif yapıları çıkartıyorlar. Lanetli “kitle”nin karşısına meşru ve olumlu
görülen ve farklı isimler alan yapılar yerleştiriliyor.
1933’te
on dokuzuncu yüzyıl Bonapartizmini eleştiren Nazi partisi üyesi yazar Franz Kemper,
modern siyasetin amacını şu şekilde tarif ediyor:
“Bonapartizm başarısız
oldu, çünkü seçkinler denilen doğru ilkeyi benimsememişti. İsyan eden kitleler,
yapısal açıdan dönüştürülüp bir halk kalıbına dökülmediler. Ortaçağ dünyasındaki
birliğin dağıldığı günden beri politikanın en önemli ve yegâne görevini kimse
yerine getirmedi.”[35]
Editörlüğünü
üstlendiği, 1852 tarihli kitabın özgün başlığına “Kitle” veya “Halk”
kelimelerini eklemeyi tercih eden yazar, bu tespit ışığında Nasyonal
Sosyalistlerin politik açıdan benimsemek zorunda olduğunu düşündüğü formüle
işaret ediyor.
Diğer
bir Nazi yazarı Kont Ernst Reventlow ise 1930 tarihli Alman Sosyalizmi başlıklı
risalesini şu cümlelerle bitiriyor:
“Marksizmin ‘kitle’
derekesine düşürdüğü Almanlara önder olmak isteyen Alman sosyalizmi, onu mide
ve sefahat üzerinden yönetemez, aşağılık dürtülere seslenemez. Almanlar, bağımsız
bir çaba ile ulaştıkları bir kanaate özgürce itaat etmek istiyorlar. Onların
tek isteği, hasret duydukları tek şey, yeteneklerinin gelişmesi, daha da ileri
gitmesi. Böylelikle bugün kendi içinde parçalı, kafası karışık ve birbirine
yabancılaşmış olan Almanlar, halk olmak konusunda kendince bir yol
bulacaklardır.”[36]
1925’te
Alman milliyetçisi Max Delmar da aynı şekilde “kitle”nin değerleriyle, üstün
olan kolektif bir varlık olarak “ırk”ın değerlerini karşı karşıya getiriyor:
Kitlelerin
On Emri
1.
Kitle, kendi tabiatına, kana ve biçime kör olan, ruhsuz bir ölüdür.
2.
Kitle, bir zamanlar gerçek olan her şeyin çürüdüğü yerdir.
3.
Kitle, tüm kötülerin kaderidir.
4.
Kitle, eşitlik ve terördür.
5.
Kitle, çile ve ölüm demektir.
6.
Kitle, zayıflık, çirkinlik ve korkudur.
7.
Kitle, daimi barış, kara sevda ve kanunlar koyma takıntısıdır.
8.
Kitle, erkekteki iradenin kadınsılaştırılmasıdır.
9.
Kitle, kadında görülen fuhuş pratiğidir.
10.
Kitle, bugün Fransız milliyetini tanımlayan ana özelliktir.
Irkın
On Emri
1.
Irk, tabiattan, kandan ve biçimden doğan, ruhu olan fazilettir.
2.
Irk, mümkün olan şeyin kusursuzlaşmasıdır.
3.
Irk, en iyi olan bir avuç azınlığın kaderidir.
4.
Irk, istisnaidir, istisnai oluşun sunduğu ayrıcalıktır.
5.
Irk, saadet ve hayat demektir.
6.
Irk, güç, güzellik ve tutkudur.
7.
Irk, savaş, irfan ve oyundur.
8.
Irk, insandaki iradeye yönelik tutkunluktur.
9.
Irk, kadında sadakate yönelik tutkudur.
10.
Irk, eskiden Fransız milletini tanımlayan ana özelliktir.[37]
José
Antonio da aynı şekilde kitlenin halka göre aşağıda olan bir olgu olduğu
tespiti üzerinden hareket ediyor. “Doğal olmayan bir yaklaşım temelinde kitle
kabul edilen halkın kendi yolunu bulabilmeyle ilgili becerisi”ne inanan devrimci
liderleri ağır bir dille eleştiren yazar, gerçek liderlerin kitleye karşı koyan
ve onu disipline eden liderler olduğunu söylüyor.
“Kitleler, her daim
şeflerinin yetersiz olduğunu düşünürler: hep ihanet edildiklerini varsayarlar.
[...] Oysa o kitlelere asıl ihanet edenler, halkın kaderine sadık olan ve ona
etkin bir biçimde hizmet eden kişilerdir.”
İspanya’da
faşist harekete sempati duyan yazar Francisco Camba, halkla ayaktakımı arasında
ayrım yapıyor. “Halkın ayaktakımıyla eşdeğer görülmesi mümkün mü?” diye soran
yazar, cevabını kendisi veriyor. “Ayaktakımı, halk değildir. Halk, meslek
sahibi insandır, işini düzgün yapan kadın ve erkektir.”[38]
Bu
türden örneklerde de görüldüğü üzere, kitle, faşistlerin verili hâliyle olumlu
gördüğü bir şey değildir. Bir halkı, ırkı veya milleti alıp onu kitle olması
için yeniden eğitime tabi tutmak, faşistler için politik bir intihardan başka
bir şeyi ifade etmeyen berbat bir tercihtir. Bu yaklaşım, esasen hakiki ve
kıymetli olan siyasetin ters yüz edilmiş hâlidir. Faşizme göre, azılı
düşmanları olan Marksizm ve liberalizm, tam da halkı, ırkı ve milleti kitle
olma yönünde eğitmektedir. Marksizm bu işi zorla, bilinçli bir yaklaşımla, belirli
bir plan dâhilinde[39], liberalizmse güçsüz adımlarla, istemeye istemeye, biraz
da çekinerek yapmaktadır. Dolayısıyla, faşist siyasetin ana hedefinin kitle
toplumu olduğunu söyleyenlerin bu kurgusu tümüyle yanlıştır. Kitle toplumu, aslında
faşizmin uzaklaşmak, dönüştürmek ve aşmak istediği her şeyi temsil eden bir
olgudur.
“Sosyalizm”,
“devrim” ve “işçi”, faşist hareket için siyaseten belirli anlamlara sahiptir. Faşistler,
bu kavramları mülk edinmeyi önemli görürler, çünkü düşmanlarına ağır bir darbe
indirmek, bir yandan da burjuva ve kapitalizm yanlısı bir güç olduklarına dair
suçlamaları savuşturmak isterler.
İşçilerdeki
nefretin harekete dâhil edilmesi, hareketin sınıfsal niteliği açısından
önemlidir. Zira bir millet, işçiler olmadan uyanamaz, silâhlanma planlarını
hızla uygulayamaz. Ama “Kitleler”, anlambilimsel açıdan politik
yükümlülüklerden kurtulma imkânı sunan bir kavramdır. Faşistler, bu sayede saygı
ve hayranlık duyuyormuş gibi yaptıkları “işçiler”e yönelik gerçek nefretlerini
ve tiksintilerini dile getirme imkânı bulurlar. Faşistlerde önemli bir unsur
olan elitizm, bu kitle anlayışı üzerinden kendisini ortaya koyma, sayıların gücünü,
sıradanlığı veya bireyin değerindeki kaybı eleştirme imkânı bulur. Bu açıdan “Kitleler”
denilen kavram, tarihle ilgili geliştirilmiş olan bakış açısı üzerinden faşist
politik bilinçaltına vakıf olma konusunda önemli bir yere sahiptir. Mevcut hâliyle
bu kavram, hareketin gerçek toplumsal niteliğini ortaya koyar.
Ishay Landa
[Kaynak:
Fascism and the Masses: The Revolt Against the Last Humans, 1848-1945,
Routledge, 2018, s. 6-18.]
Dipnotlar:
[1] Yayına Hz.: De Grazia, Victoria ve Sergio Luzzatto, Dizionario del
fascismo, Torino: Einaudi. 2005, Cilt. 2: s. 382.
[2]
Mussolini, Benito (1958) Opera Omnia, Florence: La Fenice. 1958, Cilt.
18: s. 71.
[3]
Mussolini, a.g.e., Cilt. 1: s. 70.
[4]
Mussolini, a.g.e., Cilt. 2: s. 75.
[5]
Hitler, Adolf (1999) Mein Kampf, Boston and New York: Mariner Books.
1999: s. 447.
[6]
Soucy, Robert, French Fascism: The First Wave, 1924–1933, New Haven ve
Londra: Yale University Press 1986: s. 28.
[7]
Rédier, Antoine, Comme disait Monsieur de Tocqueville…, Paris: Perrin.
1925: s. 48.
[8]
Spengler, Oswald (1999) Der Untergang des Abendlandes: Umrisse einer
Morphologie der Weltgeschichte, Münih: DTV. 1999: s. 1004.
[9]
F. W. Heinz’dan aktaran: Theweleit, Klaus, Männerphantasien: 2 Band,
Frankfurt am Main: Roter Stern. 1978: s. 94.
[10]
Stadtler, Eduard, Weltrevolutions-Krieg, Düsseldorf: Neuer Zeitverlag. 1937:
s. 13.
[11]
De La Rocque, François, Service Public, Paris: Bernard Grasset. 1934: s.
53.
[12]
Her iki alıntı da şu internet sitesinden: Materialistes.
[13]
Primo de Rivera, José Antonio, Escritos y Discursos: Obras Completas (1922–1936),
Yayına Hz.: Agustín del Río Cisneros, Madrid: Instituto de Estudios Políticos
[dijital PDF dosyası, 2004]. 1976: s. 484–485.
[14]
Giménez Caballero, Ernesto, Casticismo, Nacionalismo Y Vanguardia: Antología,
1927–1935, Yayına Hz.: José-Carlos Mainer, Madrid: Fundación Santander Central
Hispano., 2005: s. 189.
[15]
Bkz.: Gracia, Jordi, “Fascismo y literatura o el esquema de una inmadurez,” Fascismo
en España içinde, Yayına Hz.: Ferran Gallego ve Francisco Morente, Madrid:
El Viejo Topo. 2005: s. 120.
[16]
Giménez Caballero, Ernesto, Memorias de un dictador, Barcelona: Planeta
1979: s. 318.
[17]
Primo de Rivera, José Antonio, Escritos y Discursos: Obras Completas (1922–1936),
Yayına Hz.: Agustín del Río Cisneros, Madrid: Instituto de Estudios Políticos
[dijital PDF dosyası, 2004]. 1976: s. 577–579.
[18]
Bkz.: Saz Campos, Ismael, España contra España: Los nacionalismos
franquistas, Madrid: Marcial Pons 2003: s. 98–99.
[19]
Ortega y Gasset, José, España invertebrada, Barcelona: Austral. 2015: s.
96–97.
[20]
Ortega y Gasset, a.g.e., s. 113.
[21]
Ortega y Gasset, a.g.e., s. 96.
[22]
Ortega y Gasset, a.g.e., s. 140.
[23]
Evola, Julius, Revolt Against the Modern World, Rochester, Vermont: Inner
Traditions International. 1995: s. 24.
[24]
Ortega y Gasset, José, España invertebrada, s. 101; Evola, a.g.e.,
s. 177.
[25]
“Kitle insanı” [hombre-masa] Ortega’nın Kitlelerin İsyanı kitabının ana
kavramıdır. Evola’nın bu kavramı nasıl kullandığını görmek için bkz.: Evola, a.g.e.,
s. 350.
[26]
Ortega, España invertebrada, s. 99.
[27]
Gentile, Giovanni, Origins and Doctrine of Fascism: With Selections From Other
Works, Yayına Hz.: A. James Gregor, New Brunswick, NJ: Transaction. 2007: s.
28.
[28]
Nietzsche, Friedrich, Untimely Meditations, Cambridge: Cambridge
University Press. 1997, s. 113.
[29]
Örneğin bkz.: Hegel, Georg Wilhelm Friedrich. Lectures on the Philosophy of
World History. Introduction, Cambridge: Cambridge University Press. 1984: s.
52, 63, 76.
[30]
Oriani, Alfredo, La rivolta ideale, Bologna: Licinio Cappelli. 1924: s. 284.
[31]
Örneğin bkz.: Mosse, George L. The Nationalization of the Masses: Political
Symbolism and Mass Movements in Germany From the Napoleonic Wars Through the Third
Reich, Ithaca ve Londra: Cornell University Press. 1991; Gentile, Emilio, Fascismo:
Storia e interpretazione, Bari: Laterza. 2002: s. 161–164.
[32]
Grandi, Dino, Il mio paese: Ricordi autobiografici, Bolonya: Il Mulino. 1985:
s. 26.
[33]
Gentile, Fascismo: Storia e interpretazione, s. 162.
[34]
Gentile, a.g.e., s. 161.
[35]
Kemper, Franz, “Einleitung,” Konstantin Frantz, Masse oder Volk: Louis
Napoleon içinde, Potsdam: Alfred Protte Verlag: 1933: s. 13.
[36]
Reventlow, Graf Ernst, Deutscher Sozialismus: Civitas Dei Germanica, Weimar:
Alexander Duncker Verlag. Reventlow 1933: s. 312.
[37]
Delmar, Maximilian, Französische Frauen, Freiburg: Ernst Guenther Verlag.
1925: s. 143, 78. Ayrıca Theweleit’taki tartışmaya bakılabilir: Theweleit,
Klaus, Männerphantasien: 2 Band, Frankfurt am Main: Roter Stern. 1978: s.
89–93. Bu klasik çalışma genel manada iki savaş arası dönemde Alman aşırı
sağının kitlelere yönelik düşmanlığı konusunda oldukça zengin bilgi ve görüşler
aktarıyor.
[38]
Puértolas, Julio Rodríguez, Historia de la Literatura Fascista Española,
Madrid: Akal Puértolas 2008: s. 512.
[39] Bu konuda Fransız faşist Georges Valois’nın komünizmi kitlelerle tanımlı bir olgu olarak tarif ettiği tespitlerine bakılabilir: “Valois’nın fikrine göre, komünistlerin özel mülkiyete yönelik saldırıları, onlardaki Asya kültürlerinde görülen, göçebelere has dürtünün kanıtıdır. Bu sebeple faşistler komünistleri ‘sürü’ olarak tahayyül ederler, onları Fransa toprağına kök salmış, muharip ve mülk sahibi köylüye saldıran, sürekli huzursuz olan göçebe kitleler olarak görürler.” (Aktaran: Antliff, Mark, “La Cité française: Georges Valois, Le Corbusier, and Fascist Theories of Urbanism,” Fascist Visions. Art and Ideology in France and Italy içinde, Yayına Hz.: Matthew Affron ve Mark Antliff, Princeton, NJ: Princeton University Press. 1997: s. 158.
0 Yorum:
Yorum Gönder