04 Haziran 2023

,

Faşizm ve Kitleler


Esasında Avrupa genelinde faşizm, kitle politikası, kitle toplumu ve kitle kültürü fikrine karşıydı. Kitlelere karşı olan faşistler, ana görevlerinin kitlenin gücünü ortadan kaldırmak ve tehditkâr olan kitleleri halk, millet veya ırk gibi üstün, iyi huylu ve kolektif yapılara dönüştürmek olduğunu düşünüyorlardı.

Faşizm, bu görevi dâhilinde milleti kitle politikasından uzaklaştırmak, devleti demokrat ve sosyalist demagogların boyunduruğundan kurtarmak ve onu gözü pek, söz dinlemeyen halka kulluk etmeyen sorumlu liderlerin eline teslim etmek için uğraştı. Ona göre, millet ancak toplumsal hiyerarşi yeniden tesis edilip kitleler boyun eğdirildiği, isyanları dindirildiği vakit dirilebilirdi. Kitleler vahşi bir hayvandı ve onların karşısına, onları bir biçimde terbiye edecek faşistler çıkmalıydı.

Eğer moderniteyi “kitlelerin politika ve kültürün kontrolünü ele geçirme girişimi” olarak tarif eden Sloterdijk’in bu geniş tanımını doğru kabul edersek, buradan faşistlerin sahneye bu projeyi yürürlüğe koymak değil, onu sabote edip ortadan kaldırmak için çıktığını söyleyebiliriz. Bu noktada akla, demokrasinin doğasında olan demagojinin, kitle denilen vahşi hayvanı harekete geçirip politika alanının kontrolünü ele geçirmek için uğraşan tahrikçilere yol verdiğiyle ilgili şu şikâyet gelebilir:

“Çoğunluk, ne tür bir güce sahip olabilir? O kaba gücüyle çoğunluk, ağır bir darbe indirir, koparttığı çığ yere indiğinde tuz buz olur. Öyle korkunçlar ki! Tek tek baktığınızda her biri korkuyor, sonra tek tek atamayacakları adımı atmak için binler hâlinde bir araya geliyorlar. Tek tek hiçbirinin fikri yok. Bin tane boş kafa. O kalabalık, başlarında bulunan bir delinin veya fitnecinin fikrinin kendilerine yön verdiğini göremiyor.”

Liberal-muhafazakâr kesimin kitle demokrasisinin risklerine dair ikazı, bu tür bir fikri temel alıyor. Alexis de Tocqueville gibi isimler, bu kitle demokrasisinin “çoğunluğun istibdadı”na yol açtığını söylüyorlar. Broch, Arendt, Mosse ve Sloterdijk gibi isimler de benzer bir yaklaşım sergiliyorlar.

Oysa bu yukarıdaki alıntıda faşizm eleştirilmiyor. Bilâkis, bu cümleler, 1909-1913 arası dönemde kaleme alınmış, on dokuzuncu yüzyılın son on yıllık kesiti dâhilinde Sicilya’yı sarsmış militan işçi-köylü hareketinin sebep olduğu gelişmeleri aktaran bir İtalyan romanındaki bir karakterin ağzından dökülüyor. Metinde sert bir dille, kaygılı bir üst sınıf mensubunun gözüyle eleştirilen şey, faşist değil, sosyalist ve demokratik demagoji.

Kitap, on yıl sonra, kendi sınıfından birçok kişi gibi faşizme selam duran Luigi Pirandello (1928) isimli bir yazarın elinden çıkma. Bu isimler, İtalya’da hoş görülemeyecek düzeyde huzursuz olan kitlelerin içindeki o “bin tane boş kafa”nın susturulmasının yegâne yolunun faşizm olduğunu düşünüyorlar. Pirandello, faşizmi demagoji değil, demagojinin sonu, kitlelerin istibdadı değil, kitlelerin boyun eğdirilmesi için gerekli yol olarak değerlendiriyor.

1924’de kralcı liberalizmin gazetesi Giornale d’Italia’da [“İtalya’nın Gazetesi”] kendisini “tepeden tırnağa anti-demokrat” olarak tarif eden Pirandello, “kitlenin onu meydana getirenlere muhtaç olduğunu, maddi ihtiyaçları ve arzuları bulunduğunu, bunların pratik ihtiyaçların ötesine uzandığını” söylüyor.[1]. Ona göre faşizm, sosyalist denilen delinin kitleleri kandırmak ve kibirli bir içerikle boş kafaları doldurmak için kullandığı, kitlelere aşırı materyalizmin ötesine taşımak için uygun bir ülkü bahşeden vehme yasak getiriyor.

Roma yürüyüşünden sekiz ay önce Gerarchia [“Hiyerarşi”] gibi çarpıcı bir isme sahip olan faşist yayın organında çıkan o ünlü makalesinde Benito Mussolini, kitlelerin hâkim olduğu demokrasi çağının ölümünü ilân ediyor:

“Demokrasi karşıtlığının yüzyılı başladı. On dokuzuncu yüzyılı tümden kuşatan bir kelime olarak ‘herkes’, demokrasinin başvurduğu ana terim. Oysa artık az ve seçilmiş olandan bahsetmenin vaktidir. […] Kapitalizm, on dokuzuncu yüzyılda demokrasiye ihtiyaç duymuş olabilir, ama bugün onsuz da yapabilir. […] Disiplinsizlerin sefahat âlemi sona erdi, topluma ve demokrasiye dair mitlerin yarattığı coşku bitti. Hayat, yüzünü bireye çeviriyor. […] Her türden renge yasak getiren, tüm kişilikleri dümdüz edip eşitleyen o gri ve anonim demokratik eşitlikçilik anlayışı, ölmek üzere. Yeni aristokrasiler ön plana çıkıyor, artık kitlelerin tarihin ana kahramanı değil, ancak bir aracı olabilecekleri görüldü.”[2]

Mussolini’ye göre faşizm, çoğunluğun idaresi değildi, çoğunluğun yönetildiği rejimdi. Mussolini’de kapitalizmi açıktan benimseyen ifadelere her ne kadar yeni rastlıyor olsak da ondaki kitlelere yönelik nefret, esasen militan bir sosyalist olduğu dönemde de dünya görüşünün temelini teşkil ediyordu. 1904 gibi erken bir tarihte “aristokrat olan, yeni bir sosyalizm anlayışı” lehine tümüyle yanlış olduğunu düşündüğü “Hristiyan sosyalizmi anlayışı”na karşı çıkıyor.[3]. 1909’da ise “mizacım ve kanaatlerim beni, sayıca çok, ama karışıklıkla malul, biçimsiz ve korkak olan kitle karşısında, küçük, kararlı ve cüretli bir çekirdek grubu tercih etmeye itti” diyordu.[4]

Aynı durum, Hitler için de geçerli. O da Kavgam kitabında Nasyonal Sosyalizmin kültür, toplumsal ilişkiler ve ekonomi düzleminde kitle karşıtı bir projeye bağlı olduğunu söylüyor:

“Marksizm, kendisini Yahudi’nin insan hayatının tüm sahalarında kişiliğin üstünlüğünü dışlama ve kişiliği kitleyle ikame etme çabasını kusursuzlaştıran güç olarak takdim ediyor. Bu fikre politika sahasında parlamenter hükümet biçimi [...] ekonomi sahasında ise sendika hareketi denilen sistem denk düşüyor.”[5]

Hitler, kitleleri ikna etme becerisinin hep altını çizmiş, fikirlerin, sözlü ifadeler, ayinler, törenler, semboller gibi yollardan aktarılmasının yol açtığı tesiri analiz etmiş bir isim. Fakat onun amacı, kitlenin gücünü dağıtmaktı.

Dolayısıyla faşistlerin dilinden eksik olmayan “millet, ırk, halk ve halkın toplumu” gibi ifadelerin kitleler ifadesiyle karıştırılmaması, esasında bunların birbiriyle çeliştiğinin görülmesi gerekiyor. Bunlar, aslında kitlelerin ileride olması gereken şeyleri ifade ediyorlar. Kitle ise bağımsız, tembel, huzuruna düşkün, eşitlikçi, kaypak, isyankâr, feminen, şımarık, saygısız, hassas, duygusal ve kentli bir varlık olarak algılanıyor. Buna karşılık halk, toprağa bağlı, disiplinli, otoriteye saygılı, çalışkan, mütevazı, kibar, erkeksi, fedakârlık yapmaya hazır, köylü zihniyetine sahip bir varlık olarak görülüyor. Demokrasiyle ilişkilendirilen, onun güç kaynağı olarak görülen kitlenin karşısına otoriter yönetim sistemine bağlı olan halk çıkartılıyor.

1918’de hâlen daha muhafazakâr görüşlere sahip olan Thomas Mann, bu görüşü kendince bir formüle oturtuyor:

“Bireyci kitle demokratken, Halk aristokrattır. Bireyci kitle beynelmilel iken, Halk, oldukça ayrıksı olan özelliklere sahip, efsanelerden fırlamış bir kişiliktir.”

1924’te Fransa’da kurulan ilk faşist hareket Légion’un kurucusu Rédier de sayıların demokrasideki hâkimiyetine karşı çıkıyor ve “halkın çokluğu ifade etmediğini” söylüyor.[6] Tocqueville’in kitle demokrasisi teorisine karşı çıkan Rédier, liberallerin çoğunluk idaresiyle ilgili eleştirilerini farklı bir yerden eleştiriye tabi tutuyor: Tocqueville’deki kitlelere yönelik aristokratik tiksinti, onun düşüncesinde karşımıza çıkıyor:

“Demokratik kurumlara ben de destek veriyorum, ama ben, içgüdüsel açıdan aristokrat olmam sebebiyle kalabalıklara nefret ve korkuyla yaklaşıyorum. Özgürlüğü, hukukiliği, haklara yönelik saygıyı büyük bir tutkuyla seviyorum, ama demokrasiyi sevmiyorum. [...] Demagojiden, kitlelerin düzen tanımayan faaliyetlerinden, yapılan işlere şiddetle ve akılsızlıkla müdahale etmelerinden, alt sınıflardaki hasetten, dinsizlikten nefret ediyorum.”[7]

Öte yandan Rédier, Tocqueville’i kitlelere karşı olma konusunda tutarsızlık arz eden yaklaşımlar dile getirmekle, demokrasinin başa çıkılması mümkün olmayan kusurlarına dair analizinden ihtiyaç duyulan elitist çıkarımlara ulaşmak yerine, demokrasiyi ürkek bir yaklaşımla kabul etmekle eleştiriyor.

Tocqueville’in demokrasiye rıza göstermesinin üzücü olduğunu söyleyen Rédier, onun “özgürlüğe sadakatle bağlı olmadığını ispatladığını, ona ihanet ettiğini” söylüyor. Ona göre, Tocqueville insanları bir seçimle baş başa bırakıyor. Bu seçimse ülkenin tek bir despot eliyle mi yoksa kitleler eliyle mi yönetileceği ile ilgili. Özgürleştirme çözümünü kenara iten Rédier, devrimci fırtınanın etkisi altında olan tüm kurumları tek bir kalem darbesiyle mahkûm ediyor. Bu kurumlara hürmet etmesine rağmen, birden fikrini değiştiriyor ve onlara sırtını dönüyor. Kutsal görülen demokrasinin dünyayı özgürlük adına yönettiğini söylüyor.

Liberal yazın, Tocqueville’den ilhamla, faşistlerin kitle kavramı üzerinde durduğunu söyleyip duruyor. Oysa Rédier şahsında karşımızda, liberalizmi çoğunluğun esiri olmakla eleştiren faşist bir isim var.

Faşist dünya görüşü, eklektik bir yapı ve çelişkili yönlere sahip. Ama gene de kitleler konusunda hep aynı şeyi düşünüyor. Faşist siyasetçiler, aydınlar ve askerler, kitleyi hep aynı açıdan ele alıyorlar.

Oswald Spengler, “Halk” kavramının kendi biçimlerine sahip olan kültürü ilkesel olarak reddeden dördüncü sınıf, yani kitle kavramı üzerinden silindiğini, kitlenin bir son, radikal bir hiçlik olduğunu söylüyor.[8]

Freikorps (düzensiz birlikler) üyesi bir asker şunu söylüyor: “Parti dediğiniz şey kitledir. Biz Freikorps’uz ve biz bir ekibiz.”[9]

Önemli bir Bolşevik karşıtı eylemci ve sonrasında Nazi partisi içerisinde faaliyet yürütecek olan, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in öldürülmesine neden olan süreci tetiklemekle övünen siyasetçi Eduard Stadtler[10] Marksist ideolojiyi kitlesel hedonizmle ilişkili bir şey olarak takdim ediyor:

“Materyalist kolektif ‘kitle insanı’, kendisini kendi kendisine yeterli olan bir ‘ülkü’ derekesine çıkartıyor, bu dünyada yaşanan kitlesel deneyimlerin verdiği sarhoşlukla yalpalayıp duruyor.”

Fransız faşist ve antisemit Lucien Rebatet ise ülkesine dair tüm ümitlerini kararlı azınlığın, yavan kitlelerin üzerindeki parlak katmanın müdahalesine bağlıyor:

“Bu soysuz ve tüm alçaklığıyla ruhsuz olan kitlenin içerisinde dağınık hâlde bulunduğunu bildiğim, bu ürkütücü koşullarda yaşayan Fransızların oluşturduğu elit kesim, faşist bir devrimi yapmak için yeterli olacaktır. Bu elit insanların sayısı üç yüz bin mi, beş yüz bin mi bilmiyorum, sayılarını bilmiyorum, ama gerçek liderlerin kendilerinden bekleneni yapabilecek kadar çok olduklarını biliyorum.”

Ateş Haçı isimli aşırı sağcı birliğin lideri Albay François de La Rocque, örgütün hükümet tarafından dağıtılması sonrası, birçok tarihçinin faşist bir yapı olarak gördüğü Fransız Toplum Partisi’nin başına geçiyor. Bu isim, “kitleden bahsedildiğini işitiyorum. Ateş Haçı elit bir örgüttür” diyor.[11] Rebatet’ye göre daha iyimser olan Rocque, “Fransızların mizacının kitlelere değil, kadrolara has bir mizaç” olduğunu söylüyor. Bu iki isim, birlikte politikadaki baş düşmanlarından şu şekilde bahsediyor: “Devrimci sosyalizm, sayıların ve kitlelerin hukukunu ifade eden şiddete, yani adaletsizliğe başvuruyor.”[12]

İspanya’da da faşizm, kitleyi reddeden yaklaşımı temel alıyor. 1935’te José Antonio Primo de Rivera, kitlenin kapitalizmi komünizme bağlayan müşterek ip olduğunu söylüyor:

“Marx’ın öngörüleri hızlıca ya da yavaş yavaş, ama önlenemeyen bir seyir dâhilinde gerçekleşiyor. Bu anlamda, sermayenin yoğunlaştığı, kitlelerin proleterleştiği, nihayetinde komünist diktatörlük denilen o korkunç idareye yol açacak toplumsal devrimin gerçekleşeceği bir döneme doğru ilerliyoruz. Bu komünist diktatörlük, biz Avrupalıları, Batılıları, Hristiyanları korkutuyor, çünkü o, insanın inkârını, insanın muazzam büyüklükte, biçimsiz bir yapı olan, bireyselliğin içinde yok olup gittiği kitlenin içinde sindirildiği gerçekliği ifade ediyor. […] Bizim neden anti-Marksist olduğumuzu artık anlayın. Biz anti-Marksistiz, çünkü karınca yuvasında aşağılık birer hayvan olmak korkutuyor bizi. Bu ihtimal bizi korkutuyor, çünkü kapitalizm bize, bu tür bir ihtimalin gerçekleşeceğine dair ipuçları sunuyor. Kapitalizm de enternasyonalist ve materyalisttir. Bu sebeple biz, ne komünizmi ne de kapitalizmi istiyoruz. Marx’ın kehanetlerinin gerçekleşeceğine inanıyoruz, bu yüzden bu kehanetlerin gerçekleşme ihtimalini ortadan kaldırmak istiyoruz.”[13]

Falanjizmin önemli düşünürlerinden olan Ernesto Giménez Caballero ise şunu söylüyor:

“Rus komünizminin, Doğu’nun bize dayatmak istediği, kitlelerin işi olan istibdada asla hoşgörüyle yaklaşamayız.”[14]

Ateşli bir Niçeci olan Caballero, Alman düşünürü İspanyollardaki milli ruhun dirilişi olarak görüyor. Onun 1898 İspanya-Amerika savaşında ülkenin aşağılandığı koşulların başlattığı karanlık gecenin ardından doğan muhteşem şafak olduğunu söylüyor:

“Zerdüşt, sihirli değneğini değdirdi. Bu andan itibaren Niçecilerin sıcak dölyatağında İspanya’da hayatı yeniden doğuracak döl gelişiyor.”

Bu yeniden doğuşun ruhunu yücelten Caballero, bir yandan da modern İspanya’da ve Avrupa’da kitlenin hâkimiyetini eleştiriyor. Bu bağlamda, eskiden aristokratlara ait olan sporların artık ayaktakımının eline geçtiğine dair elitist tespitler dillendiriyor:

“Bugün popüler olan birçok oyun, beyefendilerin takım elbiseleriyle aynı kaderi paylaşıyor. Bu oyunlar, elden ele iletilip üstü başı kirli, yamalı, beş para etmez sokak insanına teslim ediliyor.”

Bugün solun sahiplendiği önemli anahtar kelimeler ve kavramlardan farklı olarak “kitleler” faşistlerin temellük etmek ve kendi zihin dünyalarına uygun hâle getirmek için çabaladıkları bir kavram değil. Buna karşılık, bazı faşistler “sosyalizm” kavramını benimsiyorlar, Nazi hareketini tanımlayacak bir sıfata dönüştürüyorlar. “İşçi”, nadiren de olsa olumlu bir şey olarak ele alınıyor, ama o, köylü veya zanaatkârla eşdüzeyde görülmüyor. İşçinin Marksist çılgınlıktan kurtarılması ve arındırılması gerektiğine inanılıyor. “Devrim” kavramı da faşistlerce yeniden yorumlanıyor ve “milli” ya da “muhafazakâr” devrim adı altında benimseniyor. Buna karşılık faşist hareket, “kitleler” kavramına hiç sıcak bakmıyor.

Faşistler, kitleleri olumsuz, kötü, tehditkâr ve nefret edilecek bir olgu olarak ele alıyorlar. Onun anlambilimsel açıdan arındırılıp yeniden sahiplenilebileceğine inanmıyorlar. Onlara göre, kitlelerin kaderi, en azından bağımsız bir toplumsal olgu olarak, yok olmak ve “halk”, “millet”, “ırk” veya “ordu gibi başka bir şeye tabi olmak, daha iyi bir şeyle ikame edilmek veya başka bir şeyin içinde sindirilmekten ibaret.

Kitleler, en fazla elitlere itaat edebilirler, toplumun değerlerini biçimlendirmek gibi bir arzu içerisinde olamazlar, mesela içlerinden bir vali çıkartmayı akıllarından bile geçiremezler. Faşistlerin sindirebilecekleri, benimseyebilecekleri tek kitle anlayışı, işte budur.

İspanya’da Niçeci çevreler içerisinde öne çıkan bir isim olan, falanjist hareketin José Antonio, Ramiro Ledesma Ramos ve Giménez Caballero gibi liderlerinin hürmet ettiği José Ortega y Gasset, bu konuda güzel bir örnek sunuyor.[15]

1977’de verdiği bir mülâkatta Giménez Caballero, “faşizmin köklerinin Niçeci, paganist ve üstinsancı” olduğunu kabul ediyor ve devamında şunu söylüyor:

“Biz 98’liler Niçeciydik, Ortega ve ben, o kuşağın mensubuyuz. Nietzsche, Mussolini’nin Hitler’in, ayrıca bizim ustalarımız olan [Pío] Baroja ve Ortega’nın manevi babasıdır.”[16]

Otuzlarda süreç ivmelenip bıçak kemiğe dayandığı vakit, Nietzsche’deki o güçlü elitizminden diktatörlüğe destek sunan sonuçlara ulaşanlara karşı çıkan Ortega, cumhuriyeti paternalistik bir üslupla savunma fikrinden yana duruyor. José Antonio, kendisini bu görüşleri sebebiyle sert bir biçimde eleştiriyor.[17]

Ortega’nın modern toplumda kitlenin gücündeki artışı ele alan, bilhassa iki önemli politik çalışması Güçsüz İspanya (1921) ve Kitlelerin İsyanı’nda (1930) dile getirdiği eleştiriler, İspanyol faşizmini ideolojik düzeyde epey etkiliyor ve ona toplumsal bir misyon armağan ediyor.[18] Ortega’ya göre bu misyon, toplumsal bir faktör olarak kitlelere yönelik düşmanlıktan ilk bakışta uzak duruyormuş gibi görünüyor. Hatta Ortega, ne pahasına olursa olsun kitlenin kitle olarak kalmasını istiyor.

“Bir millet, seçilmiş bireylerden oluşan bir azınlığın yapılandırdığı örgütlü bir insan kitlesidir” diyen Ortega, toplum denilen bedenin o kitle, kitle olmayı reddettiği, yani azınlığın talimatları uyarınca hareket etmediği vakit hastalandığını söylüyor. Zira “Bu anomali oluştuğunda millet dağılıyor, toplum parçalanıyor, sonuçta toplumsal karışıklığa tanık olunuyor, yapı diye bir şey kalmıyor, ülke zayıflıyor.”[19]

Burada kitle, aldatıcı bir yaklaşım dâhilinde olumlu bir varlıkmış gibi tarif ediliyor, ama bu olumluluk, ancak kitlenin yöneticilerin ellerine teslim olup kendileri için belirlenmiş rolü eli kolu bağlı bir biçimde kabul ettiğinde ortaya çıkıyor. İtaatsiz olan, topluma hâkim olmak için mücadele eden bir kitlenin en kötü toplumsal ve politik hastalık olduğu düşünülüyor.

Birçok çağdaşı gibi Ortega da politik durumu teşhis ederken biyoloji dilini kullanmayı seviyor. Hasta ve sağlıklı toplumsal bedenlerden söz ediyor, halkları ve ırkları özel “zoolojik ve biyolojik” türler olarak tasnif ediyor. Üstün ırkın kendi içinden önemli bireyleri en çok sayıda çıkartanlar olduğunu söylüyor[20], yozlaşmış veya aşağılık ırklarda ise bu türden bireylerin az olduğunu, genelde bunların kitlelerin hâkimiyetinde hareket ettiğini söylüyor. Dolayısıyla, Ortega kitleyi kitle olarak savunurken, kitlenin ayaklandığı ve yönetimi ele geçirdiği kitle toplumuna saldırıyor. Ona göre, hastalığın çözümü kitlenin ortadan kaybolmasında saklı. Bu nedenle “Kitlenin Kaybolması” gibi bir başlık seçiyor. Kitlenin kitle olmayı reddetmesi gerektiğini düşünüyor. Ayrıca yazar, oldukça ilginç ve meramını gayet iyi anlatan bir altbaşlık tercih ediyor: “Kitlelerin İmparatorluğu”.[21]

Falanjistlere ve hocaları Ortega’ya göre asıl mesele, kitlelerin güçlenmesi ve bağımsızlaşması. Yıllar öncesinden faşizmi haber veren kitabının sonuç bölümünde İspanya’nın önde gelen bireylerden oluşan azınlıktan yoksun oluşunun ve kitlelerin imparatorluğunun yol açtığı sorunun ancak seçim işinin uygulamaya koyulması olduğunu tespit ediyor. Onun kanaatine göre, milletin dirilmesi için seçim, zorunlu hâle gelmeli, yeni tipte bir İspanyol insanı imal edilmeli, ırk arıtılmalı.[22]

Ortega’nın tercih ettiği görüş faşizm değilse de nihayetinde birçok fikri faşizmle uyuşuyor. Modern toplumu aynı faşizm gibi günahkâr, yoz bir yapı olarak görüyor, İtalyan sağcı Julius Evola’nın görüşlerine benzer görüşler dile getiriyor.

Her iki düşünür de moderniteyi halk egemenliğinin uç bir tezahürü olarak eleştiriyor. Evola’ya göre modernite, radikal demokrasinin doğuyla ve kitlelerin kolektivist dünyasının elde ettiği zaferle ilişkili.[23] Ortega ise “aşırı demokrasi” ifadesini kullanıyor. İki isim de Puranalar gibi antik Hinduizmin dini metinlerinden yararlanıyor, moderniteyi eskiden kalma kast düzenin parçalandığı Karanlık Çağ (Kali Yuga) ile ilgili kehanetin gerçekleştiği dönem olarak değerlendiriyor.[24] İki düşünür de bu gelişmelerin merkezinde sadece “kitle insanı”nı görüyor.[25] Demokrasiyi kitlelerin boş kafalarında türetilmiş vehimler olarak gören Pirandello gibi Ortega da içi boş ve aceleci kafaların, o “kitleye ait kafaların ürettiği uluslararası siyaseti liderlerine dayatan tebaa”yı küçük gören ifadeler kullanıyor.[26]

Kitlelere iki farklı açıdan yaklaşan diğer bir ilginç örnekse İtalyan faşizminin felsefecisi Giovanni Gentile’nin geliştirdiği düşünce. Bir yandan Gentile, kimi zaman faşistlerin kendi hareketlerini demokratik bir hareketmiş gibi takdim etmek için kullandıkları stratejiye başvuruyor, onu halkın, daha doğrusu kitlelerin iradesinin cisimleşmiş hâli olduğunu söylüyor:

“Milliyetçi devlet, kendisini köklerinden miras aldığı güçle inşa eden, kitlelerin o gücü değerli görmesini sağlayan aristokratik bir devlettir. Faşist devletse halkın devletidir, bu anlamda tepeden tırnağa demokratik bir devlettir. Her yurttaş, devletle samimi bir ilişkiye sahiptir, öyle ki devlet, ancak yurttaş sayesinde varolabilir. Dolayısıyla, bu devlet, esasen her bir bireyin bilincinin, bu anlamda devleti teşkil eden gücün kaynağı olan kitlelerin eseridir.”[27]

Ama kısa bir süre sonra Gentile, bu iddiasından vazgeçiyor ve kitle-devlet ilişkisinin aslında gergin ve emek isteyen bir ilişki olduğunu, kontrole, boyun eğdirme çabalarına ve beyin yıkama faaliyetlerine ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Devamında da anlaşılması güç bir yaklaşım üzerinden, şu tespitini aktarıyor:

“Faşist partiye ve tüm o faşizmin politik ve ahlaki ülkülerini besleyen propagandayı ve eğitim faaliyetlerini yürütecek kurumlara neden ihtiyaç duyduğumuz sorusunun cevabını burada aramak gerekmektedir. Yalnız bir insan olarak Duçe’nin, liderin düşüncesi ve iradesi, kitlelerin düşüncesi ve iradesi hâline gelir. Bu noktada en hassas dönemlerden itibaren tüm halkın partiye ve partinin inşa ettiği kurumlara akması gibi önemli bir güçlükle yüzleşilir. Bu ağır soruna bulunacak çözüm de başka bir güçlüğe yol açar, çünkü kitleleri öncü güçlerin ahlakı üzerine kurulu seçkinler partisine uyumlu kılmak imkânsız bir iştir. Böylesi bir uyum, ancak eğitim ve reform yoluyla, yavaş yavaş sağlanabilir.”

Kitlelerin partinin bilincine uyumlu kılınması işi “neredeyse imkânsız” bir iş olarak görülüyor. Bunun nedeni ise “tepeden tırnağa demokrat olan devlet”in her daim Lider’in ve başında bulunduğu seçkinler partisinin iradesiyle uyumlu olması zorunluluğudur. Liderler kitleleri temsil ederler, ama bu, ancak kitleler, liderlerin düşüncesi ve iradesinin cisimleşmiş hâli olduğu vakit mümkündür. Burada özetle söylenen şudur: “Seni temsil edebilmem için öncelikle senin beynini yıkayıp, seni bana tabi kılmam gerek.”

Halka bağlılık denilen olguyu katı bir elitizme teyellemeye çalışan bu uyuşmazlık teorisi, Gentile’nin tüm öğretilerine hâkim olan ana unsurdur. Faşistler kitleleri göz ardı ettiklerinden, bu anlamda Nietzsche ile aynı şeyi söylediklerinden, kitlelerin cisimleşmiş olduklarına dair iddia, esasen zayıf ve istisnai bir iddiadır. Nietzsche’ye göre:

“kitle, sadece üç yönden dikkate değer kabul edilebilecek bir şeydir: ilk yönü üstü başı yırtık pırtık, bedeni zayıf ama büyük insanları taklit eden sönük bir kişilik oluşuyla, ikinci yönü büyük insanlara karşı duran direniş gücü oluşuyla, üçüncü ve son yönü de büyük insanların elinde birer araç oluşuyla ilgilidir. Geri kalan yönleri de varsın Şeytan’a ve istatistiğe kalsın!”[28]

Gentile de bundan farklı bir şey düşünmüyor. Politik konumunun özünü bu yaklaşım teşkil ediyor. Tüm faşistlerde görüldüğü üzere Gentile’deki popülizm de sahte. Bu popülizm, kitleleri ya büyük insanlara karşı duran bir direniş gücü ya da kullanılabilecek bir araç olarak görüyor.

Gentile’nin bu görüşünün kökleri, esasen sağ Hegelciliğe uzanıyor. Nietzsche’den farklı olarak Hegel, tarihin büyük insanları bunun farkında olsun ya da olmasın, onların kitlelerin elçileri olduğunu düşünüyor. Bu insanların büyüklüğü ise tarihsel eğilimleri kendilerinde cisimleştirme ve bu eğilimlerin yolunu açma becerilerine bağlı. Bunun için de kitlelerin bilinçli, ama sıklıkla ufak olan motivasyon kaynaklarının ötesine uzanması gerekiyor.[29]

Dolayısıyla, aslında Gentile’nin meseleyle ilgili çelişkili tutumu, özünde Niçeci olan bir çerçeveye Hegelci bir anlayışı oturtma çabasından kaynaklanıyor. Burada şu hususu not etmek gerekiyor: Nietzsche’nin Tarihin Hayata Sunduğu Faydalar ve Dezavantajlar Üzerine isimli çalışmasından aktardığımız kitle anlayışı, Hegelci tarih anlayışına karşı yürüttüğü polemiğin içinde dile getiriliyor.

Bu özelliğiyle Nietzsche’nin faşizm üzerinde yarattığı tesirin çok büyük olduğunu, öte yandan Hegel’in sınırlı bir tesire yol açtığını görmek gerekiyor. Hatta faşistler, birçok konuda Hegel’e karşı çıkıyorlar. Bu anlamda, Gentile’nin faşist söylem içerisinde farklı bir yere oturması anlaşılır bir durum.

Hegelciliği Niçecilik kapsamına almaya çalışan diğer bir isim de Alfredo Oriani. Birinci Dünya Savaşı öncesi vefat eden Oriani, faşistlerin, bilhassa Mussolini’nin epey bir hayranlığını kazanıyor. Hatta İtalyan düşünürün kitaplarını bizzat Mussolini yayımlıyor.

Oriani’deki aşırı aristokratçılık ve vitalizm, “felsefenin en büyük şairi”[30] dediği Nietzsche’nin izlerini taşıyor. Ama öte yandan, onda halkçı bir yaklaşım da söz konusu. Bu yaklaşım ise “tarihin en büyük felsefecisi” dediği Hegel’e yönelik büyük hayranlığının bir ürünü. Oriani, bu teorik birikim üzerinden önfaşist diyebileceğimiz tespitler dile getiriyor, pleblerin yükselişinden ve istibdadından dem vuruyor, bir yandan da faşist dünya görüşünde pek rastlamadığımız bir pleb anlayışı geliştiriyor ve “üstinsanların kendilerini kitlelerden kopuk varlıklar olma hakkına karşı çıkıyor.

Kitlelerin Dönüşümü

Faşistlere göre, eski durumun yeniden tesis edilmesi ancak kitle toplumundan uzaklaşmaya bağlı. Faşistler, mevcut koşullara artık gelenekçi veya muhafazakâr çözümlerin tatbik edilemeyeceğini görüyorlar, dolayısıyla muhafazakâr siyaseti fersah fersah aşan radikal ve militan bir dizi konumu benimsiyorlar. On dokuzuncu yüzyıl muhafazakârlığından kopan faşistler, eli kolu bağlı bir milliyetçiliği benimsemek yerine milliyetçiliğin sınırlarını zorluyorlar.

Bugün birçok yorumcu, tam da bu sebeple faşizmi “kitle politikası”nı büyük bir şevkle uygulayan bir siyaset olarak algılıyor. Oysa tarihçilerin doğru bir biçimde tespit ettikleri üzere, faşizmin özünü “kitleleri milliyetçileştirme” çabası teşkil ediyor.[31].

Şuna hiç şüphe yok: kitlelerin inatla burjuva milletin içine dâhil olmama konusunda ayak sürümeleri ve sıklıkla bağımsız bir biçimde geliştirdikleri, bazen çatışmalara yol açan sınıf siyaseti ve uluslararası dayanışma temelli projelerine gösterdikleri bağlılık, faşizme devleti ele geçirip eski ve etkisiz politik elitleri yerinden etme konusunda önemli bir gerekçe sunuyor. Bu fikir, en çok da orta sınıfların milleti yenileme projelerine halkın yeterince şevkle sarılmaması karşısında öfkeden deliye döndüğü, sonradan millet olmuş İtalya ve Almanya’da karşılık buluyor.

İtalyan faşizminin önde gelen isimlerinden Dino Grandi’nin de dediği gibi[32] “1914’te İtalyalı sosyalistler, Birinci Dünya Savaşı’na girmeyi kabul ettiler, böylelikle, kendilerini ülkenin birleştiği dönemin tarihine (risorgimento) dâhil ettiler, doğalında halk kitlelerinin Katolik kitleler ve köylüler olmaksızın kurulan birleşik devlete dâhil edilmesi sorununu çözüme kavuşturdular. […] Faşistlerse savaşa katılan, İtalyan Marksizminin o devlete saygısızlık etmesini asla kabul etmeyecek olan gençler isyan etmeseydi, asla sahneye çıkamazlardı.”

“Kitlelerin milliyetçileştirilmesi”, esasen kitle olmaktan çıkmaları, en nihayetinde bir millet olmaları ile ilgili bir meseledir. Tarihçi Emilio Gentile’nin aktardığı biçimiyle “totaliter faşizm, meselenin özüne az çok vakıf olan hâliyle, kitlelerin örgütlenmesi ve kontrol altına alınması meselesinin, o kitlelerinin niteliğinin, zihniyetinin, davranışlarının dönüştürülmesinin, böylelikle faşizme aktif bir biçimde bağlanmalarının ana koşulu olduğunu tespit etti.”[33]

Başka bir ifadeyle, faşistler, böylesine büyük bir dönüşüm öncesi kitlelerin verili hâli karşısında başvurulacak pedagojik faaliyetin hiçbir fayda sağlamayacağını düşünüyorlar. Kitleler tümüyle eğitilmeli, böylelikle mevcut hâllerinden başka bir hâle geçiş yapabilmeleri sağlanmalı, onlar yeni bir yola sokulmalı.

15 Aralık 1919 tarihli nüshasında Popolo d’Italia [“İtalya Halkı”] ana sorunun faşizmin belirlediği politik sorunla bir ve aynı şey olduğunu söylüyor.[34] Tam da bu sebeple faşistler, kitlelerin karşısına başka türden kolektif yapıları çıkartıyorlar. Lanetli “kitle”nin karşısına meşru ve olumlu görülen ve farklı isimler alan yapılar yerleştiriliyor.

1933’te on dokuzuncu yüzyıl Bonapartizmini eleştiren Nazi partisi üyesi yazar Franz Kemper, modern siyasetin amacını şu şekilde tarif ediyor:

“Bonapartizm başarısız oldu, çünkü seçkinler denilen doğru ilkeyi benimsememişti. İsyan eden kitleler, yapısal açıdan dönüştürülüp bir halk kalıbına dökülmediler. Ortaçağ dünyasındaki birliğin dağıldığı günden beri politikanın en önemli ve yegâne görevini kimse yerine getirmedi.”[35]

Editörlüğünü üstlendiği, 1852 tarihli kitabın özgün başlığına “Kitle” veya “Halk” kelimelerini eklemeyi tercih eden yazar, bu tespit ışığında Nasyonal Sosyalistlerin politik açıdan benimsemek zorunda olduğunu düşündüğü formüle işaret ediyor.

Diğer bir Nazi yazarı Kont Ernst Reventlow ise 1930 tarihli Alman Sosyalizmi başlıklı risalesini şu cümlelerle bitiriyor:

“Marksizmin ‘kitle’ derekesine düşürdüğü Almanlara önder olmak isteyen Alman sosyalizmi, onu mide ve sefahat üzerinden yönetemez, aşağılık dürtülere seslenemez. Almanlar, bağımsız bir çaba ile ulaştıkları bir kanaate özgürce itaat etmek istiyorlar. Onların tek isteği, hasret duydukları tek şey, yeteneklerinin gelişmesi, daha da ileri gitmesi. Böylelikle bugün kendi içinde parçalı, kafası karışık ve birbirine yabancılaşmış olan Almanlar, halk olmak konusunda kendince bir yol bulacaklardır.”[36]

1925’te Alman milliyetçisi Max Delmar da aynı şekilde “kitle”nin değerleriyle, üstün olan kolektif bir varlık olarak “ırk”ın değerlerini karşı karşıya getiriyor:

Kitlelerin On Emri

1. Kitle, kendi tabiatına, kana ve biçime kör olan, ruhsuz bir ölüdür.

2. Kitle, bir zamanlar gerçek olan her şeyin çürüdüğü yerdir.

3. Kitle, tüm kötülerin kaderidir.

4. Kitle, eşitlik ve terördür.

5. Kitle, çile ve ölüm demektir.

6. Kitle, zayıflık, çirkinlik ve korkudur.

7. Kitle, daimi barış, kara sevda ve kanunlar koyma takıntısıdır.

8. Kitle, erkekteki iradenin kadınsılaştırılmasıdır.

9. Kitle, kadında görülen fuhuş pratiğidir.

10. Kitle, bugün Fransız milliyetini tanımlayan ana özelliktir.

Irkın On Emri

1. Irk, tabiattan, kandan ve biçimden doğan, ruhu olan fazilettir.

2. Irk, mümkün olan şeyin kusursuzlaşmasıdır.

3. Irk, en iyi olan bir avuç azınlığın kaderidir.

4. Irk, istisnaidir, istisnai oluşun sunduğu ayrıcalıktır.

5. Irk, saadet ve hayat demektir.

6. Irk, güç, güzellik ve tutkudur.

7. Irk, savaş, irfan ve oyundur.

8. Irk, insandaki iradeye yönelik tutkunluktur.

9. Irk, kadında sadakate yönelik tutkudur.

10. Irk, eskiden Fransız milletini tanımlayan ana özelliktir.[37]

José Antonio da aynı şekilde kitlenin halka göre aşağıda olan bir olgu olduğu tespiti üzerinden hareket ediyor. “Doğal olmayan bir yaklaşım temelinde kitle kabul edilen halkın kendi yolunu bulabilmeyle ilgili becerisi”ne inanan devrimci liderleri ağır bir dille eleştiren yazar, gerçek liderlerin kitleye karşı koyan ve onu disipline eden liderler olduğunu söylüyor.

“Kitleler, her daim şeflerinin yetersiz olduğunu düşünürler: hep ihanet edildiklerini varsayarlar. [...] Oysa o kitlelere asıl ihanet edenler, halkın kaderine sadık olan ve ona etkin bir biçimde hizmet eden kişilerdir.”

İspanya’da faşist harekete sempati duyan yazar Francisco Camba, halkla ayaktakımı arasında ayrım yapıyor. “Halkın ayaktakımıyla eşdeğer görülmesi mümkün mü?” diye soran yazar, cevabını kendisi veriyor. “Ayaktakımı, halk değildir. Halk, meslek sahibi insandır, işini düzgün yapan kadın ve erkektir.”[38]

Bu türden örneklerde de görüldüğü üzere, kitle, faşistlerin verili hâliyle olumlu gördüğü bir şey değildir. Bir halkı, ırkı veya milleti alıp onu kitle olması için yeniden eğitime tabi tutmak, faşistler için politik bir intihardan başka bir şeyi ifade etmeyen berbat bir tercihtir. Bu yaklaşım, esasen hakiki ve kıymetli olan siyasetin ters yüz edilmiş hâlidir. Faşizme göre, azılı düşmanları olan Marksizm ve liberalizm, tam da halkı, ırkı ve milleti kitle olma yönünde eğitmektedir. Marksizm bu işi zorla, bilinçli bir yaklaşımla, belirli bir plan dâhilinde[39], liberalizmse güçsüz adımlarla, istemeye istemeye, biraz da çekinerek yapmaktadır. Dolayısıyla, faşist siyasetin ana hedefinin kitle toplumu olduğunu söyleyenlerin bu kurgusu tümüyle yanlıştır. Kitle toplumu, aslında faşizmin uzaklaşmak, dönüştürmek ve aşmak istediği her şeyi temsil eden bir olgudur.

“Sosyalizm”, “devrim” ve “işçi”, faşist hareket için siyaseten belirli anlamlara sahiptir. Faşistler, bu kavramları mülk edinmeyi önemli görürler, çünkü düşmanlarına ağır bir darbe indirmek, bir yandan da burjuva ve kapitalizm yanlısı bir güç olduklarına dair suçlamaları savuşturmak isterler.

İşçilerdeki nefretin harekete dâhil edilmesi, hareketin sınıfsal niteliği açısından önemlidir. Zira bir millet, işçiler olmadan uyanamaz, silâhlanma planlarını hızla uygulayamaz. Ama “Kitleler”, anlambilimsel açıdan politik yükümlülüklerden kurtulma imkânı sunan bir kavramdır. Faşistler, bu sayede saygı ve hayranlık duyuyormuş gibi yaptıkları “işçiler”e yönelik gerçek nefretlerini ve tiksintilerini dile getirme imkânı bulurlar. Faşistlerde önemli bir unsur olan elitizm, bu kitle anlayışı üzerinden kendisini ortaya koyma, sayıların gücünü, sıradanlığı veya bireyin değerindeki kaybı eleştirme imkânı bulur. Bu açıdan “Kitleler” denilen kavram, tarihle ilgili geliştirilmiş olan bakış açısı üzerinden faşist politik bilinçaltına vakıf olma konusunda önemli bir yere sahiptir. Mevcut hâliyle bu kavram, hareketin gerçek toplumsal niteliğini ortaya koyar.

Ishay Landa

[Kaynak: Fascism and the Masses: The Revolt Against the Last Humans, 1848-1945, Routledge, 2018, s. 6-18.]

Dipnotlar:
[1] Yayına Hz.: De Grazia, Victoria ve Sergio Luzzatto, Dizionario del fascismo, Torino: Einaudi. 2005, Cilt. 2: s. 382.

[2] Mussolini, Benito (1958) Opera Omnia, Florence: La Fenice. 1958, Cilt. 18: s. 71.

[3] Mussolini, a.g.e., Cilt. 1: s. 70.

[4] Mussolini, a.g.e., Cilt. 2: s. 75.

[5] Hitler, Adolf (1999) Mein Kampf, Boston and New York: Mariner Books. 1999: s. 447.

[6] Soucy, Robert, French Fascism: The First Wave, 1924–1933, New Haven ve Londra: Yale University Press 1986: s. 28.

[7] Rédier, Antoine, Comme disait Monsieur de Tocqueville…, Paris: Perrin. 1925: s. 48.

[8] Spengler, Oswald (1999) Der Untergang des Abendlandes: Umrisse einer Morphologie der Weltgeschichte, Münih: DTV. 1999: s. 1004.

[9] F. W. Heinz’dan aktaran: Theweleit, Klaus, Männerphantasien: 2 Band, Frankfurt am Main: Roter Stern. 1978: s. 94.

[10] Stadtler, Eduard, Weltrevolutions-Krieg, Düsseldorf: Neuer Zeitverlag. 1937: s. 13.

[11] De La Rocque, François, Service Public, Paris: Bernard Grasset. 1934: s. 53.

[12] Her iki alıntı da şu internet sitesinden: Materialistes.

[13] Primo de Rivera, José Antonio, Escritos y Discursos: Obras Completas (1922–1936), Yayına Hz.: Agustín del Río Cisneros, Madrid: Instituto de Estudios Políticos [dijital PDF dosyası, 2004]. 1976: s. 484–485.

[14] Giménez Caballero, Ernesto, Casticismo, Nacionalismo Y Vanguardia: Antología, 1927–1935, Yayına Hz.: José-Carlos Mainer, Madrid: Fundación Santander Central Hispano., 2005: s. 189.

[15] Bkz.: Gracia, Jordi, “Fascismo y literatura o el esquema de una inmadurez,” Fascismo en España içinde, Yayına Hz.: Ferran Gallego ve Francisco Morente, Madrid: El Viejo Topo. 2005: s. 120.

[16] Giménez Caballero, Ernesto, Memorias de un dictador, Barcelona: Planeta 1979: s. 318.

[17] Primo de Rivera, José Antonio, Escritos y Discursos: Obras Completas (1922–1936), Yayına Hz.: Agustín del Río Cisneros, Madrid: Instituto de Estudios Políticos [dijital PDF dosyası, 2004]. 1976: s. 577–579.

[18] Bkz.: Saz Campos, Ismael, España contra España: Los nacionalismos franquistas, Madrid: Marcial Pons 2003: s. 98–99.

[19] Ortega y Gasset, José, España invertebrada, Barcelona: Austral. 2015: s. 96–97.

[20] Ortega y Gasset, a.g.e., s. 113.

[21] Ortega y Gasset, a.g.e., s. 96.

[22] Ortega y Gasset, a.g.e., s. 140.

[23] Evola, Julius, Revolt Against the Modern World, Rochester, Vermont: Inner Traditions International. 1995: s. 24.

[24] Ortega y Gasset, José, España invertebrada, s. 101; Evola, a.g.e., s. 177.

[25] “Kitle insanı” [hombre-masa] Ortega’nın Kitlelerin İsyanı kitabının ana kavramıdır. Evola’nın bu kavramı nasıl kullandığını görmek için bkz.: Evola, a.g.e., s. 350.

[26] Ortega, España invertebrada, s. 99.

[27] Gentile, Giovanni, Origins and Doctrine of Fascism: With Selections From Other Works, Yayına Hz.: A. James Gregor, New Brunswick, NJ: Transaction. 2007: s. 28.

[28] Nietzsche, Friedrich, Untimely Meditations, Cambridge: Cambridge University Press. 1997, s. 113.

[29] Örneğin bkz.: Hegel, Georg Wilhelm Friedrich. Lectures on the Philosophy of World History. Introduction, Cambridge: Cambridge University Press. 1984: s. 52, 63, 76.

[30] Oriani, Alfredo, La rivolta ideale, Bologna: Licinio Cappelli. 1924: s. 284.

[31] Örneğin bkz.: Mosse, George L. The Nationalization of the Masses: Political Symbolism and Mass Movements in Germany From the Napoleonic Wars Through the Third Reich, Ithaca ve Londra: Cornell University Press. 1991; Gentile, Emilio, Fascismo: Storia e interpretazione, Bari: Laterza. 2002: s. 161–164.

[32] Grandi, Dino, Il mio paese: Ricordi autobiografici, Bolonya: Il Mulino. 1985: s. 26.

[33] Gentile, Fascismo: Storia e interpretazione, s. 162.

[34] Gentile, a.g.e., s. 161.

[35] Kemper, Franz, “Einleitung,” Konstantin Frantz, Masse oder Volk: Louis Napoleon içinde, Potsdam: Alfred Protte Verlag: 1933: s. 13.

[36] Reventlow, Graf Ernst, Deutscher Sozialismus: Civitas Dei Germanica, Weimar: Alexander Duncker Verlag. Reventlow 1933: s. 312.

[37] Delmar, Maximilian, Französische Frauen, Freiburg: Ernst Guenther Verlag. 1925: s. 143, 78. Ayrıca Theweleit’taki tartışmaya bakılabilir: Theweleit, Klaus, Männerphantasien: 2 Band, Frankfurt am Main: Roter Stern. 1978: s. 89–93. Bu klasik çalışma genel manada iki savaş arası dönemde Alman aşırı sağının kitlelere yönelik düşmanlığı konusunda oldukça zengin bilgi ve görüşler aktarıyor.

[38] Puértolas, Julio Rodríguez, Historia de la Literatura Fascista Española, Madrid: Akal Puértolas 2008: s. 512.

[39] Bu konuda Fransız faşist Georges Valois’nın komünizmi kitlelerle tanımlı bir olgu olarak tarif ettiği tespitlerine bakılabilir: “Valois’nın fikrine göre, komünistlerin özel mülkiyete yönelik saldırıları, onlardaki Asya kültürlerinde görülen, göçebelere has dürtünün kanıtıdır. Bu sebeple faşistler komünistleri ‘sürü’ olarak tahayyül ederler, onları Fransa toprağına kök salmış, muharip ve mülk sahibi köylüye saldıran, sürekli huzursuz olan göçebe kitleler olarak görürler.” (Aktaran: Antliff, Mark, “La Cité française: Georges Valois, Le Corbusier, and Fascist Theories of Urbanism,” Fascist Visions. Art and Ideology in France and Italy içinde, Yayına Hz.: Matthew Affron ve Mark Antliff, Princeton, NJ: Princeton University Press. 1997: s. 158.

0 Yorum: