08 Haziran 2023

,

Faşizmin Emperyalist Kökleri III

Ara Dönem: Özendirici Etki

Kuzey Atlantik genelinde örgütler, faşizmin hızlı yükselişini gördüler ve benzer bir başarıyı elde edecekleri umuduyla, onun ideolojisinin belirli kısımlarını benimsediler. 1923 yılında, Mussolini’nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra General Miguel Primo de Rivera, İspanya hükümetini devirip kendisinin yeni maneviyat anlayışına sahip olduğunu düşündüğü Mussolini’nin hareketine yönelik hayranlık üzerine kurulu bir askeri diktatörlük tesis etti.

ABD’de sanayi, faşistleri, emeğin hakları karşısında geçerlilik kazanabilecek makul bir hareket olarak gördü. O yıl Amerikan Lejyonu Komutanı, lejyonerlerine şunları söylüyordu:

“Gerektiğinde Amerikan Lejyonu, ülkemizdeki kurumları ve idealleri tıpkı İtalya’yı tehdit eden yıkıcı güçlerle baş etmesini bilen Faşistler gibi korumaya hazırdır. Faşistler İtalya için neyse Amerikan Lejyonu da ABD için odur, bunu asla unutmayın.”[1]

Amerika’da barut işinden zengin olan Du Pont ailesi, Amerikan Lejyonu isimli örgütten kopan ve kendisini Kara Lejyon olarak adlandıran örgütü finanse etti ve bu örgüt eliyle ülkedeki sosyalist hareketi güç kullanarak ezdi. Ülke genelinde 30.000 civarında üyesi bulunan Kara Lejyon, Ku Klux Klan yanında, ülke içinde ve dışında sanayicilerin hedefleri doğrultusunda şirketler adına lobi faaliyeti yürüten cephe örgütü Amerika Özgürlük Birliği ile arasındaki bağları muhafaza etti.

Avusturya’daki Hemwehr [“Yurt Muhafızları”] gibi diğer paramiliter örgütlerin faşistleştiği koşullarda, Avrupa genelinde başka yeni örgütler kuruldu. 1925’te Sorel’le eskiden birlikte çalışmış olan Georges Valois, Fransa’da Faisceau des combattants et producteurs [“Savaşçı ve Üretici Birlikleri”] isimli örgütü kurdu. Valois’ya göre, “faşizmin düşünsel babası Georges Sorel”di. Kendisini ise “faşizmin mucitleri” olarak görüyor, faşizmi İtalya’da kopyaladıklarını söylüyordu.[2]

İki yıl sonra üniversite profesörü António de Oliveira Salazar, 1926’da Portekiz’de askeri diktatörlüğün kurulmasına ön ayak olan darbede yer aldı. Salazar, İtalyan faşizminden etkilenen bir isim olarak kabinede korporatist finans bakanlığı görevini üstlendi. Altı yıl sonra ise başbakanlık koltuğuna oturdu.

Ayrıca 1926 yılında askeri lider Józef Piłsudski, Polonya’da iktidarı ele geçirdi ve burada korporatist milliyetçi bir devlet inşa etti. Kuzeyde ise Finli öğrenciler, Sovyetler’in politik ve kültürel etkisine karşı faşist irredentist (ilhakçı) hareketi kuracak olan Akademik Karelya Derneği’ni kurdular. İsveç’te ise Per Engdahl, Faşist Mücadele Örgütü’nü kurdu.

Doğu Avrupa, önemli faşist hareketlerin kurulduğu, siyasete etki ettiği yerdi. Bunun bir sebebi de Macaristan’ın güçlü askeri lideri Gyula Gömbös’ün Mussolini ile müttefik olmasıydı. 1927’de antisemitist bir profesör, Romanya’nın o ünlü Başmelek Mikail Lejyonu’nu kurdu. Örgüt, birçok insanı örgütleyen genç lideri Corneliu Zelea Codreanu’nun savunduğu kutsallaştırılmış politik şiddet anlayışı üzerinden büyüme imkânı buldu. Bu pratik dâhilinde örgüt üyeleri, tuhaf bir biçimde, kendilerine kasten zarar veriyor, kan içme ayinleri düzenliyor, bir yandan da politik suikastlar ve etnik gruplara yönelik saldırılar tertipliyorlardı.

İngiliz İşçi Partisi üyesi siyasetçi Oswald Mosley, kısa bir süre sonra faşizme yöneldi ve 1932’de Britanya Faşistleri Birliği’ni kurdu. Ertesi yıl General Miguel’in oğlu José Antonio Primo de Rivera Falange Española [“İspanyol Falanjı”] örgütünü kurdu.

Mussolini’nin Roma Yürüyüşü sonrası faşizmi benimseyen en önemli örgütse Bavyera eyaletinin daha çok Katoliklerin yaşadığı bir bölgesinde kurulan küçük bir radikal sağcı popülist parti idi. Başında her telden kaçığın, komplocunun, antisemitistin ve okültistin bulunduğu bu parti, Alman İşçi Partisi adını aldı. Sonrasında adını Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi [“Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei” -NSDAP] olarak değiştirdi. Onu küçük görenler, partiyi “Nazi Partisi” olarak adlandırmışlardı.

Almanya, İtalya’dan farklı olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndan her yönden yenilgiyle çıkmıştı. Donanmada başgösteren isyan, ülke genelinde işçi konseylerindeki yayılma ile birlikte açığa çıkan devrimci harekete evrildi. Bunun sonucunda Alman imparatorunun politik düzeni bozuldu ve imparator, tahtını bırakmak zorunda kaldı. İktidar imkânlarının paylaşılmasını öngören, yatay ilişkiler üzerine kurulu bir sistem inşa etmek yerine sosyal demokratlar, işçi konseylerindeki nüfuzlarını yeni bir cumhuriyetçi hükümet kurmak için kullandılar. Başını Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in çektiği, yeni kurulmuş olan Alman Komünist Partisi’nin devrimci itirazlarıyla birlikte yeni kurulan hükümet, güç kazanma imkânı bulamadı. Luxemburg ve Liebknecht, burjuva liberalleriyle birlikte kurulmuş olan parlamenter hükümeti reddetti. Sosyal demokratlar, paramiliter gazi örgütleriyle anlaşma yaptılar. Bunların en önemlisi de gönüllülerden oluşan Özgürler Birliği [“Freikorps”] idi. Yapılan anlaşma, komünistleri durdurmak ve hükümetin meşruluğunu muhafaza etmekle ilgiliydi.

Ocak 1919’da yeni hükümet, deneyimli Özgürler Birliği üyelerini, o üzerinde gamalı haç işareti bulunan miğferleriyle, on bir gündür süren, grevlerle ve işgal hareketiyle birlikte ilerleyen, AKP’nin öncülük ettiği Spartakist ayaklanmayı durdurmak için sahaya sürdü. Luxemburg ve Liebknecht tutuklanıp sorgulandı, ardından da katledildi.

Bavyera’daki işçi konseyleri “Sovyet Cumhuriyeti” adını aldılar. Nisan 1919’dan itibaren evsizlere ekmek ve ev dağıtmaya, fabrikaları işçilere teslim etmeye başladılar. Ama 3 Mayıs günü sosyal demokratlar, Alman ordusunu ve Özgürler Birliği üyelerini Bavyera’ya gönderip solcu deneyimi sona erdirdiler. Paramiliter unsurlar, sokaklarda yaklaşık yedi yüz insanı yargısız infaz neticesinde katlettiler. Bu insanlar arasında komünist lider Eugen Leviné ve anarşist Gustav Landauer de bulunuyordu.

Alman Özgürler Birliği’ne göre Birinci Dünya Savaşı bitmemişti. Çünkü komünizme ve demokrasiye karşı mücadele, mantıksal açıdan hâlen daha devam ediyordu: önce Almanya, onu en önemli zamanda hükümeti yıkmak suretiyle “sırtından bıçaklayan” solculardan ve Yahudilerden arındırılmalı, ardından Fransa’ya bir kez daha saldırılmalı, Almanya yeniden eski şanlı günlerine döndürülmeliydi. Toprak sahibi sınıflardan gelen iyi eğitimli Prusyalı subayların öncülük ettiği birlik, savaş sonrası silâhlarını sakladı ve “mevcut rütbe düzenine göre birlikte çalıştıkları emek toplulukları” kurdu, bu çalışma dâhilinde Polonya’dan gelen göçmen emeğini ülkeden kovdu.[3] Kan ve toprakla ilgili köklerine vurgu yapan köylü kitle tabanı üzerinden Özgürler Birliği, solculara saldırdı, solcu liderleri katletti, sınır anlaşmazlıkları dâhilinde Polonya ordusuna saldırdı ve onun idaresi altında olduğu iddia edilmesine rağmen, liberal demokrasiye karşı yoğun bir savaş yürüttü.

Karşı devrim sürecinin en sert şekilde ilerlediği günlerde milli meclis toplandı. Yeni kurulan (ve anayasanın çerçevesinin oluşturulduğu ve imzalandığı yer olan Weimar’ın adını alan) Alman cumhuriyetinde sosyal demokratlar, siyaset sahnesine “otoriter kimliklerini gizleyen” Katolik Zentrumspartei (Merkez Parti), General Paul von Hindenburg’a yakın olan Deutschnationale Volkspartei (Milli Halk Partisi) ve liberal demokratlarla ile birlikte hâkim oldular.[4] Yirminci yüzyılın ilk on yıllık dilimi içerisinde bir dönem Bismarck’la birlikte hareket etmiş olan Milli Liberal Parti, Nuremberg savcısı Franz Neumann’ın “Almanya’nın sömürge politikasının doğrudan sonucu ve Nasyonal Sosyalist partinin ideolojik atası” dediği Pan-Alman Birliği’nin yüzde 47’sini teşkil etmekteydi.[5] İmparatorluğun bulunmadığı koşullarda milliyetçilerden kopmuş olan liberaller, amaçsız ve güçsüz bir hareketmiş gibi görünüyorlardı. Dini baskılar sebebiyle milliyetçilere ve liberallere eskiden beri öfkeli olan Katolik Merkez Partisi ise rakiplerine yardım etmek niyetinde değildi. Koalisyon hükümeti içerisinde yer alan sosyal demokratlar, sosyalizmi inşa etme görevini yerine getirme konusunda kendilerini güçsüz görüyor, sandıkta ve sokakta komünist partinin ağırlığı altında eziliyorlardı. Bu dönemde bir yandan da sağcı milliyetçiler, sosyal demokratların başarısını Kasım Devrimi’nin ve ülkenin Bolşevikleşmesinin henüz fark edilmeyen başarısının bir göstergesi olarak değerlendiriyorlardı.

Muhafazakâr Devrim

Hermann Goering, Erich Ludendorff ve Hermann Ehrhardt gibi isimlerin milli kahramanlar olarak öne çıktığı dönemde Ernst Jünger türünden “muhafazakâr devrimciler”in (“yeni muhafazakârlar” olarak da adlandırılan kesimin) kaleme aldığı yazılar üzerinden yeni bir savaşçı aşırı milliyetçilik anlayışı gelişti. Dönemin erkek haklarını savunan aktivistlerinin yazılarını anımsatan yazılar kaleme alan Jünger, kendisindeki erkek bakışını elindeki silahla ve kadınları seks objesi olarak gören yaklaşımıyla harmanlayan bir isimdi: “Yoldan geçen kadınlara bir tabancayla nişan alıp ateş eder gibi delici ve kısa süreli bakışlar atıyorum, sonra gülümsemek zorunda kaldıklarını görünce keyifleniyorum.”[6] Jünger’in yazılarında ve artık Özgürler Birliği’ne katılmış olan Birinci Dünya Savaşı kahramanlarını göklere çıkartan başka yazılarda, genelde kadınlar nisyanı ve vazgeçişi temsil eden insanlar olarak sunuluyordu. Özelde ise proleter kadınlar ise yabani, komünist, kirli, düşüncesiz ve Nazi dünya görüşüne ileride ilham kaynağı olacak olan Özgürler Birliği mensubu erkekleri tehdit eden bir unsur olarak görülüyorlardı. Yahudilerin durumu daha da kötüydü. Onlar, Vaftizci John’un kellesini isteyen Yahudi prensesi Salome, eski zamanlarda İsrail kralının eşi olan, sahte peygamberlerin temsili olarak görülen Jezebel ve Eski Ahit’te geçen, Yahudileri kurtaran Judith üzerinden değerlendiriliyorlardı. Bu yazılarda kullanılan dilde masum kadınlar tecavüzle tehdit ediliyor, ama öte yandan, hikâyelerin kahramanları, cinsel açıdan ilgi göstermeden solcu kadınlara işkence ediyor veya onları öldürüyorlardı.[7]

Jünger’in savaşla ilgili değerlendirmelerini içeren Çeliğin Fırtınaları ile Maceraperest Yürek, “dünyanın ruhunun gerçek arenası” olarak görülen savaş sahasında gösterilen kahramanlıklara dair nostaljiyi besledi, bir yandan medeniyetin çöküşünü tespit ederken, bir yandan da imparatorluğun kadınsılaşmasına eşlik eden nisyanın ufukta belirdiğini ve bu nisyan olgusunun ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyordu.

Medeniyet eleştirisi, Jünger’in alamet-i farikası idi. Bunun yanında kendisinin “derin Aydınlanma” dediği, doğal olan lehine Aydınlanma’ya yönelttiği reddiye de önemli bir yer tutuyordu. Jünger, ülkedeki işçilerin iradesini ve ruhunu sanayileşmeye yönelik çaba içerisinde birleştirecek “topyekûn seferberlik” fikrini romantize ediyor, bu pratiğin modern dünyayı felâkete sürükleyeceğini dünyayı kontrol altında tutan liberal demokrasiyi koltuğundan edeceğini söylüyordu.[8]

Maceraperest Yürek isimli eserinde, “hastalığın kol gezdiği, mağlubiyetin herkesi esir aldığı günlerde zehir ilâç hâline geliyor” tespitinde bulunan Jünger, “bugünlerde tüm insanlar ve tüm eşya büyülü bir hiçliğe doğru sürükleniyor. Demek ki yeni hayat alev almış. Demek ki alevdir yeni hayatı yaratan. O hâlde sen de varolmanın neticesi olan o alevin bir parçası ol” diyordu.[9]

Weimar Almanyası’nın yaşadığı çöküşe yönelik olarak geliştirilen nihilist yaklaşım, bir yanıyla gerçek Almanya’nın ileride dirileceğine dair görüşü ifade ediyordu. Jünger’in sekreteri Armin Mohler, bu dirilişi ancak muhafazakâr devrimciliğin gerçekleştirebileceğini söylüyordu: “Öz çürümez. Umudumuz, geriye kalanlardadır”[10] diyen bu nihilizm, faşizmin ideolojisinde makes buldu. Mevcut gerçekliği tümden yıkmayı öngören bu nihilizm, her şeyi çürüten, yozlaşmış ve asalak unsurların temizlenmesini, bugünde ülkeyi yenileyecek bir sürecin başlatılmasını öngörüyordu. Bu süreçse nihayetinde ecdadı yeniden diriltmeye yönelik, efsanelerden beslenen bir yaklaşım üzerine kuruluydu.[11] Bu türden bir ütopik fikir, yeni insanın ürettiği yeni güne ait düzenle ilişkilendiriliyordu. Jünger, sonrasında kaleme aldığı romanlarda bu yeni insanı Stirner’in biricik felsefesini temel alan, insanî kusursuzluğun en iyi örneği olarak görülen Anark karakteri üzerinden takdim etmekteydi

Esasında muhafazakâr devrimciler arasında popüler olan nihilist egoizm, görünüşte liberallerin temsiliyet imkânı bulamamış emperyalist hırsları, Katoliklerin hakların mahrum kılınmış gelenekçiliği, popülizmin halkın yavan fikirlerini önemseyen anlayışı ve kanla toprağa dönmeyi arzulayan milliyetçi anlayış içerisinde varolan güçle alakalı boşluğa sesleniyordu. Bu boşluğu doldurmak adına, genelde “yurtsever hareket” içerisinde değerlendirilen bir dizi gerici politik parti kuruldu. Bu partiler, çoğunlukla muhafazakâr devrimci gazi örgütleri ve köylerdeki milliyetçi paramiliter unsurlarla birlikte çalışıyor, solculara karşı harekâtlar düzenliyor, Polonya sınırında yaşanan çatışmalara dâhil oluyorlardı. Bu partilerden biri de Alman İşçi Partisi’ydi.

1919’da ordu, başarısız bir ressam, aynı zamanda orduda onbaşılık yapan Adolf Hitler isimli bir kişiyi Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplamakla görevlendirdi. Hitler, partiyi kendi partisiymiş gibi sahiplendi, lideri hâline geldi ve partinin ismini Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi olarak değiştirdi. Hitler, Almanya’nın yüzleştiği ve kendisine hayran olan, hayat hikâyesini kaleme alan Gerhard Loose’ye göre, “sadece beklenen değil, aynı zamanda hoş karşılanan” sıkıntıları konusunda totalitarizmi öneriyordu.[12]

Jünger’in zafere işaret eden kehanetine karşın Almanya, kriz denilen bataklığa yuvarlandı. Hükümet, Özgürler Birliği’ni dağıtmaya çalıştı, ama birlik, bu hamleye Berlin’e yürüyerek cevap verdi. Sonrasında bu darbe girişimi, Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in ölümünden sorumlu olan Waldemar Pabst’ın yanı sıra Ehrhardt ile Ludendorff’un güçlerini birleştirdiği Wolfgang Kapp isimli devlet memurunun adıyla anıldı. Ordunun darbeye karşı harekete geçmeyi reddetmesi üzerine hükümet mensupları Berlin’e kaçtı ve darbe girişiminin sonlanmasına neden olacak olan genel grev için çağrı yaptı. Ancak genel grev, süreç içerisinde silâhlı ayaklanmaya evrildi. Ruhr bölgesindeki militan işçiler Kızıl Ordu’yu kurdular, hükümeti işçilerin kontrolü altına aldılar. Kapp darbesine karşı hamle yapmaya karşı çıkan aynı ordu, Ruhr’daki Kızıl Ordu’ya karşı Özgürler Birliği ile birlikte hareket etti, yüzlerce insanı öldürdü veya işkenceden geçirdi. Büyük bir cesaretle dövüşen solcular, “Derdimiz ne zulüm, ne intikam, ne cezalandırma. Sadece insanlık sevgisi ve adalet!” dediler. İşçi ve asker konseylerinin gerçekleştirdiği ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı.[13]

Takip eden dönemde ekonomi istikrarsızlaştı. Bu da Weimar hükümetini Fransa’dan savaş tazminatlarının ödeneceği tarihin ertelenmesini istemeye mecbur etti. Gelgelelim, Almanya’nın bu talebine cevap olarak 1922’de Fransız ve Belçika orduları Ruhr bölgesini birlikte işgal ettiler. Sosyal demokratlar ve sendikalar işgale “pasif direniş”le karşılık verince Fransız makamları 100.000 sendikacıyı ve devlet görevlisini aileleriyle birlikte Ruhr bölgesinden kovdu.[14] Ruhr krizi ve sonrasında Fransa ile ilişkilerde yaşanan politik kriz, politik fırsatların doğmasını sağladı.

Hitler, Mussolini’nin faşizm anlayışını, partisinin gerçekleştirdiği popülist şatafatlı gösterileri ve Roma yürüyüşünde sergilenen gösteri sanatını benimsedi. 8 Kasım 1923 günü Birahane Darbesi’nden önce kalabalığa yaptığı konuşmada “milli devrim” çağrısında bulundu. Bu çağrı üzerine General Ludendorff ve “Yurtsever Hareket” içindeki diğer paramiliter unsurlar, Bavyera hükümetine karşı bir darbe girişiminde bulundular.[15] Alaycı bir ifadeyle “Birahane Darbesi” olarak anılan ve Münih’te gerçekleştirilen bu darbe girişimi sonrası Hitler yargılandı. Bu yargılama sürecinde Hitler, antisemitist görüşlerini aktaracak önemli bir kitleye kavuştu. Kısa süre kaldığı hapishanede politik manifestosu Kavgam’ı vekili Rudolf Hess’e yazdırdı.

Nazi “Solu” ve Halkçı Hareket

Hitler hapisteyken Nazi partisi, geçici süreliğine yasaklanma tehlikesiyle yüzleşti. Bunun üzerine Nazi Partisi üyesi örgütçü Gregor Strasser, kardeşi Otto Strasser ve partinin ideologu Artur Dinter’le birlikte yeni bir halkçı hareket inşa etmek için kolları sıvadı. Aynı dönemde Komünist Parti ve sosyal demokratlar, paramiliter güçlerle sokakları kontrol altına alan faşizmin tehlikeli olduğunu gördü ve bu paramiliter güçleri durdurmak için örgütleme çalışmaları başlattı. Ruhr Kızıl Ordusu’ndan geriye kalanlar Kızıl Cephe Savaşçıları (RFB) isimli bir örgüt kurdular. Birahane Darbesi’nden bir yıl sonra, 1924’te kurulan örgüt solcuların mitinglerine ve yürüyüşlerine yönelik olarak gerçekleştirilen faşist saldırıları püskürtmek, ayrıca faşistlerin düzenlediği mitingleri dağıtmak için kullanıldı. Sosyal demokratlar da Reichsbanner [“İmparatorluk Sancağı”] isimli, üye sayısı bir milyonu bulan başka bir örgüt kurdular. Bu antifaşist örgütler, faşistlerin halkçı hareketinin gerçekleştirdiği her türden manevranın önüne taş koydular. İtalya’da olduğu gibi Almanya’daki bu halkçı hareket de faşist hareketle ekoloji gibi konularda ortaklaşıyordu, ama Hitler’in devre dışı kalması ve Nazi Partisi’nin yasaklanması üzerine hareketteki ideolojik katılık ortadan kalktı. Zamanla Nazilere yüzünü çevirmiş insanları pratikte örgütlemek diğer partiler için daha da kolay bir iş hâline geldi.

Strasser Kardeşler, güneyin köylerindeki muhafazakârları değil de kuzeydeki sanayi işçilerini örgütlese de hareketleri ne kapitalizmi ne de Marksizmi savunuyordu. Bu iki isim, “efendilerin olmadığı” bir toplumun inşa edilmesini öneren, liyakat temelli doğal hiyerarşiyi temel alan, Avrupa milletlerini yeni kurulacak Avrupa Birleşik Devletleri içinde bir araya getirecek, sendikalar ve şirketlerden oluşan organik birlik fikrini savunan başka bir zihniyete sahipti. Kafalarındaki bu “doğal hiyerarşi”, işçilerle liderleri arasında dayanışmanın tesis edilmesini isteyen, bu anlamda, bürokrasi ve idaredeki “efendiler”e karşı çıkan, zorunlu görülen meritokrasi ve iş ahlakı anlayışına denk düşüyordu. Ekolojiyi ve köylü hareketlerini proleter devrime eklemleyen Strasser Kardeşler’in derdi, “Ortaçağ sonrası yaşanan Köylü Savaşları’nda kullanılan siyah bayrağı göndere çekmek”ti. Burada Strasser Kardeşler, esasen devrimci muhafazakâr bir isim olan Arthur Moeller van den Bruck’un kaleme aldığı, 1923 tarihli Das Dritte Reich [“Üçüncü İmparatorluk”] isimli kitaptaki görüşü dile getiriyorlardı.[16] ilk çıktığında başlığı “Üçüncü Yol” olan bu kitapta isyanı temel alan halkçı ideoloji, modern dünyanın sorunlarının çözümü olarak görülen Alman Protestan geleneğindeki manevi otantikliği esas alan “üçüncü bir güç” olarak takdim ediliyordu.[17] Nasyonal Sosyalizm’in yükselişi için uygun ortamın yaratılmasına katkıda bulunan halkçı ve “muhafazakâr devrimci” hareketin diğer birçok üyesi gibi Moeller de Almanları sağ-sol ayrımını toplumsal bir devrimle aşabilecek manevi bir kolektif dâhilinde birleştirmek için Niçeci üstinsanın yaratılması çağrısında bulunuyordu.

Sağ ve solun tuhaf bir biçimde bir arada varolduğu düşünsel ortamlara verilecek diğer bir örnek de “milliyetçi Bolşevizm”di. Rus iç savaşı sonrası Almanya’ya gelen Beyaz Ordu mensupları, ülkeler arasında antikomünist bir birlik kurulmasını savunan aşırı milliyetçi bir anlayış geliştirdiler. Bazıları, vatanlarını “özgürleştirmek” amacıyla Nazilerle birliktelik kurmanın yollarını aradılar. Aynı dönemde Beyaz Ordu’nun üst kademelerinde çalışmış kimi isimler, devlet komünizminin nihayetinde yüzünü milliyetçiliğe çevireceğini düşünen sosyalizme benzer bir görüşü benimsediler. Örneğin Nikolay Ustryalof, Bolşeviklerin millete yaptıkları olumlu katkıları kabul ediyor, güçlü bir milliyetçi politik ekonomi anlayışından yana durup enternasyonalizm çizgisini terk etmeleri beklentisi içerisinde bir tür “milliyetçi Bolşevizm” anlayışını savunuyordu.[18]

Bunun üzerine Alman faşistleri, Sovyet Beş Yıllık Plan’ın ve Almanya ile ilgili olarak yaratacağı olası sonuçları anlama çabası içine girecek olan bir tür düşünce kuruluşu olarak Rus Planlı Ekonomi Çalışmaları Derneği’ni (ARPLAN) kurdular. ARPLAN Nasyonal Bolşevik örgütü, sağcı ve solcu ideolojiyi birlikte savunuyor, Macar devrimci Georg Lukács gibi isimleri bünyesine katabiliyordu. Bu çalışmaya sonrasında Jünger, Ernst Niekisch ve muhafazakâr devrimci bir isim olan Friedrich Hielscher de dâhil oldu. Tüm bu isimlerin hayalinde, Rusya’nın elinde olan Pasifik sahillerinden Portekiz plajlarına dek uzanan bir Avrasya birliği meydana getirmek vardı. Sovyetler Birliği’ndeki bazı isimler de o dönemde komünist partinin açıktan enternasyonalist olan çizgisiyle çelişen milliyetçi bir yaklaşım içerisinde olmalarına rağmen, devrime revizyonist sosyal demokratlardan daha fazla bağlı olduklarını düşünüyorlardı.[19] Hitler’in Birahane Darbesi sebebiyle hapse atıldığı yılın ardından üst düzey bir dizi Bolşevik, politika sahnesini devre dışı bırakacağını düşündükleri bir tür halkçı faşizme meyleden bir hareket inşa ettiler. Nikolay Buharin, Rusya Komünist Partisi’nin on ikinci kongresinde yaptığı konuşmada, “Nazi Partisi’nin tıpkı İtalyan faşizmi gibi Bolşeviklerin politik kültürünü miras aldığını” söylüyordu.[20] Aynı yıl içerisinde, 20 Haziran günü Karl Radek, Komintern İcra Komitesi’ne komünist ve Nazi örgütleri içerisindeki halk kesimleri arasında müşterek bir zemin bulunması önerisinde bulundu.

Lâkin milliyetçi Bolşevikler azınlıktaydı. Komintern, faşizmin “burjuva sol partilerin eski bir oyunu olduğunu, bu anlamda, bu partilerin sanayide ve tarımda çalışan işçiler için sendikalar kurduğunu, böylelikle ülke içerisinde proletaryaya barışı tesis etme çağrısı yaptığını, buradan da işveren örgütleriyle pratikte kurulacak işbirliğine öncülük ettiğini” söyledi.[21]

Devrimi yapamaması sebebiyle sendeleyen Alman Komünist Partisi, meclis denilen aracı kullanarak faşizmin yükselişine mani olmak için örgütlenme çalışması yürütmeye başladı. Bu noktada Trotskiy, partiyi faşizmi fazla ciddiye almamaları konusunda uyardı ve bunun yerine, sosyal demokratların burjuvaziyle kurduğu işbirliği denilen hayaletle dövüşmelerini önerdi.[22] Trotskiy’nin bu tutumu, Özgürler Birliği’nin rolü dikkate alındığında anlaşılır olsa da o, faşizmi yanlış bir yaklaşım dâhilinde, egemen sınıfın basit bir uşağı olarak görüyor, ümitsizliğin, kaygının ve haklardan mahrum kalmanın yarattığı hayal kırıklığının kol gezdiği koşullardan istifade etme konusunda epey mahir olan, sağ ile sol arasında kurulmuş, devrimci ve muhalif unsurları da içeren özel bir işbirliği zemini olduğunu tespit edemiyordu. Bu anlamda, Alman Komünist Partisi’nin, anarşistlerin ve sosyal demokratların yüzleştiği politik krizin yeni aşamasında önemli olan sosyal demokrasi değil faşizmdi. Trotskiy, sonrasında bu analizini değiştirip faşizmin sermayenin çıkarlarına hizmet eden, ama sermayeye körü körüne bağlı olmayan, sınıfları dikine kesen, popülist bir ittifak olduğunu söyledi. Buna karşın Alman Komünist Partisi, faşizmin yükselişini onu boğacak örgütlü çalışmayı yürütmek yerine, sosyal demokrasi karşısında elini güçlendirmek için kullandı. Nazi tehdidi konusunda muğlâk ifadelere başvuran partinin sosyal demokratların Özgürler Birliği’ne yardım ettiğiyle ilgili tespitleri, onların sokaklarda faşizme karşı yürüttükleri militan çalışmayı sabote etti.

Faşizmle nasıl başa çıkılacağı konusunda kafa karışıklığının hüküm sürdüğü, ideolojik ayrışmaların yaşandığı dönemde Naziler, Nasyonal Sosyalist Pan-Alman Özgürlük Hareketi ve Nasyonal Sosyalist Özgürlük Partisi gibi diğer halkçı milliyetçi sosyalist partiler üzerinden bir kitle tabanı oluşturmaya çalıştılar. Bu noktada yereldeki büroların başına Gregor Strasser ve General Ludendorff getirildi, ayrıca Strasser meclise gönderildi.[23]

Halkçı milliyetçilik; milliyetçi politika, korporatizm ve milliyetçi diktatörlük gibi başlıkların detaylarıyla ilgili tartışmalar yürüten yeni muhafazakârların ve faşistlerin buluştuğu ideolojik kavşak hâline geldi. Nazi partisinin 1925’te yeniden kurulması ile birlikte halkçı hareketin milliyetçi sosyalist kesimi kültür temelli yaklaşımı terk edip Hitler’in politik liderliğine yöneldi. Artık Hitler’in “takipçi”si değil “arkadaş”ı olan Strasser, onun “sosyalist” öğretisini NSDAP’ın içindeki işçi hareketinin programına dâhil etti. Program taslağı, halkçı milliyetçi sosyalizmi temel alıyor, topraksız köylülerle sanayi işçileri yerine küçük burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayan hiyerarşik korporatist devlet karşısında milliyetçi diktatörlük önerisinde bulunuyordu.[24] Taslaktaki önerilerde 1919 sonrası Almanya’ya göç eden Yahudilerin sınır dışı edilmesi gerektiğinden bahsediliyor, kalanlarınsa yurttaşlık hakkından mahrum kalmaları gerektiği söyleniyordu. Almanlar içinse taslak, partinin toprakları bölüp küçük çiftçilere dağıtması, loncalarda örgütlenmiş patronların ve “milli dayanışma”ya bağlı kalan sendikaların yönettiği faşist korporatist devleti inşa etmesi önerisinde bulunuyordu. Burada esasen Drumont’un ve Barrès’in “sosyal monarşizm” veya Maurras’ın “milli bütünlük” anlayışından bahsedilmekteydi. Eskiden gördüğümüz hükümdarın yerini eylem ve halk adamı olarak modern diktatör figürü alıyor, egemenlik, bir biçimde ona ait olmaya devam ediyordu.

Hitler Kontrolü Yeniden Ele Geçiriyor

Hitler’e göre halkçı hareket, esasen eksik bir tedbirdi. Liderliği ele geçirdiği Bamberg Konferansı sonrası parti belirli bir çizgiye çekildi, böylelikle Führer kültü uygulamaya konuldu. Strasser Kardeşler, popüler birer isim hâline geldiler. Buna karşın, Hitler’in Bavyera eyaletinde devreye soktuğu sözde muhafazakârlığın radikal bir kitleye kavuştuğu koşullarda, Schleswig-Holstein gibi kırsal bölgelere kıyasla kentlerdeki işçi mahallelerinde parti yeterince üye kazanamadı. Geçiş sürecini hızlandırmak adına Hitler, Gregor Strasser’i ikinci adam konumuna yükseltti, bir yandan da duygusal düzeyde parti içinde kolektif birlik anlayışını oluşturacak büyük ritüeller ve törenler üzerinden yürütülecek parti propagandası faaliyetlerini hızlandırdı. Nazi Partisi, iktidarı almaya yönelik bir seçim stratejisi geliştirdi, ama aslında o, daha çok cumhuriyete zarar verecek yıkıcı bir muhalefet anlayışı üzerinden hareket ediyordu. Strasser’in ifadesiyle parti, “yıkım politikasını uyguluyordu”, çünkü “mevcuttaki liberal sistemin çökmesini yalnızca bu yıkım politikası sağlayabilir”di. Bu anlamda Nasyonal Sosyalistler, “sistemi zayıflatan her bir grevi, her bir hükümet krizini ve devlet iktidarını aşındıran her bir gelişmeyi hayırlı kabul ediyor, bunların sistemin ölümünü hızlandıracağını düşünüyor”du.[25]

Mitingleri savunmak ve sokakları kontrol altına almak amacıyla Joseph Goebbels ve Strasser, partiye bağlı Sturmabteilung [“Fırtına Birlikleri” -SA] örgütünün elindeki zor aygıtının desteğiyle kapsamlı bir propaganda faaliyeti içine girdi. Hitler’den önce partiye katılan ve partinin parçası olduğu Yurtsever Hareket’ten kopmuş olan Ernst Röhm isimli Birinci Dünya Savaşı gazisinin örgütlediği SA, muhtemelen Nazi Partisi’nin en fazla göz önünde olan ve en fazla tartışmalara yol açan yönü idi.

Nazilerdeki militanlık, Alman ordusunun önemli bir kısmından da destek gördü. Völkischer Beobachter [“Halkın Gözcüsü”] isimli gazeteyi ordunun sunduğu mali yardım sayesinde satın alabilmişlerdi. Ludendorff gibi önemli askerler Nazilere destek sundular. Ordu, SA’ya hem silah hem de gönüllü takviyesi yaptı. Her ne kadar resmiyette ordu, Nazileri askeri çalışmalara dâhil etmiyorsa da Naziler, bu tür çalışmalara bir biçimde sızmaya devam etti ve giderek radikal sağcı Yurtsever Hareket’in gerçekleştirdiği yürüyüşlerde daha önemli roller üstlendi. Buna karşın Naziler, ordunun eski tipte muhafazakâr bir isim olan Mareşal Paul von Hindenburg’a destek sunduğu koşullarda, radikal sağın en aşırı kesimi hüviyetlerini uzun süre korudular.

Ama Büyük Buhran’ın 1929’da dünyayı kasıp kavurmasıyla birlikte bu durum değişti. NSDAP üyeleri, kütleler hâlinde ülke nüfusunun yüzde kırkını meydana getiren işsizler ordusuna dâhil oldular. SA’daki işçiden yana dil ve yoldaşlık anlayışı sayesinde yeni insanlar örgütlendi. Bu insanların örgütlenmesinde evsiz gençler için inşa edilmiş “Fırtına Merkezleri” adı verilen işçi koğuşları önemli bir rol oynadılar. Ücretsiz oda temin eden, yemeği ücretsiz veren bu Fırtına Merkezleri, bir yandan da yeni gelen gençlere bir gaye temin ediyor, güç üzerine kurulu ideolojinin belirlediği bu hedefin yanında, gençlere haklarından mahrum kalmışlığın yol açtığı yıkıma karşı öfkenin dil bulacağı, şiddetli tepkinin ortaya konulmasına imkân veren bir ortam sunuyordu. Hoşlanmadıkları kişilerin suratına yumruk sallamaya hevesli olan, uzun bira maşrapaları üzerine bağıra çağıra şarkılar söylemeye bayılan bu genç militanlar için Fırtına Merkezleri, bitmek bilmeyen partilerin verildiği alanlar hâline geldiler. Lâkin bu mekânların elli yıl sonra Almanya’da ortaya çıkacak olan Neonazi dazlakların kullandıkları “fare delikleri”yle hiçbir alakası yoktu. Mali karışıklığın müsebbibi olarak görülen Yahudilere, sosyalistlere ve komünistlere yönelik şiddetle birlikte SA, savaşı tecrübe etmemiş, ama Yurtsever Hareket içerisindeki savaş gazilerine hürmet eden genç neslin toplaştığı bir merkez hâline geldi.[26]

Bu süreçte SA içerisinde liderleri Röhm’ün eşcinsel olduğu, örgütün tümüyle erkeklerden oluşan hiyerarşik yapısını cinsel açıdan en çok beğendiği kişilerden oluşturduğuna dair dedikodular dillendirilmeye başlandı. Adorno’nun ifadesiyle Röhm’ün şöhreti, “her türden hoş görülen aşırılıkla tanımlanmış”, yani erkeklere has sertliğin sergilenmesi üzerine kurulu bir şöhretti.[27] Savaşta aldığı yara sebebiyle burun kemeri bulunmayan bu tıknaz ve kendine güvenen adam, insanlarda savaşçılardaki yenilmezlik becerisine ve güce sahip bir sima olduğuna dair izlenim bırakıyordu. Bu sertliği korumak adına insanı asla dert etmiyor, kendi içine hiçbir şekilde bakmıyor, en fazla, imkân olduğu ölçüde, insanları hakir görüyordu. Bu türden bir baskı ve aşağılama pratiğini besleyen içteki korku, kadınlara, komünistlere ve “tahammül edilmesi mümkün olmayan”, dolayısıyla hoş görülemeyecek başka insanlara yansıtılıyordu. SA’nın parçası olabilmesi için kişinin sadece insanla hakikat arasındaki kutsal birliğin ancak Nazizmde tesis edilebileceğine inanması gerekiyordu. Bunun dışında başka bir şeye ihtiyaç yoktu, zira Hitler’in de ifade ettiği biçimiyle, “insan, ancak anlamadığı bir fikir için ölebilir”di.

Nazi Partisi’nin üye sayısı arttıkça sosyal demokratlar meclisteki güçlerini yitirdiler. Yeni kurulan muhafazakâr hükümet, Komünist Parti’ye bağlı Kızıl Cephe Savaşçı Birlikleri’ni (RFB) yasakladı. Bu birliklerin üyeleri, ertesi yıl kurdukları Faşizme Karşı Mücadele İttifakı ile yasa dışı yollara başvurarak mücadeleye devam etseler de örgütün antifaşist mücadeledeki yeri iyice zayıfladı. RFB’nin yasaklanması sonrası sosyal demokratlara bağlı İmparatorluk Sancağı isimli örgüt, Yahudi felsefeci Leonard Nelson’un kurduğu Enternasyonal Sosyalist Mücadele Birliği (ISK) ile birlikte mücadelesine devam etti, Alman Komünist Partisi ile Sosyal Demokrat Parti’den kovulan muhalifleri örgütledi. Her ne kadar ISK, Albert Einstein gibi aydınların desteğini alsa da cesur bir girişim olmanın ötesine geçemedi. Solun örgütlediği, kitlesel desteğe sahip kurumlara giremedi, bu da örgütün antifaşist mücadelenin hedeflerine ulaşmasına mani oldu. Örgütün liberter ve otoriter fikirlerin tuhaf bir karışımından oluşan zihin dünyası, zamanla onun uçlara savurdu.[28] Bu sebeple, 1919’daki başarısız Spartakist ayaklanmanın ve 1920’deki Ruhr Kızıl Ordusu’nun Birahane Darbesi’nin yol açtığı şokun ardından birçok Alman’ın faşizme karşı yürüttüğü mücadele, gelişme imkânı bulacak bir devrimci hareketin üretilmesine yetmedi. Tam tersine, partiler içindeki çatışmaların yanında partiler arasında yaşanan çatışmalar, tam da Nazilerin Yurtsever Hareket’e hâkim olmaya başladığı bir dönemde, o partilerin elindeki potansiyelin ortadan kalkmasına neden oldu.

Alexander Reid Ross

[Kaynak: Against the Fascist Creep, AK Press, 2017.]

Dipnotlar:
[1] John Patrick Diggins, Mussolini and Fascism: The View from America (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2015), s. 206.

[2] Winock, Nationalism, Anti-Semitism, and Fascism, s. 180.

[3] Theweleit, Male Fantasies, Cilt. 2, s. 19.

[4] Payne, A History of Fascism, s. 164.

[5] Franz Neumann, Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism, 1933–1945 (Şikago: Ivan R Dee, 2009), s. 206–7.

[6] Ernst Jünger’den aktaran: Theweleit, a.g.e., Cilt. 2, s. 38.

[7] A.g.e., xi, s. 68.

[8] Elliot Neaman, “Ernst Jünger’s Millennium”, Fascism içinde, Yayına Hz.: Griffin ve Feldman, Cilt 3: s. 377.

[9] Ernst Jünger, “Das abenteuerliche Herz. Erste Fassung: Aufzeichnungen bei Tag und Nacht”, Sämtliche Werke içinde, Cilt. 9 (Stuttgart: Klett-Cotta, 1979), s. 116-117.

[10] Bu söz, Armin Mohler’in Almanya’da Muhafazakâr Devrim ile ilgili metninden alındı. Aktaran: Roger Griffin, Fascism, (Oxford: Oxford University Press, 1995), s. 352.

[11] Griffin, The Nature of Fascism, s. 104.

[12] Gerhard Loose, Ernst Jünger (New York: Twayne Publishers, 1974), s. 40.

[13] “Declaration by the Red Ruhr Army, March 20, 1920”, All Power to the Councils: A Documentary History of the German Revolution, 1918–1920 içinde, Yayına Hz.: Gabriel Kuhn (Oakland, CA: PM Press, 2012), s. 268.

[14] Walter A. McDougall, France’s Rhineland Policy, 1914–1924: The Last Bid for a Balance of Power in Europe (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2015), s. 269–76.

[15] Bkz.: Harold J. Gordon, Hitler and the Beer Hall Putsch (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1972), s. 57–58.

[16] Kurt Tauber, Beyond Eagle and Swastika: German Nationalism Since 1945, Cilt. 1 (Middletown, CT: Wesleyan University Press, 1967), s. 109.

[17] Mosse, The Fascist Revolution, s. 8–9.

[18] Shenfield, Russian Fascism, s. 35.

[19] Eatwell, Fascism: A History, s. 125.

[20] Nikolay Buharin’den aktaran: Payne, A History of Fascism, s. 126.

[21] Komintern’in bu tespitini aktaran: Renton, Fascism: Theory and Practice, s. 56.

[22] Partiden atılana dek Alman Komünist Partisi’nin önde gelen teorisyeni olan August Thalheimer, daha da ileri giderek, faşizmi “yürütme yetkisinin özerkleşmesi” fikrine dayalı, kendi sağına karşı çıkmak zorunda olan Bonapartizme benzeyen halkçı diktatörlüğe vurgu yapan sağcı bir popülizm biçimi olarak tanımladı. August Thalheimer, “On Fascism”, Marxists in Face of Fascism içinde, Yayına Hz.: David Beetham (Manchester, UK: Manchester University Press, 1983), s. 189.

[23] Peter Stachura, Gregor Strasser and the Rise of Nazism (New York: Routledge, 2015), s. 35.

[24] A.g.e., s. 47–48.

[25] A.g.e., s. 76.

[26] Otis C. Mitchell, Hitler’s Stormtroopers and the Attack on the German Republic, 1919–1933 (Jefferson, NC: McFarland & Company, 2008), s. 123–24.

[27] Adorno vd., The Authoritarian Personality, s. 763.

[28] Peter G. J. Pulzer, Jews and the German State: The Political History of a Minority, 1848–1933 (Detroit: Wayne State University, 2003), s. 320.

0 Yorum: