03 Haziran 2023

,

Üç Haziran Bin Dokuz Yüz Altmış Üç


Üç haziran bin dokuz yüz altmış üç.

Paris'in güney banliyösündeki, gürültüden uzak, insan kargaşalığından çok tabiata yakın olan küçücük evimde, bu ılık üç haziran akşamı, Nâzım’ın ölümünü duydum.

Sevilenlerin, pek çok sevilenlerin ölüm haberi, uzakta olanların üzerinde derin ve soluğu kesen bir tesir yapar. Fakat Nâzım’ın ölümü, pek çok sevilenlerin “pek çok ötesinde” allak bullak edici bir tesir yaratan bir olaydı benim için.

Bu üç haziran akşamı, beni, bulunduğum ve yaşadığım bu sakin, hır gürden ve her türlü ikbal patırtısından uzak günlük hayatımdan çekip otuz yıl önceki gençlik zamanına, bir kuş uçuşu ile götürdü.

Nâzım ölmüş. Buna inanmak güçtü. Ölüm Nâzım’a yaklaşacak ve onu alıp götürecek kadar cesaretli olamazdı. Cesareti olsa bile, Nâzım’a, cellât elini sürmekten korkmalıydı. Nâzım’ın karşısında ölüm, ancak alçaklıkla muvaffak olabilirdi. Ölümün Nâzım’ı alıp götürmesi, kıskançlığın, haksızlığın, anlayışsızlığın; güzelliğe, derinliğe, her türlü insancıl büyüklük ve iyiliğe karşı öç almasından başka bir şey olamazdı.

Nâzım, karşısında o dev boyu, fakat narin yapısıyla, İsa Mesih'in yağlı boya resimlerini andıran dalgalı bakan renkli saçlarıyla, göklerin sonsuzluğunu ve okyanusların derinliğini aksettiren mavi bakışlarıyla ve o her zamanki genç ve dimdik hâliyle duruyordu.

Bu ılık haziran gecesi, beni otuz yıl önceki bir Bursa bahar gecesine götürdü. Demir parmaklıklı pencerenin ardından ay ışığının, kalın ve geniş duvarların üstünde nöbet duran jandarmaların süngülerine çarpan aksini izleyerek, yarıya bölünmüş köylü sigaralarımızı tellendiriyorduk.

Nâzım, o sıralarda, her vakit olduğu gibi, o muhteşem gençliğinin ve yaratıcılık gücünün içindeydi. Bana gelince, zayıf, uzun boylu, henüz on sekiz yaşına basmış bir üniversiteliydim.

Ayın ışığı jandarma tüfeklerinin ucuna takılı süngüleri parıldatırken, biz, tek tük lambaları sönmeye başlayan bostanlara ve arada bir sönüp, bir yanan, Uludağ’a mutlu yolcular taşıyan otomobillerin fenerlerine yaslı yaslı bakıyorduk.

Yıl bin dokuz yüz otuz dört. Bursa Hapishanesi’nin batı kenarındaki en üst katta bulunuyoruz.

Nâzım neşeli miydi? Yoksa sessiz bir hüznün belirsiz örtüsü altında neşeli mi görünmek istiyordu? Bugün, bu noktayı bütünüyle hatırlayabileceğimi sanmıyorum. Bugün “yıllar atlılar gibi…” geçmiş bulunuyor. Bu yıllar ve onların varlıklarımıza aktardığı bilgiler, tecrübeler; mutluluklarla acılar, dünyaya ve insanlara daha başka gözlerle bakmamıza; kıymet hükümlerinin sürekli olamayacağına bizi inandırmış bulunuyor. Dün taşa tutulanlar, bugün el üstünde tutuluyor; dün uğurlu sayılanlar, bugün uğursuz diye anılıyor. Her varlık, her oluş boyuna ve dinlenmeksizin değişip durmakta…

Nâzım’ı, onunla geçen arkadaşlık yılları boyunca beraber bulunduğumuz zamanki insancıl oluşları, bu çerçevenin sınırı içindeki çalışmalarımızı ve bunların bıraktığı izleri, tüm bir samimiyetle ve yürek açıklığı ile anlatacağım. Bunun pek kolay bir çaba olamayacağını biliyorum.

Yirminci yüzyıl, yalnız en büyük ve belki en evrensel şairini değil, bu şairle beraber, en ulu arkadaşlık ve kardeşlik bağlılığıyla dört yanında bulunanları sarmış olan, en büyük yoldaşlarından birini de kaybetmiş bulunuyor.

A. Faik Bercavi

[Kaynak: Nâzım’la 1933-1938 Yılları, Cem Yayınevi, Birinci Basım 1992, s. 31-33.]

0 Yorum: