Tarih
yapay zekâ çağında hızlandıkça, bir yandan da aniden ters yöne savruluyor. Otoriter
idare, günümüze yön veren ana fikirdir ve bu fikir, El Salvador’dan Myanmar’a, tüm dünyaya yayılmaktadır.
Tabii
bu, hiç de şaşırtıcı bir gelişme değil. Kapitalizm, geleneksel dinleri
paramparça edip sınırlara saygısızlık ettikçe ve tüm toplumları köksüz bıraktıkça
bu toplumlar, aileyi, dini ve anavatanı daha güçlü bir biçimde savunur hâle geliyorlar.
Tanrı, Halk ve Millet üzerine kurulu hikâyeler demode hâline geldi diye çöpe
atıldıkça bu hikâyeler, daha güçlü bir şekilde geri dönüyorlar.
Kimliklerinin
esnek olduğunu düşünenler, karşılarında kim olduklarını gayet iyi bilenleri
buluyor. Havalimanlarında önemli insanların toplaştığı salonlarda beleş
içkilerini mideye indiren her bir Teksaslı CEO’ya nehrin öte yakasında yaşayanları
Öteki gören sakallı ve eli tüfekli bir aile reisi düşüyor.
Bugün
İstanbul’da göz kamaştırıcı gece kulüplerine rastlanırken, Türkiye’nin Kürtlerin
yoğun yaşadığı güneydoğusunda, özelde Mardin ve Diyarbekir’de, kaldırımlarda
namaz kılan insanlara ve benzincilerin içinden geçen eşeklere denk gelebiliyorsunuz.
Gelenek
ve modernite, hem birbirine suç ortaklığı eden hem de birbiriyle çelişen şeyler.
Kesintisiz hareketle ve dur durak demeden yapılan yeniliklerle tanımlı bir
dünya, esasen kendisini meşrulaştırmasını sağlayan değerleri aşındırma, ortadan
kaldırma gibi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.
Bu,
toplumsal değişimin hızına ve hâlen daha belirli ebedi gerçeklerle birlikte tecrübe
edilen pazarın velvelesine rağmen Viktorya dönemi insanları için böylesi bir
sorun yoktu. Onlar, insanları gecekondulara ve yoksullar evine sürüler hâlinde
göndermek gibi salt dünyevi ve pragmatik açıdan yaptığınız işleri
meşrulaştıramayacağınızı bilirlerdi. Onların elinde, Tanrı’nın kanunlarından
ailenin kutsallığına ve bireyin sahip olduğu ulvi değere dek başvurabilecekleri
belirli temel ilkeler vardı.
Bir
imparatorluğu yönetmek gibi yüksek bir aklın ürünü olan gerekçelere ihtiyaç duyacağınız
bir işi yapmaya çalışıyorsanız, bu türden ilkeler önemli hâle gelirler. Bugünün
ABD’sinde olduğu gibi, ilkelerinizle pratiğiniz arasında, sizin canınızı sıkan
bir mesafe de bulunabilir. Bir hafta boyunca memurlara rüşvet verip rakiplerinizin
canını yakacak işlere imza attıktan sonra Pazar sabahı kiliseye gidip
varoluşunuzun metafiziksel yönünü yüceltecek bir pratik içine girebilirsiniz. Hayatınızın
bu iki yönü de barış içinde bir arada varolabilir. Muhafazakâr Parti üyesi
vekil Jacob Rees-Mogg gibi Viktorya döneminden kalma
züppe kimliğiyle modern müteşebbis kimliğini birlikte tek bir sürreel kişilik
içerisinde bir araya getirebilirsiniz.
Ancak
farklı kimlikleri aynı bünyede ve kişilik içerisinde bir arada tutmanın da bir
sınırı var. AVM’deki ve pazar yerindeki hayatın akışkan, istikrarsız ve geçici niteliği,
muhtemelen ahlaki yüzeye de nüfuz edecektir. İşte o vakit postmodernizme dair
laflar dile dolanacaktır. Ebedi gerçeklere sırt dönülecek, onlara yaşam
tarzınızı savunmak için bel bağladığınız sağlam temeller eşlik edecektir. Tesco
ve Google’ın hâkim olduğu dünyada Tanrı’ya, İlerleme’ye ve Milletin Kaderi’ne
dair sözler, anlamsız ve boş gelmeye başlayacaktır kulağa. Bunlar, kapitalizmin
zafer türküleri söylediği ilk döneminde onun epey işini görmüşse de kitlelerin Yetenek
Sizsiniz yarışmasına kilitlendiği koşullarda, bu tür sözler kimseye
doğruymuş gibi gelmemektedir. Hatta bugün ahlaki değerler, giderek göreceli ve
öznel şeyler olarak görülmektedir: seri katil cinayetlerine karşı çıkabilirsiniz,
ama kişisel olarak bu pratiği eğlenceli de bulabilirsiniz.
Arkadaşlarınız
arasında zararsız gördüğünüz bir şeye ülke yönetirken başvuramazsınız. Ülke yönetirken,
özellikle politik veya ekonomik kriz koşullarında, sağlam bir çerçeveye ve güçlü
bir uzlaşma zeminine ihtiyaç duyarsınız.
Peki
varoluşunuza ait her şeyi göreceliymiş gibi ele alırsanız ne olur? Modern
kapitalizm oturduğu dalı kesiyor olabilir mi?
İster
Ankara’da olsun isterse Washington’da, milliyetçilik, popülizm, din ve
geleneksel etik, tam da bu noktada cazip hâle gelmektedir. Ahlaki kesinliklerle
ve metafizik temellerle hiçbir sorunu olmayan İslamcılık gibi bir düşmanla
karşı karşıya kaldığınızda, bu tür konular özellikle cazip görünecektir. Siz
kendinizi silâhsız kılacak onca şeyi yapsanız bile, bu mücadelede ideolojik
silâhlarınızdan mahrum kalmak istemezsiniz. Dünyada birçok ülke, bu düzlemde
otoritarizme yelken açmaktadır. Ayrıca otoritarizm, ille de baskı anlamına
gelmez.
Örneğin
Türkiye’deki son seçimlerde milyonlarca insan, kendilerine baskı uygulanmasına
veya en iyi hâliyle, otoriter araçları kullanan politik bir rejime razı
olduğunu ortaya koydu.
Diğer
her türden yönetme biçiminde olduğu gibi otoriter rejimler de sadece varlıklarını
o rejimlerle birlikte tanımlama konusunda yeterince yurttaşı ikna edebildiği
ölçüde hayatta kalırlar. İnsanlar, kimliklerinin bekasının o iktidara sunulan
desteğe muhtaç olduğunu düşünmek zorundadırlar. Onlar, kendilerinin tıpkı bir
çocuğun kendisini anne-babasının sevgi dolu bakışında bulmasında olduğu gibi, Liderde
karşılık bulduğuna inanmalıdırlar.
İktidar,
hukuk ve devlet, birer soyutlamadır. Bunların somut bir biçim kazanabilmesi
için insanların onları içselleştirmelerini sağlamak gerekir. Otokratik
devletlerde iktidar, tek bir isimde vücut bulur. Ama bir yandan da bazı
insanlar, kendilerini iktidarla değil de onu temsil eden bir bireyle tanımlarlar.
O ebedi hikmetiyle Doğa, buna mani olmak adına, yüzsüz veya itici birçok birey
meydana getirir.
Yorgun,
yılgın, az biraz hırpani görünümlü, emekliliği gelmiş bir öğretmeni andıran
Erdoğan, yüzsüz lidere örnektir. Adolf Hitler saldırgan bir bücürken, Stalin, kurnaz
bir deniz aygırına benzemektedir. Mao ise spor salonundaki insanların
çekiciliğine şiddetle ihtiyaç duyan biriymiş gibi görünmektedir.
Bunlar,
sadece otoriter değil, diktatördü. Diktatörün elindeki güç, mutlaktır. “Mutlak”
kelimesi, koşulların dayattığı sınırlardan azade olmak da dâhil, özgür veya
kısıtsız olmayı ifade eder.
Bir
bebeğe işkence etmenin yanlışlığı mutlaktır. Burada kastedilen şudur: “Bebeğe
işkence etmek, aslında işkenceyi meşrulaştırmak için işaret edebileceğiniz ne
türden koşul olursa olsun yanlıştır.”
Bu
anlamda mutlak iktidar, ilkesel düzeyde kısıtlanmamış bir iktidardır. Bu tür
bir iktidarı ancak kendisi dizginleyebilir, birilerine o acıyabilir ve merhamet
edebilir, ama bunu sadece canı istediğinde yapar.
Nietzsche, Üstinsanın sıradan halka
nezaketle muamele etmesi gerektiğine inanıyordu, ama bu muameleyi ahlaki bir
yükümlülük değil de bir tür lütuf olarak görüyordu.
Burada
tümüyle kendisini temel alan, bu sebeple keyfi olan bir egemenlik biçimi söz
konusudur. Kendisini meşru kılmak adına hukuka, töreye veya geleneğe başvurmak
zorunda kalması durumunda bu hususlar o egemenlik biçimine galebe çalarlar, böylelikle iktidar, mutlak olmaktan çıkar. Ayrıca ortada hukukun ilk planda
nasıl kurulması gerektiğini söyleyen kanunlar bulunmamaktadır, bu anlamda hukuk,
hukuksuzlukla sıkı bir bağ içerisindedir. Birçok politik iktidar, istikrarını
koruyabilmek için sırtını halkın o iktidarın kuruluşunda dökülen kan ve gözyaşını
unutabilme ihtimaline yaslar.
Mutlak
iktidar kısıtsız olduğu için, onu anarşiden ayrıştırmakta zorluk yaşanır. Oysa iktidar,
çoğunlukla anarşiyi bastırmak için vardır. Mutlak iktidar ve anarşi, aynı
madalyonun iki yüzüdür.
Maurice Sendak’ın çocuklar için yazdığı Where The Wild Things Are [“Nerede O Yabani Şeyler”]
romanının Max isimli kahramanı, yabani şeylerin kralı hâline geliyor. Burada yazar,
“yabani şeylerin kralı” ifadesini esasen iki anlamlı kullanıyor. Yani hem Max’in
tüm yabani şeylere hükmeden bir kral hâline geldiğini hem de kendisinin tüm
yabani şeylerin içerisinde en yabani şeye dönüştüğünü söylüyor.
Mutlak
ile anarşik arasında başka bir ilişki daha var. Mutlakçılar, çerçevesi belli
düzenlemelerin ve eğilip bükülmesi mümkün olmayan kanunların tek alternatifinin
topyekûn kaos olduğunu düşünürler ve bu ihtimalin ortaya çıkmasından korkarlar.
Elinizde futbolcuların topu kaleciye geri vermesini yasaklayan bir kural yoksa
her seferinde futbolcular kaleciye pas verirler ve oyun bir türlü başlamaz. Bunun
otoriter zihniyetin özü olduğunu söyleyen birileri illaki çıkacaktır. Oysa
insanların özgür olmalarına izin verirseniz, insanlar onu suiistimal
edeceklerdir. Özgürlük olmadan insanın gerçek manada insan olamayacağı gerçeği
göz ardı edilmektedir.
İnsanlar,
herkesin aynı anda zıt yönlerde yürüyebilecekleri bir kaldırım inşa edemezler. Aksi
durumda herkes, diğerine mani olacak ve kimse bir yere gidemeyecektir.
Demek ki Shakespeare’in otokrat kralı Lear’a oyunun büyük bir kısmında anarşiye
meyilli bir soytarının eşlik etmesinin belirli bir mantığı vardır. Kral Lear
ile soytarısının birbirine epey benzeyen ikizler olmasında birden fazla anlam
saklıdır. Örneğin burada saklı olan anlamlardan biri şudur: kim kral olmak
istiyorsa soytarı da olmalıdır. Bu, en azından Shakespeare’in dönemi için
geçerli bir durumdur. Lear’ın deli olmasının sebebi de burada aranmalıdır. Krallara
haset edilir ve saldırılır. Tam bu sebeple modern öncesi toplumlarda kabile
şefleri, bazen taç giyme törenlerinde ritüel gereği dayak yerlerdi. İngiltere’nin
çiçeği burnunda kralı Charles’ın başına böyle bir şey gelmedi, ama o, gene de tahtının
etrafında toplaşmış bir grup insanın kendisine bir şeyler yaptığı sırada, oturup
hiçbir şey yapmamış, her şeyi kabullenmiş, tüm tören boyunca biçare bir kurban
gibi görünmüştü.
Bir
husus da soytarının efendisinin elindeki otoritenin üzerinde duran maskeyi kaldırıp
atması ve bu otoritenin efendinin yaptığı diğer tüm tuhaflıklar gibi keyfekeder
olduğunu göstermesidir.
Yüceye
yerleştirilen hükümdarın bir sorunu da onun kendisini başkalarının gözünden
görememesi, dolayısıyla, kimliğini onlara tasdik ettirememesidir. Tam da bu
sebeple Kral Lear, hep kendisinin kim olduğunu kendisine söyleyecek birini
ister durur.
Başkalarıyla
diyaloga girilmediği takdirde şahsiyet, kendi içine doğru daralır. Kral Lear’ın deli olmasının bir nedeni de budur.
Sonradan
kaleme aldığı bir iki oyunda Shakespeare, sıradan insanların gündelik
hayatlarına dair bir şeyler öğrenmek amacıyla, onların arasında tebdili kıyafet
dolaşan yönetici efsanesinden istifade ederek, bu duruma bir çözüm bulmaya
çalışır. Tebdili kıyafet olmadan dolaşmak, bugünlerde gezintiye çıkmak olarak
bilinmektedir.
İktidar,
sadece kralları veya siyasetçileri değil, ünlü isimleri de deli eder. Oyunun başında
görüldüğü üzere, Kral Lear gibi muktedir insanlara sadece duymak istedikleri söylenir,
bu sebeple bu insanlar, her yere yerleştirilmiş aynalarda sadece kendilerini
görürler.
İnsan, kendisinin kim olduğunu, ancak başkalarıyla yüz yüze gelerek bilebilir, böylece
belirli düzeyde bir akıl sağlığına sahip olabilir. Aksi takdirde, bugünlerde
televizyonda çıkan ünlü bir şovmen gibi siz de hikâyenin sonunda
asistanlarınızdan rüzgârın esmemesini isterken buluverirsiniz.
Terry Eagleton
21
Haziran 2023
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder