07 Haziran 2023

,

Faşizmin Emperyalist Kökleri II


Sol ve Sağ

Bilim insanı Henri Bergson’daki “vitalizm”i genel grev biçimi altında ele aldığı devrimci şiddetle ilişkilendiren Sorel, eskinin milliyetçi efsanelerini işçi dayanışması denilen olguya bağladı ve nihayetinde Cocarde dergisine katılan Maurras şahsında ihtiyaç duyduğu düşünsel müttefiki buldu. O günlerde Sorel, “Fransız kültürünün ancak Charles Maurras gibi insanlar sayesinde savunulabileceğini” söylüyordu.[1] Fransız Aksiyonu isimli örgütüyle birlikte, kavgadan geri durmayan, antisemitist fikirleri ve “milletin bütünlüğü fikri”ni savunan Maurras, kralcı ve askerî liderlik pratiğine uygun, farklı görüşleri içeren bir ekonomi planı geliştirdi. Bu plan, loncaları ve sendikaları içermekteydi. Maurras’a göre sendikalar ve loncalar, milletin idaresi altında işleyen korporatist yapıya tabi olmalıydı. Bu görüşü, esasen eleştirel liberalizmle yan yana duruyordu. Sorel ise milli dayanışmanın birleştirdiği yeni totaliter devletin çıkarlarının savunulması işine sendikalizmin dâhil edilmesini kendince yeterli görüyordu.

Radikal sol ile radikal sağın bu birliği, en çok da Sorel’in en önemli öğrencilerinden Édouard Berth’de karşılık buldu. Berth’e bu süreçte Maurras’ın destekçisi Georges Valois da katıldı. Eskiden anarşist olan ve daha önceleri Pelloutier ile birlikte hareket eden Valois, süreç içerisinde Barrès ve Maurras’ta somutluk kazanmış olan sosyal monarşizme meyletti. Berth’le birlikte “Proudhon Çevresi” isimli okuma grubunu kurdu. Grubun başkanı Maurras’tı. Grup, Proudhon’un ilk yıllarını ilerici dönem olarak okuyan (hatta onun açıktan anarşist olduğu dönem boyunca devletin doğalında anarşiye doğru ilerleyeceğini söylediğini iddia eden) resmi yaklaşıma karşı çıkarak, Prudoncu geleneği tüm yönleriyle meclis karşıtı bir kalıba dökmek için uğraştı.[2]

Proudhon’un demokrat ve ruhban karşıtı yanını gören Proudhon Çevresi, onun Joseph Déjacque gibi eşitlikçi takipçilerini görmezden geliyor, bir yandan da Proudhon’daki devrimci yönleri, düşüncesinde buldukları ve “karşıdevrimci” addettikleri eğilime dönüştürmek için uğraşıyordu. Çevrenin kaleme aldığı yazılardan biri olan Deklarasyon’da şunlar söylenmekteydi:

“Demokrasi, geçen yüzyılın en büyük yanlışıdır. Eğer yaşamak istiyorsak, çalışmak istiyorsak, üretim ve kültür konusunda en yüce insani güvencelere sahip olmak istiyorsak, medeniyetin biriktirdiği ahlaki, düşünsel ve maddi sermayeyi muhafaza etmek niyetinde isek, o vakit demokrasi kurumlarını yok etmemiz gerekiyor.”[3]

Çevre’nin tespitine göre, kapitalizm, milletleri, aileleri, toplumları ve bireyleri, modern hayatı çürüten hizmeti dâhilinde, parçalıyor. Çevre’nin kurmak istediği yeni devlet, tüketimi ve ticareti esas alan ideolojiyi ayaklar altına alacak olan ve bir seçenek olarak takdim edilen aşırı milliyetçi toplumun üyeleri olarak gerçek yurttaşların dirilişiyle kenti erdemli bir yer hâline getirecektir. Grubun yürüttüğü La Cité française [“Fransız Şehri”] isimli proje için kaleme alınmış olan deklarasyonda ise Proudhon Çevresi şunu söylemekteydi:

“Dolayısıyla, toplum demokratik fikirler alanı dışında organize edilmeli, sınıflar, demokrasi dışında, demokrasiye rağmen ve demokrasiye karşı çıkan bir örgütlenme içerisinde bir araya getirilmelidir.”[4]

Bu devlet dışı toplumsal örgütlenme programına hiyerarşik düzene yönelik seçkinci inanç da dâhil edildi. Sol içerisinde devrimci sendikacılarla reformist sosyalistler arasındaki anlaşmazlıklar derinleştikçe gerici güçler, devrimci sendikacılığı reformist sosyalizmden kopartıp onu liberalizme ve parlamentarizme karşı devrimci işbirliği içerisine çekmek için uğraştı. Sınıf analizini seçkinciliğe mahkûm eden gericilik, devletçiliğin ancak milli dayanışma ve kişisel üstünlük formunda varolabileceğini söylüyordu. Neticede kolektivizmi, bireyciliği ve mutualizmi kafasına göre harmanlayan Proudhon Çevresi, sendikalist doğrudan eylemin, özelde genel grevin organik devlet içerisindeki yerinin bilincinde olan, birbirinden ayrışmış sınıfların milli birliği üzerine kurulu, halkçı bir sistemi meydana getirebileceğini düşünmeye başladı. Soyut bir kavram olduğu için sınıf kavramını terk eden Sorel, solun antisemitizm karşısındaki sert tutumunun yumuşaması neticesinde cumhuriyete karşı solcu-sağcı devrim fikrini savunan bir konuma geçiş yaptı.[5] Sorel’in önfaşist mi yoksa direkt faşist mi olduğu tartışmalı bir konu ise de o, sonrasında Mussolini’nin partisine hayranlığını açıktan dile getirdi. Bu türden düşünsel müdahaleler, ileride yaşanacak “faşist sızma” için gerekli alanı teşkil etti.[6]

Bu dönemde ayrıca İtalya’da seçkinci düşünür Vilfredo Pareto gibi isimler, Sorel’i antimarksist bir sendikacı olarak görüp göklere çıkarttılar. Benedetto Croce gibi liberallerse onu “ünlü Fransız Marksist” olarak anıyorlardı.[7]

Sorel’in çalışmaları, Marx’tan ve parlamentocu reformizmden koptukça kendisi medeniyeti çökmekten, çürümekten, düşünsel iyimserliğin yüzleştiği nihai krizden ancak devrimin kurtarabileceğini söyleyen vitalizmin ve efsanelerin dünyasına yöneldi. 1907-1911 arası dönemde Mussolini’nin Ottavo Dinale ismindeki arkadaşının çıkarttığı Le demolizione [“Yıkım”] isimli anarşist gazete, Sorelci devrimci sendikacılarla anarşistler arasında cereyan eden tartışmalara yer verdi, ayrıca fütürist şair ve ressam kimliği ile etkili bir isim olan Filippo Tommaso Marinetti’nin yazılarını paylaştı.[8] Her ne kadar Mussolini’nin milliyetçi sendikacılığa bağlı olup olmadığı tartışmalı bir konu olsa da sonrasında Mussolini, Sorel’i “usta” olarak niteledi.[9]

Bir tür Blankist veya bireyci olarak itibar kazanmış olan Duçe, düşünsel planda milliyetçilikle devrimci sendikacılık arasında meydana getirilen sentezden uzak durdu. Mussolini, gençlik yıllarında Rus anarşisti Peter Kropotkin’in iki kitabını İtalyancaya çevirdi, anarşist Haymarket şehitlerini andı, 1900 yılında Kral I. Umberto’ya suikast düzenleyen Gaetano Bresci’ye itibarının geri verilmesini savundu. 1904 yılında Avanguardia Socialista [“Sosyalist Öncü”] dergisine yazdığı, Kropotkin ile ilgili yazıda “devrim sonrasında, mülk sahibi sınıfların çıkarlarını savunan komite anlamında devletin varoluş gerekçesini yitireceğini” söylüyordu.[10] İşçilerin devrimine ve köylülerin kurtuluşuna inanan Mussolini, İsviçre’de radikal sosyalist olarak faaliyet yürüttü. Devrimci Carlo Tresca’yı oda arkadaşı olarak bir arada kaldıkları dönemde fazla ılımlı olmakla eleştiriyordu. İtalyan yayıncı ve anarşist bir isim olan Leda Rafanelli ile arkadaşlık eden Mussolini, Errico Malatesta’ya epey saygı duyuyordu.[11]

Gençken yazdığı yazılarda, “Bizde bir tür sapkınlık olduğunu kabul ediyoruz. Yurtsever sosyalizm dairesinde görülemeyiz”[12] türü ifadelere yer veren Mussolini, “bireylerdeki temel güçler için yolu açmaya çalıştıklarını, zira insanın birey dışında bir gerçekliği bulunmadığını” söylüyor, “Stirner bugün neden tekrar gündeme gelmesin” diye soruyordu.[13] Şöhretini arttırdığı dönemde Mussolini, Nietzsche ile Marx’ı sentezledi, bazen anarşizmle ama çoğunlukla sosyalizmle ilişkili bir isim olarak görüldü.

Bu türden ifadeler, Mussolini’deki egoizmin ve bireyciliğin La Lupa [“Dişi Kurt”] ve La Voce [“Ses”] gibi önemli dergilerde tartışılan milliyetçilikle, militarizmle ve sendikalizmle ilişkili olduğunu ortaya koyuyorlar.[14]

Süreç içerisinde bu milliyetçi sendikalizm hareketi büyüdü. Devlet otoritesinin sendikalara teslim edilmesi gerektiğini savunan hareket, devletin bir tür aristokrasi gibi, liyakat esasına göre organize edilmesi gerektiğini söylüyordu. Gelgelelim, öte yandan hareket, kapitalizmin yıkılması durumunda ortaya daha kötü bir şeyin çıkacağından korktuğu için bu tavizlerde bulunmayı savunan sendikacılar, kapitalizmin ve piyasa güçlerinin sınıf yerine kültürel-dilsel milliyetçilik temelli bir dayanışma ilişkisi üzerinden inşa edilmesi gerektiğini tespit ettiler.

Sorel ile İtalya’da giderek büyüyen milliyetçi hareket arasındaki en önemli bağlardan biri de Sorel’le sürekli temas hâlinde olan Marinetti idi. Marinetti’nin takipçileri, “anarşistlerdeki yıkıcı tavra” destek sunuyor, bir yandan da gündelik burjuva hayatındaki sıkıcılığı ve kifayetsizliği aşacak, devrimci ahlakı temel alan, sert ve şiddete dayalı düzenin tesis edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Emperyalizme savaş tellâllığı yaparak destek sunan, kadın düşmanı olan ve siyaseti kendince estetize eden Marinetti’deki zindelik ve dinamizm, ondaki teorik gayret eksikliğini örtbas ediyor, onu “kendilerini söz konusu dönemde mevcut düzeni yıkmak için organize etmekte olan tüm isyancılar ve muhalifler arasındaki bağlantı noktası” hâline getiriyordu.[15] Bu anlamda, faşizm esasen kolektivizme, bireyciliğe, milliyetçiliğe ve sendikalizme ait kimi yönleri estetize edilmiş bir güç, seçkincilik ve otorite anlayışı dâhilinde harmanlayan sağcı ve solcu muhalif hareketler içinden çıktı.

Kızıl Hafta ve Yansımaları

1914’te Sorel, sınıfın soyut bir kavram olduğunu söyledikten sonra bu sefer de Benedetto Croce’nin “sosyalizm öldü” sloganını diline doladı.[16] Sonrasında, aynı yıl içerisinde İtalya başbakanı Giovanni Giolitti, solcu sendikacıların bazı ılımlı reformist taleplerinin benimsendiğini ortaya koyan reformları gerçekleştirdi. Ama sendika liderleri taleplerinden vazgeçmediler, genel greve ve kitlesel ayaklanmaya öncülük ettiler, “Kızıl Hafta” olarak adlandırılan eylem süreci, devlet eliyle ezildi.[17] Açıktan Sorelci olan bu şiddet pratiği, devrimci sendikacıların ülküsüne yönelik ilgiyi artırsa da bu pratik, sonrasında anarşistlerin vaktinden önce önerdikleri tedbirler veya sendika liderlerinin kendiliğinden devrimi satması olarak değerlendirdiği gelişme karşısında birçok insanı hayal kırıklığına uğrattı. Başarısızlıkla sonuçlanan devrim girişimi ardından birçok sendikacı, proletaryanın hayati öneme sahip mücadelesinin materyalizm karşısında efsaneleri temel alan milli bir biçim alması gerektiğini düşünmeye başladı.

İtalya Sendikalar Birliği’nden kopan milliyetçi sendikacılara göre, devrimde uygulanacak şiddet, burjuva devletine karşı etkin bir biçimde kullanılmazdan önce bir “milli savaş” içerisinde sınanmak zorundaydı. Mussolini’ye göre bu hareketler, kimi avantajlara sahip olsalar da kendi geliştirdiği sosyalizm anlayışından uzaktı ve köylülere hiçbir şekilde odaklanmıyordu.[18]

İlk başta Mussolini, savaşın (hatta milliyetçiliğin) desteklenip desteklenmeyeceği konusunda ikircikli bir tutum aldı. Esasen Mussolini, sosyalist hareketin en önemli yayın organı Avanti! [”İleri!”] gazetesinin başına teorik zekasından çok karizmatik kişiliği sayesinde geçebilmişti. 1914’te İtalyan milliyetçiliğinin önemli bir ismi olan Enrico Corradini, savaşa girilmesini isteyen diğer sendikacılarla birlikte Fascio Rivoluzionario d’Azione Internazionalista [“Devrimci Enternasyonalist Eylem Birliği”] isimli örgütü kurdu. Kısa bir süre sonra örgütün isminde geçen “Enternasyonalist” ibaresi çıkartıldı. Mussolini, Sosyalist Parti’den ihraç edilince, Ocak 1915’te bu Devrimci Eylem Birliği’nin başına geçti. Yılın sonunda “Faşizm” ile ilgili yazılarını yazmaya başladı. Aslında “Faşizm”, ne Mussolini’nin başlattığı ne de öncülük ettiği bir hareketti. O, daha çok yukarıda adı geçen aydınların, milliyetçilerin ve sendikacıların fikir ve eylemleriyle bağlantılı bir yapıydı.

Eylem Mangaları Doğuyor

I Dünya Savaşı denilen felâket Avrupa’nın tüm çehresini değiştirdi. İtalya’da Mussolini’ye bağlı faşistler zaferi ve (yeterli görmedikleri) Versay Anlaşması üzerinden Güney Tirol’ün İtalya’ya verilişini kendilerine mal ettiler. Zafer sarhoşu olan Mussolini, “yeni insan”ın yaratacağı güçlü bir devlet için gerekli yolu açmak amacıyla teknokratların ve kariyerist siyasetçilerin sahneden temizlenmesi amacıyla gaziler eliyle bir tür “siper yoldaşları düzeni”nin kurulması çağrısında bulundu. Mussolini’ye göre bu “yeni insan”, esasen eksiksiz olan bireyle kolektif arasındaki kusursuz dengeyi ifade ediyordu. Onun fikri uyarınca gerçek düşman artık aristokrasi değildi, çünkü bu siper yoldaşlığı düzeni, aristokratların yerini alabilirdi. Artık düşman, üreticiden yana duran dünya görüşüne uymayan “asalak” yöneticiler ve işçilerdi.[19]

Biennio Rosso [“İki Kızıl Yıl”] olarak anılan 1919 ve 1920, bir dizi fabrika işgalinin ve genel grevin neticesiydi. Bu noktada sendikacılar üzerindeki Sorel etkisi azaldı ve sendikacılar, daha akılcı bir modeli savunmaya başladılar. Bu dönemde Mussolini, işçilere Fransa’daki Genel İşçi Konfederasyonu’nu ve Bavyera devrimine öncülük eden Kurt Eisner’in geliştirdiği milli konseyleri model almaları çağrısında bulundu.[20]

Bu devrimci karışıklığın ortasında Mussolini, yüz kadar devrimci sendikacı, fütürist ve şirketçi ile birlikte İtalya Mücadele Birliği’ni (FIC) kurdu. Bu örgüt, gücünü Kara Gömlekliler’den çok Eylem Mangaları olarak bilinen, kendiliğinden oluşmuş paramiliter antikomünist sokak savaşçılarından oluşuyordu. Amaçları, işletme ve toprak sahiplerinden oluşan “milli toplum”u Bolşevik işçi militanlığına karşı savunmaktı.

Mangaları örgütleyen isim olan Roberto Farinacci, itibarını şiddetli bir antisemitist olarak faaliyet yürüttüğü ilk dönem devrimci sendika faaliyetleri üzerinden kazanmış bir isimdi. Birlikleri (fasci) veya belirli bir ağa bağlı olan politik örgütleri meydana getiren kişiler mangalar kuruyor ya da tam tersi, mangalar içindeki kişiler bu tür ağlar oluşturuyor, zamanla faşizmi sokaklarda ve miting alanlarında solculara (hatta kimi zaman Katoliklere ve milliyetçilere) saldıracak bir mücadele gücüne dönüştürüyorlardı. Mangalar, aynı zamanda halk içerisinde haklarını yitirmiş kesimleri, gazilerin ve subayların yardımı ve desteğiyle içine alan bir örgüt inşa ettiler. Bu örgüte süreç içerisinde üyelerinin kendi komutanlarını seçtiği “ayaktakımı” da dâhil oldu. Bu tür bir tabana sahip olan mangalar, faşizmi redde tabi tutan solcuların ve aydınların başına bela oldular. Sola destek çıkan köylere baskınlar düzenlendi. Yasal yetkisi olmadan hareket eden gruplar, intikam saldırıları ile eylemlerini meşrulaştırdılar.

15 Nisan 1919’da FIC’nin kuruluşunun üzerinden bir ay bile geçmeden bir günlük genel grev pratiğinin parçası olarak kitlesel bir yürüyüş düzenlendi. Faşist savaş gazileri, yol boyunca işçilere saldırdılar, üç kişiyi öldürdüler, birçok insanı yaraladılar. Marinetti’nin başını çektiği kitle, Mussolini’nin eskiden yönettiği Avanti gazetesine yürüdü, gazete binasını yağmalayan göstericiler, binayı ateşe verdiler. Gazetenin tabelasını çalan göstericiler, onu Mussolini’nin elinde bulunan Il Popolo d’Italia [“İtalya Halkı”] gazetesine getirdiler. Balkona çıkan Mussolini, kitleyi selamladı ve orada bir konuşma yaptı.[21]

Aynı yılın Eylül ayında aşırı milliyetçi, maceracı ve estet bir isim olan Gabriele D’Annunzio, 2000 kadar düzensiz askerle Hırvat şehri Fiume’ye girdi ve bu şehrin İtalya’ya ait olduğunu söyledi. Bu dönemi inceleyen akademisyen Ernst Nolte’nin iddiasına göre “D’Annunzio, İtalyan gençleri için Nietzsche ve Barrès’in aynı bedende birleşmiş hâliydi.”[22]

İtalya bu eylemi reddetse de D’Annunzio’nun İtalya’nın kaybettiği toprakları geri alma fikri üzerine kurulu önfaşist girişimi bir yıl sürdü. D’Annunzio’nun radikal estetiği ve ideolojisi, sosyalist, komünist ve liberal harekete eskiden beri liderlik eden isimlere karşı başkaldırmış, farklı ideolojilere mensup devrimci milliyetçileri, emperyalistleri ve solcuları örgütledi. D’Annunzio, teslim olup İtalya’ya döndükten sonra faşistler onu kahraman olarak görüp yücelttiler. D’Annunzio’nun geliştirdiği estetik anlayışı faşist hareketi tüm yönleriyle etkiledi. Faşist hareket içerisinde Mussolini’nin karşısına rakip olarak çıkartılmasına rağmen, D’Annunzio, Mussolini’nin otoritesine boyun eğdi.

D’Annunzio’dan ve eylem mangalarından etkilenen gençler, birbirinden farklı fikirlerin cazibesine kapılmışlardı: parti formu almış sosyalizmi reddeden bu gençler, bireyin gücüne inanıyor, “ben dini” denilen görüşün belirlediği amaçlar doğrultusunda hareket ediyor, siyaseti kutsallaştırıyor, kadın düşmanlığını pratikte savunuyor ve “yeni çağ”ın inşası için radikal arzuyu öne çıkartıp, nihilistler gibi modern olanı redde tabi tutuyorlardı.

İki yıl bile geçmeden bu hareketin elindeki manga sayısı 31’den 834’e, üye sayısı 870’ten yaklaşık 250.000’e çıktı.[23] Mangalar, kendilerine ait kimi simgeler belirlediler. Üzerlerine siyah üniformalar geçiren, yanlarında her daim bir hançer bulunduran manga üyeleri, eylemlerde üzerinde bazen kafatası ve çapraz kemikler bulunan siyah bayraklar taşıyorlar, yürüyüş esnasında genelde “Umurumda Değil” [“Me Ne Frego”] gibi şarkılar söylüyorlardı. Bu mangaların üyeleri, düşmanlarına Farinacci’den öğrendikleri işkence yöntemini uyguluyorlar, bu yöntem dâhilinde onlara Hint yağı içiriyorlardı.

Fabrika işgallerinin arttığı dönemde Mussolini şunu söyledi:

“Ben, sadece işçilerin fabrikaları işgal etmesinden değil, ayrıca sanayinin toplumun işbirliği temelinde yönetmesi fikrinden de yanayım. Ben, endüstriyel üretimin artmasını istiyorum. Eğer işçiler, bu artışı fabrikaların sahiplerinden daha fazla güvence altına alırlarsa, işçilerin fabrika sahiplerinin yerini alma hakkı olduğunu beyan etmeye hazırım.”[24]

Bu dönemde Mussolini, sadece işçilerin özyönetiminden değil, ayrıca cumhuriyetçilikle, bireycilikle ve ruhban karşıtlığı ile ilgili de bir dizi söz söyledi. 1920’de yaptığı bir açıklamada Duçe, şunları söylüyordu:

“Tüm türleri ve vücut bulduğu tüm biçimleriyle kahrolsun devlet. Dünün, bugünün ve yarının tüm devletleri, kahrolsun. Burjuvası, sosyalisti, tüm devletler yıkılsın. Bizim gibi bireycilikten başka bir fikri olmayan kişilere göre, bizi bugünün karanlığından ve yarının kasvetinden, bugün saçma gibi görünse de tek teselli edici şey olan anarşi dini kurtaracak!”[25]

Mussolini, faşizmi farklı türde bir millet olmak, anarşiyi ve solu onları insanlığın manevi misyonunu yerine getirmeleri için yönetip kusursuz kılmak suretiyle aşmak üzerinden tarif ediyordu. Bu düzen, sahip olduğu güven ve irade ile ülkeyi milletin yeniden dirileceği yeni çağa taşıyacak olan, gazilerin seçkinci düzeni idi. Bu seçkinler için anarşizm, manevi anlamda zaten içte mevcut olan bir şeydi, bunun yanında, milli birlik, solun ve sağın ötesinde, anarşizm ve devlet arasındaki çelişkileri aşmış, farklı tipte bir politik hareketi ifade ediyordu.

Faşizm İktidarda

Mangaların “iki kızıl yıl” boyunca gösterdiği tavır ve yaklaşım sebebiyle Mussolini, sendika hareketi içerisinde gerekli desteği bulamadı. Ama 1921 yılında Edmondo Rossoni, ülkedeki en büyük üçüncü sendika örgütü olan İtalya İşçi Birliği’nden ayrılıp Faşist Sendikalar Konfederasyonu’nu kurdu. O yıl yapılan seçimlerde faşistler, ellerindeki güç sayesinde faşistleri kontrol altına alabileceğine inanan liberal Başbakan Giolitti’nin başını çektiği Ulusal Koalisyon’a girme imkânı buldular.[26] Meclise giren otuz beş faşist vekil, Giolitti’nin hükümetini içeriden çökertti, böylece Ivanoe Bonomi hükümetinin kurulmasını sağladı. Bonomi, faşistler, sosyalistler ve sendika liderleri arasında bir anlaşmanın imzalanmasına ön ayak oldu.

Bölgelerdeki manga liderleri ile mücadele eden Mussolini, bu örgütleri dağıtıp ulusal milislere dönüştürdü, Farinacci’ye de mangaları yukarıdan aşağıya örgütleme görevini verdi.[27] Her ne kadar süreç içerisinde çok sayıda Yahudi faşistlere katılsa da Farinacci’nin ve hareketin önde gelen ideologu Giovanni Preziosi’nin etkisiyle antisemitizm teşkilât içerisinde epey güçlendi.[28] Mussolini’nin partisinin ilk yıllarında güçlü ırkçı politikalar gütmediği iddia edilse de partinin kurucu ilkeleri açıktan emperyalistti ve milliyetçi şovenizme meyilliydi.

Faşistler, bir yandan “milli toplum” için daha iyi düzeyde toplumsal ücretlerin verilmesi fikrini savunan liderler konseyine sahip korporatist sistemde radikal işçilerdeki devrimci sendikacılığı bünyesine katmak, bir yandan da bağımsız sol grupları ezip “yeni insan”ın estetiğini yaratmak için uğraştı. “Yeni insan” dedikleri şey, politikayı, toplumu ve ekonomiyi büyük totaliter proje içerisinde kaynaştıran modern ve bilimsel, ama öte yandan efsanelerden beslenen, kahramanlığı öne çıkartan, güçlü bir fikirdi.

1922’de Mussolini’nin partisi, yarım milyon üyesi bulunan sendikalarla ittifak kurdu. Milliyetçi sendikalizmi savunmasına karşın faşizm, varlığını uzun süre alt orta sınıfların, bilhassa avukatların ve gazetecilerin o büyük gazi hareketinin desteğini arkasına almış hareketi olarak sürdürdü.

22 Ekim 1922’de Mussolini’ye bağlı eylem mangaları bir güç gösterisinde bulundular ve ülkenin kuzeyi ile ortasındaki bir dizi hükümet binasını işgal ettiler, diğer yandan 30.000 kadar Siyah Gömlekli Roma’ya yürüdü. Yoğun yağmur sebebiyle yürüyüş esnasında birçoğu kitleden ayrılsa da kamusal düzeni bozan eylem, iç savaş tehdidini gündeme getirdi. Sonrasında Kral III. Victor Emmanuel, Mussolini’yi yeni başbakan olarak atadı, bunun üzerine Mussolini, liberalleri, demokratları, milliyetçileri ve Katolik Halkçı Parti üyelerini içeren yeni bir hükümet kurdu. Faşistler, mecliste hükümetin altını oyacak sürecin önünü almak için, oylama sistemini değiştiren ve kendilerinin çoğunluk olmasını sağlayan Acerbo Kanunu gibi kanunlar çıkarttılar.

Liberal isimler olarak Croce ve Pareto, rejime onay verdi. Bu süreçte parti, elde ettiği yeni zemini güney İtalya’yı faşistlerin hâkim olduğu bir bölge hâline getirmek için kullandı.[29] Birçok insanın partiye akın etmesi sonucu kimi sorunlar açığa çıktı. Belirli hizipler, partiden ayrılıp “kendi özgün faşizm”lerine insan örgütlemek için uğraştılar.[30]

Mussolini’nin partisi önemli bir başarı elde etti, ama bu süreçte ciddi tavizler de verdi. Milislerin saygın bir isim olan sosyalist vekil Giacomo Matteotti’yi Mussolini’nin en yakın danışmanlarının emriyle öldürmesi üzerine tüm Avrupa genelinde antifaşizm dalgası açığa çıktı, buna karşın, sol, komünistlerle sosyalistler arasındaki ayrışma sebebiyle, adım atamadı.[31] İtalyan Komünist Partisi’nin teorisyeni Antonio Gramsci, bu süreçte anarşistlerden, liberallerden ve sosyalistlerden oluşacak antifaşist blok içinde yer almak istemiyor, zira o, silâhlı işçi sınıfının liberallerin veya sosyalistlerin liderliğine ihtiyaç duymadan, faşist mangaları daha iyi savuşturacağını umuyordu. Öte yandan diğer önemli liberal ve milliyetçi isimler, faşist rejime destek sunmaya devam ettiler.

1924’te Komintern, kapitalizm döneminin sona erdiğini, bu sebeple komünist olmayan tüm siyasetlerin şu veya bu şekilde “az çok faşist”leştiğini söyleyen bir bildiri yayınladı.[32] Bu felâketlere yol açacak olan analiz, faşizmin özerk niteliğinin üzerini örtüyor, faşizmin sonraki süreçte tüm politik sahneyi kutuplaştırmak suretiyle hareket içine sızmasını sağlıyordu.

1926 yılının sonunda faşistler, totaliter diktatörlük yönünde adımlar attılar, politik muhalefeti yasakladılar, muhalif basını sansürlediler, kültürel rejimi politik çizgilerine uygun hâle getirdiler, faşist vekil Gaetano Zingali’nin “nüfusla ilgili beş gösterge” dediği, evlilik oranı, doğum oranı, ölüm oranı, göç ve iç göç miktarı analizleri üzerine kurulu nüfus politikasını yürürlüğe koydular.[33] Göç durduruldu, iç göç kontrol altına alındı, İtalyan aileler, “yeni insan”ın öncülük ettiği yeni toplumun üretilmesi sürecinin parçası olmaları konusunda teşvik edildiler. Edmondo Rossini’nin başında olduğu Faşist Sendikalar Konfederasyonu’nun o günlerde yaptığı tespite göre, ülkede kabul gören on bir sendika, grev hakkından mahrumdu.

Faşizmin kral ve kiliseyle ilişkisi giderek muhafazakâr bir nitelik kazandı. Kral III. Victor Emmanuel tahtını korudu. Monarşiye ait kurumlar, evrensel ve ebedi ilkelere başvuran dogmatik faşizm çatısı altında toplandı, buna karşılık her türden muhalefet ezildi. Muğlâk ifadelerle dolu söylemine başvuran Mussolini, o süreçte “faşist devletin ahlaki bir niteliğe kavuştuğunu, devletin Katolik, ama aynı zamanda faşist olduğunu, hatta her şeyin ötesinde, sadece ve esas olarak faşist olduğunu” söylüyordu.[34] Partideki faşistlerin birçoğu Katolik iken bunun dışında ateist ve okültist isimler de mevcuttu. Okültist kesim, devletin Vatikan’la yaptığı Laterano Anlaşması’yla verdiği tavizleri eleştiriyor, Mussolini’yi demagog olarak görüyordu.

Faşizm, teorik planda on, pratikte ise henüz beş yıllık bir hareketti. Buna karşın iktidarı almayı bildi ve bu becerisiyle dünyayı şoke etti. Ama gene de Mussolini’nin olması için uğraştığı birleşik bir öğreti hâline gelemedi. İktidarı işçilerin solcu liderler karşısında yaşadığı hayal kırıklığını istismar edebildiği, öte yandan, Croce ve Giovanni Gentile gibi liberal ve muhafazakâr isimlerin desteğini kazanmayı bildiği için alabilmişti. Özelde işçi sınıfının haklarından mahrum kalmış kesimlerinden yararlanmayı bilen Mussolini, alt orta sınıfların ve fabrika sahiplerinin korku ve kaygılarını kullandı, fabrika sahiplerine onları işçilerin yürüttüğü ajitasyon faaliyetine karşı koruma sözü verdi, bir yandan da genç aydınların başını anarşiden, devrimden ve savaştan dem vuran sözleriyle döndürdü. Liberal siyasetin boş sözlerine kıyasla yürüyüş hâlindeki eylem mangalarının ayaklarındaki çizmeler, genç destekçilerine İtalya’nın birliği için yürütülen Risorgimento [“Diriliş”] hareketini daha fazla anımsatıyordu. Mussolini’nin destekçileri, faşizmin kendilerine ekonomideki belirsizliği, güvencesizliği ve riskleri ortadan kaldıracak, egemen sınıfların kolay kolay kabul etmeyecekleri devrim imkânını sunduğunu düşünüyorlardı. Hükümetteki ve şirket kurullarındaki isimlerse tüm ülkeyi kasıp kavuracak, sendikaları temel alan devrimle yüzleşmek yerine faşistleri hükümet koltuklarına oturtmayı daha akıllıca bir hamle olarak görüyorlardı. Bu isimler, tam da o düşündükleri şeyi yaptılar.

Alexander Reid Ross

[Kaynak: Against the Fascist Creep, AK Press, 2017]

Dipnotlar:
[1] Georges Sorel, “Quelques pretentions juives (fin),” L’Indépendance 3 (1 Haziran 1912): s. 336.

[2] Maurras ve Valois, aynı zamanda eleştirel liberalizmle gericilik arasında teşkil edilmiş sentezden de beslenen isimlerdi. Bu sebeple ikisi de hem Auguste Comte ve Frédéric La Play hem de Louis Gabriel Ambroise de Bonald, Joseph de Maistre ve René de la Tour du Pin’den istifade etti. Bkz.: Samuel Kalman, The Extreme Right in Interwar France: The Faisceau and the Croix de Feu (New York: Routledge, 2008), s. 64–67; ayrıca bkz.: Maurice Weyembergh, Charles Maurras et la Révolution française (Belgium: Vrin, 1992), s. 26–28 & 53–54.

[3] Aktaran: Charles Maurras, L’Action française et la religion catholique (Paris, 1913), s. 166.

[4] Aktaran: Sternhell, The Birth of Fascist Ideology, s. 84.

[5] 1932 gibi erken bir tarihte siyaset bilimini kuran düşünürlerden Michael Freund, Georges Sorel’in Der revolutionäre Konservatismus (“Muhafazakâr Devrim” -Frankfurt, 1932) kitabını yayımlayabiliyordu.

[6] “Şu an itibarıyla faşizmin giriştiği maceralari muhtemelen İtalya’daki en özgün toplumsal olgular: Bana öyle geliyor ki faşizmin giriştiği bu maceralar, siyasetçilerin zihnindeki şemaların çok ötesinde.” Georges Sorel, “Letter to Benedetto Croce in 1921”, aktaran: Winock, Nationalism, Anti-Semitism, and Fascism, s. 243.

[7] Bazı isimler, Sorel’in devrimci sendikacılar arasındaki desteğinin zayıf olduğunu söyleseler de faşizm ile ilgili çalışmasında Zeev Sternhell’in tespitiyle, “Bir çalışmanın önemi, sadece mutlak kabul edilen bir düzlemde tespit edilemez. Bu noktada o çalışmanın etkisi ve politik işlevi de dikkate alınmalıdır. Sorel’in yazıları, devrimci sendikalizmin teorisyenlerinin gelişme kaydettikleri kavramsal uzamı ifade ediyorlardı.” Bkz.: Sternhell, The Birth of Fascist Ideology, s. 20. İşin tuhaf yanı şu ki kendi döneminde genç Antonio Labriola’yı etkileyen Sorel, bu özelliğiyle İtalyan Marksizmine öncülük eden isimlerden biriydi.

[8] A.g.e., s. 234–35; ayrıca bkz.: Günter Berghaus, Futurism and Politics: Between Anarchist Rebellion and Fascist Reaction, 1909–1944 (Providence, RI: Berghahn Books, 1996), s. 60.

[9] Richard Drake, Apostles and Agitators: Italy’s Marxist Revolutionary Tradition (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2009), s. 117; ayrıca bkz.: Nolte, The Three Faces of Fascism, s. 153–54.

[10] Benito Mussolini, “Tutti vi dicono che sono anarchico. Nulla di più falso,” Avanguardia Socialista, 22 Nisan 1904.

[11] Philip V. Cannistraro, “Mussolini, Sacco–Vanzetti, and the Anarchists: The Transatlantic Context”, The Review of Italian American Studies içinde, Yayına Hz.: Frank M. Sorrentino ve Jerome Krase (Lanham: Lexington Books, 2000), s. 110–11; ayrıca bkz.: Andrea Pakieser, I Belong Only to Myself: The Life and Writings of Leda Rafanelli (Oakland, CA: AK Press, 2014); Anatole Dolgoff, Left of the Left: My Memories of Sam Dolgoff (Oakland: AK Press, 2016), s. 131.

[12] Nolte, The Three Faces of Fascism, s. 152.

[13] Benito Mussolini, Opera Omnia, 35 Cilt (Floransa, İtalya: La Fenice, 1951–1963), Cilt 15: s. 194; ayrıca bkz.: A. James Gregor, The Ideology of Fascism: The Rationale of Totalitarianism (New York: Free Press, 1969), s. 156. Nietzsche ve Stirner analizi için bkz.: Stephen B. Whitaker, The Anarchist-Individualist Origins of Italian Fascism (Bern: Peter Lang 2002), s. 86. Öte yandan, faşizmdeki sendikalist veya bireyci eğilimlere fazla vurgu yapmanın cazibesine karşı koymak gerek.

[14] Burada öne çıkan sendikacılar arasında Arturo Labriola, Robert Michels ve Paolo Orano bulunuyor, milliyetçilik içerisinde ise en güçlü ses Enrico Corradini’ye ait. La Voce dergisini milliyetçi bir isim olan Giovanni Papini ve antisemit bir yazar olarak Giuseppe Prezzolini kurdu; bkz.: Griffin, The Nature of Fascism, s. 57.

[15] Sternhell, The Birth of Fascist Ideology, s. 236.

[16] Georges Sorel, “Materials for a Theory of the Proletariat”, s. 227; ayrıca bkz.: Sternhell, The Birth of Fascist Ideology, s. 77.

[17] Her ne kadar Errico Malatesta gibi anarşistler, grevin sahip olduğu potansiyele samimiyetle inanıyorlarsa da sendika liderleri Alceste de Ambris ve Filippo Corridoni daha çok grevin “psikolojik değeri”ni artırmakla, toplumdaki gerilimleri tırmandırmakla, böylelikle kendiliğinden gelişecek halk devrimini istismar etmek suretiyle uzun soluklu bir iktidarı inşa etmekle ilgileniyorlardı. Bkz.: David D. Roberts, The Syndicalist Tradition and Italian Fascism (Manchester, UK: Manchester University Press, 1979), s. 74.

[18] Marabalar, gündelik işçiler ve toprak sahipleri arasındaki farkları gören Mussolini ilk yıllarında gündelik işçiler için kampanyalar örgütlüyor, marabalara “o en büyük kan banyosu oluştuğu vakit” devrime kavuşma fırsatı bulacakları vaadinde bulunuyordu. Benito Mussolini, Opera Omnia, Cilt 5: s. 69; Renzo Felice, Mussolini, Cilt. 1 (Torino: Einaudi, 1965), s. 56–57; bu pratik karşılığını 1919’da Po Vadisi’nde Siyah Gömlekliler’in yürüttüğü kampanya esnasında verdi. Bkz.: Robert O. Paxton, Anatomy of Fascism (New York: Vintage Books, 2005), s. 60–63.

[19] Robert Wohl, The Generation of 1914 (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1979), s. 173.

[20] Benito Mussolini, Opera Omnia, Cilt 8: s. 18; ayrıca bkz.: Franklin Hugh Adler, Italian Industrialists from Liberalism to Fascism: The Political Development of the Industrial Bourgeoisie, 1906–1934 (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 1995), s. 132–33; ve Roberts, The Syndicalist Tradition and Italian Fascism, s. 76–77.

[21] Paul O’Brien, Mussolini in the First World War: The Journalist, the Soldier, the Fascist (New York: Bloomsbury, 2005), s. 28.

[22] Nolte, The Three Faces of Fascism, s. 149.

[23] Alexander J. De Grand, Italian Fascism: Its Origins and Development (Lincoln, NA: University of Nebraska Press, 2000), s. 30.

[24] Benito Mussolini’den aktaran: Weber, Varieties of Fascism, s. 27.

[25] Benito Mussolini, Opera Omnia, Cilt 14: s. 398.

[26] Emilio Gentile, “Fascism in Power: The Totalitarian Experiment”, Fascism içinde, Yayına Hz.: Griffin ve Feldman, Cilt 4: s. 21.

[27] Griffin, The Nature of Fascism, s. 66.

[28] Peter Staudenmaier, “Antisemitic Intellectuals in Fascist Italy”, Comparative Studies for a Global Perspective içinde, Cilt. 4, Intellectual Antisemitism from a Global Perspective (Würzburg: Königshausen & Neumann, 2016).

[29] Roger Eatwell, Fascism: A History (New York: Viking Books, 1996), s. 62–63.

[30] Gentile, “Fascism in Power”, s. 26.

[31] Pier Paulo Battistelli ve Piero Crociani, Italian Blackshirt, 1935–1945 (Long Island City, NY: Osprey Publishing, 2010), s. 5–6.

[32] J. Degras, “Comintern Debates over the Dangers Posed by Fascism”, Fascism içinde, Yayına Hz.: Griffin ve Feldman, Cilt 2: s. 32–34.

[33] Thorpe, Pan-Germanism, s. 213.

[34] Benito Mussolini, Opera Omnia, Cilt 24: s. 89; ayrıca bkz.: Emilio Gentile, Contro Cesare: cristianesimo e totalitarismo nell’epoca dei fascismi (Milano: Giangiacomo Feltrinelli Editore, 2010), s. 203.

0 Yorum: