24 Haziran 2023

Saito: Metabolik Yarık ve Küçülmeci Komünizm


Tokyo Üniversitesi’nde doçent unvanıyla dersler veren Kohei Saito, epey bilgili bir Marksist akademisyen. Bugünlerde roman harici bilimsel bir kitabın çok satanlar listesine girebileceği kimsenin aklına gelmezdi, ama bu durum, Saito için geçerli değil. Zira kısa süre önce Japonca olarak yayımlanan ve kapitalizmle gezegenin ilişkisini analiz eden yeni kitabı Japonya’da çok sattı. Satış rakamı yarım milyonu aştı.

İngilizcesi de kısa bir süre önce “Marx in the Anthropocene: Towards the Idea of Degrowth Communism [“Antroposende Marx: Küçülmeci Komünizm Düşüncesine Doğru”] ismiyle yayımlandı.

Kitap, yalın ve net bir mesaj içeriyor. Kapitalizmin büyük bir açgözlülükle kâr peşinde koşması, gezegeni yok ediyor, onun verdiği hasarı, toplumsal üretimi yavaşlatıp servetin paylaşılmasını sağlamak suretiyle, ancak “küçülmeci yaklaşım” ortadan kaldırabilir. Kitap, insanların “yeni bir yaşam tarzı” bulması gerektiğini, bunun da kapitalizmin yerine başka bir düzenin inşasına işaret ettiğini söylüyor.

Saito, iklim acil durumuyla başa çıkmak için geliştirilmiş ve epey kabul gören kimi stratejilere şüpheyle yaklaşan bir isim.

Kitabına “söze sürdürülebilir kalkınma hedeflerini (SKH) kitlelerin yeni afyonu olarak tarif ederek” başlayan Saito, Marx’ın dinle ilgili görüşüne atıfta bulunduktan sonra, şu tespiti yapıyor:

“Ekonomik sistemi değiştirmeksizin, bizi ekolojik çantalar ve şişeler satın almaya teşvik eden bu sürdürülebilir kalkınma hedefleri, sistemdeki sorunu gizliyor ve her şeyi bireyin sorumluluğuna kapatıyor, bir yandan da şirketlerin ve siyasetçilerin sorumluluklarının üzerini örtüyor.”

Soito, devamında şu tespiti yapıyor:

“Bugün oldukça zor bir durumla karşı karşıyayız ve bu durum, pandeminin, yoksulluğun, iklim değişikliğinin, Ukrayna’daki savaşın ve enflasyonun bir sonucu. […] Artık hem ekonomiyi büyütüp hem de aynı anda hayat tarzımızda köklü hiçbir değişiklik yapmadan, mevcut hâlimizle yaşamaya devam edemeyiz. Madem ekonomi politikaları son otuz yıldır başarısız oldu, o vakit neden yeni bir hayat tarzı icat etmiyoruz? Bu tür bir hayat tarzına dönük arzu, günbegün daha fazla dillendiriliyor.”

Saito, seri üretime, bunun yanında, israftan başka bir anlamı olmayan, hızlı moda türünden ürünlerin yoğun tüketimine de son vermek gerektiği kanaatinde. Daha önce İngilizce olarak kaleme aldığı, daha çok akademiye yönelik olan Antroposende Sermaye isimli çalışmasında da Saito, çalışma saatlerini kısaltıp, bakıcılık türü zaruri “emek yoğun işler”e öncelik vererek karbon miktarının düşürülmesi fikrini savunmuştu. Saito, bugün “küçülmeci komünizm” denilen fikri savunuyor.

Japon gençliğinin Saito’nun ilkelerinden ödün vermeyen mesajına sahip çıktığını söyleyebiliriz. Yayımlandıktan kısa bir süre sonra Antroposende Sermaye kitabını satın almış olan 31 yaşındaki Jun Şiota isimli bir araştırmacı, “Saito’nun kolay anlaşılır bir hikâye anlattığını” söylüyor:

“Saito, kapitalizmin iyi ve kötü yanları olduğunu, onu reforma tabi tutmanın mümkün olduğunu söylemiyor. […] O, sadece tüm sistemden kurtulmamız gerektiğini söylüyor.”

Akademik çalışmasında Saito, John Bellamy Foster ve Paul Burkett’in izinden giderek, kimi çevrecilerin Marx ve Engels’in kapitalizmin çevre ve gezegen üzerindeki etkisini görmezden geldiğine dair iddialarının yanlışlığını ortaya koyuyor. Saito, aynı zamanda Marx’ın ekolojiye yönelik yoğun ilgisini ortaya koyan topraktaki tükenme ve tarımla ilgili defterlerini analiz eden çalışmasıyla 2018’de Isaac Deutscher Ödülü’nü almış bir isim.

Bir önceki çalışmasında Saito, yaklaşımının “Foster ve Burkett’in savunduğu metabolik yarık teorisinin devamı” olduğunu söylüyor. İddiasına göre, kapitalizm koşullarında seri üretim ve tüketim dünyayı muazzam ölçülerde etkiliyor, bir yandan da ekolojik krizlere yol açıyor. Dolayısıyla, Marksist teorinin, kapitalizmi aşmış, sürdürülebilir bir toplumu tahayyül eden açık ve pratik bir taleple bu duruma cevap geliştirmesi gerekiyor. Saito, bu bağlamda, kapitalizmle sürdürülebilir üretim için gerekli maddi koşulların uyuşmadığını iddia ediyor. Buradan da kızıl ile yeşil arasındaki çelişkinin çözüme kavuşturulması gerektiğini söylüyor.

Marx’ın kapitalizm koşullarında tarım uygulamaları ile ilgili notlarını incelediği bir önceki kitabında Saito, Marx’ın sermayenin mantığının ebedi doğal döngüden nasıl uzaklaştığını ve nihayetinde insanlarla doğa arasındaki metabolik etkileşim dâhilinde kimi uyumsuzluklara nasıl sebep olduğunu analiz etmeye çalışıyor.

Marx, bahsi geçen hususu, toprağa gerisin geri hiçbir şey vermeden, mümkün olduğunca en fazla besini ondan almayı öngören modern “yağmacı” [Raubbau] tarım pratiğine dair Justus von Liebig’in kaleme aldığı eleştiriye atıfta bulunarak dile getiriyordu. Kârın maksimizasyonu dürtüsüyle icra edilen bu “yağmacı tarım” pratiği, temelde sürdürülebilir üretim bağlamında, toprağın maddi koşullarıyla uyuşmayan bir pratik. Bu sebeple, sermayenin değerlenme mantığı ile doğaya ait metabolizma arasında derin bir uçurum, yani insanın çevreyle ilişkisinde “metabolik yarıklar” ortaya çıkıyor.

Metabolik yarık anlayışını ele alan önemli bir pasajda Marx, kapitalist üretim tarzının toprağın tabi olduğu doğa kanunlarının emrettiği toplumsal metabolizmayla doğal metabolizma arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisinde tamiri mümkün olmayan bir yarık meydana geldiğini söylüyor.

“Bunun neticesinde toprağın yaşamsal nitelikleri heba ediliyor, ülkeler arasında cereyan eden ticaret, topraktaki bu yıkımı onun yaşandığı ülkenin sınırlarının çok uzaklarına taşıyor (Liebig).”

Kapitalist birikim alanının genişlemesiyle birlikte metabolik yarık, küresel bir mesele hâline geliyor. Saito da buradan “ekososyalizm, kapitalizmdeki merkezi çelişkinin ekolojik krizle metabolik yarık olduğunu söyler” diyor.

Saito’ya göre, 1845’te yazılmış olan Alman İdeolojisi’nde Marx, kapitalizm eleştirisine “ekoloji boyutu”nu katıyor. Saito, “metabolizma” terimini kullanmaya başlayan Marx’ın ilgili kavrama dair anlayışını geliştirdiğini ve onu sermayenin genel metabolik eğilimi bağlamında ele aldığını söylüyor. Ona göre Marx, sonrasında sermayedeki sürekli büyüme sürecinde sadece emeğin değil, doğanın da kâr arayışı dâhilinde sömürüldüğünü, bu sömürünün toprağı yok ettiğini, ormanların tükenmesine neden olduğunu, doğal kaynakların azalmasına yol açtığını fark ediyor. Sermaye, daha fazla değer, özelde daha fazla artı değer talep ediyor. Bu artış, üretimin amacı hâline geldikçe, kapitalizmden önce doğayla insan arasında varolan metabolik uyum bozuluyor. Kapitalizmle birlikte metabolik yarık oluşuyor.

Bana öyle geliyor ki kapitalizm öncesinde bir yerlerde insanlar arasında, ayrıca insanla doğa arasında metabolik denge veya uyum olduğunu söylediği için bu “metabolik yarık”, o kadar da faydalı bir terim değil. Bu anlamda, kopuşa veya yarığa yönelik her türden vurgu, doğada daha önce bir uyum ve denge olduğunu, kapitalizmin bu uyumu ve dengeyi bozduğunu varsaymak gibi bir riski içeriyor. Oysa doğa, insan sahneye çıkmazdan önce bile, hiçbir vakit dengede olmadı. Doğa, her zaman değişiyor, dönüşüyor, Marksist paleontolog Stephen Jay Gould’un kullandığı ifadeyle, “kesintili denge”ye kavuşuyor, Kambriyum patlaması gibi gelişmelerle birlikte birçok tür evrimleşirken birçoğu da yok oluyor. Konuyla ilgili çekilen filmler ne derse desin, dinozorların hâkim olduğu dönemin sona ermesinin ve nihayetinde bu türün yok olmasının insanla bir alakası yok. Ayrıca insanlar, gezegene koşul dayatacak konuma hiçbir zaman gelmedi, diğer türlerde karşılık bulacak koşulları yaratamadı. İnsanın hareket edeceği ortamı doğa oluşturuyor, insan, eylemleriyle doğayı etkiliyor. Marx’ın sözüyle:

“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama tarihi salt kendi istekleri uyarınca yapmazlar. İnsanlar, tarihi kendilerinin seçtikleri koşullarda değil, geçmişten tevarüs etmiş, doğrudan yüzleştikleri koşullarda yaparlar.”

Marx, toprağın kapitalist üretim üzerinden yağmalandığından bahsediyor. Kapital’in Birinci Cilt’inin makinelerle ilgili olan 15. Bölüm’ünde Marx şunları söylüyor:

“Kapitalist tarımdaki ilerleme, sadece işçinin emeğinin yağmalanması işinin değil, toprağın yağmalanması işinin de ilerleyip gelişmesini ifade eder. Belirli bir zaman diliminde topraktaki verimliliğin sürekli artırılması sayesinde, o verimliliğin dayandığı, uzun süre kalıcı olan kaynaklara doğru adım atılır. Kendi kalkınma sürecinin arka planı olarak geniş ölçekli sanayiye daha fazla bel bağladıkça, bir ülkedeki yıkım süreci de o kadar hızlı olur. Bu sebeple kapitalist üretim, sadece tüm servetin işçiyle topraktan oluşan ilk kaynaklarını aynı anda azaltmak suretiyle toplumsal üretim sürecindeki bileşimin genel düzeyini ve kullanılan teknikleri geliştirir.” (Marx, 1995 [1887])

Saito ise şu tespiti yapar:

“Marx’ın politik ekonomi eleştirisi, insanla doğa arasındaki ‘metabolik etkileşim’de yaşanan bozulmayı kapitalizmin temel çelişkisi olarak görür ve bu bozulmaya vurgu yapar.”

Peki bu, Saito’nun mu yoksa Marx’ın mı görüşü? Bu “metabolik yarık” dediği şey, gerçekten de “kapitalizmin temel çelişkisi” midir? Kanaatimce Saito, bu iddiayı gerektiği şekilde gerekçelendiremiyor.

Marx’a göre kapitalizm, yağma veya mülksüzleştirme değil, kâr amacıyla yapılan üretimde işgücünün “zorla sömürülmesi” üzerine kurulu bir sistemdi. Marx, kapitalizm koşullarında tarımın, emeği sanayinin sömürdüğü aynı yoldan sömüren bir sektör olduğunu söylüyordu. Marx, tarım kaynaklı kazançlardaki düşüş sebebiyle sermayenin kâr etme imkânlarının azaldığını söyleyen Rikardocu teoriyi redde tabi tuttu. Marx’ın geliştirdiği kâr oranlarının düşme eğilimi kanunu ise işgücü sömürüsüne nispetle maliyetteki makinelerin değerine ve doğal malzemelere ait değerin payının arttığı sermayenin “organik” bileşimindeki artışla alakalıydı (Saito, bu “organik” kelimesinin Liebig’den alınmış olabileceğini söylüyor). Bu anlamda, Saito’nun çıkarımının aksine, Marx, Liebig’in geliştirdiği, topraktaki tükenmeye işaret eden kapitalizmin sınırları teorisini de, bunun yanında, bu teoride örtük olarak bulunan, insan hayatının ihtiyaçlarındaki ve eldeki gıda miktarındaki artışa kıyasla nüfusun daha hızlı artacağını söyleyen Maltusçuluğu da reddetmekteydi.

Saito’nun kitabında “Küçülmeci Komünizm Fikrine Doğru” diye bir alt başlık var. Bu küçülmeci fikir, çevreciler ve solcular arasında giderek popüler hâle gelen bir fikir. Küçülme fikrinin önde gelen savunucularından olan Jason Hickel, bu fikri şu şekilde tarif ediyor:

“Küçülmenin amacı, kişi başına düşen tüketimin yüksek düzeylere ulaştığı yüksek gelirli ülkelere odaklanarak, dünya ekonomisindeki malzeme ve enerji miktarını aşağıya çekmektir.”

Eski Dünya Bankası baş ekonomisti ve küresel eşitsizlik uzmanı Branco Milanoviç’in eleştirisinde de karşılık bulduğu biçimiyle, bugün konuyla ilgili büyük bir tartışma yaşanıyor. Milanoviç, zengin ülkelerde GSYİH’deki büyüme sürecini ve genel birikim sürecini durdurmak, hatta bu büyüme ve birikim düzeyini aşağıya çekmek suretiyle gelirin ve servetin güneyin yoksul ülkelerine dağıtılması gerektiğini söyleyen her türden önerinin ekonomik açıdan akıl dışı, politik açıdan da uygulanamaz olduğunu söylüyor.

Hickel gibi küçülmeci görüşten yana olan isimler ise Milanoviç’in küçülme denilen argümanı yanlış ele aldığını, bunun sebebinin de onun ekonomik büyümeye “körü körüne iman etmesi” olduğunu söylüyorlar. Ben, iki tarafın dile getirdiği argümanları tartışmayı okura bırakıyorum.

Burada şu kadarını söylemek yeterli: kapitalizm koşullarında birikim, tam da birikimin kendisi için gerçekleşir. Burada amaç, daha yatırım yapmak, böylelikle özel kişilerin kârı ve çıkarı adına, hiçbir plan olmaksızın, daha fazla kâr elde etmektir.

Buradan şu tür sorular sorulabilir: Üretilen artık, işçilerin kontrolüne girdiğinde, hayatı kendimiz için daha iyi ve daha kolay, dünya ve dünyada yaşayanlar için daha sürdürülebilir kılmak adına üretim güçlerini geliştirip büyütmeyecek miyiz? Daha çok (ve daha iyi) okullar, toplu ulaşım araçları gibi şeyleri inşa etmek için “çevreci” üretim güçlerini büyütmeyecek miyiz? Peki sosyalistler, eskiden sömürge olan dünyada üretim güçlerinin gelişimine katkıda bulunmak suretiyle, emperyalizmin yol açtığı azgelişmişliği ortadan kaldırmak için çaba sarf etmeyecekler mi?

“Ama tüm o cimriliğiyle kapitalist üretim, tam da ticaret yoluyla ürünlerini dağıttığı, rekabet sürecine dair tarzını uygulamaya koyduğu yoldan maddi kaynakları israf ettiği gibi, insan denilen malzemeyi de her yönüyle israf eder, bu sebeple, birey olarak kapitalistin kazandığı, toplum için bir kayıptır.” (Marx).

Demek ki işçi sınıfının israfa dayalı ve çevre bağlamında sürdürülemez olan tüketim alışkanlarını üreten “kişisel tercihler” değil, sistemin ta kendisidir.

Buna karşın küçülmeci fikri savunanlar, ekolojik çöküşten kaçınmak istiyorsak, insanların aşamayacakları sabit bir “taşıma kapasitesi”nin ve “gezegene ait kimi mutlak sınırlar”ın olduğunu söylüyorlar. Bu görüşü savunanlar, toplumsal düzeyde üretilmiş olan sınırlarla doğanın ürettiği sınırlar arasında ayrım yapmıyorlar. Oysa doğadaki bozulma, türlerin yok olması ve atmosferdeki tahribat, sisteme dışsal olan, varoluşa yönelik bir tehdidin değil, bizatihi kapitalist üretim tarzında buluna çelişkilerin birer sonucudur. Kirlenme ve çevresel tahribat düzeylerindeki artışın sebebi, teknolojiler değil, kapitalistlerin çevre hilafına kâr peşinde koşmalarıdır. Sosyalistler, üretim araçları ile onların kapitalizmdeki kullanımları arasında ayrım yapmak zorundadırlar.

Sosyalist bir küçülme senaryosu, çevreyi tahrip eden, toplumsal açıdan o kadar da gerekli olmayan (bazılarının ekonominin parçasını teşkil eden “değişim değeri” dediği) üretim düzeyinin aşağı çekilmesi, bir yandan da (ekonominin “kullanım değeri” ile ilgili kısmı olarak) insanın esenliği ve çevrenin yeniden canlanması amacıyla organize edilen ekonomik unsurların korunması, hatta güçlendirilmesi gibi bir hedef üzerinde durabilir.

Saito, insanla doğa arasındaki diyalektik çelişkinin sona erdirilmesinin ve ekolojik denge ile uyumun belirli düzeye taşınmasının, ancak kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olduğunu söylerken haklı. Engels’in (1896) tespitiyle, “Bu kontrolü sağlamak için bize salt bilgiden daha fazlası gerek.” Bu anlamda bilim yeterli değil. “Bunun için bizim, bugüne dek varolan üretim tarzımızda ve günümüzde varolan tüm toplumsal düzende eksiksiz bir devrim gerçekleştirmemiz gerekiyor.” (A.g.e.)

Michael Roberts
27 Kasım 2022
Kaynak

0 Yorum: