Filipinler’de
doğan Vinice Mabansag isimli kız çocuğu, dünyanın sekiz milyarıncı yurttaşı. Bazıları,
bu doğumu kutlama sebebi olarak görebilir. Dünya genelinde doğurganlık oranının
hızla düştüğü koşullarda dünya nüfusunun son yetmiş yılda artmış olması, halk
sağlığı, beslenme, kişisel hijyen ve tıp alanında insan ömrünü uzatan, anne ve
çocuk ölüm oranını ciddi ölçüde düşüren sıra dışı gelişmelerin bir sonucu.
Başka bir ifadeyle, Vinice’in doğumu, insanın dünyayı daha iyi bir yer hâline
getirme konusunda sahip olduğu maharetin bir kanıtı.
Buna
karşın, birçok batılı aydın ve siyasetçi, Vinice’in doğumunu bir lanetin
habercisi, “aşırı nüfus”un gezegeni nasıl yok edeceğine ilişkin bir andaç
olarak görüyor. Bu habere verilebilecek en sefil cevap ödülünü, tahmin
edileceği üzere, New York Times gazetesi aldı. Gazete, bu doğum haberini
İnsan Türünün Gönüllü İmhası Hareketi’nin kurucusu Les Knight’a sayfalarında
yer açmak için fırsat olarak değerlendirdi. Les Knight, insanlara insan türünün yok
olacağı süreci başlatmak için ürememeleri çağrısı yapıyor ve ürememenin dünyanın
yüzleştiği sorunlara bulunabilecek yegâne çözüm olduğunu düşünüyor. Knight,
kendisine uzatılan mikrofona, “şu dünyaya ne yaptığımıza bir baksanıza. Biz, iyi
bir tür değiliz” diyor.
Hareketin
internet sitesinde ürememe tercihinde bulunmak suretiyle çiftlerin “çocuklarını
hayat kalitesinin hızla kötüleştiği, korkunç bir ölümle yüzleşecekleri
koşullara mahkûm etmekten kurtulmuş olacaklar”ından bahsediliyor. İnsandan nefret eden hümanizm karşıtlığı ile
Malthusçu kıyamet fikrini harmanlayan bu yaklaşım, bugüne dek hep kıyıda köşede
kalmış, küçük azınlıklarca sahiplenilmiş bir yaklaşımdı. Oysa bugün insanlık
denilen canlı türünün imhasına dönük arzu, uysal çevreciliğin başka bir biçimi
olarak göklere çıkartılıyor. Bu işi yapma konusunda New York Times
yalnız değil. Medyanın başka unsurları, daha tuhaf tepkiler ortaya koyuyorlar. Hepsi
de aşağı yukarı aynı mesajı veriyor: Örneğin CNN, “artan dünya nüfusunun çevre
için ciddi bir güçlük hâline geldiğini” söylüyor.
“Aşırı
nüfus” denilen fikrin ciddiye alınır bir tarafı yok, çünkü bu tür fikirler,
dünya nüfusunu azaltmaya yönelik olarak uygulamaya konulmuş olan hain planın parçası
olan 5G veya Kovid aşılarıyla ilgili saçma komplo teorileriyle bağlantılı. Times’daki
makalenin de ortaya koyduğu biçimiyle, elitlerin de meseleyle ilgilendikleri
açık. Hepsi de sürekli işittiğimiz, binlerce kez dillendirilen argümanı
yineliyorlar: insanların ortaya koydukları faaliyetler gezegendeki biyolojik çeşitliliği yok
ediyor, doğal kaynakları yenileme kapasitesini düşürüyor, gezegen üzerindeki
insan sayısı arttıkça doğanın üzerindeki basınç da artıyor.
Mesele,
dünya nüfusunun zorla düşürülmesi üzerinden ele alınıyor. Herkes, artık giderek
nüfus kontrolü için gerekli aygıtların devreye sokulmasının şart olduğu fikrine
alışıyor ve bu tür fikirler daha sık dillendiriliyor. Bu bağlamda “tek çocuk”
politikaları gündeme geliyor. Oysa kimse, nüfus artış hızının düştüğü gerçeğini
dikkate almıyor. Bunun yerine bize “ekolojik ayak izimizi” düşürmek suretiyle
yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerektiği söyleniyor. Hükümetlere ve uluslararası
kurumlara göre, en önemli hedef net sıfır, yani dünyada sera gazı
salınımlarının en kısa sürede sıfıra düşürülmesi.
Bu,
herkesin hassas olması gereken bir fikirmiş gibi görünüyor. Oysa kimse, fosil
yakıtların iklim değişikliği ve kirlenme konusunda ciddi sakıncalara sahip
olduğunu inkâr etmiyor. Gelgelelim, bu fikrin pratikte uygulanması ise tümüyle
farklı bir mesele. Dünya Ekonomi Forumu, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası
gibi kurumların gelişmekte olan ülkelere, fosil yakıtlara sunulan teşviklere
son vermesi veya gıda üretiminde gübrelerin yasaklanması konusunda
uyguladıkları baskı, zaten onlarca ülkede kargaşaya, politik istikrarsızlığa ve
huzursuzluğa yol açmış durumda. 2019’da Sudan, Zimbabve, Haiti, Lübnan,
Ekvador, Irak, Şili ve İran’da büyük gösterilere tanık olundu.
Bu
gösteriler, bize şu gerçeği hatırlattı: birileri, iklim değişikliğini ve gezegenin
hâlini dert ederken, insan, gene de bu türden sorunların küresel kapitalist güç
piramidinin tepesinde oturan, dünyada siyaseti biçimlendiren, Davos
toplantılarında arz-ı endam eden, özel jetlere binen, şirketlerin sahibi
değilse bile şirketlerin desteğini arkasına alan elitlerin ülkelere dayattığı,
yukarıda şekillendirilip aşağıya dayatılan çözüm önerileri üzerinden çözüme
kavuşturulabileceğine dair fikre bir şekilde şüpheyle yaklaşıyor. Asıl çarpıcı
olansa tam da bu elitlerin insan kaynaklı faaliyetlerin yol açtığı kötülüklere
karşı verilen mücadelede kendilerine müttefik bulmuş olması: “küçülmeciler”
olarak bilinen radikal antikapitalistler.
Küçülmeciler,
insanlığın gezegen üzerindeki olumsuz etkisinin kökeninin ekonomik büyüme
olduğunu, bu büyümeye kapitalist üretim tarzının dayandığı mantığın yön
verdiğini söylüyorlar. Küçülme fikrini savunan en önemli isimlerden biri olan Jason
Hickel’a göre, “bu süreç, sürekli genişleme veya büyüme, yani sanayi için
kaynak temini, üretim ve tüketim düzeylerdeki niceliksel artış zorunluluğu
temelinde örgütleniyor.” Küçülmeciler, dünyadaki sorunların önemli bir kısmının
büyüme meselesinin, yani en nihayetinde kapitalizmin ötesine geçerek çözüme
kavuşturulabileceğini söylüyorlar.
Bir
zamanlar kıyıda köşede kalmış, marjinal kabul edilen küçülme teorisi, son
yıllarca çevreciler ve solcular arasında rağbet görmeye başladı. Örneğin, beş
yıl önce gezegen ve kapitalizm arasındaki ilişkiye dair akademik bir kitap
çalışmasının çok satan kitaplar listesine gireceğini kim tahmin edebilirdi ki? Tokyo
Üniversitesi’nde doçent olarak çalışan Kohei Saito’nun Marksist bir açıdan
kaleme aldığı, küçülmeyle ilgili kitabı (yakında İngilizceye çevrilip basılacak
olan) Capital in the Anthropocene [“Antroposen Döneminde Sermaye”] de
aynı listeye girecekmiş gibi görünüyor, zira kitap, 2020’de basıldığı günden
beri Japonya’da yarım milyondan fazla sattı.
Saito’nun
mesajı çok basit: kapitalizmin kâr dürtüsü, gezegeni yok ediyor, dolayısıyla
oluşan hasarı ancak küçülmeci komünizmle ortadan kaldırabiliriz. Bunun için de
toplumsal üretim yavaşlatılmalı, servet paylaşılmalı. İnsanlar, yeni bir yaşam
tarzı bulmalı, yani kapitalizmin yerine başka bir sistemi kurmalı.
Peki
bu, pratikte ne anlama geliyor? Küçülmeci hareketin aktivistleri arasında bile
bu konuda belirli bir kafa karışıklığı söz konusu.
Büyüme,
genelde gayri safi yurt içi hâsıla kullanılarak ölçülüyor. GSYİH, belirli bir
dönemde ülkenin kendi içinde ürettiği ürünlerin ve hizmetlerin toplam değerini veriyor,
buradan da ekonomisinin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Ekonomi büyüyorsa, bu
gelişme ekonomik büyüme olarak adlandırılıyor, eğer küçülüyorsa, buna küçülme
süresinin uzunluğuna bağlı olarak, resesyon, hatta buhran deniliyor.
GSYİH
meselesine eğilmenin cazip olduğuna hiç şüphe yok. Zira GSYİH yüksekse gelirler
de yaşam standartları da yüksektir. Çalışmalar, GSYİH’nin ulusun mutluluğuyla
bağlantısını ortaya koyuyor. Ama gene de maddi zenginlik, her şey değil.
Uzun
zamandır GSYİH, ülkenin zenginliğini ve mutluluğunu ölçme konusunda çok da iyi olmayan
bir yol olarak görülüyor. Çevrenin durumu, eşitsizliğin düzeyi, insanların
sağlığı veya suç oranları dikkate alınmıyor. Ayrıca ülkenin GSYİH’sini silâh
üretip hapishane inşa ederek mi yoksa okul ve hastane yaparak mı artırdığı
sorusunu da hesaba katmıyor. Evet, büyümenin de insanların faaliyetlerinin de
doğal dünya üzerinde olumsuz bir tesire yol açtığı çok açık.
Gelgelelim,
ekonomik büyümenin, yani GSYİH’nin ülkenin esenliğine dair bir ölçü olarak sahip
olduğu sınırları kabul etmek bir şeydir, onu hepten çöpe atmak veya dünya
genelinde birçok ülkenin sanayileşmek ve yoksulluktan kurtulup büyümek için
çabaladığı koşullarda “büyüme sürecini durdurmak” zorunda olmak, başka bir
şeydir.
Aslında
Hickel gibi küçülmeciler, “küçülmenin GSYİH’nin düşürülmesiyle ilgili bir şey
olmadığını” açıktan söylüyorlar. Onlara göre mesele, “dünya ekonomisinde
malzeme ve enerji miktarının düşürülmesi.” Burada lafı dolandırmaya gerek yok. Malzeme
ve enerji miktarını düşürmek için GSYİH’yi azaltmanız gerekiyor.
Hickel,
“bu sonuca, düşük gelirli ülkelerin insani ihtiyaçları karşılamak amacıyla, enerji
ve kaynak kullanımını artırmalarına imkân vermek suretiyle ulaşılabilir” diyor.
Bu anlamda Dünya Ekonomi Forumu’nun herkesin sera gazı salınımının sıfır olması
gerektiğini söyleyen yaklaşımından farklı bir şey söylüyor. Yüksek gelirli
ülkelerde ise enerji ve kaynağın önemli ölçüde azaltılması gerektiğini söyleyen
Hickel, bunun için toplumsal açıdan daha az gerekli olan, çevreye zarar veren üretimden
(yani sportif arazi araçları, silâhlar, biftek üretimi, özel ulaşım imkânları, reklamcılık
ve planlı eskitme uygulamalarından) vazgeçilmesi gerektiği, bir yandan da
sağlık hizmetleri, eğitim, bakım eğlence gibi toplumsal açıdan önem arz eden
sektörlerin büyütülmesi üzerinde duruyor.
Güzel
parkların, okulların, hastanelerin, müzelerin, kütüphanelerin olduğu, daha az
sportif arazi araçlarının, lüks konfeksiyon mağazalarının bulunduğu, herkesin
doğayı kirletmeyen sanayilerde ve sektörlerde güzel işlerde çalıştığı bir toplumda
yaşamayı herkes ister. Benim açımdan küçülmecilerin tahayyül ettikleri toplum
değil mesele, bu teorinin sonuçları. Bu teorinin sahipleri, hatalı bir biçimde
enerji ve kaynak tüketimini yan yana ele alıyor, oysa bunlar, çok farklı
şeyler. Bir şeyler üretiyorsanız, zaten sonu olan kaynakları kullanmak
zorundasınız. Dolayısıyla üretim süreci ilanihaye genişleyemez. Ama aynı şey,
enerji üretimi için geçerli değil: örneğin nükleer enerji, bol miktarda, temiz
karbonsuz enerji temin edebilir, böylelikle bize enerji kullanımını artırma
imkânı sunabilir. Kaynakları az kullanan sanayilerin ve sektörlerin işlemesini
sağlayabilir, bir yandan da fosil yakıtları hızla devre dışı bırakabilir. Buna karşın,
birçok çevreci ve küçülmeci, nükleer enerjiye büyük bir şevkle karşı çıkıyor.
Küçülmeciliğin
(en genel manada çevreciliğin) bir diğer meselesi de bu. Bu görüşün
kurtulamadığı Luddculuk, sanayileşme karşıtı önyargı, örneğin hızla nükleer
kapasiteyi artırmak suretiyle, ekonomilerimizi daha sürdürülebilir kılmak için
gerekli olan, devlet destekli sanayi ve altyapı yatırımına mani oluyor.
Buradan
da ilgili görüşteki üçüncü mesele çıkıyor karşımıza: Batılı ülkelerde yurttaşların
soyut faydalar karşılığında maddi zenginliklerini azaltacak adımlara kabule yanaşacaklarını
varsaysak bile bu türden bir programın uygulanması için ihtiyaç duyulacak,
devletin gücündeki muazzam artışa muhtemelen rıza göstermeyecekler.
Pandemi
döneminde gündeme gelen otoriterlik ve demokrasiye yönelik saldırı, birçok insanın
devletin kontrolsüz gücünden korkmasına neden oldu. Bence gerekli olan, devletin
ekonomiye müdahale yetkisi verilmesini şart koşan bir programın yeni bir
demokratik toplum sözleşmesini meydana getirene dek destek bulması pek mümkün
değil. Başka şeyler yanında, bunu yapabilmek için küreselcilerin ve şirketlerin
çıkarlarının gasp ettiği, demokrasiyi tesis edebilecek yegâne kurum olan
ulus-devleti onların pençesinden kurtarmak gerekiyor. Ama bu, zamana muhtaç
olan bir iş ve küçülmeciler, sürekli zamanımızın kalmadığını söylüyorlar.
Küçülmeciliğin
ve her türden kıyametçi çevreciliğin endişe verici yönü şu: “ya her şeyi
düzeltiriz ya da hep beraber ayvayı yeriz” diyen kadercilik tuzağına düşen bu
kesimler, gezegeni kurtarmak için, otoriter müdahaleler dâhil, her yol meşru
diyorlar. Bu anlamda, sıfır Kovidcilere benziyorlar.
Mesele,
dünyada hayatın sürmesi ise yapılması gereken işlerin önüne demokratik tartışmadaki
ve düşünce sürecindeki karmaşıklıkların engel çıkartmasına izin veremeyiz.
Asıl
kaygı verici olan, Saito’nun kitabında pandemiyi, hızlı değişimin mümkün
olduğuna dair bir kanıt olarak sunuyor olması. Bu anlamda yazar, o “değişim”in demokratik
usullerin kenara itilmesi, anayasal kısıtlamaların getirilmesi, toplumların
askerileştirilmesi, özgürlüklerin ezilmesi ve eşi benzeri görülmemiş toplumsal
kontrol tedbirlerinin uygulanması suretiyle yaşanmış olmasını hiç dert etmiyor.
Bu
anlamda, kadercilik, insanların tüketim düzeylerini aşağı çekmek için başvurulacak,
elitlerin başvurdukları en kolay yol olan, sıradan insanları daha da yoksul
kılma yolu için politik bir kılıf sunuyor.
Bu
da küçülme teorisinin ana kusurunu, yaptığı yanlış tespiti açığa çıkartıyor. Bu
teori, kapitalizmin itici gücünün büyüme veya kâr olduğunu söylüyor, oysa
kapitalizmi itici gücü, iktidar meselesidir. Kapitalist piramidin en tepesinde
oturanlar, küçülme nüfuzlarını artıracaksa, küçülme karşısında daha fazla mutlu
olacaklardır. Bu teoriye bağlı kalırsak, egemen sınıfların büyüme hızını düşüren
tasarruf tedbirlerini uygulamak konusunda neden bu kadar istekli olduklarını asla
anlayamayız.
Küçülmeci
komünizmin paradoksu şu: onu savunanlar kapitalizmi yıkmak istiyor olabilirler,
ama onların ideolojisi, aslında mücadele ettiklerini söyledikleri küreselci
kapitalist elitleri güçlendiriyor.
Thomas Fazi
5
Aralık 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder