27 Haziran 2023

Küçülmeci Komünizmin Paradoksu


Filipinler’de doğan Vinice Mabansag isimli kız çocuğu, dünyanın sekiz milyarıncı yurttaşı. Bazıları, bu doğumu kutlama sebebi olarak görebilir. Dünya genelinde doğurganlık oranının hızla düştüğü koşullarda dünya nüfusunun son yetmiş yılda artmış olması, halk sağlığı, beslenme, kişisel hijyen ve tıp alanında insan ömrünü uzatan, anne ve çocuk ölüm oranını ciddi ölçüde düşüren sıra dışı gelişmelerin bir sonucu. Başka bir ifadeyle, Vinice’in doğumu, insanın dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme konusunda sahip olduğu maharetin bir kanıtı.

Buna karşın, birçok batılı aydın ve siyasetçi, Vinice’in doğumunu bir lanetin habercisi, “aşırı nüfus”un gezegeni nasıl yok edeceğine ilişkin bir andaç olarak görüyor. Bu habere verilebilecek en sefil cevap ödülünü, tahmin edileceği üzere, New York Times gazetesi aldı. Gazete, bu doğum haberini İnsan Türünün Gönüllü İmhası Hareketi’nin kurucusu Les Knight’a sayfalarında yer açmak için fırsat olarak değerlendirdi. Les Knight, insanlara insan türünün yok olacağı süreci başlatmak için ürememeleri çağrısı yapıyor ve ürememenin dünyanın yüzleştiği sorunlara bulunabilecek yegâne çözüm olduğunu düşünüyor. Knight, kendisine uzatılan mikrofona, “şu dünyaya ne yaptığımıza bir baksanıza. Biz, iyi bir tür değiliz” diyor.

Hareketin internet sitesinde ürememe tercihinde bulunmak suretiyle çiftlerin “çocuklarını hayat kalitesinin hızla kötüleştiği, korkunç bir ölümle yüzleşecekleri koşullara mahkûm etmekten kurtulmuş olacaklar”ından bahsediliyor. İnsandan nefret eden hümanizm karşıtlığı ile Malthusçu kıyamet fikrini harmanlayan bu yaklaşım, bugüne dek hep kıyıda köşede kalmış, küçük azınlıklarca sahiplenilmiş bir yaklaşımdı. Oysa bugün insanlık denilen canlı türünün imhasına dönük arzu, uysal çevreciliğin başka bir biçimi olarak göklere çıkartılıyor. Bu işi yapma konusunda New York Times yalnız değil. Medyanın başka unsurları, daha tuhaf tepkiler ortaya koyuyorlar. Hepsi de aşağı yukarı aynı mesajı veriyor: Örneğin CNN, “artan dünya nüfusunun çevre için ciddi bir güçlük hâline geldiğini” söylüyor.

“Aşırı nüfus” denilen fikrin ciddiye alınır bir tarafı yok, çünkü bu tür fikirler, dünya nüfusunu azaltmaya yönelik olarak uygulamaya konulmuş olan hain planın parçası olan 5G veya Kovid aşılarıyla ilgili saçma komplo teorileriyle bağlantılı. Times’daki makalenin de ortaya koyduğu biçimiyle, elitlerin de meseleyle ilgilendikleri açık. Hepsi de sürekli işittiğimiz, binlerce kez dillendirilen argümanı yineliyorlar: insanların ortaya koydukları faaliyetler gezegendeki biyolojik çeşitliliği yok ediyor, doğal kaynakları yenileme kapasitesini düşürüyor, gezegen üzerindeki insan sayısı arttıkça doğanın üzerindeki basınç da artıyor.

Mesele, dünya nüfusunun zorla düşürülmesi üzerinden ele alınıyor. Herkes, artık giderek nüfus kontrolü için gerekli aygıtların devreye sokulmasının şart olduğu fikrine alışıyor ve bu tür fikirler daha sık dillendiriliyor. Bu bağlamda “tek çocuk” politikaları gündeme geliyor. Oysa kimse, nüfus artış hızının düştüğü gerçeğini dikkate almıyor. Bunun yerine bize “ekolojik ayak izimizi” düşürmek suretiyle yaşam tarzımızı değiştirmemiz gerektiği söyleniyor. Hükümetlere ve uluslararası kurumlara göre, en önemli hedef net sıfır, yani dünyada sera gazı salınımlarının en kısa sürede sıfıra düşürülmesi.

Bu, herkesin hassas olması gereken bir fikirmiş gibi görünüyor. Oysa kimse, fosil yakıtların iklim değişikliği ve kirlenme konusunda ciddi sakıncalara sahip olduğunu inkâr etmiyor. Gelgelelim, bu fikrin pratikte uygulanması ise tümüyle farklı bir mesele. Dünya Ekonomi Forumu, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi kurumların gelişmekte olan ülkelere, fosil yakıtlara sunulan teşviklere son vermesi veya gıda üretiminde gübrelerin yasaklanması konusunda uyguladıkları baskı, zaten onlarca ülkede kargaşaya, politik istikrarsızlığa ve huzursuzluğa yol açmış durumda. 2019’da Sudan, Zimbabve, Haiti, Lübnan, Ekvador, Irak, Şili ve İran’da büyük gösterilere tanık olundu.

Bu gösteriler, bize şu gerçeği hatırlattı: birileri, iklim değişikliğini ve gezegenin hâlini dert ederken, insan, gene de bu türden sorunların küresel kapitalist güç piramidinin tepesinde oturan, dünyada siyaseti biçimlendiren, Davos toplantılarında arz-ı endam eden, özel jetlere binen, şirketlerin sahibi değilse bile şirketlerin desteğini arkasına alan elitlerin ülkelere dayattığı, yukarıda şekillendirilip aşağıya dayatılan çözüm önerileri üzerinden çözüme kavuşturulabileceğine dair fikre bir şekilde şüpheyle yaklaşıyor. Asıl çarpıcı olansa tam da bu elitlerin insan kaynaklı faaliyetlerin yol açtığı kötülüklere karşı verilen mücadelede kendilerine müttefik bulmuş olması: “küçülmeciler” olarak bilinen radikal antikapitalistler.

Küçülmeciler, insanlığın gezegen üzerindeki olumsuz etkisinin kökeninin ekonomik büyüme olduğunu, bu büyümeye kapitalist üretim tarzının dayandığı mantığın yön verdiğini söylüyorlar. Küçülme fikrini savunan en önemli isimlerden biri olan Jason Hickel’a göre, “bu süreç, sürekli genişleme veya büyüme, yani sanayi için kaynak temini, üretim ve tüketim düzeylerdeki niceliksel artış zorunluluğu temelinde örgütleniyor.” Küçülmeciler, dünyadaki sorunların önemli bir kısmının büyüme meselesinin, yani en nihayetinde kapitalizmin ötesine geçerek çözüme kavuşturulabileceğini söylüyorlar.

Bir zamanlar kıyıda köşede kalmış, marjinal kabul edilen küçülme teorisi, son yıllarca çevreciler ve solcular arasında rağbet görmeye başladı. Örneğin, beş yıl önce gezegen ve kapitalizm arasındaki ilişkiye dair akademik bir kitap çalışmasının çok satan kitaplar listesine gireceğini kim tahmin edebilirdi ki? Tokyo Üniversitesi’nde doçent olarak çalışan Kohei Saito’nun Marksist bir açıdan kaleme aldığı, küçülmeyle ilgili kitabı (yakında İngilizceye çevrilip basılacak olan) Capital in the Anthropocene [“Antroposen Döneminde Sermaye”] de aynı listeye girecekmiş gibi görünüyor, zira kitap, 2020’de basıldığı günden beri Japonya’da yarım milyondan fazla sattı.

Saito’nun mesajı çok basit: kapitalizmin kâr dürtüsü, gezegeni yok ediyor, dolayısıyla oluşan hasarı ancak küçülmeci komünizmle ortadan kaldırabiliriz. Bunun için de toplumsal üretim yavaşlatılmalı, servet paylaşılmalı. İnsanlar, yeni bir yaşam tarzı bulmalı, yani kapitalizmin yerine başka bir sistemi kurmalı.

Peki bu, pratikte ne anlama geliyor? Küçülmeci hareketin aktivistleri arasında bile bu konuda belirli bir kafa karışıklığı söz konusu.

Büyüme, genelde gayri safi yurt içi hâsıla kullanılarak ölçülüyor. GSYİH, belirli bir dönemde ülkenin kendi içinde ürettiği ürünlerin ve hizmetlerin toplam değerini veriyor, buradan da ekonomisinin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Ekonomi büyüyorsa, bu gelişme ekonomik büyüme olarak adlandırılıyor, eğer küçülüyorsa, buna küçülme süresinin uzunluğuna bağlı olarak, resesyon, hatta buhran deniliyor.

GSYİH meselesine eğilmenin cazip olduğuna hiç şüphe yok. Zira GSYİH yüksekse gelirler de yaşam standartları da yüksektir. Çalışmalar, GSYİH’nin ulusun mutluluğuyla bağlantısını ortaya koyuyor. Ama gene de maddi zenginlik, her şey değil.

Uzun zamandır GSYİH, ülkenin zenginliğini ve mutluluğunu ölçme konusunda çok da iyi olmayan bir yol olarak görülüyor. Çevrenin durumu, eşitsizliğin düzeyi, insanların sağlığı veya suç oranları dikkate alınmıyor. Ayrıca ülkenin GSYİH’sini silâh üretip hapishane inşa ederek mi yoksa okul ve hastane yaparak mı artırdığı sorusunu da hesaba katmıyor. Evet, büyümenin de insanların faaliyetlerinin de doğal dünya üzerinde olumsuz bir tesire yol açtığı çok açık.

Gelgelelim, ekonomik büyümenin, yani GSYİH’nin ülkenin esenliğine dair bir ölçü olarak sahip olduğu sınırları kabul etmek bir şeydir, onu hepten çöpe atmak veya dünya genelinde birçok ülkenin sanayileşmek ve yoksulluktan kurtulup büyümek için çabaladığı koşullarda “büyüme sürecini durdurmak” zorunda olmak, başka bir şeydir.

Aslında Hickel gibi küçülmeciler, “küçülmenin GSYİH’nin düşürülmesiyle ilgili bir şey olmadığını” açıktan söylüyorlar. Onlara göre mesele, “dünya ekonomisinde malzeme ve enerji miktarının düşürülmesi.” Burada lafı dolandırmaya gerek yok. Malzeme ve enerji miktarını düşürmek için GSYİH’yi azaltmanız gerekiyor.

Hickel, “bu sonuca, düşük gelirli ülkelerin insani ihtiyaçları karşılamak amacıyla, enerji ve kaynak kullanımını artırmalarına imkân vermek suretiyle ulaşılabilir” diyor. Bu anlamda Dünya Ekonomi Forumu’nun herkesin sera gazı salınımının sıfır olması gerektiğini söyleyen yaklaşımından farklı bir şey söylüyor. Yüksek gelirli ülkelerde ise enerji ve kaynağın önemli ölçüde azaltılması gerektiğini söyleyen Hickel, bunun için toplumsal açıdan daha az gerekli olan, çevreye zarar veren üretimden (yani sportif arazi araçları, silâhlar, biftek üretimi, özel ulaşım imkânları, reklamcılık ve planlı eskitme uygulamalarından) vazgeçilmesi gerektiği, bir yandan da sağlık hizmetleri, eğitim, bakım eğlence gibi toplumsal açıdan önem arz eden sektörlerin büyütülmesi üzerinde duruyor.

Güzel parkların, okulların, hastanelerin, müzelerin, kütüphanelerin olduğu, daha az sportif arazi araçlarının, lüks konfeksiyon mağazalarının bulunduğu, herkesin doğayı kirletmeyen sanayilerde ve sektörlerde güzel işlerde çalıştığı bir toplumda yaşamayı herkes ister. Benim açımdan küçülmecilerin tahayyül ettikleri toplum değil mesele, bu teorinin sonuçları. Bu teorinin sahipleri, hatalı bir biçimde enerji ve kaynak tüketimini yan yana ele alıyor, oysa bunlar, çok farklı şeyler. Bir şeyler üretiyorsanız, zaten sonu olan kaynakları kullanmak zorundasınız. Dolayısıyla üretim süreci ilanihaye genişleyemez. Ama aynı şey, enerji üretimi için geçerli değil: örneğin nükleer enerji, bol miktarda, temiz karbonsuz enerji temin edebilir, böylelikle bize enerji kullanımını artırma imkânı sunabilir. Kaynakları az kullanan sanayilerin ve sektörlerin işlemesini sağlayabilir, bir yandan da fosil yakıtları hızla devre dışı bırakabilir. Buna karşın, birçok çevreci ve küçülmeci, nükleer enerjiye büyük bir şevkle karşı çıkıyor.

Küçülmeciliğin (en genel manada çevreciliğin) bir diğer meselesi de bu. Bu görüşün kurtulamadığı Luddculuk, sanayileşme karşıtı önyargı, örneğin hızla nükleer kapasiteyi artırmak suretiyle, ekonomilerimizi daha sürdürülebilir kılmak için gerekli olan, devlet destekli sanayi ve altyapı yatırımına mani oluyor.

Buradan da ilgili görüşteki üçüncü mesele çıkıyor karşımıza: Batılı ülkelerde yurttaşların soyut faydalar karşılığında maddi zenginliklerini azaltacak adımlara kabule yanaşacaklarını varsaysak bile bu türden bir programın uygulanması için ihtiyaç duyulacak, devletin gücündeki muazzam artışa muhtemelen rıza göstermeyecekler.

Pandemi döneminde gündeme gelen otoriterlik ve demokrasiye yönelik saldırı, birçok insanın devletin kontrolsüz gücünden korkmasına neden oldu. Bence gerekli olan, devletin ekonomiye müdahale yetkisi verilmesini şart koşan bir programın yeni bir demokratik toplum sözleşmesini meydana getirene dek destek bulması pek mümkün değil. Başka şeyler yanında, bunu yapabilmek için küreselcilerin ve şirketlerin çıkarlarının gasp ettiği, demokrasiyi tesis edebilecek yegâne kurum olan ulus-devleti onların pençesinden kurtarmak gerekiyor. Ama bu, zamana muhtaç olan bir iş ve küçülmeciler, sürekli zamanımızın kalmadığını söylüyorlar.

Küçülmeciliğin ve her türden kıyametçi çevreciliğin endişe verici yönü şu: “ya her şeyi düzeltiriz ya da hep beraber ayvayı yeriz” diyen kadercilik tuzağına düşen bu kesimler, gezegeni kurtarmak için, otoriter müdahaleler dâhil, her yol meşru diyorlar. Bu anlamda, sıfır Kovidcilere benziyorlar.

Mesele, dünyada hayatın sürmesi ise yapılması gereken işlerin önüne demokratik tartışmadaki ve düşünce sürecindeki karmaşıklıkların engel çıkartmasına izin veremeyiz.

Asıl kaygı verici olan, Saito’nun kitabında pandemiyi, hızlı değişimin mümkün olduğuna dair bir kanıt olarak sunuyor olması. Bu anlamda yazar, o “değişim”in demokratik usullerin kenara itilmesi, anayasal kısıtlamaların getirilmesi, toplumların askerileştirilmesi, özgürlüklerin ezilmesi ve eşi benzeri görülmemiş toplumsal kontrol tedbirlerinin uygulanması suretiyle yaşanmış olmasını hiç dert etmiyor.

Bu anlamda, kadercilik, insanların tüketim düzeylerini aşağı çekmek için başvurulacak, elitlerin başvurdukları en kolay yol olan, sıradan insanları daha da yoksul kılma yolu için politik bir kılıf sunuyor.

Bu da küçülme teorisinin ana kusurunu, yaptığı yanlış tespiti açığa çıkartıyor. Bu teori, kapitalizmin itici gücünün büyüme veya kâr olduğunu söylüyor, oysa kapitalizmi itici gücü, iktidar meselesidir. Kapitalist piramidin en tepesinde oturanlar, küçülme nüfuzlarını artıracaksa, küçülme karşısında daha fazla mutlu olacaklardır. Bu teoriye bağlı kalırsak, egemen sınıfların büyüme hızını düşüren tasarruf tedbirlerini uygulamak konusunda neden bu kadar istekli olduklarını asla anlayamayız.

Küçülmeci komünizmin paradoksu şu: onu savunanlar kapitalizmi yıkmak istiyor olabilirler, ama onların ideolojisi, aslında mücadele ettiklerini söyledikleri küreselci kapitalist elitleri güçlendiriyor.

Thomas Fazi
5 Aralık 2022
Kaynak

0 Yorum: