1830-1848:
Bankacıların Hükümranlığı
On
dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa’da kapitalist sınıf, ekonomik ve politik
açıdan geliştiği bir aşamaya geçti. Tüm yetkileri elinde bulunduran
Bonapart’ın1814 yılında iktidardan düşüşünün ardından, yönetimi ele alan
Bourbon hanedanına mensup olan ve 1824’te X. Charles’ın ölümü üzerine tahta
oturan XVIII. Louis’nin kral olduğu gerici bir dönem başladı. Eski rejimi
destekleyenlerin çıkarlarını temsil eden bu tür krallar, burjuva devriminin
ekonomi ve siyaset alanında elde ettiği başarılara yönelik saldırıları artırmak
zorunda kaldılar. Söz konusu saldırılar, X. Charles döneminde zirveye ulaştı.
Bu dönemde basın hürriyeti askıya alındı, meclis kapandı, oy kullanma hakkına
kısıtlama getirildi. Temmuz 1830’da Paris halkının gerçekleştirdiği ve o “üç
görkemli yıl” boyunca sürmüş olan isyan, X. Charles’ı devirdi.[1] Orléans Dükü[2]
Louis-Philippe “krallığın korgenerali”, ardından da Fransa kralı ilân edildi. O
günden sonra Orléans Dükü’ne yakın bir isim olan liberal bankacı Laffite’in de
dile getirdiği gibi, “bankacıların hükümranlığı”[3] başladı.
Meşruti
kral Louis-Philippe’in çıkarlarını güvence altına aldığı bu finans
aristokrasinin hükümranlığı ile geçen sekiz yıl boyunca[4] sanayi burjuvazisi,
muhalefetteki konumunu güçlendirdi. Mecliste azınlık olan sanayi burjuvazisi,
1832’de Paris’te, 1831 ve 1834’te Lyon’da -ipek işçilerinin gerçekleştirdiği-
işçi isyanlarının bastırılması yanında, Armand Barbès ile Auguste Blanqui’nin
başında bulunduğu gizli cemaatlerin kanla ezilmesi ile birlikte, kendi gücüne
olan güvenini artırdı.
Bu
dönemde finans aristokrasi de borsa işlemlerinin önünü açmak için politik
hâkimiyetini kullandı, bu sayede devletin ve çok sayıda küçük kapitalistin
altındaki halıyı çekti. Devletin kontrolünü ellerinde bulundurdukları için bir
avuç bankacı, fiyatları ihtiyaçlarına göre değiştirdi. Bu noktada bir çelişki
açığa çıktı: Bu sınıfın ekonomik başarısı, devletin hazırladığı bütçede
oluşacak açıklara bağlıydı, ama bir yandan da ilgili sınıfın spekülasyon
faaliyetleri için devlet zaruri bir araçtı.
Ne
var ki bu açıklar devleti zayıflattı, dolayısıyla kontrolü elinde bulunduran
güç olarak devlet, finans aristokrasisinin çıkarlarını koruyamaz hâle geldi.
Kendi bindiği dalı kesen finans aristokrasisi, devleti bir açmaza sürükledi. O,
ya diğer sınıflara, özelde gücünü artırmakta olan ve kapitalistlerin büyük bir
kısmını temsil eden sanayi burjuvazisine yönelik baskısını artıracak ya da
finans aristokrasisinin aşırıya kaçmış yaşam tarzına kısıtlama getirecekti.
Bu
çelişkiyle yüzleşen Louis-Philippe, finans aristokrasisinin çıkarlarına ihanet
etme seçeneğini elinin tersiyle itti. Bu noktada sanayi burjuvazisinin, küçük
burjuvazinin ve işçi sınıfının kendisine yönelik öfkesi daha da arttı. Bu
süreçte büyük tüccarlar, iç piyasaya yönelmek zorunda kaldılar ve bu tüccarların
Paris’e gelişi sonrası rekabetin şirazesi dağıldı. Neticede Paris’teki birçok
küçük işletme sahibi iflas bayrağını çekti. Bunun sonucunda da devrim ateşi
daha da körüklendi. Paris proletaryası; fiyatlar, iş imkânları ve yaşam
koşulları bakımından oluşan sonuçları ilk elden, hem de çok hızlı bir biçimde
hissetti.
Şubat:
Monarşiye Karşı Elde Edilen Zafer ve Kopartılamayan Tavizler
Bu
gerilimlerin zirveye ulaştığı, sanayi burjuvazisi ile Paris proletaryası
üzerindeki baskıların iyice arttığı dönemde 23 Şubat 1848’de Paris’te bir
ayaklanma patlak verdi. Kral, liberallerin nefret ettiği Guizot’yu görevden
aldı[5], yeni hükümeti kurma görevini Odilon Barrot’ya verdi. Ama bu adım
kralın tahtını korumaya yetmedi. Paris sokaklarında kurulan barikatlarda yoğun
çatışmalar yaşandı.
Halkla
ordu arasında yaşanan ve birkaç gün süren çatışmaların ardından asker silah
bırakınca kral, geçici hükümetin önünü açtı. Krallık rejimi, sayısı diğer
sınıflardan insanların sayısına göre epey fazla olan Parisli işçiler sayesinde
yıkıldı.
İşçi
sınıfı, aynı zamanda yeterince teçhizata sahip olamasa da devrimci süreçte en
ileri gidebilecek güçtü. Aslında geçici hükümet, burjuvazi tarafından ne
pahasına olursa olsun, devrimi durduracak fren görevi görsün diye kurulmuştu.
Çünkü burjuvazi de finans aristokrasisinin iktidarı yıkıldıktan sonra sıranın
kendisine ve kendi çıkarlarına geleceğinden korkuyordu.
Hükümetin
on üç üyesi içerisinde emek hareketini sadece iki üye temsil ediyordu: Louis
Blanc ve “İşçi Albert”. Diğerlerinin büyük bir kısmı, Crémieux ve Dupond de
l'Eure gibi kral destekçilerini içeren gerici muhalefetin de eklendiği küçüklü
büyüklü tüm burjuvazinin farklı fraksiyonlarına mensuptu. Bu hükümet, özünde
birbiriyle çelişen çıkarlara sahip sınıflar arasında gerçekleşmesi mümkün
olmayan uzlaşmayı temsil ediyordu.
25
Şubat itibarıyla hâlen silâhlı olan Parisli işçilerin ve hiç dokunulmamış olan
barikatların baskısını hisseden mülk sahibi sınıfın meydana getirdiği bu
hükümet, cumhuriyetin, başını François-Vincent Raspail’in çektiği yeni bir
ayaklanma tehdidi ile karşı karşıya olduğunu açıkladı. [6] Esasen proletaryanın
dayattığı, ama başını burjuvazinin çektiği bu cumhuriyet[7], Fransa’da sınıflar
mücadelesi tarihinde önemli bir dönemin başlamasını sağladı. Bu dönemde
proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki, her zamankinden daha fazla
derinleşti. Şubat boyunca barikatlarda yan yana olan bu iki sınıf, hazirandaki
kanlı çatışmalara kadar yollarını ayırdı.
Haziran:
İki Sınıf Arasındaki Fizikî Çatışma
Şubat’ta
zafer kazananların arasında olan işçiler de kendilerini muzaffer addettiler.
Burjuvazi, tam da bu sebeple iktidarı alırken tavizler vermek zorunda kaldı.
Ama sonra bu durumdan kurtulmak için çabaladı. İşçilerin kazandığı mevzileri
onların elinden almak için birkaç adım atıldı. Ulusal meclis bir icra komitesi
oluşturdu, ama bu kurula işçileri geçici hükümet içerisinde temsil eden Albert
ve Louis Blanc alınmadı. Toplumsal cumhuriyet yerine, cumhuriyet ilan
edildiğinde özel bir çalışma bakanlığı kurulmasını öneren işçilerin bu teklifi
reddedildi. 15 Mayıs’ta işçiler ulusal meclisi işgal ettiler. O dönemde vekil
ve kont olan Alexis de Tocqueville bu olayı o hiç gizlemediği sınıfsal
nefretiyle şu şekilde anlatıyordu:
“Meclis salonunda gördüğüm
adamı hatırladıkça içimi korku ve tiksintiyle karışık bir his kaplıyor. Çökük
yanakları, soluk benzi, beyaz dudakları, sefil ve iğrenç görünüşü, kirli cildi,
paspal hâli, acınacak hâldeki gövdesi, hırpaniliği, o eski püskü siyah
paltosunun örttüğü sıska bacakları ve incecik kollarıyla adam, sanki lağımda
yaşıyormuş da oradan çıkıp gelmiş gibiydi. Bahsettiğim adamın adı Blanqui’ydi.”
Burjuvazinin,
bir kısım işçilerin Paris’ten Sologne’daki hafriyat işlerine gitmesine yasak
getirmesi, bu anlamda onları işten atması, ayrıca her türden toplanmayı yasaklaması
gibi bir dizi tahrik edici adımının ardından 22 Haziran’da işçiler
silahlandılar. Ayaklanma sert bir biçimde bastırıldı. Başlarında bir örgüt ve
geçici hükümetin elindekine benzer bir askerî güç bulunmadığı için isyancılar
yenildiler. Ancak Haziran ayaklanması, proletarya ve burjuvazinin çıkarlarının
birbirleriyle çeliştiği gerçeğini ortaya çıkarması anlamında, devrimci bir
ayaklanmaydı. Tam da bu sebeple Marx, onun “cumhuriyetin yüzündeki peçeyi
yırtıp attığını” söyledi.[8]
Avrupa’da
1848 Sonrası Dönem:
1848 Ulusal Bağımsızlık Mücadeleleri Nezdinde Ne Tür Sonuçlara Yol Açtı?
Sınıflar
arasındaki çelişkileri açığa çıkartmak suretiyle Haziran devrimi, ayrıca işçi
hareketini de böldü. Bu süreçte ortaya dönemi farklı yönlerde değerlendiren
liderler çıktı. Blanqui, iki sınıfın çıkarlarının çeliştiğini söylerken Louis
Blanc, mülk sahibi sınıfın oluşturduğu kurumlarla arasındaki anlaşmazlıkları
gidermeye çalıştı. Blanc’ın bu tavrı, ileride sınıflararası ittifakı esas alan
eğilimin örnek aldığı bir olgu olarak tarihe geçti.
Bu
arada 1848 yılında iki sınıf, birbirinden sadece Fransa’da kopmadı. Olaylar,
aynı dönemde Avusturya’da da yankı buldu. Ama Fransa’da Haziran 1848’de yaşanan
olay, Avrupa siyasetinin oluşmasına katkıda bulundu. Bu da esasında ulusal
mücadelelerle ilgili algının geçirdiği evrimle alakalı bir gelişmeydi.
1848
yılı, Avrupa’nın politik tarihinin önemli bir momentidir. Esasında proleter
olan devrimlerin gerçekleşmesine tanıklık etmiş olmasına rağmen, söz konusu
yüzyıl, milliyetçi coşkunun arttığı bir yüzyıldır. Bu dönemin olaylarıyla
eşzamanlı olarak dillendirilmeye başlanan “Halkların Baharı” ifadesi, bahsini
ettiğimiz olgunun genel niteliğini ortaya koyuyor olsa da onun özgül yanlarını
karanlıkta bırakmamak gerekiyor. Millî mücadelelerle sınıf mücadelesi
arasındaki ilişkiyi, bilhassa 1848 sonrasında söz konusu ilişkide yaşanan
değişimi anlamak için bu iki mücadelenin muhtevasına geri dönüp bakmak
gerekiyor.
1815’te
düzenlenen Viyana Kongresi sonrası Avusturya, daha doğrusu, Habsburg İmparatorluğu,
Avrupa’da merkezî bir konum elde etti. Dışişleri bakanı, ardından da
İmparatorluk Şansölyesi olarak atanan Metternich, Avusturya İmparatorluğu’nun
Avrupa’daki hanedanlıkların istikrarını güvence altına alan güç hâline
getirecek olan politik, diplomatik ve askerî bir sistem meydana getirdi. Bu
imparatorluğu ulusal bir çimento bir arada tutmuyordu. O daha çok Lehler,
Çekler, Slovaklar gibi Slav halklarından; İtalyanlar ve Rumenler gibi Latin
Avrupa halklarından; Almanlardan, Macarlardan; bunlara ek olarak, Yahudiler,
Bohemyalılar, Ermeniler ve Yunanlılar gibi azınlıklardan oluşan, İtalyanlar
veya Macarlar gibi ulusal hak iddialarında bulunmayan bir imparatorluktu.
İmparatorluğun
birliği, bu anlamda sadece Habsburgların hâkimiyeti ile mümkündü ki bu krallık
da ulusal taleplerin tehdidi altında olduğunu görüyordu. Metternich, bu tür
talepleri tam da bu sebeple kafaya takmıştı. İtalya’nın birliğine ilişkin
isteklerin karşılanması, özerk bir Macar devletinin kurulması veya bağımsız ve
demokratik Eflak bölgesinin oluşturulması, imparatorluğun dağılması ve yok
olması anlamına gelecekti. Aynı şekilde, Rusya yanında Prusya da bu türden
milli mücadelelerin tehdidi altındaydı.
Zaten
bu mücadeleler, on dokuzuncu yüzyılın başlarından beri sürmekteydi. İtalya’daki
birlik hareketi [Risorgimento/Diriliş], Macar Devleti, Eflak’ta
-1820’lerde ve 1830’larda ardı ardına meydana gelen- devrimler, Rusya’da
Aralıkçıların gerçekleştirdiği isyan gibi farklı formlar alan milli ve
demokratik arzular, söz konusu dönemde dillendirildi. Bu dalga, 1820’lerle 1848
arası dönemde bastırıldı. Bu da milli talepleri dillendirenlerin çıkarları ile
Avrupa’daki imparatorlukları yöneten hanedanlıkların çıkarlarının çeliştiğini
ortaya koyuyordu.
Peki
Fransa’da yaşanan 1848 devrimleri neleri değiştirdi? Her şeyden önce yenilmiş
bile olsa proletarya, gücünü ve burjuvazinin politik hâkimiyetine karşı kendi
politik hâkimiyeti için mücadele edeceğine dair kararlılığını ortaya koydu. Bu
gerçeği gören Avrupa burjuvazisi, kendi ülkelerindeki krallarla dövüşmek
yerine, onlarla birleşti ve bu noktada kendi taleplerini bir miktar değiştirdi.
Yeni oluşan bu ittifak, süreç içerisinde burjuvazinin milli taleplerinin
ağırlığını azaltırken, onları en azından geçici bir süre, uzlaşma yoluna
girmeye mecbur etti.
Bu
dönemde cumhuriyeti yöneten Fransız burjuvazisi ile merkezî imparatorlukların
başındaki isimler arasındaki ilişkiler yeniden biçimlendirildi. Bu gelişme
sonucu Avrupa’da devrimin zemini biraz daha güçlendi. Çünkü millî talepler
proletaryanın zaferine, en azından sınıfın çıkarlarının gözetilmesine
bağlanmıştı. Başka bir ifadeyle, 1848 sonrası yaşanacak en ufak bir ayaklanma
bile Avrupa’yı kasıp kavuracak, bu ayaklanmada kapitalistler ve işçiler illaki
karşı karşıya geleceklerdi. O günden sonra millî mücadelelerle sınıf mücadelesi
iç içe geçti.
Bu
Sorun Çözüldü mü?
1848’de
işçi sınıfının burjuvaziden koptuğu süreç nihayete ermiş mi oldu? Şubat
1848’den beri Fransa’da iki sınıf gerçek manada ortak bir mücadele içine
girmiyor. Bilâkis, bu iki sınıf arasındaki karşıtlık daha da keskinleşti, hatta
kimi gözlemciler, bir dizi kırılma noktası tespit ediyorlar.[9]
Haziran
1848, proletaryanın bağımsız örgütlenme meselesinin, yani sermayenin
çıkarlarından bağımsız hareket etmesi meselesinin güçlü ve açık bir biçimde
hissedilmesini sağladı. O günden beri burjuvazi, iki sınıf arasındaki
çatlakları örtbas etmeyi kendi çıkarına gördü. Dolayısıyla bugün “emek ve
sermayenin birliği”ni vaaz edenleri, Lamartine’in ve ondaki yanlış anlamanın
varisleri olarak değerlendirmek gerekiyor.
Beşinci
Cumhuriyet’te bu uzlaşmacılık ifrata vardırıldı. Söz konusu rejimin tarihine,
emek hareketini rejime bağlı kurumlarla bütünleştirme gayretleri damgasını
vurdu. De Gaulle’ün gerçekleştirdiği, işçileri sendikalarını savunmaları
konusunda harekete geçiren referandum hamlesi, işçilerin hayır oylarıyla boşa
düşürüldü.[10] Ama cumhurbaşkanı, gene de işçi sınıfını devlete bağlama
konusunda başka adımlar attı. Bu adımlardan biri de işçilere yönelik saldırı
dâhilinde sendikaları birleştirmeyi esas alan “birlikte inşa” planıydı.[11]
Peki
bu sorun bugün çözülür mü? İşçi örgütlerinin tepesinde birlikte inşanın
cazibesine kapılmış isimler epey güçlü. Ama gene de ülkede, tüm sektörlerde
birçok grev meydana geliyor.[12] Bu grevlere bir de toplumsal muhalefet
hareketinin eylemleri ekleniyor. Tüm bunlar, Fransa’da işçilerin savaşma
becerisinin hiç azalmadığını, sınıfın, “sınıf mücadelesinin sona erdiğini,
sınıflararası kardeşliğin esas alınması gerektiğini” dün olduğu gibi bugün de
söyleyenleri yalancı durumuna düşürdüğünü ortaya koyuyor.[13]
Jérémie Daire
31
Ocak 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] “Üç Görkemli Yıl” denilen süreçle ilgili olarak bkz.: Maurice Agulhon,
“1830 in the history of the French nineteenth century”, Romantisme,
Paris, CDU-SEDES, Sayı: 28-29 “Mille huit cent trente”, 1980, s. 15-27.
[2]
Orléans, Bourbon Hanedanlığı’nın koludur.
[3]
Louis-Philippe’i 1830’da Hôtel de Ville’e yönlendiren Lafitte ile ilgili bir
değerlendirme için bkz.: Karl Marx, Les luttes de classe en France 1848-1850,
Éditions sociales, 1974, s. 38
[4]
On dokuzuncu yüzyılda sanayi sermayesi ve bankacılık sermayesi ciddi oranda
arttı. Bu iki sermayenin kaynaşmasıyla yani sanayi sermayenin banka
sermayesinin eline geçmesiyle bankaların kontrolünde olan finans sermayesi
meydana geldi. Aslında burada Marx’ın “finans aristokrasisi” terimini banka
sermayesini kontrol eden, gelirlerini esas olarak spekülasyondan elde eden
kapitalistleri kastediyoruz. Bu kesim, burjuvazi içerisinde küçük bir azınlığı
meydana getiriyor.
[5]
Guizot’nun muhalifleri, onun seçim reformu konusunda şu türden bir formülü
dillendirdiğini söylerler: “Zenginleşin ki seçmen olabilesiniz.” Hayat
hikâyesini kaleme alan Gabriel de Broglie’ye göre bu söz uydurma olsa da bu
yakıştırma, burjuvazinin liberal kanadının kendisini nasıl gördüğü konusunda bir
fikir vermektedir (bkz.: Gabriel de Broglie, Guizot, Perrin, 1990).
[6]
François-Vincent Raspail (1794-1878): Kimya eğitimi almış olan Raspail,
siyasete, cumhuriyetçiler safında bir barikatta dövüştüğü 1830 yılından sonra
girdi. Ardından sosyalistlerin isteklerine benzer istekler dillendiren Raspail,
şubat ve haziran 1848’de kurulan barikatlarda cumhuriyeti coşkuyla savundu,
sonra da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sosyalistlerin adayı oldu.
[7]
Fransa’da Sınıf Mücadeleleri isimli çalışmasında Marx, Parisli işçilerin
geçici hükümetin kurulmasına ilişkin resmi karardan çok önce Paris duvarlarına
“Cumhuriyet” yazdığını söylüyor.
[8]
Karl Marx, A.g.e., s. 65.
[9]
Marx ve Engels’ göre, kapitalizmin gelişimi ve beraberinde sınıflar arasındaki
karşıtlığın derinleşmesi süreci, kapitalistlerin üretici güçlere (teknik
yeniliklere, endüstrinin gelişimine) yatırım yapmakta çıkarı bulunmadığını
düşüneceği, bilakis, “yıkıcı” güçlere yatırım yapacağı bir yere doğru
ilerleyecek. Marx ve Engels, bu işgücünü yıkan, yok eden güçleri ikiye ayırıyor:
“Makineler ve para”. Paranınsa spekülasyonu ifade ettiğini söylüyor. Sonrasında
Rosa Lüksemburg, bu listeye savaşı ekliyor. Peki bugün şu soruyu sorabilir
miyiz? Dijital aletlerin kendisi değil ama onların kullanılması, örneğin “überleşme
süreci”ne verilen destek, işgücü maliyetini düşürmek için onu yok etmenin aracı
olabilir mi?
[10]
1969’da 1968 isyanına verdiği tepki dâhilinde de Gaulle, sendikaları devlet
aygıtına bağlayacak süreci tamama erdirmek amacıyla referandum kararı aldı.
Güçlü eylemler ortaya koymuş olan işçi hareketini arkasına alıp meseleyle
ilgili olarak bölünen burjuvazi içi krizden istifade eden Force Ouvrière [İşçi
Gücü -FO], ardından Confédération Générale du Travail [Genel Emek
Konfederasyonu -CGT] referandumda “hayır” oyu verilmesi çağrısı yaptı.
[11]
“Birlikte inşa” türü hamleler, Beşinci Cumhuriyet döneminde sınıf mücadelesinin
zaferler elde etmesine mâni olmadı. Sadece sendika denilen mücadele aracı,
çelişkili bir durumun içine girmiş oldu.
[12]
Haftalık La Tribune des Travailleurs [“İşçilerin Kürsüsü”] gazetesinin 8
Aralık 2021 tarihli nüshasına baktığımızda Leroy Merlin’de, Decathlon’da,
Lactalis’te, Auchan’da, APHP’de, Mayenne’de, Renault Flins’de Villeurbanne’daki
Brossolette lisesinde ve Val-d'Oise’daki demiryolu hattında işçilerin grevde
olduklarına dair haberlere rastlıyoruz.
[13] Bazı kapitalistler, iki sınıf arasındaki karşıtlığı açıktan dillendirmekte bir beis görmüyorlar. Örneğin Warren Buffet, meramını gayet yalın bir ifadeyle dile döküyor: “Bir sınıf savaşı var tabii; bu, bir gerçek. Ama bu savaşı benim sınıfım, zengin sınıfı veriyor ve bu savaşı o kazanıyor.” (CNN, 2005)
0 Yorum:
Yorum Gönder