25 Haziran 2023

,

Serotonin Fabrikası

Serotonin Fabrikası: Mutsuzluk Reçetesi


“Mutluluk nedir?” sorusuna yanıt ararken sözcüğün anlamının TDK Güncel Sözlük’te “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut (I), ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” şeklinde geçtiği görülür. Antik Yunan’da mutluluk üzerine yürütülen tartışmalarda ölçü, erdem, duygu gibi kavramlardır. Yusuf Has Hacip’in “mutluluk bilgisi” anlamına gelen Kutadgu Bilig adlı eserinde mutluluğa ulaşmanın imkânlarından birinin de ideal bir yönetime bağlanmasıdır. Bu bağlamda her devrin ve kültürün mutluluk tarifi üretim ilişkilerinin sonucu olarak farklılaşır.

Yaşadığımız kapitalist sömürü düzeninde mutluluğun tarifi tüketime ve bireyciliğin güçlendirilmesine bağlanır. Amaç, sömürü düzeninin devam edebilmesi için toplumsal olanın parçalanarak tek boyutlu insanın yaratılmasıdır. Bireyciliğin güçlendirilmesinin sonucu toplumdan ve toplumsal olandan kopuşun gerçeklemesidir. Mutlu olmanın yolu, toplumsal şartlara değil, bireyin kendi biricikliğine yaptığı yatırıma ve diğer insanlardan kendini yalıtmasına bağlanarak simülatif bir mutluluk algısı yaratılır.

Her tarihsel dönemin üretim ilişkilerine bağlı olarak hâkim bir felsefe anlayışı ortaya çıkar. Sömürü düzenini ayakta tutan burjuva ideolojisinin aygıtları ve düşünsel yapısı incelendiğinde, bazı düşünürlerin etkisinin önemli olduğu görülür. Kapitalist düzende “mutluluk” ve “özgürlük” kavramları etrafında bireye yüklenen anlamın ne olduğunun açığa çıkarılmasının yolu, burjuva ideolojisinin çözümlenmesine bağlıdır.

Sömürü düzeninin ideolojisini güçlendiren düşünürlerin başında Max Stirner gelmektedir, fakat onun bu etkisi, tartışma ve inceleme konusu hâline getirilmeyecek kadar önemsiz görülerek hata yapılır. Yaşamda sadece kendisinin önemli olduğunu belirten, en önemli tutkusunu özgürlük diye tarif eden, hiçbir davanın kutsal olmayıp “Halk öldü, yaşasın Ben!” şiarını dillendiren, başka insanlardansa kendine kulak vermesini önemli bulan, kişinin haklı olup olmamasına kendinden başka bir yargıcın karar veremeyeceğini salık veren, biricik olmanın şartını diğer insanlarla bağların koparılmasına bağlayan, aileyi despotluğu artıran bir yapı olarak kabul eden bir düşünür. Kendi düşüncesini anarşizm olarak kabul etmese de anarşist literatürde önemli isimlerinden biri olarak geçer. Stirner’in toplumsala açılan düşüncesi otoriterin olmadığı bir düzendir. Bu düzenin yolu “egoistlerin birliği”nin kurulmasından geçer. Oysaki anarşizmin öncü isimlerinden Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı eserinde mikroskopla görülebilen canlılar dâhil olmak üzere neredeyse canlı türlerinin çoğunun kollektif bir yaşam içinde hareket ettiğini ve doğaları gereği bencil olmadıklarını savunur.

Toplumsalı savunma amacıyla temelleri atılan anarşizm, günümüz dünyasında bireyciliğe ve postmodernizme kapı aralayıp burjuva ideolojisine hizmet eden bir akıma dönüşerek, öncül düşünürlerinden kopuşu gerçekleştirdi. Anarşizmin parçalı bir düşünsel yapıya dönüşme sürecinde otoriterin reddi adı altında uyuşturucu kullanımı, ilkele dönüş, cinsiyetin akışkanlığı, toplumsal olana karşı çıkış, hippi kültürünün benimsenmesi savunulmaya başlanmıştır. Sermaye düzeninden yalıtılarak savunulan bireyin özgürlüğünün ilkel yaşam sürdürmeye çalışılmasıyla da gerçekleşeceği birer “tercih” ve “çözüm” olarak sunulur.

İlkele dönerek ilerlemenin reddedilmesini en keskin savunan düşünür John Zerzan’dır. Gelecekteki İlkel adlı eserinde yazının icadı da dâhil olmak üzere ilerlemenin tüm getirisine savaş açar. İlkel yaşamı günümüz insanı için kurtuluş olarak sunar. Murray Bookchin’in Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi adlı eserinde Zerzan’la röportaj yapan bir gazetecinin aktarımlarına yer verilir. Gazetecinin Zerzan’a “ilkel yaşamı savunuyorsunuz, ama evinizde televizyon kullanıyorsunuz” sorusuna Zerzan’ın yanıtı, “ben de herkes gibi biraz uyuşmalıydım”[1] yönünde olur.

İlkel insandan günümüze insanın yeryüzündeki tarihi incelendiğinde, türün varlığını sürdürmesinin tek yolu, aklın eseri olan ilerlemedir. Evrim sürecinde self determinasyon ve adaptasyon ilkesi gereği insanın ilerlemeci aklın ürünü olarak geliştirdiği araçlar yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlamıştır. Tarihin tekerinin geriye dönemeyeceği, değişimin önüne hiçbir şekilde geçilemeyeceği, durma ve geriye gitmenin mümkün olmadığı dikkate alındığında, Zerzan’ın ilkele dönüş önermesinin idealizmle kesiştiği gerçeği belirir.

Doğadan kopuşun insan psikolojisi üzerinde olumsuz etkilere ve yabancılaşmaya neden olduğu gerçeği inkâr edilemez, fakat doğaya yabancılaşmanın sömürü düzenin eseri olduğu, modern kentlerin kapitalizmin çelişkilerini ve sömürüyü ürettiği merkezlere dönüştüğü gerçeğini yok sayan her düşünce ya da politik kuram, burjuva ideolojisinin değirmenine su taşır. Aynı şekilde, doğa katliamının ve iklim krizinin suç ortağı olarak bireylerin bilinçsizliğini gören, bireylerin gündelik yaşam pratiklerinin sonucunun bu olumsuz tabloya neden olduğunu savunan muhalif çevreci grupların da hatası Zerzanvaridir. Hatta bu suçlama, sadece insan türüne değil, ineklerin “yaşam biçimine” kadar vardırılır.

Sorumluluğun bireylerin pratiklerine bağlanması burjuvazinin suflörlüğünü yapmaya neden olur. Doğa katliamından iklim krizine kadar gezegene zarar veren tüm uygulamalar burjuvazinin doymaz kâr hırsının sonucudur, fakat çevrecilerin kurtuluş reçetesinde uçağa binmemek, araç ve internet kabloları kullanmamak vb. yer alır. Bireylerin bu konuda “bilinçlenmesi/bilinçlendirilmesiyle” sermaye düzeninin çökertileceği yanılması hâkim kılınır.

Günümüz burjuva ideolojisinin felsefi temellerini atan diğer düşünür de Nietzsche’dir. Akla savaş açar, kadını erkekten aşağı gören düşünceleri kaleme alır. İşçi sınıfını “ayak takımı” olarak görür. Efendi-köle ilişkisi bu noktada devreye girer. Onun için ideal insan “üst insan” olarak tarif edilir. Bu iki düşünce, toplumsal olandan kopuşla bireyin yüceltilmesine aracılık eder. Nazizm’in yaşlıları, engellileri ve çalışma kapasitesinden yoksun olanları toplumsal düzenin dışına itmesinin; günümüz sömürü düzeninde aynı kesimlerin sermayeye “külfet” olarak görülmesinin felsefi adımları bu görüşlerle şekillenir. Artı değer üretemeyen insan, burjuvazi için hiçbir değer ifade etmez. Nietzsche’nin görüşlerinin ve biyografisini kurgusal olarak işleyen romanların son yıllarda revaçta olması, güçlendirilmek istenen bireycilik düşüncesinin çabalarının sonucudur.

Sömürü düzenini sürdüren ideolojinin bireyi yüceltmek için beslendiği kaynaklar arasında günümüz feminist anlayışının tezleri, postmodernizm, yapı söküm gelir. Kadın haklarını savunma saikiyle politika sahnesine çıkan feminizmin bugün geldiği aşama, beden teorilerinin tek geçer yola dönüştürülmesidir. Özel mülkiyetinin gelişmesiyle ataerkil bir tarihin işlediği bilimsel bir gerçektir, fakat feminizm bu gerçeği sumen altı ederek burjuvazinin ve egemenlerin “erkek” olduğu tezini savunur. Sınıf çelişkilerinin temel nedenin toplumsal cinsiyet farklılıklarına indirger. Ortodoks bir görüş ortaya çıkar.

Feminizme göre kadın olarak doğulmaz, kadın olunur. Bu noktada toplumsal cinsiyet devreye girer. Toplumsal cinsiyet, kadınlara erkekler tarafından biçilen rollerin ötesine taşınarak bilimsel gerçeklik hiçe sayılıp sınıf çelişkilerinin doğası bulanık bir hâle getirilir. Cinsiyet akışkan olarak kabul edilip biyolojik cinsiyet skalası genişletilir. Cinsiyet, bireyin tercihine bağlanarak bir seçim meselesi tartışmaya açılır. Cinsiyetler arası keskin ayrımın temel sorumlusunun sömürü düzeni olduğu gerçeğinin önemsiz sayılması, kadın ve erkeğin kurtuluşunun birbirinden ayrıştırılmasıdır. Sınıfı bölen bu anlayış, cinsiyet bağlamında bireyin ve onun bedeninin kutsanmasıyla tezahür eder.

Sömürü düzeninin ve mevcut çelişkilerin ezilenlerin birliğinden geçtiği gerçeğini dışlayan her politik tez burjuvaziyi güçlendirir. Beden politikasının bir açmazı da “seks işçiliği” adı altında kadınların bedeninin ve onurunun sömürülmesinin savunulmasıdır. Kadınların ezilme tarihi özel mülkiyetle başlar ve özel mülkiyet yok edilmediği sürece bu açmaz, sömürü düzeninin devam etmesini sağlar. “Seks işçiliği” yapanların patronsuz bir dünyaya ulaşıldığı vakit kurtulacakları iddiası da ayrı bir politik çelişki olarak tartışmaya açıktır.

Feminizmin ve postmodernistlerin ortak tezlerinden biri bütünsel olan yapıların -dil de dâhil- yapı söküme/bozuma uğratılmasıdır. Bu doğrultuda aile ve toplum, bireyi baskılayan yapılar olarak ele alınır. Büyük anlatılar adı altında Marksizm, faşizm, Nazizm totaliter bir düzenin inşasını gerçekleştirerek bireyin özgürlüğünü kısıtlayan ideolojiler olarak kabul edilip aynılaştırılır. Aslolan, bireyin özgürlüğüdür, fakat kapitalist düzende özgürlüğün bir yanılsama olduğu gerçeği görmezden gelinir. Bu tez, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla tarihin sonunun geldiğini ve ideolojilerin bittiğini savunan iddiayla örtüşür.

Özgürlük yanılsaması meselesine dönecek olursak, bugün çekilen her fotoğrafta bireyin zafer işareti yapması, sembolün toplumsal olandan bireye nakledildiğini ortaya koymaktadır. Bu sayede “Özgürlük toplumsal şartlarda değil, bireyin elindedir” algısı kitlelere zerk edilmektedir.

Beden teorisinin bir başka yansıması da günümüzde hızla artışa geçen pornografinin geldiği aşamadır. İnsansızlaşmayı ve mahremiyetin yok edilmesini amaçlayan pornografiyi sadece bir sektör olarak tartışmaya açmak hata olur. Pornografi, ideolojik bir aygıttır. Herkesin her anını, konumunu ve tüm bilgilerini sosyal medya aracılığıyla açık etmesi; güvenlik gerekçesiyle herkesin birbirinin sesini ve görüntüsünü kaydetmesi; kamera sistemiyle donatılmamış bir sokağın bulunmaması; yüz tanıma sistemleriyle bilgilerin big data sistemlerinde toplanarak yapay zekâ yazılımlarının eğitilmesi; sohbeti geçen bir ürünün reklâmının akıllı telefonlarda karşımıza çıkması, pornografi-mahremiyet çatışması düzleminde anlam kazanır. Tüm bu uygulamalar, zoraki değil, rıza üretimiyle gerçekleştirilir. Kişiler güvende, mutlu ve özgür olmak saikleriyle teşhir uygulamalarının yeniden üretiminde bir araca dönüşürler. Özgürlük yanılsaması, bu noktada anlam bulur. Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı eserinde “Gösteri, sonuçta uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen zincire vurulmuş modern toplumun gördüğü kötü düştür. Gösteri, bu uykunun bekçisidir.”[2] iddiası, günümüz toplumlarının yaşadığı özgürlük yanılsamasının özetidir.

Sömürü düzeninin ideolojik aygıtları arasında medya önemli bir işleve sahiptir. İdeoloji, özü gereği maddi koşulların çarpıtılarak algılanmasını sağlamaktır. Burjuva medya, bu algının hayata geçirilmesinde devreye girer. Kitle manipülasyonu, görsel ve yazılı medyada yalanın gerçek olarak sunulmasıyla manipülasyona aracılık eder. Bu çerçevede sınıfsal çelişkinin gündeme getirilmediği haber bültenlerinde toplum ve insan, bencil genin ürünü olan doğası gereği kötü bir varlık olarak sunulur. Sosyoloji literatüründeki “acımasız dünya sendromu” bağlamında dış dünya ve toplum, kötülüklerle ve suçla bezenmiş karanlık bir orman olarak betimlenir. Göçmenler, ezilenler, ötekileştirilenler potansiyel olarak suça meyyal “olağan süpheli”dir.

Burjuvazinin işlediği suçlara ise hiç değinilmez. Nietzsche’nin işçi sınıfını “ayak takımı” olarak önermesi medyada hayat bulur. Yapılması gereken toplumsal dinamiğe karışmayan bireyler olarak kendi konfor alanı olan evlerimize çekilmemizdir ki ancak bu şekilde medyaya bağlı kalarak mutlu ve güvende olabiliriz! Televizyon; eğlence programlarından haber bültenlerine kadar şimdiki zamana odaklıdır, geçmiş yoktur. Bu durumu Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence adlı eserinde “Bir ayna yalnızca bugün giydiklerimizi yansıtır, dün giydiklerimiz konusunda sessizdir. Televizyonla da aynı şekilde kafamızı süreksiz bir şimdiki zamana gömeriz.”[3] tespitinde bulunur. Bu, yerinde bir saptamadır, çünkü medya, kişiyi geçmişten koparıp hafızasızlaştırarak acılarını ve çelişkilerini unutan bir toplum dizayn etmeyi arzular. Gündüz kuşağı programlarında aile mahremiyeti hiçe sayılır, adaletin temsilcisi program sunucudur; yargı dağıtılır. Ezilenlerin işlediği üçüncü sayfa niteliğindeki vakalar/suçlar toplumun algısına sunulur. Yaratılan algı, toplumun çürüdüğü yönündedir, fakat çürümenin nedeni, yine ezilenlerin kendi suçu olarak propaganda edilir. Suçu üretenin kapitalist düzen olduğu ters yüz edilir. Bu nedenler doğrultusunda TV başta olmak üzere burjuva medyasının her biçimi simülasyon evreninin yaratılmasının önemli araçlarındandır. Tek boyutlu insanın yaratılması için algının çarpıtılması gerekir. Sömürü düzeninin sürmesinin yolu, maddi koşulların ve sınıfsal çelişkilerin asıl sorumlusunun gizlenmesidir.

Acımasız dünya sendromunu sürdürmenin yollarından biri, Netflix başta olmak üzere dizi platformlarına üye kaydı yaparak, her sezon şimdiye kadarkinin “en iyisi” olan diziyi izlemektir. Bu dizi silsilesinin içeriği, cinselliğin sınırsız ve kontrolsüz şekilde yaşanması, uyuşturucu kullanımının meşrulaştırılması, pedofili ve ensestin normalleştirilmesi, hazzın mutluluğun tek aracı hâline getirilerek bireyin biricikliğinin ve her türlü tüketimin yüceltilmesi, ailenin ve toplumsal olan birlikteliklerin sorumluluk bilincinden azat edilmesi üzerine kuruludur. Kültürel emperyalizmin temel hareket noktası, sömürünün derinleşmesi ve sürdürülebilmesi için algı ve beden kontrolünün sağlanarak, kişinin yalnızlaştırılıp toplumsalın parçalanıp kimliklere bölünerek kamplaştırılması gerektiği üzerinedir.

Evine çekilerek sosyal ilişkilerden koparılan birey, ilk olarak beden kontrolüne tabi kılınır, daha sonra sürekli sunulan birbirinin kopyası şeklindeki yoz kültür ideal yaşam biçimi olarak algı kontrolü gerçekleştirilir. Bu şekilde yozlaştırılan insanın id-ego-süper ego dengesi bozularak yaşamı sürdürmenin tek aracı id olur; değerlerin, yargının, vicdanın otoritesi olan süperego bertaraf edilir; id ile süperego arasında dengeyi sağlayan ego yok edilir.

Dünya halklarının zihinlerini esir alarak burjuva ideolojisinin tek kurtuluş yolu olduğu algısı 11 emperyalist medya tekeli aracılığıyla hayata geçirilir. Tek amaç, medya tekelinin ayakta kalması değildir, emperyalizmin sömürdüğü halkların iç bütünlüğünü bozarak, yerel olanın yok edilip antiemperyalist mücadelenin oluşmasını engellemektir. Marx, başkalarını ezen ulusların özgür olamayacağını belirtir. Emperyalist ülkelerin halklarının durumu yazının ilerleyen bölümlerde tartışılacaktır.

Algılarla kavramlar arasında simbiyotik bir ilişki vardır. Kullanılan kavramlar, kişinin dünyayı algılayış biçimini de değiştirir. Tek boyutlu insanın yaratılmasında dil üzerine yapılan saldırılar önem arz eder. Fuhuşa “seks işçiliği”, zamlara “fiyat güncellemesi”, saldırıya “müdahale” denildiği anda kavramların çağrışımları değişime uğratılır. Medya ve sosyal medya aracılığıyla dilde yapılacak değişimler, dünyayı algılayış biçiminin manipüle edilmesiyle gerçekleşir.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla kavramların içinin boşaltılma süreci hız kazanmıştır. Bella Ciao (Çav Bella) hak arama mücadelesi için gerçekleştirilen bir mitingde söylendiğinde burjuvazi açısından tehdit anlamı taşırken bar müziği olarak klipleştirildiğinde tehdit ortadan kalktığı gibi burjuvazinin uyuşturma aracına döner. Aynı şekilde, dünya mücadele tarihinin önemli kişilerinin fotoğrafları tişörtlere basılarak pazarlandığında, biyografileri dizi-film olarak çekildiğinde kitleler ehlîleştirilir. Sendikalar STK’ya dönüştürülür. 1 Mayıs kendi alanında tarihsel bağıyla değil de tarihsel bağı olmayan şehir suçu sayılan dolgu alanında ve evinizin -varsa- balkonunda kutlandığında değer kaybeder. Bunun sonucunda mekân tarihsizleşir, kavramlar gerçek bağından ayrıştırılır ve ezilenin çığlığı bastırılır.

Sömürü düzenini ayakta tutacak ideal insan, tüketimi sürdürebilecek insandır. Bu yönüyle kapitalizm, “ihtiyaç” manipülasyonunu gerçekleştirmektedir. Metaların dünyasına hapsolan insanın mutlu olacağı algısı yaratılır. Tüketim sürdükçe mutluluğun süreci telkin edilir. Metalar, doğası gereği, fetişizme yol açan bir yapıya sahiptir, insan, ürettiği metanın kölesi durumuna dönüşerek ona gizemli bir anlam yükler. Her yıl yeni modeli çıkan telefon, araç, teknolojik araçlar birer ihtiyaca dönüştürülür. Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde bu durum hakkında şu tespitte bulunur:

“İnsanlar, kendilerini satın aldıkları metalarda tanımaktadırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, içten-katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadırlar. Bireyi toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim üretmiş olduğu yeni gereksinimlerde demirlemiştir.”[4]

Bu doğrultuda reklâmların dili incelendiğinde, alınan her metanın bizi “mutlu” hissettireceği ve bizim eşsiz varlıklar olarak bunu “hak ettiğimiz” iletisi verilir. Bir yatak reklâmından giysi reklâmına kadar her meta bizim mutluluğumuz için tasarlanmıştır, burjuvazi ve kapitalizm bize hizmet etmek için vardır! 1 yıl boyunca çalışıp 1 haftalık tatilin taksitleri ödenirse mutlu olunabilir. Tüketecek maddi güç yoksa kredi ve kredi kartları devreye girer. Burjuvazinin bütün motivasyonunun insanı mutlu etmek üzerine inşa edildiği yalanı gerçek olarak sunulur.

Sanatın iyileştirici ve birleştirici gücü, insani değeri sömürünün bekası için yok edilerek yerine bireyin haz ve mutluluk duygusu yerleştirilir. Her devrin hâkim müzik anlayışı üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Bu bağlamda, 12 Eylül darbesi sonrasında kitlelerin pasifikasyon sürecinde arabesk, 2000’li yıllara girerken eğlencenin yaşamın amacına dönüştürülmesinde pop, bireyin isyanında rock, günümüz hız çağında rap müzik revaçtadır. Hiçbir enstrüman üretimiyle altyapısı hazırlanmadan, bilgisayar programları kullanılarak hazırlanan müziğin üzerine anlam bağı birbirinden kopuk, bireyin isyanını ve öfkesini öne alan ruh hâlini dillendiren rap müzik, bol küfürlü içeriğiyle sadece bir dil kirlenmesini değil, kitleden kopuk bireysel isyanın propagandasını dile getirir. Paraya mülkiyete küfredilir, sistem karşıtıdır, ama çözüm yolunun bireysel isyandan geçtiği bu şekilde ifade edilir. Karşı çıkış varsa çözümün de ne olduğunu göstermek şarttır. Enstrümansızdır, çünkü teknolojinin ürünüdür, sözleri hızlıdır, çünkü hız çağının getirisidir.

Yapay şekilde oluşturulmaya çalışılan Z kuşağı, kültürel değerlerden koparılarak sınıfsal çelişkilerden bihaber şekilde kuşak çatışmasına sürüklenen bir kitleye dönüştürülür. Aynı şekilde k-pop ve BTS müzik grupları popüler hâle getirilip, genç kuşağın giyim tarzına kadar sömürü düzeninin tek tip insan modeli yaratılarak sınır aşırı dünya yurttaşlığı motivasyonu pazarlanır. Müziğin bir hikâyesi yoktur, olmak zorunda değildir, önemli olan, farklı olmaya çalışılarak eğlenip mutlu olmaktır!

Sömürü düzeninde sanat ideolojik bir aygıttır. Muz, tuvale yapıştırılıp idrak sınırları zorlanmaya çalışılır, sanat eseri diye ortaya çıkan meta, milyon dolarlarla pazarlanır. Satın alan komprador muzu yiyince sanat da biter. Burjuvazinin sanat anlayışında insan yoktur. Onun için insan sadece bir araçtır, gerektiğinde de metadır. Uzun metraj filmlerin dönemi kapanır, “insanın dikkat süresi düştü” aldatmacasıyla filmler olabildiği kadar kısa tutulur, kısa film yetmezse sayısız videonun tüketilmesi için vine ve short videolar pazara sunulur. Nitelikli uzun metraj bir film seyretmek zaman kaybıyla eşitlenir, bu süre, binlerce kısa video seyretmeye endekslenir. Mutlu olmanın yolu video tüketimidir, çünkü kendinizle baş başa kalmanız ve başka insanlarla iletişim kurmanız bu şekilde engellenir. Medya, dizi platformları, sosyal medya aracılığıyla iletişim ve yaşam alanları Habermas’ın işaret ettiği gibi kolonileşir. Kolonileştirilen insan yaşamı, mutluluğun düzlemi ve vücut bulmuş hâli olarak sunulur. Bu durumdan nasibini alan toplumsal kurumlardan biri de ailedir. Bencilliğin kıskacına alınan aile de bütünlüğü bozulmuş bir yapı olarak bireyler toplamına indirgenir. Güven duygusu, sıcaklık ve dayanışma değerleri aileden alınır. O da sistemin ideolojik aygıtına dönüşür. Benzer şekilde eğitim sistemi, “21. yüzyıl becerileri” adı altında artı değeri sermaye adına dönüştürecek nesiller yaratmada ve düzene uygun kafalar üretmede kullanılacak ideolojik bir aygıttır.

Sistemin ideolojik aygıtına dönüşen başka bir alan da edebiyat ve kitap okuma kültürüdür. Uzun metraj filmin kaderini roman da yaşamıştır. İki ciltlik roman devri kapanarak öykü de önce kısa öyküye sonra minimal öyküye dönüşmüştür. Her gün yüksek meblağlarla reklâm afişleri bastırılan romanların sözde kişisel gelişim kitaplarından farkı kalmamıştır. Romanda anlatılan; biricik insanın depresif gelgitleri, sınırsız haz arayışı sonrası çöken psikolojisi, yaşamın anlamını bireycilikte aramasıdır. Edebiyat insansızlaştırılmıştır. Kitap okuma kültürü bestseller listesine indirgenerek hurafe üretimi, mutluluk arayışı, insandan kaçış, haz, nasıl zengin olunacağı, mutsuzluğun nedeninin genetik travma yapısından kaynaklandığı üzerine içerik üretilmektedir.

Geçtiğimiz yüzyıla kadar romanın ustaları tip yaratmıştır, fakat bu tipe bireyi değil, birey üzerinden toplumu yansıtan ayna görevi kazandırılmıştır. Orwell’in politik görüşünü onaylamamak şartıyla tekrar Neil Postman’ın görüşlerine başvurulduğunda, ortaya çıkan tablo şu şekildedir:

“Orwell, kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’nin korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell, hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley, hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell, bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley, bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Orwell’in 1984’ünde insanların acı çekerek denetlendiğine dikkat çekilirken; Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında insanlar hazza boğularak denetlenmektedir.”[5]

Kapitalist düzende zaman yönetimi insanın elinden alınarak otomasyon sistemine bağlanmıştır. Özgürlüğün önemli koşullarından biri de zaman yönetiminin kişilerin kontrolünde olmasıdır. Zaman algısının manipülasyonu, sömürü düzeninin zaman işgaliyle gerçekleşir. Hız çağı, mahremiyetin bileşenlerinden biri olan zamanın sistem tarafından ayarlanmasıyla insan, mutsuz, aceleci, belirsizliğe katlanamayan, tahammülsüz ve belirsizliğe katlanamayan, kaygılı (anksiyeteli ve depresif) bir varlığa dönüştürülmüştür. Zaman algısının öznelliği yok edilerek sistem tarafından iş-görev çizelgesinin hâkim kılındığı bir programatik yapıya büründürülmüştür. Uyanacağımız saatten kullanacağımız toplu taşımaya ulaşacağımız saate kadar her şey kapitalist zaman çizelgesinin tekelindedir. Yapılacak bir sınava ya da iş başvurusuna kadar saniyelerle hesaplanan aralık belirlenir. Bu süreyi bir saniye aştığınızda, hayatınızdaki önemli dönüm noktası sonraki yıla ertelenir. Sınavdan önceki belirli bir sürede sınav merkezinin kapıları kapatılır. Toplu taşımaya koşarak yetiştiğinizde otomatik kapıya sıkışabilirsiniz. Yeşil ışık yandığında âdeta maraton başlar, korna sesleri büyük bir ses kirliliğini üretir, sürücü de yolcu 5 saniye fazla beklese tahammülsüzdür, çünkü yetişmesi gereken yer ya da yetiştirmesi gereken bir işi vardır. Her şey dakikası dakikasını gerçekleşmeyip 5 dakika geciktiğinizde iş ve sosyal ilişkileriniz zarar görür, çünkü hız çağında yaşanıldığından kimsenin geç kalma diye bir gerekçesi yoktur. İnsan, robota dönüştürülür; hıza ayak uyduramayan insan toplumsal yapının dışına itilerek mutsuz bir varlık düzlemine çekilip “hastalığa” sürüklenir. Çağımız insanı stres insanıdır.

Zaman algısının öznelliği insandan soyutlanıp dışarıdan algılatılan bir programa endekslendiğinde insan seri üretim yapan bir makineye dönüşür. Kendine yabancılaşma, hiçbir şeye zamanın kalmaması, kendine zaman ayırma bu noktada serzenişe dönüşür. İş yerinden ayrıldığınızda işiniz bitmez; uzaktan yapılan çevrimiçi toplantılar, gece gelen işinizle ilgili whatsapp mesajları adı konulmamış bir mobbing sürecinin zaman yönetiminin aracıdır.

Zamanın sistem tarafından yönetilmesi, insan ömrünün kısa olarak algılanmasına sebebiyet verir. Bu sömürü koşuşturmacası içinde geçen ömür, yaşanmamış bir hayat algısı yaratır. Durmak yoktur, tıpkı trafik gibi bir yaşam düzeni hâkimdir. Araçların hızla gittiği otobanda ani bir arızayla frenine basılan aracın kaza yapıp trafiğin dışına çıktığı gibi hıza ayak uyduramayan ya da stres kapasitesini dolduran insan da zihnen arıza yapar. Mola veremez, çünkü buna hakkı ve maddi gücü yoktur, bu yüzden kaza yapar. İnsanın sistemin belirlediği zaman çizelgesine uyması için kapitalizmin yükselişiyle kol saatleri, alarm sistemleri ve çalar saatler yaygınlaşmıştır. Teknolojinin ilerlemesiyle bu işlevleri üstlenen akıllı telefonlar barındırdığı özellikler nedeniyle insanın değil sömürü düzeninin rahat etmesi için vardır.

Zamanın sistem tarafından işgali neticesinde özgürlüğü ve özgünlüğünden yoksun bırakılan insan bu döngüyü kırma yanılsamasına kapılarak yüksek ücretler ödeyerek “zaman yönetimi” kurslarına gider. Zaman ve hız arasındaki ilişkiyi görmenin somut yollarından biri de metrobüs ile metro durağı arasındaki yürüyüş tünellerinin yürüme merdiveni ve düz yola döşenen yürüme bantlarına dikkati yöneltmektir. İki toplu taşıma durağı arasındaki düz yola yürüme hızını artıran yürüme bantlarının yerleştirilmesinin asıl amacı, sizin yaşamınızı kolaylaştırması değil, sömürü düzeninin üretim çarklarının aksamaması ve hızın kesintiye uğratılmamasıdır.

Akıllı telefondan yürüme bantlarına kadar insan yaşamını kolaylaştırdığı iddia edilen araçlar mutluluğu sağlamanın bileşenleri olarak sunulur, fakat büyük bir yanılgıdır/algının çarpıtılmasıdır. Aksine insan yaşamını zorlaştırır. Tüm bu araçlar beden, zihin ve zaman kontrolünün aparatlarıdır, çünkü kapitalizm için kontrol edilemeyen sokak ve insan, “tehlike” arz eder. Yaşanan bu durum zamana yabancılaşma olarak adlandırılabilir.

Zaman aynı zamanda kapitalist düzen için bir metadır. Gerektiğinde “dinlenme zamanı” olarak da pazara çıkarılabilir. Bu bağlamda otomasyon süreciyle ortaya çıkan yabancılaşmayı Richard Sennett Karakter Aşınması adlı eserinde kapitalizmin insanda değersizlik, faydasızlık, mutsuzluk, tükenmişlik ürettiğine dikkat çeker, çünkü otomasyon sistemi üretimde zaman tasarrufu sağlayıp insanı üretim sürecine ve üretim araçlarına yabancılaştırır. Bu yüzden yazılım, günümüz üretim sistemi içinde revaçta alanlar arasında yer alır.

Yazının bu bölümüne kadar kapitalizmin mutlu insan yaratma sürecinde beslendiği ideolojik aygıtlar, felsefi ve politik temeller, sanat anlayışı, idealize ettiği yaşam biçimi ve pratikleri incelendi. Tüm bu mutlu olma yollarına rağmen hâlen mutlu olunamıyorsa, insana tıbben müdahale edilmelidir, çünkü serotonin seviyeniz mutlu olmanız için yeterli değildir. Nevrotik sorunlarla uğraşıyorsunuzdur, bunu çözmek için terapi desteği gerekse de ya maddi durumunuz yeterli değildir ya da koşullarınızın ve kendi iç hesaplaşmanızı gerçekleştirmeniz için gereken zamanınız yoktur, çünkü bir işte çalışıyorsunuzdur. Sizi mutlu etmek üzerine kurulu ve genin bencil olduğunu iddia eden kapitalizmin suçlarını görmeniz için bu süre size verilmez. Siz suçlusunuzdur; zengin olamamışsınızdır, çektiğiniz kredileri ödeyememişsinizdir, ilişkilerde başarısızsınızdır, serotonin seviyeniz düşüktür!

Dünyada 300 milyonun üzerinde insana depresyon tanısı konulduğuna göre nüfusun önemli bir bölümü suçludur. Terapiye gidecek maddi gücünüz ve zamanınız varsa, terapi adı altında aylar boyu size sunulacak destek, bencilliğinizin körüklenmesi yönünde olacaktır. Doğru terapi, insanı insandan koparmak değildir, onu mevcut koşullarla baş edecek duruma gelmesini sağlayacak desteği sunmaktır.

Oluşan tablo karşısında tek çıkış yolu olarak sigortalıysanız randevu bulduğunuzda sizi 5-10 dakika dinleme imkânına sahip mutluluk otoritesi psikiyatristtir. 1951’den beri antidepresanlar aracılığıyla hayat kurtarıcı rolü üstlenen kapitalist psikiyatri farmakolojisi, kitlelerin uyuşturulmasında önemli görevler üstlenmektedir. Yazılacak sertralin ve antidepresan grubu ilâçlarla serotonin alımı artırılmaya çalışılır. Sizi nevrotik duruma getiren koşullarla mücadele etmeden, sadece uyuşarak yaşam sürdürmenize aracılık edilir, rahatlama hissi sağlanır, fakat bu rahatlama durumu geçicidir, çünkü zihninizi meşgul eden mevcut sorunlar geri planda çalışmaya devam eder. Antidepresanın yaptığı etki, zihninizi işgal eden sorunların bedene vurarak somatizasyon oluşmasını engellemektir. Bu iddiaya karşılık olarak “Antidepresan ve terapi birlikteliği şart” şeklinde bir söylem geliştirilebilir, fakat tüm bunlar yüksek maliyete sahip kurtuluş reçeteleridir.

Bu ilâç grubu her bünyede farklı bir etki yapar. Aşırı neşeden iştahsızlığa, donuk ve tepkisiz bir ruh hâline kadar. Antidepresanların içerdiği etken maddelerden dolayı uzun süreli kullanımlarda kişide önemli hasarlar bıraktığı yönünde bilimsel çalışmalar mevcuttur.

Yakınını kaybeden kişinin acıyla yüzleşmesi ve ölüm gerçeğini kabullenmesi engellenir, çünkü mutlu olmanın tek yolu acıdan kaçıştır. Ölüm acı vericidir, onun acısından kaçılmalıdır. Her türlü acıdan kaçılmalıdır. Önemli olan hazdır ve idin doyurulmasıdır. Kapitalizmin insana bencillik, haz, rekabet, kabalık, ırkçılık, faşizm, mezhepçilik, şiddet, anlayışsızlık, iletişimsizlik dışında vereceği hiçbir değer yoktur. Onun yarattığı insan narsist olmaya mahkûmdur, ölüm de acı da ona yakışmaz, özünde zayıftır.

Ayrılık acısına antidepresan yazılmalıdır, çünkü duygular sizi mutsuz eder ve bir dakika daha mutsuz olmanız sağlığınızı bozabilir. Kapitalizmin ideolojik aygıtına dönüştürülen psikoloji ve psikiyatrinin hâkim anlayışı acılı insandan da kaçmak üzerinedir, çünkü insan, çevresindeki beş insanın toplamıdır! Her şeyde olduğu gibi insan ilişkilerinde de minimalizm! Ne kadar çok minimal varsa o kadar çok tüketim vardır. Sorulması gereken soru şu olabilir: Bir insanın çevresi beş kişiden müteşekkilse, bu insan, dayanışma duygusuna ve insani değerlere, yaşamın dinamiğine ne kadar uzaktır?

2012 yılında ülkemizde 37,2 milyon kutu antidepresan satılmıştır. 2022’de ise bu sayı 61,8 milyona yükselmiştir. Mutlu olmak için Avrupa ülkelerinde yaşamayı tercih edebilirsiniz, fakat İngiltere’de 8 milyon insan antidepresan kullanıyor. Bu insanların 2 milyonu 5 yılı aşkın bir süredir antidepresan kullanıyor. Fransa, Almanya, Çek Cumhuriyeti, İzlanda, İspanya ve diğer Batı ülkelerinin her biri 1000 kişide antidepresan kullanan insan sayısı esas alınarak incelendiğinde, birçoğunda sayıların yüksek olduğu dikkat çeker. Refah seviyesinin yüksek olduğu bu ülkelerdeki bunalımın ve yaygın mutsuzluğun nedeni, kapitalizmin insana hiçbir kültür, değer veya ideal sunamıyor oluşudur.

Kullandığı araçtan açtığı son ses müzikle ve abartı egzozla çevreyi rahatsız ederek gürültü kirliliğini yaratan, bütün nezaketsizliğiyle diğerini ezmeyi insan olmanın gereği sayan insan, kapitalizmin sonucudur. Fırsatçılıkla, Tiktok’la ve sosyal medya hesaplarıyla zengin olma arzusunu taşıdığından, gerektiğinde kendi bedenini metaya dönüştüren insan tipi, kapitalizmin eseridir. Tarihin sonunun geldiği iddia edilen ortamda yaşanan bu çarpıklık, günümüz insanının çıkmazıdır.

Bu bağlamda sosyoloji de ideolojik aygıt olma rolünü yerine getirir. Sosyolojinin araştırma alanı ve hedef kitlesi toplumsal olandan bireysel olana taşınarak, kimlikler ve beden temel çalışma konuları hâline gelmiştir.

Depresyon ve anksiyete bir hastalıksa yüz milyonlarca insan hasta mıdır? Şüphesiz ki milyonlarca insan hasta değildir. Mutsuzluğu da kaygıyı da suçu da üreten, kapitalist sömürü düzenidir. Problemin kaynağı belli olduğuna göre, çözümün kaynağı da aynı yerde aranmalıdır. Kapitalizm önce insanı hasta eder, sonra “tedavi” etmeye çalışır. Bazen de önce ilâcı üretir, sonra insanı hasta eder. Onun doğası, kâr hırsı ve tüketimin sürmesiyle hayat bulur, çünkü insanın herhangi bir değeri yoktur. Kapitalizm öncesi hiçbir çağda mutluluk bir amaca dönüştürülmemiştir. Hiçbir çağda mutluluk, ideolojik aygıt olmamıştır. Her devrin mutluluk ve kaygısı farklı anlamlar taşır. İnsanı yeryüzünde tutan self determinasyon ve adaptasyon süreci; var olma kaygısının, aklının ve zorluklara karşı dayanabilme iradesinin sayesinde gerçekleşmiştir. Bu anlamda, 70 yılı aşkındır piyasaya sürülerek zihinleri esir alan antidepresanlar tarihin hiçbir zorlu döneminde icat edilmemiştir. İnsanî hiçbir özelliği kalmayan bu düzende kaygısız ve mutlu olmak mümkün değildir. Mutluluk, sadece bir avuç sermayedarın tekelindedir. İyi eğitim almak, sanatsal kurslara gitmek, tatile çıkıp dünyayı gezebilmek, ruh sağlığını korumak, sitelerde ve yalılarda hayat sürmek, ihtiyaçlara erişebilmek onların tekelindedir.

Sömürü düzeninin insan biçimlendirme stratejisi dâhilinde başvurduğu araçlardan biri de uyuşturucudur. Uyuşturucu, “özgürlük” olarak takdim edilir ve meselenin özü çarpıtılır. Antidepresan kullanan grubun dışında uyuşturucu kullanan insan sayısı azımsanmayacak derecede yüksektir. Batı’da ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde belirli bir grama kadar uyuşturucu satışının yasallaşması, yaşanan bunalım sonucu kitleleri yönetmenin yollarından birine dönüşmüştür. Aynı şekilde, emperyalizmin sömürdüğü ezilen halklar arasında uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması da dikkat çeken diğer bir husustur. Uyuşturucu kullanımının özgürlük ve mutluluk kavramlarıyla arzu nesnesi olarak sunulması görevinin dünya solunun belirli çevrelerine, postmodernistlere ve anarşist çevrelere verilmesi, çürümenin geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir.

Mutlu bir gelecek vaadinin bir başka yolu da hurafenin umuda dönüştürülmesidir. Bugün Youtube platformunda sayısı azımsanmayacak kadar kanal, enerji, telkin ve çekim yasaları aracılığıyla mutlu ve zengin olunacağının propagandasını yapıyor. Bu kanalların video içerikleri incelendiğinde, “hangi şartta ve düzende yaşarsanız yaşayın, evren sizden yana olunca isteğinize kavuşabilirsiniz” iletisi hâkimdir. Hiçbir emek süreci ve maddi koşullara dayanmadan, sözel çabayla koşulların değişeceğinin telkin edilmesi seküler hurafenin yeniden üretilmesine aracılık eder. Benzer şekilde, astroloji, soy ağacının araştırılarak travma genetiğinin avcılığına çıkılması, burçların aşırı önemsenmesi mutluluk arayışının başka araçlarıdır.

Gerek çeşitli internet platformları gerek fiziksel çevremizi kuşatan sayısız tarikat da sömürü düzeniyle mücadele edilmemesi için hayat geçirilen ve büyümesine izin verilen araçlardandır. Marx’ın din için işaret ettiği “kalpsiz dünyanın kalbi” önermesi, günümüz kapitalist düzeninde algı manipülasyonunun aktörü görevine dönüştürülmüştür.

Son olarak dikkat çekilmesi gereken bir husus daha mevcuttur. Gösteri Toplumu’nda kurtuluş reçetelerinin mümkün olmadığı tezi savunulur, çünkü kurtuluş teorilerinin de gösterinin etki alanına maruz kaldığı iddia edilir. Bugün sol değerlerin kapitalist deformasyon sürecine girmesi, bir noktada Guy Debord’u haklı çıkarsa da insanın evrim sürecinde kurtuluş, bilimsel bir gerçek olarak geçerliğini korumaktadır. İnsan iradesinin en zor şartlarda ayakta kalma yetisi, kapitalist düzeninin aşılabileceğini göstermektedir. Diyalektik bir sürecin gereği olarak sınıf çelişkisini aşacak düşünsel temeller ve mücadele araçları tarihin biriktirdiği deneyimlerde vardır. Asıl mesele, tarihin akışına yön verebilecek özne olan başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenlerin burjuvaziye karşı birliğinin sağlanmasıdır.

Sonuç: Su Uyur, İdeoloji Uyumaz

Günümüzde insanın onur gibi yüzyılların mirası olan değerleri, özgünlüğü, özgürlüğü ve mutluluğu kapitalist sistem tarafından yok edilmiştir. Bunun sonucunda insan, yabancılaşma ve tükenme çıkmazına girmiştir. Aileden sanata kadar yaşamın her alanı ve özgün sanılan, ama birbirinin kopyası olan yaşam biçimleri sistemin ideolojik aygıtları olarak çalışmaktadır. İnsanı insan yapan ve yaşama bağlayan değer sistemi, kapitalizmin bencil kültürü tarafından tükenme noktasına getirilmiştir. Her ne kadar kendisinin ideolojiye karşı olduğunu ya da politikadan uzak durarak apolitik olduğunu savunan insanlar olsa da gerçek şudur ki hiçbir insan ideolojinin dışında konumlanamamaktadır. Hiçbir insan, ideolojinin kuşatılmışlığından azade değildir. Toplumsal bir düzenin içinde yaşayan her insan, diğer insanların ve toplumsal kurumların ideolojiyi yeniden üretmesine maruz kalmaktadır. Anlamsızlık, değersizlik ve inanç yitimi çemberine alınmış bir toplumsal düzende mutluluk olsa olsa geçici bir yanılsamadır. Umutsuzluk ve mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.

İnsanın çıkmazını aşacak nitelikler; diyalektiğin kavranarak yaşam biçimine dönüştürülmesinde, kolektivizmin geliştirilmesinde, insan onurunun korunmasına, alın terine sahip çıkılmasına, yaşamın her alanında dayanışmanın ve mücadele azminin güçlendirilmesine, emek mücadelesinin gücünün ve sesinin yükseltilmesine, hangi değerler için yaşadığımızın bilincine varılmasına, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için adım atılmasına bağlıdır. Bireyin kurtuluşu, insanların birlikte kurtuluş mücadelesiyle mümkündür. Bir şiirden bir slogana dönüşen “Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” tek çıkar yolumuzdur.

S. Adalı
25 Haziran 2023

Dipnotlar:
[1] Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizmi mi, Kaos Yay., 2. Baskı 2005, Çev.: Deniz Aytaş, s. 73.

[2] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yay., Şubat 1996, Çev.: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, s. 19.

[3] Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence: Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Ayrıntı Yay., 1999, Çev.: Osman Akınhay, s. 154.

[4] Herbert Marcuse, Tek-Boyutlu İnsan, İdea Yay., 1990 İkinci Baskı, Çev.: Aziz Yardımlı, s. 8.

[5] Neil Postman, a.g.e., s. 8.

0 Yorum: