Terörle Küresel Mücadelenin Kurucu Unsuru Olarak Feminizm
Ben, feminizmin terörle mücadelenin kurucu
unsurları arasına katılmasını öneriyorum. Eğer feminizmi, ABD ve Avrupa
“medeniyet”inin sahip olduğu erdemlerin bir parçası olarak görülen kadın
hakları ve kadının özgürlükleri ile ilgili imaj üzerinden anlıyorsak, ana akım
feminizmin söz konusu mücadelenin parçası olduğu görülecektir. Bu feminizm,
genelde İslam toplumlarını kendilerine has bir biçimde kadınlara zulmeden
yapılar olarak gören ve gösteren İslamofobinin amaçları noktasında, bilhassa
faydalı bir olgudur.
Suudi rejiminin geliştirdiği, Afganistan’da
Taliban’ın uyguladığı Vehhabi İslamı türünden müfrit İslamî eğilimlerde kadına
yönelik düşmanlık, aşikârdır.[1] Gelgelelim, uluslararası planda güçlü olan
günümüz politik İslam’ının büyük ölçüde Batı parasının ve teşvikinin ürünü
olduğuna kimse bakmaz. Bu akım, bilhassa seküler ve sol milliyetçi rejimlere ve
hareketlere karşı bir silâh olarak geliştirilmiştir.
Bugün müfrit İslamî akımlar, uluslararası planda
terörizmle mücadelenin hedefi durumundadırlar. Bu noktada kadın hakları, modern
endüstriyel kapitalizmle ilişkilendirilmekte, oradan da Bush idaresinin
geliştirdiği propaganda mekanizmasının parçası hâline getirilmektedir.
Bush idaresi, Afganistan’daki savaşı ve Irak
işgalini meşrulaştırmak için kadın haklarına destek sunmaktadır. Oysa bu idare,
kadın haklarına düşmanlık eden, kadın karşıtı tavır takınıp kürtaj meselesinden
eşcinsel evliliğine dek birçok meseleye karşı çıkan bir idaredir. Ayrıca Bush
idaresi, köktenci Hristiyan sağın teşkil ettiği kitle tabanını muhafaza etmek
adına, AIDS ve kürtaj gibi konularda bu kitlenin dediğini yapmaktadır.
Geçmişte Laura Bush, geleneksel kadınlığın simgesi
olarak takdim edilmiş, kendisinden önce başkanın eşi olan Hillary Clinton’ın
feministliğinin karşısına çıkartılmıştır. Ama bu, Bush idaresinin kadın
haklarını uluslararası propagandanın parçası kılmayacağı anlamına gelmez.[2] Kadın
hareketindeki aktivizm ve ideoloji, tam da bu bağlamda ABD’nin emperyalist
projesinde işlevsel bir nitelik kazanmıştır.
İşin tuhaf yanı şu ki ABD’de kadın hareketinin
elde ettiği başarı, bugün dünya genelinde kapitalizmi satmak için mücadele eden
insanlarca kullanılmaktadır. Madem terörizm her şeyden önemli olan bir tehdittir,
madem İslamî köktencilik terörist şebekenin merkezidir, madem kadınların
ezilmesi İslamî köktencilikte önemli bir husustur, o vakit mantık gereği,
kadınların özgürleşmesi, doğal olarak terörle mücadelenin ideolojik
çerçevesinin ana unsuru hâline gelecektir.
Kadınların özgürlüğü, Afganistan’da ve Irak’ta
genel manzarayı şiddet ve zulüm yoluyla yeniden biçimlendiren Bush idaresinin
yürüttüğünü söylediği modernleştirme ve demokratikleştirme projesinin parçası
olarak görülmektedir.
Kadim bilgi, demokrasiyle, serbest piyasayla ve
kadınların özgürleştirilmesi meselesiyle ilişkilendirilmiştir. Esasında burada
denklem, şu şekilde kurulmuştur: “Modern” olan, kadın haklarına,
Yahudi-Hristiyan mirasına ve demokrasiye denk iken, “geleneksel” olan, kadın
haklarını ezen patriarkaya, İslamî mirasa ve terörizme denktir.
Resmi terörle mücadelenin dayandığı bakış
açısından bakıldığında teröristler, aslında modernitenin, endüstrializmin,
demokrasinin yani kapitalizmin var ettiği “özgür dünya” ile savaşan kişilerdir.
Bu bakış açısına göre kadın, modernitenin ve özgürlüğün parçasıdır.
Buna karşılık Müslüman dünya, doğası gereği
gayri-modernliğin, dolayısıyla terörist tehdidin parçasıdır. Bu retorik,
feminizmi modernitenin, terörizmi patriarkanın safına atar. Bu açıdan artık dünya
kadınlarının önünde tek bir yol vardır: modern ve demokrat olmak, patriarkal
teröristlerin baskılarından kurtulmak.
Bush idaresi, terörizmle mücadele bağlamında kadın
haklarına merkezî bir rol vermiştir. Afganistan’da yürütülen savaş, Afgan
kadınlarını Taliban’dan kurtarma çabası üzerinden meşrulaştırılmıştır. Hem
Laura Bush hem de (İngiliz başbakanı Tony Blair’in eşi) Cherie Blair,
yaptıkları açıklamalarda bu hususu açıktan dile getirmiştir:
“Afganistan
işgali sonrası Laura Bush, 2002’deki Uluslararası Kadınlar Günü’nde Birleşmiş
Milletler Kadınların Statüsü Komisyonu’nda söz alıp Afgan kadınlarının
hayatlarının yeniden inşası sürecinde yeni bir sayfa açan ABD saldırılarına
methiyeler düzdü”.[3]
Başkan ise Afganistan ve Irak’ta ABD’nin öncülük
ettiği savaşların bir sonucu olarak milyonlarca kadının özgürleştirdiklerini
söyledi. Aynı şekilde, 2004 yılında üst düzey kadın yöneticileri ve Laura
Bush’u yanına alan başkan, kadın hakları konusunda elde ettikleri başarılardan
söz etti. Beyaz Saray’da, Uluslararası Kadın Haftası’nın kapanış konuşmasında
ise şunları söyledi:
“Bir
düşünsenize, dünyanın en zalim iki diktatörünün elinden elli milyon kadın,
erkek ve çocuk kurtarıldı, bugün tam elli milyon insan özgür. Yirmi beş milyon kadın
ve kız içinse bu özgürlük, özel bir anlama sahip. Bu kızların bazıları ilk kez
okul yüzü gördüler. Bazı kadınlar seçimlerde ilk kez oy kullanmaya
hazırlanıyorlar.”[4]
Medya, bu tür fikirleri hemen baş tacı yaptı ve
haber bültenlerinde döndüre döndüre dillendirdi. Aynı medya, modernite ve
gelenekle ilgili tespitleri meşru ve yerinde tespitler olarak ele aldı.
Aralık 2003’te Afganistan’da kurucu mecliste
kadınların temsili üzerinden patlak veren tartışma, New York Times’da eski çağ ile modern arasındaki mücadele olarak
yorumlandı. Bu değerlendirmeye göre başkan Sebgetullah Müceddidi, kadınların
erkeklerle aynı seviyede görülmemesi gerektiğini söylemiş, “Allah bile size
eşit haklar vermemiş. […] zira O’nun kararı uyarınca iki kadın bir erkeğe
denktir” tespitinde bulunmuştu.[5] Gazete muhabirinin yorumuna göre meclis
başkanı, “sadece mecliste değil, tüm ülke genelinde kadınların rolü ve İslam’ın
rolü, aynı zamanda geleneğe bağlılık ile modernite talebi arasındaki
gerilimlerin açığa çıkmasını sağlamıştı.”
Benzer bir yönelim, Bush’un merkezinde durduğu
yeni muhafazakâr komplo eliyle Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma gayreti
dâhilinde karşımıza çıkıyor. Bilindiği gibi bu komplo, 2003’te Irak’ın işgal ve
istila edilmesiyle başlıyor.
Başkan yardımcısı Dick Cheney’nin kızı Liz’e
Dışişleri Bakanlığı’nda Ortadoğu Ortaklık Girişimi isimli proje kapsamında bir
görev veriliyor. Projenin amacı, başka şeylerin yanında, kadınların kamusal
hayata tam katılımını teşvik etmek suretiyle Ortadoğu’nun “modernleştirilmesi”.
Iraklı kadınları kendince dert edinmiş olan
bakanlık, “Iraklı kadınların demokrasi girişimi”ni örgütlüyor. Kadınların Ocak
2005’teki seçimde oy kullanabilmeleri konusunda onların eğitilmesi işine on
milyon dolar tahsis ediyor. Bu paranın bir kısmı, 1991’de Chenney’nin eşi
Lynne, çalışma bakanı Elaine Chao ve National
Review dergisinin sağcı yayın yönetmeni Kate O’Beirne tarafından kurulan
sağcı ve feminizm karşıtı örgüte veriliyor. Bu örgüt, ücretli annelik iznine,
devletin çocuklara bakması fikrine, eşit işe eşit ücrete ve devlette pozitif
ayrımcılık gereği kadınlara kota ayrılmasına, ayrıca Kadına Karşı Şiddet
Kanunu’na karşı.[6]
Haifa Zangana’nın tespit ettiği biçimiyle:
“Iraklı
kadınları ‘aydınlatmak’ ve onları ülkenin yeniden inşa sürecinde aktif rol
oynamaları konusunda teşvik etmek için birçok adım atıldı. Bu adımlardan biri
de Uluslararası Kalkınma Dairesi ve Yabancılar Bürosu’nun açıkladığı, 1325
sayılı Birleşmiş Milletler kararı gereğince Bağdat’ta düzenlenecek kadın
toplantısı idi. Condoleezza Rice Divanya’da bir kadın hakları merkezinin
açılışını gerçekleştirdi. Açılış konuşmasında Rice, Iraklı kadınlara ‘ruhumuzla
sizin yanınızdayız’ mesajını verdi. […] Bunlar olurken o günlerde Divanya’da
çoğunluğu kadın olan çiftçiler topraklarında patlamamış hâlde bulunan misket
bombaları yüzünden kış boyunca yapacakları işlere başlama imkânı
bulamıyorlardı.”[5]
Gerçekte Irak işgali ve ABD yetkililerinin
işgalden beri uyguladıkları politikalar, Irak’ta kadınlar için oldukça
tehlikeli koşulların oluşmasına neden oldu ve onların yaralarını daha fazla
kanattı. ABD’nin Şiileri destekleme kararı sebebiyle kadınların hukukî hakları
ellerinden alındı ve aile hukuku üzerinden mollaların eline teslim edildi.
Neticede “ABD, İslamcı politik partilerin desteği karşılığında kadın haklarını
vermişti.”[7]
Aynı zamanda ABD, Irak’ta “Salvador” modeline
başvurdu. Bu tercih kapsamında silâhlı milislere maddi destek sundu ve bu
milisler, Sünni direnişine karşı kullanıldılar. İçişleri bakanlığından da
destek alan bu plan, “milislerin kadına yönelik şiddeti teokrasiyi dayatmak
için kullandıkları” bir durumun oluşmasına katkıda bulundu.[8]
Tecavüz, zorla fuhuş yaptırma, cinayetler türünden
kadına yönelik saldırılarda artış yaşandı.
“Iraklı
kadınların maruz kaldıkları katliamlarda suçlular ceza almadılar, mağdurlar
adalet nedir bilmediler. […] Toplumsal kalkışmaların, silâhlı çatışmaların,
güçlü çetelerle milisler arasında cereyan eden şiddet eylemlerinin, hızlı
ekonomik dönüşümün ve devlet iktidarının geleneksel biçimlerinde yaşanan
çöküşün görüldüğü koşullarda kadın cinayetlerine tanık olunuyor. Tüm bu
koşullar Irak’ta mevcut.”[9]
Feministler ve feminist düşünceler, İslam’a ve
Müslüman toplumlarına karşı bir silâh olarak kullanılıyor. Avrupa’da göçmenlere
yönelik saldırılar, bu toplulukların Avrupa medeniyetine ait değerler için
birer tehdit oldukları iddiaları ile desteklendiler. Bugün sağcıların
oluşturduğu yeni koalisyon, terörle mücadeleyi, göç karşıtı politikaları
yeniden gündeme getirmek ve “aile birliği”nin genel dokusu kapsamında göçü
yasaklamak amacıyla “gerici” İslamî pratiklere dönük korkuları istismar etmek
için kullanıyor. Söz konusu güçler, açıktan feminist ideolojiyi de saflarına
katıyorlar ve Avrupa’yı cinsel özgürlüğün yaşandığı, kadınların kaderlerini tayin
ettikleri bir yer olarak resmediyorlar.
“Kültürel köktencilik” terimini ilk ortaya atan
isim olan Liz Fekete, terörle mücadeleyi göçmen karşıtı ajandalarını uygulatmak
için kullanan Avrupa’daki sağcı partilerin feminist argümanları dillerine
doladıklarını, kendi fikirlerini yaymak için feminizmin sözcülerini devreye
soktuklarını söylüyor.
Müslüman topluluklarında “namus cinayetleri”nden
zorla evliliğe, oradan başörtüsü takmaya dek suç olarak gösterilen bir dizi
olguya odaklanan bu partiler, giderilmesi mümkün olmayan kültürel farklılıklara
bağlı olarak, Müslüman göçmen olan komşularının Avrupalılarca asimile
edilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu söylüyorlar.[10]
Kültürel köktenciler, Avrupa medeniyetinin sahip
olduğu bütünlüğün, bireysel özerklik, eşitlik ve özgürlük gibi Aydınlanma
değerlerine dayandığını düşünüyorlar. Bazı ülkelerde bu isimler,
çokkültürcülüğe saldırı gerçekleştiriyorlar. Örneğin sık sık ekranlara çıkan, Emma isimli feminist dergiyi çıkartan Alman
feminist Alice Schwarzer, çokkültürcülüğün Aydınlanma değerlerine yönelik bir
tehdit olduğunu söylüyor. Kimi Almanları kendi mirasının kıymetini bilmediği
için azarlamayı ihmal etmeyen Schwarzer’e göre okullarda Müslüman genç kızların
başörtü takmasına getirilen yasak, gerekli. Fekete’in de tespit ettiği
biçimiyle, “Asimilasyoncu, tek kültürcü toplum, kendi feminist amigolarına
ihtiyaç duyuyor.”[11]
Aynı şekilde, Fransa’da 2003 tarihli kanun, devlet
okullarında başörtüsü takılmasına yasak getirdi (yasak Sih türbanı ve Hristiyan
haçı gibi dinî sembolleri de kapsıyordu). Bu kanun o dönemde kadınların
özgürleşmesine dönük çağrı üzerinden meşrulaştırılmıştı:
“Cumhurbaşkanı
Chirac’a hitaben kaleme alınmış olunan ve önde gelen onlarca kadın tarafından
imzalanan açık mektup, Elle
dergisinin ışıltılı sayfalarında kendisine yer buldu. Mektup, söz konusu yasağı
‘İslamî örtünün tüm Müslümanları ve Müslüman olmayanları kadına yönelik
ayrımcılıkla ilgili sözlerin asla hoş görülemeyeceğinin kanıtı’ tespitiyle
gerekçelendirmekteydi.”[12]
2008’de Fransa devleti, bir adım daha attı ve
gerekli resmi belgelere sahip olmasına rağmen, Faize Silmi isimli Faslı kadını
yurttaşlıktan çıkarttı. Bunun sebebi, kadının çarşaf giymek gibi dinî
pratiklerini uygulamaya son vermeyi reddetmiş olmasıydı. Karar üzerine Silmi,
kocası söyledi diye değil, kendi tercihi olduğu için çarşaf giydiği yönünde
açıklamada bulundu: “Evet İslam’ı pratikte yaşayan birisiyim. Kitap’a uygun
yaşıyorum. Bu benim hakkım değil mi?” Fakat Danıştay, kadının “kendi dininin
radikal bir pratiğini benimsediğini ve bu pratiğin Fransız toplumunun temel
değerleriyle, bilhassa cinsiyet eşitliği ilkesiyle çeliştiğini” söyledi.” [13]
Bazı Amerikalı feminist akademisyenler,
niyetlerini açıktan ortaya koydular ve terörle mücadelenin tüm boyutlarına
destek sundular. Örneğin önemli bir feminist siyaset bilimci olarak Jean Bethke
Elshtain, 11 Eylül’den beri Amerika’nın uyguladığı politikaları hiç çekinmeden
savundu. Tanrıkent isimli eserinde
Aziz Augustine’nin, sonrasında Ortaçağ düşünürlerinin, ayrıca Hugo Grotius’tan
Carl van Clausewitz’e dek birçok ismin geliştirdiği “haklı savaş” ile ilgili düşünce
geleneğinden istifade eden Elshtain’e göre, Afganistan’ın yasadışı bir biçimde
işgal edilişi ve Irak işgali de bu kategoride değerlendirilmeliydi.[14]
Hester
Eisenstein
[Kaynak:
Feminism Seduced: How Global Elites Use
Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra,
2009, s. 174-178.]
Dipnotlar
[1] Ortadoğu’da Vehhabiliğin Suudi parası ve ABD
desteğiyle geliştirilip büyütülmesi konusunda bkz. Robert Dreyfuss, Devil’s Game: How the United States Helped
Unleash Fundamentalist Islam, 2005, New York: Henry Holt, s. 3 ve devamı.
[2] Bush döneminde kadının çıkarları ve haklarına
yönelik politik saldırıya dair kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Barbara
Finlay, George W. Bush and the War on
Women: Turning Back the Clock on Progress, 2006, Londra: Zed Books.
[3] Huibin Amee Chew, "Occupation Is Not
(Women's) Liberation-Part I”, 24 Mart 2005, Znet.
[4] Aktaran Barbara Finlay, a.g.e., s. 89.
[5] Amy Waldman, “Meeting on New Constitution,
Afghan Women Find Old Attitudes.” New
York Times, 16 Aralık 2003.
[6] H. A. Chew, a.g.e., s. 7.
[7] Yifat Susskind, “Promising Democracy, I mposing
Theocracy: G ender-Based Violence and the U.S. War on Iraq.” MADRE: An International
Human Rights Organization. www.madre.org. 2007, s. 5.
[8] Yifat Susskind, a.g.e., s. 12.
[9] A.g.e.,
s. 13.
[10] H. A. Chew, a.g.e., s. 7. 31 Ekim 2000 tarihinde kabul edilen 1325 sayılı BM
kararı 1995 tarihli Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu’nda ayrıca “Kadın 2000:
21. Yüzyıl İçin Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış” başlıklı BM Genel Kurulu
Özel Oturumu’nda dile getirilen taahhütler gereğince alınmıştı. Bu karara göre
kadınlar ve çocuklar silâhlı çatışmalardan en fazla olumsuz etkilenen kesimdi. Karar
başka hükümlerin yanında, çatışmaların önlenmesi ve çözüme bağlanması ayrıca
barışın inşa edilmesi sürecinde kadınların daha fazla rol üstlenmesi çağrısında
bulunuyordu.
[11] Liz Fekete, “Immigration, Feminism, and the Right.”
Race and Class Sayı: 48, 2006, s. 15.
[12] Liz Fekete a.g.e., s. 17.
[13] Aktaran: Katrin Bennhold, “A Veil Closes France's Door to Citizenship.” New York Times, 19 Temmuz 2008.
0 Yorum:
Yorum Gönder