“İtalyansanız komünizme oy vermeyin.” [Brindisi 1953]
Bazı
yazarlar, faşizmin “irrasyonel” özelliklerine vurgu yaparlar. Bunu yaparak,
aslında faşizmin yerine getirdiği rasyonel politik-ekonomik işlevleri gözden
kaçırırlar. Siyasetin önemli bir kısmı, irrasyonel sembollerin rasyonel bir
zeminde maniple edilmesinden ibarettir. Bu, bilhassa sınıfı kontrol etme
işlevini yerine getirecek, kitleleri cezbedici duygusal yönlere sahip olan
faşist ideoloji için geçerli bir tespittir.
Öncelikle
İtalya’da Duçe (reis) denilen lider kültü, Almanya’da Feuhrerprinzip
olarak anılan, liderin her daim doğruyu söylediği tespitini esas alan “Lider İlkesi”
anlayışı vardı. Mussolini’nin de ifade ettiği biçimiyle, “faşist yaşam anlayışı,
devletin önemine vurgu yapıyor, bireyi ancak çıkarları devletin çıkarlarıyla
örtüştüğü ölçüde kabul ediyor”du. Yüce liderin ve herkesi kucaklayan devletin
otoriter idaresini vaaz eden faşizm, fetih ve hâkimiyet gibi insani dürtüleri
yüceltiyor, öte yandan, eşitlikçiliği, demokrasiyi, kolektivizmi ve barışçılığı
zayıflığın ve çürümenin ürettiği öğretiler olarak görüp reddediyordu.
Mussolini’ye
göre, “barışa adanmış bir hayat faşizme düşman”dı. 1934’te aynı Mussolini,
daimi barışın insanı bunalıma sürükleyen bir öğreti olduğunu, insanların ve
milletlerin kendilerini en üst aşamada gerçekleştirebilmeleri için “amansız
mücadeleye ve fetih sürecine girmesi gerektiğini söylüyordu.
“Kelimeler
güzel şeylerse de tüfekler, makineli tüfekler, uçaklar ve toplar daha güzeldir”
diyen Mussolini bir yazısında, “savaşın asaletin damgasını onunla yüzleşme
cesareti olanların alnına vurduğunu” söylüyordu. İşin tuhaf yanı, İtalyan
ordusuna yazılan birçok kişide Mussolini’nin savaşlarında savaşacak cesaret
yoktu. Bu insanlar, karşı tarafın gerçek mermi kullandığını görünce savaştan
kaçmanın yollarını aradılar.
Faşist
öğreti, tek halk, tek lider, tek yönetim gibi monist-tekçi değerlere vurgu
yapıyordu. Sınıfsal ayrımlarla birlikte ele alınmayan halk, ona göre, kendisini
ahenkli bir bütünün parçası olarak görmeli, zengin ve fakir kendisini bir kabul
etmeliydi. Bu görüş, sınıfsal sömürü üzerine kurulu sistemin üzerine örtü
sermek suretiyle, ekonomik statükoya destek sunuyordu. Buna karşılık sol,
halkın taleplerini dillendiriyor, sosyal adaletsizliğe ve sınıf mücadelesine
dair bilinci artırıyordu.
Bu
tekçilik, halkın efsanelere uzanan köklerine seslenen atacı yaklaşımlarla
besleniyordu. Mussolini için Roma’nın ihtişamı, Hitler içinse antik dönemdeki
Halk kurgusu kıymetliydi. Nazi yanlısı oyun yazarı Hans Jorst’un kaleme aldığı,
Nazilerin iktidarı almasından kısa bir süre sonra yaygın olarak sahnelenen (Hitler’in
Berlin’deki prömiyerine katıldığı) Schlageter isimli oyun, sınıf
politikasına karşı Halk (Volk) mistisizmini yüceltiyordu. Oyunda
davasına coşkuyla bağlı olan August ile babası Schneider arasında şu türden bir
konuşmaya yer verilmekteydi:
“August: İnanmayacaksın
ama baba, gençler bu eskimiş sloganlara artık rağbet etmiyor. Sınıf mücadelesi denilen
fikir yok oluyor.
Schneider: Peki ama sizin
elinizde ne var?
August: Halk denilen
topluluk.
Schneider: İyi de bu, bir
slogan mı?
August: Değil, bir
deneyim!
Schneider: Ah Tanrım,
bizim sınıf mücadelemiz, grevlerimiz, bir deneyim değil miydi yani? Sosyalizm,
Enternasyonal hayali kurgular mıydı?
August: Eskiden gerekli
şeylerdi ama artık tarihe karışmış deneyimler.
Schneider: Yani gelecek,
sizin Halk dediğiniz topluluğun olacak. Söyle bana, bu topluluğu gerçekte nasıl
tahayyül ediyorsunuz? Zenginler, yoksullar, sağlıklı insanlar, üst sınıf, alt
sınıf, tüm bunlar siz gelince yok mu olacak?
August: Bak baba, bu üst
sınıf, alt sınıf, zenginler, yoksullar hep var olacak. Mesele, asıl önemli olan,
konuya verilen önemde. Bize göre hayat, çalışma saatleriyle bölünecek, fiyat
tablolarıyla üstü örtülecek bir şey değil. Bilâkis, biz bir bütün olarak insani
varoluşa inanıyoruz. Hiçbirimiz, para kazanmaya önem vermiyoruz. Biz, hizmet
etmek istiyoruz. Birey, halkının damarlarında dolaşan bir kan hücresidir.”[1]
Oğul,
yaklaşımını açık eden bir yorumda bulunuyor: “Sınıf mücadelesi yok oluyor.”
Babanın belirli bir sınıfın iktidarında gerçekleşen suiistimalleri ve bu
sınıfın adaletsizliklerini dert edinen yaklaşımı, nesnel gerçekliği dikkate
almayan bir zihin yapısı üzerinden redde tabi tutuluyor. Üstelik babanın
yaklaşımı, para düşkünlüğüyle eşitleniyor. Muhtemelen zenginlikle alakalı
meseleler, o zenginliğe sahip olanlara bırakılıyor. August, daha iyi bir şeye sahip
olduklarını söylüyor, bu anlamda, daha şerefli bir şeyler için çalışan bir
halkın, zenginin, fakirin, hepimizin bütünlükçü ve tekçi deneyiminden
bahsediyor. “Şerefli fedakârlıklar”ın altına zenginlerin çıkarları için çalışan
yoksulların imza attığı gerçeğinin üzeri örtülüyor.
Adı
geçen oyunda ve Nazilerin propaganda amaçlı diğer faaliyetlerinde benimsenen
konum, sınıfa kayıtsız bir konum değil. Bilâkis, Naziler, sınıfsal çıkarların
gayet bilincindeler. Bu noktada ülkede işçilerde varolan güçlü sınıf bilincini
maskelemek ve susturmak için sağlam bir şekilde kurgulanmış bir çaba ortaya
koyuyorlar. Sınıfı inkâr ediyormuş gibi görünen bu kurnaz yaklaşım, esasında kendi
içinde sınıf meselesinin kabul edildiği gerçeğini gizliyor.
Patriarka
ve Sözde Devrim
Faşizmdeki
şovenizm, ırkçılık, cinsiyetçilik ve patriarkal değerler de burjuva sınıfının
muhafazakâr çıkarlarına hizmet ediyor. Faşist öğreti, bilhassa Nazi versiyonu,
ırkın üstünlüğü fikrini savunuyor. Sınıfsal statü gibi insani vasıfların kanla
aktarıldığına inanılıyor. Bir kişinin toplumsal yapıdaki konumu, onun doğuştan
gelen fıtratının ölçüsü olarak alınıyor. Genetik ve biyoloji, tıpkı bugün
akademideki ırkçıların “çan eğrisi” teorileri ve bayat öjeni zırvaları gibi, mevcut
sınıfsal yapıyı meşrulaştırmak için kullanılıyor.
Irksal
ve sınıfsal eşitsizlik fikrini savunan faşizm, homofobiye ve cinsel eşitsizlik
fikrine destek sunuyor. Nazizmin ilk kurbanları arasında Nazi örgütüne mensup
eşcinseller, fırtına birliklerinin liderleri de bulunuyor. Ernst Roehm isimli
SA liderinin ve kahverengi gömlekli fırtına birlikleri mensubu kişilerin
eşcinselliğine dair şikâyetlerin kendisine ulaşması üzerine Hitler, iktidarı
aldıktan sonra “meselenin özel hayata ait olduğunu, bir SA subayının özel
hayatının Nasyonal Sosyalist ideolojinin temel ilkeleriyle çelişmediği sürece
inceleme konusu olamayacağını söyleyen resmi bir bildiri yayınlıyor.
Paramiliter
bir yapı olarak SA, sendikacılara ve komünistlere karşı sokakta yürütülen
mücadelede zafere ulaşmak için kullanıldı. Bu fırtına birlikleri, finans
kapitali retorik düzeyinde kınayan yaklaşımlarıyla kitlelerin şikâyetlerine
kulak veren sözde bir devrimci güç olarak hareket ediyordu. SA üyeleri, 1933
yılında üç milyona çıkınca sanayideki baronlar ve ordudaki uşakları rahatsız
oldular. Burjuva çürüme sürecini eleştiren, servetin paylaşılması ve “Nazi
devrimi”nin tamamlanması gerektiği üzerinde duran SA’nın halledilmesi ihtiyacı
hâsıl oldu.
SA’yı
iktidarı almak için kullanan Hitler, ardından devleti kullanıp SA’yı
etkisizleştirdi. Bu noktada birden Roehm’ün eşcinselliği Nazi ideolojisiyle
çelişmeye başladı. Gerçekte SA denilen örgüt yok edilmeliydi. Bunun sebebi,
liderlerinin eşcinsel olması değil ki gerekçe olarak bu öne sürülmüştü, örgütün
ciddi bir soruna dönüşme riski barındırıyor oluşuydu. Roehm ve 300 kadar SA
üyesi öldürüldü. Üstelik içlerinde eşcinsel olmayan kişiler de vardı.
Öldürülenlerden biri de solcu olduğundan şüphe edilen Nazi propagandacısı
Gregor Strasser’di.
Birçok
Nazi, aslında eşcinsel düşmanıydı. En güçlü isimlerden, SS lideri Heinrich
Himmler, eşcinselleri Almanya’da erkeklik ve Cermen halklarının ahlaki dokusu
için bir tehdit olarak görüyor, “eşcinsel bir hanım evladı”nın üreyemeyeceğini
ayrıca iyi bir asker de olamayacağını söylüyordu. Himmler’deki bu homofobi ve
cinsiyetçilik şu ifadesinde iç içe geçiyordu:
“Amerika’da bir erkek bir
kıza baktı diye evlenmeye zorlanır veya zararları ödemek zorunda kalır. Bu açıdan,
ABD’de erkekler kendilerini eşcinsel olmak suretiyle korumaya çalışırlar.
ABD’de kadınlar, erkekleri lime lime eden savaş baltaları gibidir.”[2]
Nazizmin
en önemli fikir adamlarından biri bunları söylüyordu. Zaman içerisinde Himmler,
SA liderleri yanında başka eşcinsellere zulmetme işinde epey başarılı oldu.
Binlerce eşcinsel sivil, SS’lerin kurduğu toplama kamplarında öldü.
Tarih
boyunca toplumlar, fırsat bulduklarında kadınların doğuracakları çocukların
sayısını sınırlamaya çalıştıklarına tanıklık ettiler. Bu çaba, çok sayıda
askere ve silah sektöründe çalışacak işçiye ihtiyaç duyan faşist patriarka için
önemli bir sorundu.
Kadınlar,
erkeğe boyun eğdiği, ona tabi kaldığı koşullarda doğurma haklarından daha az
yararlanıyorlar. Duçe ise o günlerde her erkeğin koca, baba ve asker olması
gerektiğini söylüyordu. Kadının asli işinin ev içerisinde daha fazla beceri
sahip olması, kendisini ailenin ihtiyaçlarını gidermeye adaması, bir yandan da
devlet için mümkün olduğunca çok çocuk doğurması olduğu iddia ediliyordu.
Patriarkal
ideoloji ile toplumsal eşitliğin tüm biçimlerini hiyerarşik kontrol ve imtiyaz
için tehdit olarak gören muhafazakâr sınıfsal ideoloji arasında bağ vardı. Patriarka,
plütokrasiyi besleyip destekleyen bir şeydi. Kadınlar, yoldan çıktığı vakit
aile oradan da tüm toplumsal yapı tehditle yüzleşirdi. Oradan da devlet, hâkim
sınıfın otoritesi, imtiyazları ve serveti riske girerdi. Her ne kadar Nazilerin
önde gelen liderlerinin önemli bir kısmı kendilerini ailelerine adamış erkekler
değilseler de, faşistler, bugün “aile değerleri” denilen şeye düşkün kişilerdi.
Nazi
Almanyası’nda ırkçılık ve antisemitizm, meşru şikâyetlerin uygun görülen günah
keçilerine yönelmesine katkı sunuyordu. Antisemitizm propagandası, farklı
kesimlere hitap edecek şekilde ayarlanıyordu. Aşırı yurtsever olan kesimlere
Yahudilerin ülkeye yabancı enternasyonalistler oldukları, işsizlere dertlerinin
Yahudi kapitalistler ve bankacılardan kaynaklandığı söyleniyordu. Borç
batağında yüzen köylülere Yahudi tefeci, orta sınıfa Yahudi sendika lideri ve
Yahudi komünist işaret ediliyordu. Burada bir kez daha karşımıza bilinçli ve
rasyonel bir biçimde kullanılan irrasyonel imajlar dünyası çıkıyor. Neticede Naziler
deli olabilirler ama aptal değillerdi.
Faşizm,
sıradan sağcı patriarkal otokrasilerden, onun devrimci bir hale oluşturma
çabası dâhilinde başvurduğu yolla ayrışır. Faşizm, kitleleri kandıracak,
devrimciymiş gibi çınlayan sözler ve gerici sınıf politikasından başka bir şey
değildir. Nazi partisinin tam adı solcu partileri çağrıştıracak bir addı:
Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi. Daha önce ifade ettiğimiz üzere, Hitler
iktidara geldikten sonra SA denilen fırtına birliklerini, saflarında militan
unsurlar barındıran örgütü ezdi.
İtalyan
faşistleri de Naziler de solun sebep olduğu tufandan nemalanmak için
uğraştılar. Kitleleri harekete geçirme yöntemleri, gençlik örgütleri, işçi
birlikleri, yürüyüşler, geçit törenleri, bayraklar, semboller ve sloganlar
soldan alınmıştı. O günlerde eski düzeni yıkıp yenisini kuracak bir “Nazi
devrimi”nden bahsediliyordu.
Tam
da bu sebeple burjuva yazarlar, faşizmle komünizmi totaliter kardeşler olarak
ele alırlar. Aslında bu kişiler, özü biçime indirgemektedirler. Biçimdeki
benzerlik, sınıfsal içerikteki büyük farklılığı silikleştirmek için kullanılır.
A. James Gregor ve William Ebenstein gibi yazarlar, sayısız Batılı politik
lider ve demokratik solcu olduğunu iddia eden birçok isim, faşizmle komünizmi
aynı torbaya atıp durmuşlardır. Örneğin Noam Chomsky, “şirketlerin güçlendiği
süreç, aynı totaliter topraktan neşvünema bulan faşizmin ve Bolşevizmin
doğmasını sağlayan benzer olguların tezahürüdür”[3] Oysa o dönemde İtalya ve
Almanya’da birçok işçi ve köylü faşizmle komünizm arasında net bir ayrım
yapıyor, sınıfsal gerçekliği temel alan bir hüküm dâhilinde, bankacıların ve
sanayicilerin komünizme yönelik korkuları ve nefretleri üzerinden faşizme
destek olduklarını söylüyordu.
Yıllar
önce ben, faşizmin kapitalizmin irrasyonel çelişkilerini çözüme kavuşturma
konusunda başarılı olamadığını söylüyordum. Bugünse faşizmin bu hedefe sadece
kapitalistler değil halk açısından da ulaştığı görüşündeyim.
Faşizmin
niyeti, tüm halka hizmet edecek toplumsal bir çözüm sunmak değildi. O, ancak
emekçi kitlelerin sırtına yük bindirecek, onların zararlarla yüzleşmesine neden
olacak, gerici bir çözüm sunabilirdi. İdeolojik ve örgütsel alet edevattan
mahrum olan faşizm, sınıf mücadelesinin karşısına çıkartılmış nihai bir çözüm
önerisinden başka bir şey değildir. Bu öneri, finans çevrelerinin çıkarı ve
hayrına olacak şekilde, demokratik güçlerin bütün olarak boğulup sömürülmesiyle
ilgilidir.
Faşizm,
sahte bir devrimdir. O, halkçı politikanın zarfını ve devrimci haleyi gerçek
bir devrimci sınıfsal içerik olmaksızın istismar eder. Faşizm, “yeni bir düzen”
kuracağını söyler ama aslında eski düzenin arkasındaki zenginlerin çıkarları
için çalışır. Faşizmin liderlerinin asıl günahı, kitlelerin kafasını
karıştırmaları değil, onları aldatmalarıdır. Bu anlamda, faşist liderler, halkı
yanlışa sevk etmek için uğraşmışlardır ama bu, onların kendilerini de yanlışa
yönlendirdikleri anlamına gelmez.
Faşizmin
Dostları
Burjuva
yazarların göz ardı ettikleri diğer bir husus da Batılı kapitalist devletlerin
faşizmle kurduğu işbirliği meselesidir. İngiliz başbakanı Neville Chamberlain, Nazilerle
olumlu ve sıcak ilişkiler kurmuş bir isimdir. Başbakan, mensup olduğu sınıfın
birçok üyesi gibi Hitler’i ve Nazi Almanyası’nı komünizme karşı duran bir siper
olarak değerlendirmiştir.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası Batılı kapitalist müttefikler, faşizmin kökünü İtalya ve
Almanya’da kazımak için pek bir şey yapmadılar, Nuremberg mahkemesinde faşizmin
üst düzey yöneticilerinin belirli bir kısmını yargıladılar. 1947’de Alman
muhafazakârları, Nuremberg savcılarını Yahudilerin ve komünistlerin kandırdığı
kişiler olarak betimlemeye başladılar.
İtalya’da
faşizme karşı silahlı mücadele veren partili hareket, kısa bir süre sonra yurtseverlikle
alakası olmayan şüpheli unsur muamelesi görmeye başladı. Savaşı takip eden bir
yıl içerisinde ülkedeki faşistlerin neredeyse tamamı hapisten çıktı, buna karşılık,
Nazi işgaline karşı mücadele veren yüzlerce komünist ve solcu hapse atıldı. Tarihin
akış yönü terse döndü. Böylelikle kara gömlekliler mağdur, komünistlerse suçlu sandalyesine
oturtuldular. Müttefik devletler bu alınan tedbirler konusunda hükümete yardım
etti.[4]
ABD’ye
bağlı işgal güçlerinin himayesinde faaliyet yürüten polis teşkilâtı,
mahkemeler, ordu, güvenlik kurumları ve bürokraside faşist rejime çalışmış veya
ideolojik olarak faşizme yakın kişiler çalışmaya devam etti. Yahudi soykırımını
yapanlar altı milyon Yahudi’yi, beş yüz bin Çingene’yi, binlerce eşcinseli,
birkaç milyon Ukraynalıyı, Rus’u, Polonyalıyı vs. öldürdü. Buna karşın hiç yargılanmadılar,
çünkü zaten soruşturmaları yürütecek kişiler bu katliamları yapanlardı.
Buna
karşılık, komünistler, Doğu Almanya’yı ele geçirdiklerinde hâkimlerin, öğretmenlerin
ve memurların yüzde seksenini Nazilerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle işten
çıkarttılar. Binlercesini hapse attılar. Altı yüz kadar Nazi partisi liderini
savaş suçları işledikleri için idam ettiler. Batı’nın güvenli kollarına kaçma
imkânı bulamayan savaş suçluları öldürüldüler.
Peki
faşizmle işbirliği yapan Amerikan şirketlerine ne oldu? Rockefeller ailesine
ait Chase National Bankası, Paris bürosunu Nazilerle işbirliği içerisinde olan
Vichy hükümeti döneminde Alman parasını aklamak, böylece savaş süresince
Nazilerin uluslararası ticaretine gerekli zemini teşkil etmek için kullandı ama
bu konuda hiç ceza almadı.[5] DuPont, Ford, General Motors ve ITT’ye ait olan fabrikalar,
müttefik kuvvetleri harap eden uçakları, tankları, bunlarda kullanılan yakıtı
ürettiler. Savaş sonrası, ihanetle yargılanmak yerine ITT şirketi, Almanya’da
bulunan ve müttefik kuvvetlerin bombardımanları neticesinde zarar görmüş olan fabrikaların
gördüğü zararın karşılığı olarak Amerikan hükümetinden 27 milyon dolar tazminat
aldı. General Motors’a verilen tutar 33 milyon doları buluyordu. Savaş süresince
pilotlara ABD şirketlerine ait olup Almanya’da faaliyet yürüten fabrikaları
vurmamaları talimatı verilmişti. Örneğin Köln bombardıman süresince dümdüz
edilirken Ford’un fabrikasına dokunulmadı oysa bu fabrika Nazi ordusuna askeri
teçhizat temin ediyordu. Bu sebeple, Alman siviller fabrikayı hava
saldırılarına karşı bir tür sığınak olarak kullandılar.[6]
ABD’li
liderler, onlarca yıl İtalyan faşizmini zinde tutmak için ellerinden geleni
yaptılar. 1945-1975 arası dönemde ABD hükümetine bağlı kurumlar, ülkede faal
olan sağcı örgütlere 75 milyon dolar verdi. Bu örgütlerden biri de İtalya
Toplumsal Hareketi’ydi (MSI). 1975 yılında o dönem dışişleri bakanı olan Henry
Kissinger, bu örgütün lideri Giorgio Almirante’yle bir araya gelerek,
komünistlerin seçimleri kazanıp hükümetin kontrolü ele geçirmesine karşı ne tür
“seçenekler” geliştirilebileceğini tartıştı.
Yüzlerce
Nazi savaş suçlusu Amerika’ya sığındı. Bu kişiler, ya isimlerini saklayarak rahat
bir hayat yaşadılar ya da soğuk savaş süresince Amerikan istihbaratına ait
kurumlarda aktif olarak çalıştılar, yüksek mevkilerdeki kişilerin himayesine
mazhar oldular. Bu savaş suçlularının bazıları, Nixon, Reagan ve Bush’un seçim
kampanyalarında teşkil edilen komitelerde yer aldılar.[7]
1969-1974
arası dönemde İtalya’da askeri istihbarat ve sivil istihbarat kurumlarının üst
düzey görevlileri, P2 (Propaganda İki) adıyla anılan, gölge hükümet kabul
edilen, üst sınıfa mensup gericilerin üyesi olduğu gizli Mason locası, faşizm
yanlısı Vatikan yetkilileri ve üst düzey komutanlar, bunun yanında, NATO’nun
teşkil ettiği antikomünist paralı asker gücü olarak GLADIO, “gerilim stratejisi”
adı verilen bir dizi terör ve sabotaj eylemleri gerçekleştirdi. Bu sürece, Ordine
Nuovo [“Yeni Düzen”] adı verilen gizli neofaşist örgüt, NATO yetkilileri,
jandarma teşkilâtının kimi üyeleri, mafya babaları, otuz kadar general, sekiz
amiral ve (1944 yılında Amerikan istihbaratının işe aldığı faşist savaş suçlusu)
Licio Gelli gibi nüfuzlu Hür Masonlar katkı sundular. CIA gibi “uluslararası güvenlik
aygıtları” terör sürecini beslediler, eylemleri kışkırttılar. 1995 yılında CIA,
bu gerilim stratejisini sorgulayan İtalyan meclisi içerisinde oluşturulmuş olan
komisyonla işbirliğine gitmeyi reddetti (Corriere della Sera, 4/12/95,
5/29/95).
İlgili
strateji bünyesinde hareket eden terörist fesatçılar, adam kaçırma, suikast ve
bombalı saldırı türünden eylemlere imza attılar. Ağustos 1980’de Bolonya tren
istasyonunda yapılan bombalı saldırıda seksen beş insan öldü, iki yüz kadar
insan yaralandı. Sonraki süreçte yürütülen soruşturmalar neticesinde gerilim
stratejisinin, neofaşizmin yol açtığı basit bir sonuç değil, demokrasi ve
parlamento sahasında halk desteği giderek artan sola karşı güvenlik güçlerinin yürüttüğü
kapsamlı bir harekâtın uzantısı olduğu görüldü. Burada amaç, “eldeki her türden
araçla İtalyan Komünist Partisi’nin seçimlerde elde ettiği kazanımlarla
mücadele etmek” ve halkı dehşete sürükleyip korkutmak suretiyle çok partili demokrasinin
zeminini parçalayıp yerine başkanlık sistemi üzerine kurulu otoriter bir
cumhuriyet tesis etmek veya “yürütmeyi daha güçlü ve istikrarlı kılmak”tı. (La
Repubblica, 4/9/95; Corriere della Sera, 3/27/95, 3/28/95, 5/29/95)
Seksenlerde
güvenlik kurumlarının hizmetinde olan aşırı sağcılar, Almanya ve Belçika gibi
Batı Avrupa ülkelerinde yüzlerce insan öldürdüler (Z Magazine, Mart
1990). ABD’de şirketlerin emrinde çalışan medya organları bu terör eylemlerinin
büyük bir kısmını haberleştirmedi. İtalya’da uygulanan gerilim stratejisinde
görüldüğü üzere, bu saldırılarda amaç, halkı korkutup belirsizliğe sürüklemek,
böylece mevcut demokrasilerin zeminini parçalamaktı.
Batı
Avrupa ülkeleri ve ABD’deki devlet kurumları, Neonazi ağlarını açığa çıkartma
konusunda kıllarını kıpırdatmadılar. Faşizmin berbat kokusunun her yana
yayıldığı koşullar, bize Hitler’in çocuklarının hâlen daha bizimle birlikte
oldukları, birbirleri arasında tehlikeli bağlar kurdukları, Batılı kapitalist
ülkelerin güvenlik kurumlarına yerleştikleri gerçeğini bir şekilde anımsatıyor.
1994’te
İtalya’da seçimleri, neofaşist MSI’nın genişletilmiş hâli olan Millet İttifakı’nın
Kuzey’in ülkeden ayrılmasını savunan birlikle ve başında sanayici, medya
patronu Silvio Berlusconi’nin bulunduğu Forza Italia [“İleri İtalya”] ile
kurduğu ittifak kazandı. Millet İttifakı, işsizliğin, vergilerin ve göçün yol
açtığı öfkeyi kullandı. Zengin ve fakirden tek bir verginin alınacağını,
öğrencilerin ailelerine destek verileceğini söyledi, ama sosyal yardımları kesti,
birçok hizmeti özelleştirdi.
İtalyan
neofaşistleri, faşizmin sınıfsal hedeflerine sözde demokratik biçimler
dâhilinde nasıl ulaşacaklarını Amerikalı gericilerden öğrendiler. Bu bağlamda
Reagan’daki iyimser dile başvuruldu, militaristlerin yerine medyada kitlelerin
gönlünü hoş eden isimler getirildi, insanlar, hükümetin, bilhassa toplumsal
hizmet sektörünün düşman olduğuna ikna edildi, bir yandan da devletin baskıcı
yanı güçlendirildi. Halka ve göçmenlere yönelik ırkçı düşmanlık körüklendi,
serbest piyasanın erdemleri övüldü, gelirlerin yukarı akmasını sağlayacak vergi
ve harcama tedbirlerine başvuruldu.
Batı
ülkelerinde muhafazakârlar, faşistlerin kitleleri örgütleme yöntemlerinden
istifade ettiler. Amerika’da sıradan, orta sınıfa mensup Amerikalıya popülist
sözlerle yaklaştılar. Zengin bireylerin ve şirketlerin çıkarlarına hizmet
edecek tedbirlerin uygulanmasını istediler.
1996
yılında Temsilciler Meclisi’nin sağcı sözcüsü, tüm topluma can katacağını
düşündüğü yeni bir fiyat düşürme programını önerdi ve devamında kendisini “hakiki
devrimci” ilan etti. İtalya, Almanya, ABD fark etmez, bir sağcı ne zaman yeni
devrimden veya yeni düzenden bahsetse burada aslında zenginlerin çıkarları
konuşuyordur. Esasında bu tür öneriler, en üsttekilerin hepimizin revan
olmamızı istedikleri yola bizi zorla sokacak gericilik ve baskıyla alakalıdır.
Michael Parenti
[Kaynak:
Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism,
City Lights Books, 1997, s. 11-22.]
Dipnotlar:
[1] Yayına Hz.: George Mosse, Nazi Culture (New York: Grosset &
Dunlap, 1966), s. 116-118.
[2]
Richard Plant, The Pink Triangle, s. 91.
[3]
Hüseyin Kürdi’nin Chomsky’yle gerçekleştirdiği söyleşi, Perception, Mart/Nisan
1996.
[4]
Roy Palmer Domenico, Italian Fascists on Trial, 1943-1948 (Chapel Hill:
University of North Carolina Press, 1991). Fransa’da Vichy hükümetine bağlı
olup faşistlerle işbirliği yapan isimlerin çok az yargılandı. “Yahudilerin Nazi
kamplarına götürülmesinde oynadıkları rol sebebiyle kimse ceza almadı.” Herbert
Lottman, The Purge (New York: William Morrow, 1986), s. 290. Aynı durum
Almanya için de geçerli: bkz.: Ingo Muller, Hitlers Justice (Cambridge,
Mass.: Harvard University Press, 1991), 3. Bölüm. “Sonrasında Amerikan ordusuna
mensup komutanlar, Uzakdoğu ülkelerinde faşistlerle işbirliği yapmış kişileri
iktidara getirdiler.” Örneğin Güney Kore’de işgalcilerle işbirliği yapan
isimler ve Japonların eğittiği polisler, solcu demokratik güçleri ezmek için
kullanıldı. Güney Kore ordusunun başında Japon İmparatorluğu Ordusu’nda
çalışmış subaylar vardı, üstelik bu kişiler bu hizmetleriyle gurur
duyuyorlardı.” Bunların önemli bir kısmı, Filipinler’de ve Çin’de savaş suçları
işlemişti: Hugh Deane, “Korea, China and the United States: A Look Back,”
Monthly Review, 20 ve 23 Şubat 1995.
[5]
Savaştan sonra Deutsche Bank’ın yönetim kurulu başkanı ve Hitler’in finans
kaynağı olan Hermann Abs, David Rockefeller tarafından “bu dönemin en önemli
bankacısı” olarak övüldü. Ölümü sonrası New York Times’da çıkan anma
yazısında, Abs’in “savaş sonrasında Batı Almanya’nın yeniden inşa edilmesinde
önemli bir rol oynadığı” söyleniyordu. Ama gazete de Rockefeller da Abs’ın
Nazilerle bağlarından, Nazilerin işgal ettiği Avrupa genelinde bankalarının yürüttüğü
yıkıcı faaliyetlerden ve I. G. Farben şirketinin yönetim kurulu üyesi olarak
Auschwitz Kampı’nda köle emeğinin kullanıldığı çalışmalara sunduğu katkıdan hiç
söz etmiyordu: Robert Carl Miller, Portland Free Press, Eylül-Ekim 1994.
[6]
Charles Higham, Trading with the Enemy.
[7]
Bu isimlerden biri, Letonyalı emniyet müdürü Boleslavs Maikovskis’ti. Bu kişi
Sovyetler’in yürüttüğü savaş suçları soruşturmalarından kaçıp Batı Almanya’ya,
oradan da ABD’ye gitti. Maikovskis, iki yüzü aşkın Letonyalı köylünün Nazilerce
katledilmesinde parmağı olan isimdi. Emniyet müdürü, bir süre Nixon’ın yeniden
seçilmesi için yürütülen kampanya dâhilinde Cumhuriyetçi Parti’nin kurduğu alt
komitede çalıştı, sonrasında da geç de olsa başlatılan savaş suçları
soruşturmasından kaçmak için Almanya’ya gitti. Burada 92 yaşında öldü (New
York Times, 5/8/96). Nazi savaş suçluları, Batılı istihbarat kurumlarının,
şirketlerin, askerlerin, hatta Vatikan’ın yardımlarını gördüler. Ekim 1944’te Alman
ordusuna bağlı bir paraşütçü birliği komutanı olan Binbaşı Walter Reder, İtalya’nın
Bolonya kentinin yakınlarında bulunan bir köyde savunmasız 1.836 sivili partizanlardan
intikam almak adına katletti. Papa II. John Paul gibi isimlerin çağrısı üzerine
1985’te hapisten çıkınca öldürülen insanların yakınları protesto eylemleri düzenlediler.
0 Yorum:
Yorum Gönder