21 Mayıs 2025

İrrasyonel İdeolojinin Rasyonel Kullanımı

“İtalyansanız komünizme oy vermeyin.” [Brindisi 1953]

 

Bazı yazarlar, faşizmin “irrasyonel” özelliklerine vurgu yaparlar. Bunu yaparak, aslında faşizmin yerine getirdiği rasyonel politik-ekonomik işlevleri gözden kaçırırlar. Siyasetin önemli bir kısmı, irrasyonel sembollerin rasyonel bir zeminde maniple edilmesinden ibarettir. Bu, bilhassa sınıfı kontrol etme işlevini yerine getirecek, kitleleri cezbedici duygusal yönlere sahip olan faşist ideoloji için geçerli bir tespittir.

Öncelikle İtalya’da Duçe (reis) denilen lider kültü, Almanya’da Feuhrerprinzip olarak anılan, liderin her daim doğruyu söylediği tespitini esas alan “Lider İlkesi” anlayışı vardı. Mussolini’nin de ifade ettiği biçimiyle, “faşist yaşam anlayışı, devletin önemine vurgu yapıyor, bireyi ancak çıkarları devletin çıkarlarıyla örtüştüğü ölçüde kabul ediyor”du. Yüce liderin ve herkesi kucaklayan devletin otoriter idaresini vaaz eden faşizm, fetih ve hâkimiyet gibi insani dürtüleri yüceltiyor, öte yandan, eşitlikçiliği, demokrasiyi, kolektivizmi ve barışçılığı zayıflığın ve çürümenin ürettiği öğretiler olarak görüp reddediyordu.

Mussolini’ye göre, “barışa adanmış bir hayat faşizme düşman”dı. 1934’te aynı Mussolini, daimi barışın insanı bunalıma sürükleyen bir öğreti olduğunu, insanların ve milletlerin kendilerini en üst aşamada gerçekleştirebilmeleri için “amansız mücadeleye ve fetih sürecine girmesi gerektiğini söylüyordu.

“Kelimeler güzel şeylerse de tüfekler, makineli tüfekler, uçaklar ve toplar daha güzeldir” diyen Mussolini bir yazısında, “savaşın asaletin damgasını onunla yüzleşme cesareti olanların alnına vurduğunu” söylüyordu. İşin tuhaf yanı, İtalyan ordusuna yazılan birçok kişide Mussolini’nin savaşlarında savaşacak cesaret yoktu. Bu insanlar, karşı tarafın gerçek mermi kullandığını görünce savaştan kaçmanın yollarını aradılar.

Faşist öğreti, tek halk, tek lider, tek yönetim gibi monist-tekçi değerlere vurgu yapıyordu. Sınıfsal ayrımlarla birlikte ele alınmayan halk, ona göre, kendisini ahenkli bir bütünün parçası olarak görmeli, zengin ve fakir kendisini bir kabul etmeliydi. Bu görüş, sınıfsal sömürü üzerine kurulu sistemin üzerine örtü sermek suretiyle, ekonomik statükoya destek sunuyordu. Buna karşılık sol, halkın taleplerini dillendiriyor, sosyal adaletsizliğe ve sınıf mücadelesine dair bilinci artırıyordu.

Bu tekçilik, halkın efsanelere uzanan köklerine seslenen atacı yaklaşımlarla besleniyordu. Mussolini için Roma’nın ihtişamı, Hitler içinse antik dönemdeki Halk kurgusu kıymetliydi. Nazi yanlısı oyun yazarı Hans Jorst’un kaleme aldığı, Nazilerin iktidarı almasından kısa bir süre sonra yaygın olarak sahnelenen (Hitler’in Berlin’deki prömiyerine katıldığı) Schlageter isimli oyun, sınıf politikasına karşı Halk (Volk) mistisizmini yüceltiyordu. Oyunda davasına coşkuyla bağlı olan August ile babası Schneider arasında şu türden bir konuşmaya yer verilmekteydi:

“August: İnanmayacaksın ama baba, gençler bu eskimiş sloganlara artık rağbet etmiyor. Sınıf mücadelesi denilen fikir yok oluyor.

Schneider: Peki ama sizin elinizde ne var?

August: Halk denilen topluluk.

Schneider: İyi de bu, bir slogan mı?

August: Değil, bir deneyim!

Schneider: Ah Tanrım, bizim sınıf mücadelemiz, grevlerimiz, bir deneyim değil miydi yani? Sosyalizm, Enternasyonal hayali kurgular mıydı?

August: Eskiden gerekli şeylerdi ama artık tarihe karışmış deneyimler.

Schneider: Yani gelecek, sizin Halk dediğiniz topluluğun olacak. Söyle bana, bu topluluğu gerçekte nasıl tahayyül ediyorsunuz? Zenginler, yoksullar, sağlıklı insanlar, üst sınıf, alt sınıf, tüm bunlar siz gelince yok mu olacak?

August: Bak baba, bu üst sınıf, alt sınıf, zenginler, yoksullar hep var olacak. Mesele, asıl önemli olan, konuya verilen önemde. Bize göre hayat, çalışma saatleriyle bölünecek, fiyat tablolarıyla üstü örtülecek bir şey değil. Bilâkis, biz bir bütün olarak insani varoluşa inanıyoruz. Hiçbirimiz, para kazanmaya önem vermiyoruz. Biz, hizmet etmek istiyoruz. Birey, halkının damarlarında dolaşan bir kan hücresidir.”[1]

Oğul, yaklaşımını açık eden bir yorumda bulunuyor: “Sınıf mücadelesi yok oluyor.” Babanın belirli bir sınıfın iktidarında gerçekleşen suiistimalleri ve bu sınıfın adaletsizliklerini dert edinen yaklaşımı, nesnel gerçekliği dikkate almayan bir zihin yapısı üzerinden redde tabi tutuluyor. Üstelik babanın yaklaşımı, para düşkünlüğüyle eşitleniyor. Muhtemelen zenginlikle alakalı meseleler, o zenginliğe sahip olanlara bırakılıyor. August, daha iyi bir şeye sahip olduklarını söylüyor, bu anlamda, daha şerefli bir şeyler için çalışan bir halkın, zenginin, fakirin, hepimizin bütünlükçü ve tekçi deneyiminden bahsediyor. “Şerefli fedakârlıklar”ın altına zenginlerin çıkarları için çalışan yoksulların imza attığı gerçeğinin üzeri örtülüyor.

Adı geçen oyunda ve Nazilerin propaganda amaçlı diğer faaliyetlerinde benimsenen konum, sınıfa kayıtsız bir konum değil. Bilâkis, Naziler, sınıfsal çıkarların gayet bilincindeler. Bu noktada ülkede işçilerde varolan güçlü sınıf bilincini maskelemek ve susturmak için sağlam bir şekilde kurgulanmış bir çaba ortaya koyuyorlar. Sınıfı inkâr ediyormuş gibi görünen bu kurnaz yaklaşım, esasında kendi içinde sınıf meselesinin kabul edildiği gerçeğini gizliyor.

Patriarka ve Sözde Devrim

Faşizmdeki şovenizm, ırkçılık, cinsiyetçilik ve patriarkal değerler de burjuva sınıfının muhafazakâr çıkarlarına hizmet ediyor. Faşist öğreti, bilhassa Nazi versiyonu, ırkın üstünlüğü fikrini savunuyor. Sınıfsal statü gibi insani vasıfların kanla aktarıldığına inanılıyor. Bir kişinin toplumsal yapıdaki konumu, onun doğuştan gelen fıtratının ölçüsü olarak alınıyor. Genetik ve biyoloji, tıpkı bugün akademideki ırkçıların “çan eğrisi” teorileri ve bayat öjeni zırvaları gibi, mevcut sınıfsal yapıyı meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Irksal ve sınıfsal eşitsizlik fikrini savunan faşizm, homofobiye ve cinsel eşitsizlik fikrine destek sunuyor. Nazizmin ilk kurbanları arasında Nazi örgütüne mensup eşcinseller, fırtına birliklerinin liderleri de bulunuyor. Ernst Roehm isimli SA liderinin ve kahverengi gömlekli fırtına birlikleri mensubu kişilerin eşcinselliğine dair şikâyetlerin kendisine ulaşması üzerine Hitler, iktidarı aldıktan sonra “meselenin özel hayata ait olduğunu, bir SA subayının özel hayatının Nasyonal Sosyalist ideolojinin temel ilkeleriyle çelişmediği sürece inceleme konusu olamayacağını söyleyen resmi bir bildiri yayınlıyor.

Paramiliter bir yapı olarak SA, sendikacılara ve komünistlere karşı sokakta yürütülen mücadelede zafere ulaşmak için kullanıldı. Bu fırtına birlikleri, finans kapitali retorik düzeyinde kınayan yaklaşımlarıyla kitlelerin şikâyetlerine kulak veren sözde bir devrimci güç olarak hareket ediyordu. SA üyeleri, 1933 yılında üç milyona çıkınca sanayideki baronlar ve ordudaki uşakları rahatsız oldular. Burjuva çürüme sürecini eleştiren, servetin paylaşılması ve “Nazi devrimi”nin tamamlanması gerektiği üzerinde duran SA’nın halledilmesi ihtiyacı hâsıl oldu.

SA’yı iktidarı almak için kullanan Hitler, ardından devleti kullanıp SA’yı etkisizleştirdi. Bu noktada birden Roehm’ün eşcinselliği Nazi ideolojisiyle çelişmeye başladı. Gerçekte SA denilen örgüt yok edilmeliydi. Bunun sebebi, liderlerinin eşcinsel olması değil ki gerekçe olarak bu öne sürülmüştü, örgütün ciddi bir soruna dönüşme riski barındırıyor oluşuydu. Roehm ve 300 kadar SA üyesi öldürüldü. Üstelik içlerinde eşcinsel olmayan kişiler de vardı. Öldürülenlerden biri de solcu olduğundan şüphe edilen Nazi propagandacısı Gregor Strasser’di.

Birçok Nazi, aslında eşcinsel düşmanıydı. En güçlü isimlerden, SS lideri Heinrich Himmler, eşcinselleri Almanya’da erkeklik ve Cermen halklarının ahlaki dokusu için bir tehdit olarak görüyor, “eşcinsel bir hanım evladı”nın üreyemeyeceğini ayrıca iyi bir asker de olamayacağını söylüyordu. Himmler’deki bu homofobi ve cinsiyetçilik şu ifadesinde iç içe geçiyordu:

“Amerika’da bir erkek bir kıza baktı diye evlenmeye zorlanır veya zararları ödemek zorunda kalır. Bu açıdan, ABD’de erkekler kendilerini eşcinsel olmak suretiyle korumaya çalışırlar. ABD’de kadınlar, erkekleri lime lime eden savaş baltaları gibidir.”[2]

Nazizmin en önemli fikir adamlarından biri bunları söylüyordu. Zaman içerisinde Himmler, SA liderleri yanında başka eşcinsellere zulmetme işinde epey başarılı oldu. Binlerce eşcinsel sivil, SS’lerin kurduğu toplama kamplarında öldü.

Tarih boyunca toplumlar, fırsat bulduklarında kadınların doğuracakları çocukların sayısını sınırlamaya çalıştıklarına tanıklık ettiler. Bu çaba, çok sayıda askere ve silah sektöründe çalışacak işçiye ihtiyaç duyan faşist patriarka için önemli bir sorundu.

Kadınlar, erkeğe boyun eğdiği, ona tabi kaldığı koşullarda doğurma haklarından daha az yararlanıyorlar. Duçe ise o günlerde her erkeğin koca, baba ve asker olması gerektiğini söylüyordu. Kadının asli işinin ev içerisinde daha fazla beceri sahip olması, kendisini ailenin ihtiyaçlarını gidermeye adaması, bir yandan da devlet için mümkün olduğunca çok çocuk doğurması olduğu iddia ediliyordu.

Patriarkal ideoloji ile toplumsal eşitliğin tüm biçimlerini hiyerarşik kontrol ve imtiyaz için tehdit olarak gören muhafazakâr sınıfsal ideoloji arasında bağ vardı. Patriarka, plütokrasiyi besleyip destekleyen bir şeydi. Kadınlar, yoldan çıktığı vakit aile oradan da tüm toplumsal yapı tehditle yüzleşirdi. Oradan da devlet, hâkim sınıfın otoritesi, imtiyazları ve serveti riske girerdi. Her ne kadar Nazilerin önde gelen liderlerinin önemli bir kısmı kendilerini ailelerine adamış erkekler değilseler de, faşistler, bugün “aile değerleri” denilen şeye düşkün kişilerdi.

Nazi Almanyası’nda ırkçılık ve antisemitizm, meşru şikâyetlerin uygun görülen günah keçilerine yönelmesine katkı sunuyordu. Antisemitizm propagandası, farklı kesimlere hitap edecek şekilde ayarlanıyordu. Aşırı yurtsever olan kesimlere Yahudilerin ülkeye yabancı enternasyonalistler oldukları, işsizlere dertlerinin Yahudi kapitalistler ve bankacılardan kaynaklandığı söyleniyordu. Borç batağında yüzen köylülere Yahudi tefeci, orta sınıfa Yahudi sendika lideri ve Yahudi komünist işaret ediliyordu. Burada bir kez daha karşımıza bilinçli ve rasyonel bir biçimde kullanılan irrasyonel imajlar dünyası çıkıyor. Neticede Naziler deli olabilirler ama aptal değillerdi.

Faşizm, sıradan sağcı patriarkal otokrasilerden, onun devrimci bir hale oluşturma çabası dâhilinde başvurduğu yolla ayrışır. Faşizm, kitleleri kandıracak, devrimciymiş gibi çınlayan sözler ve gerici sınıf politikasından başka bir şey değildir. Nazi partisinin tam adı solcu partileri çağrıştıracak bir addı: Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi. Daha önce ifade ettiğimiz üzere, Hitler iktidara geldikten sonra SA denilen fırtına birliklerini, saflarında militan unsurlar barındıran örgütü ezdi.

İtalyan faşistleri de Naziler de solun sebep olduğu tufandan nemalanmak için uğraştılar. Kitleleri harekete geçirme yöntemleri, gençlik örgütleri, işçi birlikleri, yürüyüşler, geçit törenleri, bayraklar, semboller ve sloganlar soldan alınmıştı. O günlerde eski düzeni yıkıp yenisini kuracak bir “Nazi devrimi”nden bahsediliyordu.

Tam da bu sebeple burjuva yazarlar, faşizmle komünizmi totaliter kardeşler olarak ele alırlar. Aslında bu kişiler, özü biçime indirgemektedirler. Biçimdeki benzerlik, sınıfsal içerikteki büyük farklılığı silikleştirmek için kullanılır. A. James Gregor ve William Ebenstein gibi yazarlar, sayısız Batılı politik lider ve demokratik solcu olduğunu iddia eden birçok isim, faşizmle komünizmi aynı torbaya atıp durmuşlardır. Örneğin Noam Chomsky, “şirketlerin güçlendiği süreç, aynı totaliter topraktan neşvünema bulan faşizmin ve Bolşevizmin doğmasını sağlayan benzer olguların tezahürüdür”[3] Oysa o dönemde İtalya ve Almanya’da birçok işçi ve köylü faşizmle komünizm arasında net bir ayrım yapıyor, sınıfsal gerçekliği temel alan bir hüküm dâhilinde, bankacıların ve sanayicilerin komünizme yönelik korkuları ve nefretleri üzerinden faşizme destek olduklarını söylüyordu.

Yıllar önce ben, faşizmin kapitalizmin irrasyonel çelişkilerini çözüme kavuşturma konusunda başarılı olamadığını söylüyordum. Bugünse faşizmin bu hedefe sadece kapitalistler değil halk açısından da ulaştığı görüşündeyim.

Faşizmin niyeti, tüm halka hizmet edecek toplumsal bir çözüm sunmak değildi. O, ancak emekçi kitlelerin sırtına yük bindirecek, onların zararlarla yüzleşmesine neden olacak, gerici bir çözüm sunabilirdi. İdeolojik ve örgütsel alet edevattan mahrum olan faşizm, sınıf mücadelesinin karşısına çıkartılmış nihai bir çözüm önerisinden başka bir şey değildir. Bu öneri, finans çevrelerinin çıkarı ve hayrına olacak şekilde, demokratik güçlerin bütün olarak boğulup sömürülmesiyle ilgilidir.

Faşizm, sahte bir devrimdir. O, halkçı politikanın zarfını ve devrimci haleyi gerçek bir devrimci sınıfsal içerik olmaksızın istismar eder. Faşizm, “yeni bir düzen” kuracağını söyler ama aslında eski düzenin arkasındaki zenginlerin çıkarları için çalışır. Faşizmin liderlerinin asıl günahı, kitlelerin kafasını karıştırmaları değil, onları aldatmalarıdır. Bu anlamda, faşist liderler, halkı yanlışa sevk etmek için uğraşmışlardır ama bu, onların kendilerini de yanlışa yönlendirdikleri anlamına gelmez.

Faşizmin Dostları

Burjuva yazarların göz ardı ettikleri diğer bir husus da Batılı kapitalist devletlerin faşizmle kurduğu işbirliği meselesidir. İngiliz başbakanı Neville Chamberlain, Nazilerle olumlu ve sıcak ilişkiler kurmuş bir isimdir. Başbakan, mensup olduğu sınıfın birçok üyesi gibi Hitler’i ve Nazi Almanyası’nı komünizme karşı duran bir siper olarak değerlendirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Batılı kapitalist müttefikler, faşizmin kökünü İtalya ve Almanya’da kazımak için pek bir şey yapmadılar, Nuremberg mahkemesinde faşizmin üst düzey yöneticilerinin belirli bir kısmını yargıladılar. 1947’de Alman muhafazakârları, Nuremberg savcılarını Yahudilerin ve komünistlerin kandırdığı kişiler olarak betimlemeye başladılar.

İtalya’da faşizme karşı silahlı mücadele veren partili hareket, kısa bir süre sonra yurtseverlikle alakası olmayan şüpheli unsur muamelesi görmeye başladı. Savaşı takip eden bir yıl içerisinde ülkedeki faşistlerin neredeyse tamamı hapisten çıktı, buna karşılık, Nazi işgaline karşı mücadele veren yüzlerce komünist ve solcu hapse atıldı. Tarihin akış yönü terse döndü. Böylelikle kara gömlekliler mağdur, komünistlerse suçlu sandalyesine oturtuldular. Müttefik devletler bu alınan tedbirler konusunda hükümete yardım etti.[4]

ABD’ye bağlı işgal güçlerinin himayesinde faaliyet yürüten polis teşkilâtı, mahkemeler, ordu, güvenlik kurumları ve bürokraside faşist rejime çalışmış veya ideolojik olarak faşizme yakın kişiler çalışmaya devam etti. Yahudi soykırımını yapanlar altı milyon Yahudi’yi, beş yüz bin Çingene’yi, binlerce eşcinseli, birkaç milyon Ukraynalıyı, Rus’u, Polonyalıyı vs. öldürdü. Buna karşın hiç yargılanmadılar, çünkü zaten soruşturmaları yürütecek kişiler bu katliamları yapanlardı.

Buna karşılık, komünistler, Doğu Almanya’yı ele geçirdiklerinde hâkimlerin, öğretmenlerin ve memurların yüzde seksenini Nazilerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle işten çıkarttılar. Binlercesini hapse attılar. Altı yüz kadar Nazi partisi liderini savaş suçları işledikleri için idam ettiler. Batı’nın güvenli kollarına kaçma imkânı bulamayan savaş suçluları öldürüldüler.

Peki faşizmle işbirliği yapan Amerikan şirketlerine ne oldu? Rockefeller ailesine ait Chase National Bankası, Paris bürosunu Nazilerle işbirliği içerisinde olan Vichy hükümeti döneminde Alman parasını aklamak, böylece savaş süresince Nazilerin uluslararası ticaretine gerekli zemini teşkil etmek için kullandı ama bu konuda hiç ceza almadı.[5] DuPont, Ford, General Motors ve ITT’ye ait olan fabrikalar, müttefik kuvvetleri harap eden uçakları, tankları, bunlarda kullanılan yakıtı ürettiler. Savaş sonrası, ihanetle yargılanmak yerine ITT şirketi, Almanya’da bulunan ve müttefik kuvvetlerin bombardımanları neticesinde zarar görmüş olan fabrikaların gördüğü zararın karşılığı olarak Amerikan hükümetinden 27 milyon dolar tazminat aldı. General Motors’a verilen tutar 33 milyon doları buluyordu. Savaş süresince pilotlara ABD şirketlerine ait olup Almanya’da faaliyet yürüten fabrikaları vurmamaları talimatı verilmişti. Örneğin Köln bombardıman süresince dümdüz edilirken Ford’un fabrikasına dokunulmadı oysa bu fabrika Nazi ordusuna askeri teçhizat temin ediyordu. Bu sebeple, Alman siviller fabrikayı hava saldırılarına karşı bir tür sığınak olarak kullandılar.[6]

ABD’li liderler, onlarca yıl İtalyan faşizmini zinde tutmak için ellerinden geleni yaptılar. 1945-1975 arası dönemde ABD hükümetine bağlı kurumlar, ülkede faal olan sağcı örgütlere 75 milyon dolar verdi. Bu örgütlerden biri de İtalya Toplumsal Hareketi’ydi (MSI). 1975 yılında o dönem dışişleri bakanı olan Henry Kissinger, bu örgütün lideri Giorgio Almirante’yle bir araya gelerek, komünistlerin seçimleri kazanıp hükümetin kontrolü ele geçirmesine karşı ne tür “seçenekler” geliştirilebileceğini tartıştı.

Yüzlerce Nazi savaş suçlusu Amerika’ya sığındı. Bu kişiler, ya isimlerini saklayarak rahat bir hayat yaşadılar ya da soğuk savaş süresince Amerikan istihbaratına ait kurumlarda aktif olarak çalıştılar, yüksek mevkilerdeki kişilerin himayesine mazhar oldular. Bu savaş suçlularının bazıları, Nixon, Reagan ve Bush’un seçim kampanyalarında teşkil edilen komitelerde yer aldılar.[7]

1969-1974 arası dönemde İtalya’da askeri istihbarat ve sivil istihbarat kurumlarının üst düzey görevlileri, P2 (Propaganda İki) adıyla anılan, gölge hükümet kabul edilen, üst sınıfa mensup gericilerin üyesi olduğu gizli Mason locası, faşizm yanlısı Vatikan yetkilileri ve üst düzey komutanlar, bunun yanında, NATO’nun teşkil ettiği antikomünist paralı asker gücü olarak GLADIO, “gerilim stratejisi” adı verilen bir dizi terör ve sabotaj eylemleri gerçekleştirdi. Bu sürece, Ordine Nuovo [“Yeni Düzen”] adı verilen gizli neofaşist örgüt, NATO yetkilileri, jandarma teşkilâtının kimi üyeleri, mafya babaları, otuz kadar general, sekiz amiral ve (1944 yılında Amerikan istihbaratının işe aldığı faşist savaş suçlusu) Licio Gelli gibi nüfuzlu Hür Masonlar katkı sundular. CIA gibi “uluslararası güvenlik aygıtları” terör sürecini beslediler, eylemleri kışkırttılar. 1995 yılında CIA, bu gerilim stratejisini sorgulayan İtalyan meclisi içerisinde oluşturulmuş olan komisyonla işbirliğine gitmeyi reddetti (Corriere della Sera, 4/12/95, 5/29/95).

İlgili strateji bünyesinde hareket eden terörist fesatçılar, adam kaçırma, suikast ve bombalı saldırı türünden eylemlere imza attılar. Ağustos 1980’de Bolonya tren istasyonunda yapılan bombalı saldırıda seksen beş insan öldü, iki yüz kadar insan yaralandı. Sonraki süreçte yürütülen soruşturmalar neticesinde gerilim stratejisinin, neofaşizmin yol açtığı basit bir sonuç değil, demokrasi ve parlamento sahasında halk desteği giderek artan sola karşı güvenlik güçlerinin yürüttüğü kapsamlı bir harekâtın uzantısı olduğu görüldü. Burada amaç, “eldeki her türden araçla İtalyan Komünist Partisi’nin seçimlerde elde ettiği kazanımlarla mücadele etmek” ve halkı dehşete sürükleyip korkutmak suretiyle çok partili demokrasinin zeminini parçalayıp yerine başkanlık sistemi üzerine kurulu otoriter bir cumhuriyet tesis etmek veya “yürütmeyi daha güçlü ve istikrarlı kılmak”tı. (La Repubblica, 4/9/95; Corriere della Sera, 3/27/95, 3/28/95, 5/29/95)

Seksenlerde güvenlik kurumlarının hizmetinde olan aşırı sağcılar, Almanya ve Belçika gibi Batı Avrupa ülkelerinde yüzlerce insan öldürdüler (Z Magazine, Mart 1990). ABD’de şirketlerin emrinde çalışan medya organları bu terör eylemlerinin büyük bir kısmını haberleştirmedi. İtalya’da uygulanan gerilim stratejisinde görüldüğü üzere, bu saldırılarda amaç, halkı korkutup belirsizliğe sürüklemek, böylece mevcut demokrasilerin zeminini parçalamaktı.

Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’deki devlet kurumları, Neonazi ağlarını açığa çıkartma konusunda kıllarını kıpırdatmadılar. Faşizmin berbat kokusunun her yana yayıldığı koşullar, bize Hitler’in çocuklarının hâlen daha bizimle birlikte oldukları, birbirleri arasında tehlikeli bağlar kurdukları, Batılı kapitalist ülkelerin güvenlik kurumlarına yerleştikleri gerçeğini bir şekilde anımsatıyor.

1994’te İtalya’da seçimleri, neofaşist MSI’nın genişletilmiş hâli olan Millet İttifakı’nın Kuzey’in ülkeden ayrılmasını savunan birlikle ve başında sanayici, medya patronu Silvio Berlusconi’nin bulunduğu Forza Italia [“İleri İtalya”] ile kurduğu ittifak kazandı. Millet İttifakı, işsizliğin, vergilerin ve göçün yol açtığı öfkeyi kullandı. Zengin ve fakirden tek bir verginin alınacağını, öğrencilerin ailelerine destek verileceğini söyledi, ama sosyal yardımları kesti, birçok hizmeti özelleştirdi.

İtalyan neofaşistleri, faşizmin sınıfsal hedeflerine sözde demokratik biçimler dâhilinde nasıl ulaşacaklarını Amerikalı gericilerden öğrendiler. Bu bağlamda Reagan’daki iyimser dile başvuruldu, militaristlerin yerine medyada kitlelerin gönlünü hoş eden isimler getirildi, insanlar, hükümetin, bilhassa toplumsal hizmet sektörünün düşman olduğuna ikna edildi, bir yandan da devletin baskıcı yanı güçlendirildi. Halka ve göçmenlere yönelik ırkçı düşmanlık körüklendi, serbest piyasanın erdemleri övüldü, gelirlerin yukarı akmasını sağlayacak vergi ve harcama tedbirlerine başvuruldu.

Batı ülkelerinde muhafazakârlar, faşistlerin kitleleri örgütleme yöntemlerinden istifade ettiler. Amerika’da sıradan, orta sınıfa mensup Amerikalıya popülist sözlerle yaklaştılar. Zengin bireylerin ve şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek tedbirlerin uygulanmasını istediler.

1996 yılında Temsilciler Meclisi’nin sağcı sözcüsü, tüm topluma can katacağını düşündüğü yeni bir fiyat düşürme programını önerdi ve devamında kendisini “hakiki devrimci” ilan etti. İtalya, Almanya, ABD fark etmez, bir sağcı ne zaman yeni devrimden veya yeni düzenden bahsetse burada aslında zenginlerin çıkarları konuşuyordur. Esasında bu tür öneriler, en üsttekilerin hepimizin revan olmamızı istedikleri yola bizi zorla sokacak gericilik ve baskıyla alakalıdır.

Michael Parenti

[Kaynak: Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism, City Lights Books, 1997, s. 11-22.]

Dipnotlar:
[1] Yayına Hz.: George Mosse, Nazi Culture (New York: Grosset & Dunlap, 1966), s. 116-118.

[2] Richard Plant, The Pink Triangle, s. 91.

[3] Hüseyin Kürdi’nin Chomsky’yle gerçekleştirdiği söyleşi, Perception, Mart/Nisan 1996.

[4] Roy Palmer Domenico, Italian Fascists on Trial, 1943-1948 (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1991). Fransa’da Vichy hükümetine bağlı olup faşistlerle işbirliği yapan isimlerin çok az yargılandı. “Yahudilerin Nazi kamplarına götürülmesinde oynadıkları rol sebebiyle kimse ceza almadı.” Herbert Lottman, The Purge (New York: William Morrow, 1986), s. 290. Aynı durum Almanya için de geçerli: bkz.: Ingo Muller, Hitlers Justice (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1991), 3. Bölüm. “Sonrasında Amerikan ordusuna mensup komutanlar, Uzakdoğu ülkelerinde faşistlerle işbirliği yapmış kişileri iktidara getirdiler.” Örneğin Güney Kore’de işgalcilerle işbirliği yapan isimler ve Japonların eğittiği polisler, solcu demokratik güçleri ezmek için kullanıldı. Güney Kore ordusunun başında Japon İmparatorluğu Ordusu’nda çalışmış subaylar vardı, üstelik bu kişiler bu hizmetleriyle gurur duyuyorlardı.” Bunların önemli bir kısmı, Filipinler’de ve Çin’de savaş suçları işlemişti: Hugh Deane, “Korea, China and the United States: A Look Back,” Monthly Review, 20 ve 23 Şubat 1995.

[5] Savaştan sonra Deutsche Bank’ın yönetim kurulu başkanı ve Hitler’in finans kaynağı olan Hermann Abs, David Rockefeller tarafından “bu dönemin en önemli bankacısı” olarak övüldü. Ölümü sonrası New York Times’da çıkan anma yazısında, Abs’in “savaş sonrasında Batı Almanya’nın yeniden inşa edilmesinde önemli bir rol oynadığı” söyleniyordu. Ama gazete de Rockefeller da Abs’ın Nazilerle bağlarından, Nazilerin işgal ettiği Avrupa genelinde bankalarının yürüttüğü yıkıcı faaliyetlerden ve I. G. Farben şirketinin yönetim kurulu üyesi olarak Auschwitz Kampı’nda köle emeğinin kullanıldığı çalışmalara sunduğu katkıdan hiç söz etmiyordu: Robert Carl Miller, Portland Free Press, Eylül-Ekim 1994.

[6] Charles Higham, Trading with the Enemy.

[7] Bu isimlerden biri, Letonyalı emniyet müdürü Boleslavs Maikovskis’ti. Bu kişi Sovyetler’in yürüttüğü savaş suçları soruşturmalarından kaçıp Batı Almanya’ya, oradan da ABD’ye gitti. Maikovskis, iki yüzü aşkın Letonyalı köylünün Nazilerce katledilmesinde parmağı olan isimdi. Emniyet müdürü, bir süre Nixon’ın yeniden seçilmesi için yürütülen kampanya dâhilinde Cumhuriyetçi Parti’nin kurduğu alt komitede çalıştı, sonrasında da geç de olsa başlatılan savaş suçları soruşturmasından kaçmak için Almanya’ya gitti. Burada 92 yaşında öldü (New York Times, 5/8/96). Nazi savaş suçluları, Batılı istihbarat kurumlarının, şirketlerin, askerlerin, hatta Vatikan’ın yardımlarını gördüler. Ekim 1944’te Alman ordusuna bağlı bir paraşütçü birliği komutanı olan Binbaşı Walter Reder, İtalya’nın Bolonya kentinin yakınlarında bulunan bir köyde savunmasız 1.836 sivili partizanlardan intikam almak adına katletti. Papa II. John Paul gibi isimlerin çağrısı üzerine 1985’te hapisten çıkınca öldürülen insanların yakınları protesto eylemleri düzenlediler.

0 Yorum: