27 Ocak 2023

Galiyev'in Mektubu


Bolşevizm, ezilen halkların milliyetçi hareketleriyle ittifaklar kurdu, ama bu ittifaklar çatışmalardan ve çelişkilerden azade değildi. Bunun en önemli kanıtı, Mirsaid Sultan Galiyev’in (1892-1940) Rusya Komünist Partisi Merkezi Kontrol Komisyonu’na yazdığı mektuptur. Bolşevik Tatar Galiyev, Müslüman milli komünizminin hem eylemcisi hem de teorisyeni olarak Sovyet iktidarına sadık bir isimdi. Ama 1923’te Stalin’in emriyle tutuklandı ve partiden atıldı. Bu mektupta partiye yeniden alınmasını istiyor. Bu isteği yerine getirilmeyen Galiyev 1940 yılının Ocak ayının sonlarında kurşuna dizildi.

* * *

Partinin merkezî organlarının geçen yıl aldığı kararla, Basmacı hareketinin liderlerinden biri olan Zeki Velidov ile MK’nın dışında ilişki kurma girişimim sebebiyle RKP(B)’den ihraç edilmiştim. Bu, benim için çok ağır bir karardı, ama ben gene de partinin verdiği haklı bir ceza uygulaması olarak kabul etmiştim onu, çünkü bundan önce de kendi davranışımın sadece yanlış değil, aynı zamanda suç olduğunu, gerekli cezayı hak ettiğimi kabul etmiştim. Benim için “partisiz” olarak geçen bu zorlu aylar süresince tek tesellim, partinin belirli bir süre sonra beni davranışımdan dolayı affedeceği ve tekrar bünyesine alacağı umuduydu.

Bunu şu nedenlerle umut ediyordum:

Birincisi, partinin beni partiden ihraç etme fikri, tüm haklılığına ve gerekliliğine rağmen, biraz aceleyle alınmış, o sırada millet meselesi sebebiyle yaşanan ve derinleşmiş olan ikiye bölünmüşlüğün, daha doğrusu, “millici” ve “merkezci” olarak adlandırılan kesimler arasındaki ilişkiler sebebiyle alınmış bir karardı. Bana öyle geliyor ki tüm bu süre zarfında bu mesele keskinliğini yitirdi ve benim sorunumu daha sakin ve soğukkanlı bir biçimde ele almak için gerekli zemin oluştu.

İkincisi, benim davranışımın 12. Parti Kongresi’nden önce, yani partinin gelişiminin durduğu ve “Büyük Devlet Şovenizmi” ile “Büyük Rus Şovenizmi” denilen şeyin güçlenmesi ve onlarla kararlı bir mücadeleye girildiği süreçten önce, devrimin o anı için tehlikeli olan olumsuz etkenlerden önce yapılmış olmasının benim suçumu belirli öcüde hafiflettiğini düşünüyorum, zira benim suçum, tam da bu” Büyük Devlet Şovenizmi”nin güçlenip büyümesine karşı (belki belli ölçüde hastalıklı) bir tepki vermemle ilgiliydi.

Üçüncüsü, partiden ihraç edilmem karşısında aldığım tutumlarımın partiye yeniden alınmam konusunda umutlanmamı mümkün kıldığını düşünüyorum. Bilindiği gibi, merkezî organların benimle ilgili aldığı karara tartışmasız boyun eğmiştim. Dahası, partiden ihracımı takip eden üç ay içerisinde Almanya’da yaşanacak olayların arifesinde Parti genel sekreteri Yoldaş Stalin’le bir araya geldim ve ona gerek duyulursa, devrimin savunulmasında aktif rol almaya hazır olduğumu kendisine bildirdim. Bunu o vakit tümüyle hür irademle ve hiçbir baskı olmaksızın yaptım, içtenlikle, ne yapmak gerekiyorsa yapmak istiyordum, partiden ihraç edildiğim için kendimi devrime yabancı hissetmiyordum ve devrimle dünya gericilerinin arasında cereyan edecek bir askeri çatışmada zerre şüphe içine düşmeden devrimin yanında saf tutardım.

Eğer partiye karşı düşmanca bir tutum içerisinde olsaydım, partiden ihraç edilmem karşısında Myasnikov, Levi, Frassar, Trammel ve Heglund’un yaptığını yapar, RKP(B) ve Komintern aleyhine ajitasyon faaliyeti yürütür, bunun için yabancı ülkelerle ve Doğu’daki ülkelerle ilişkiye geçerdim. Ama bunu yapmadım, sürekli saldırıya uğramama, sürekli takip edilmeme ve kimi yoldaşlarımın sanki bilerek ve isteyerek beni bu yöne itmesine rağmen (MKK, bu dediğimle ilgilenirse, çok daha ayrıntılı kanıtlar sunabilirim) bunu yapmadım, yapamayacağım için değil, istemediğim için yapmadım.

Bunu şu aşağıdaki nedenlere bağlı olarak yapmak istemedim:

a. Partideki millet ve sömürge meselelerinin taktik ve pratik ele alınış tarzının sonuçta eskisine nazaran daha net bir biçimde belirlenip sağlamlaştırıldığını, eskisine göre daha kararlı bir şekil aldığını gördüm. Partinin (idari kısmının) bu yöndeki düşüncelerinin gelişimini, ayrıca bu yöndeki pratik çalışmalarını (Çin, Türkistan sorunu vb.) düzenli bir biçimde izleyerek, partinin neticede kesin bir biçimde, sömürge meselesinin, kapitalist Avrupa’nın sömürge ekonomisi sistemini yıkmanın ve tasfiye etmenin, sosyal devrimin önemli ve temel bir parçası olduğu, ayrıca Komünist Enternasyonal üyesi partilerin de bu sorun konusunda aynı duyguda olan seyirciler konumundan milliyetçi-özgürlükçü sömürge hareketlerinin başlatıcısı ve önderleri konumuna geçmesi gerektiği (Beşinci Komintern Kongresi’nde Yoldaş Manuilski’nin bildirisi) gibi doğru bazı karar almış olduğuna inandım. Sorunun başka veçhelerinin de açıklığa kavuşturulması, benim açımdan belirli bir ilerlemeye tekabül ediyordu. Sömürge devrimi, yani sömürgenin merkezi emperyalist ülkelerin boyunduruğundan devrimci kurtuluşu Avrupa ülkelerindeki toplumsal ayaklanmaya öncülük etmeli miydi, yoksa tersine, aşırı solcu yoldaşların öne sürdükleri gibi, (bir devrim biçiminde değil, belirsiz bir “milli özerklik” biçiminde) Avrupa’daki sınıfsal devrimin zaferinin ardından mı gelmeliydi?

Bu açıdan her partinin idari kesiminin MK Politbüro üyesi Yoldaş Trotskiy aracılığıyla dile getirilen görüşlerine de karşı çıkamam. O, İngiliz-Sovyet Konferansı’ndan önce Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, toplumsal devrimin doğrudan Batı’nın teknik açıdan gelişmiş ülkelerinin proletaryası tarafından yapılmasının gerektiğini, aksi takdirde, dünyadaki toplumsal devrimin inisiyatifinin bilinen koşullar altında Doğu’nun, yani sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin komünist ve emekçilerinin eline geçebileceğini söylüyordu.

Millet ve sömürge meselesinin tüm bu ortaya konuluş biçimlerinde ben, devrim esnasında yaptığım çalışmalarda geliştirdiğim kendi görüş ve düşüncelerimin karşılıklarını gördüm.

b. Günümüzde kapitalist ekonomik sistemin toplumsal temellerine, merkezi emperyalist ülkelerin sömürge ekonomisi sistemine ve yakın dönemde bu ekonomiyi temel alan uluslararası düzlemde yaşanması muhtemel devrimci kalkışmalara dair derin çözümleme pratiğim neticesinde şu sonuca ulaştım: Son tahlilde yeryüzünde komünist düzenin tesis edilmesi hedefini güden sınıfsal devrim meselesi, asıl amacı, sömürgenin ve yarı-sömürgenin ekonomik ve politik kurtuluşu olan sömürge devriminden sonra da, bu devrimin neticelerinden bağımsız, tüm kaçınılmazlığıyla, güncelliğini bir biçimde koruyacaktır. Yani eğer sömürge devrimi, sömürge ve yarı-sömürgelerin onların gelişimini dizginleyen merkezi ülkelerin emperyalizminin etkisinden kurtulmaları neticesinde dünya ekonomisinin akılcı örgütlenmesi için temel sağlayacak olsa da (üretim araçları hammadde kaynaklarına yaklaşacak, böylelikle sömürge halklarının “terli emekçi ellerinden” yüz milyonlarca insan için yararlı ürünler çıkacak) her koşulda komünist devrim sorunları, çok yüksek düzeydeki sorunlar olarak, insanlığın gerçek yaşamsal ihtiyacı ve üretim araçlarının ve emeğin ortaklaşmasına yönelen çağın hukuki bir ihtiyacı olarak da değişmeden kalacak ve tüm yoğunluğuyla çözüm bekleyecektir. Başka bir ifadeyle, “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” denen şeyi sömürge ve yarı-sömürge emekçileri açısından, onları gördüğüm şekliyle yapmaya çalıştım. Komünist hareketin en son aşamasının, yani Leninizmin sadece merkezi emperyalist ülkelerdeki emekçi halk kitlelerinin ihtiyaçları için varolan, sadece bu ihtiyaçlardan neşet etmiş bir devrim bilimi olmadığını, tarihsel düzlemde çok daha büyük ölçüde, yüz milyonlarca köle sömürgenin toplumsal kurtuluşu için başlıca devrimci silâha ve devrimci ocağa, onların son devrimci ideali olan köktenci-devrimci bir okula dönüştüğünü tespit ettim. Bu açıdan, komünizm ve Leninizm, benim için kapitalist anarşi ve emperyalist oligarşinin egemenliğinden sadece onların pençesinde bulunan Avrupa emekçileri değil, geri kalan tüm sömürge dünyasının da kurtarılmasının zorunluluğu anlamına geliyor.

Bu düşünceler temelinde, geçtiğimiz yıl Parti genel sekreteri Yoldaş Stalin’le yaptığımız görüşme esnasında ona partiye tekrar alınma ihtimalimin olup olmadığını sordum Yoldaş Stalin, o zaman bana, bu sorunun ele alınabileceğini, ama en az bir yıl beklemek gerektiğini söyledi.

Belirtilen sürenin sonunda tekrar kendisine, sadece MK sekreteri değil, ayrıca beni başkalarından çok daha iyi tanıyan merkezdeki görevlilerden biri olarak da başvurdum, o da, partiye tekrar alınma isteğimi RKP(B) MMK’ya sunmamı tavsiye etti.

MKK’ya bu açıklamam dâhilinde seslenirken, ondan benim partiden ihraç edilmemle ilgili kararı, şu aşağıdaki koşulları da göz önüne alarak, yeniden gözden geçirmesini rica ediyorum:

1. Partiye tümüyle yeniden katılmayı, yani eski parti hizmetime alınmayı, devrimci dünyanın geri kalan kısmından yalıtılmışlarına aldırmaksızın, o dönemde Çarlığa karşı yürütülen yeraltı çalışmasında yer almış birkaç Tatar sosyalistinden biri olarak, 1913 yılından beri devam eden devrimci hizmetlerimin MKK tarafından hakkının verilmesini istiyorum. MKK’nın 1917 yılından sonraki hizmetimi reddetmemesini rica ediyorum, çünkü 1917-1923 yılları, benim için kendimi içtenlikle devrime adadığım yıllar ve hayatımın en iyi ve en verimli yılları oldu.

2. Benimle ilgili sorunun MKK’da ele alınmasından önce, başka koşulların yanı sıra, oldukça önemli olan bir hususa, Türk-Tatar halkının diğer ekonomik ve politik bölgelerinde devrimin gelişme koşullarının kendine özgülüğüne dikkat edilmesini rica ediyorum.

Devrim süresince geri kalmış milliyetler arasında şahsen yürüttüğüm çalışmalardan edindiğim tecrübe ışığında ulaştığım sonuç şudur: ülkenin Doğu sınırları boyunca uzanan topraklarda devrim, düz bir çizgiyi takip ederek gelişmeyecek, hatta zigzaglar dahi çizerek ilerlemeyecek, bu devrim, kopuk kopuk ilerleme kaydedecektir.

Bunun açıklaması, bu bölgelerin Çarlık tarafından çok ağır bir biçimde ezilmiş olmasıdır. Rus çarları ve onların satrapları (bölge valileri) tarafından alınan tedbirler ve uygulanan zulümler, ancak Ekim Devrimi’nden sonra, Türk-Tatarların ve Rusya’nın diğer ezilen halklarının tarihini gerçekten nesnel olarak inceleme imkânı ortaya çıkınca tüm gaddarlığı, tüm “üstün zekâlılığı”yla ortaya çıktı. Rus tarihçilerinin, insanı hayrete düşüren bir pratik dâhilinde, Rusların bu halklar üzerinde tesis ettiği egemenliğin uyguladığı insanlıkdışı ve tarihte eşi benzeri görülmemiş acımasızlıkları gizlediği görüldü. Kazan Hanlığı’nın tarihinin nesnel incelemesi, Rus pomeşçikleri (ağaları) ve Rus burjuvazisi tarafından Doğu bölgelerinin sömürgeleştirilmesi tarihi, ayrıca Volga çevresi ve Ural halklarının devrimci hareketleri, Türk-Tatarların ve Rusya’nın diğer Doğu halklarının fethedilmesi, bastırılması ve sömürgeleştirilmesi tarihinin tümüyle “kan ve gözyaşı” tarihi olduğunu ortaya koyuyor. Doğuda ilerleyebilmek için Rus feodal ağaları ve ticaret burjuvazisinin, gelişmiş şehir ve köyleri yerle bir etmesi ve yüz binler ve milyonlarca yerli köylü, işçi ve aydını ortadan kaldırması gerekiyordu. Onlarca yerleşim yeri ve yüz binlerce insan katledildi. Bu acımasızlıklar, birbiri ardına ayaklanmalara yol açtı (Kazan Hanlığı’nın kuşatılmasından sonra geçen 15-20 yıl içerisinde Çuvaş, Mar, Votyak ve Tatarların silâhlı ayaklanmaları, Başkurt ve Tatarların Pugaçev hareketine destek vermesi; Başkurdistan, Türkistan, Kırım ve Kafkasya’daki ayaklanmaları), bunlar da ardından, oranın sağlıklı ve özgür yetişkin halklarından onlarca, yüzlerce bin insanın ölmesine sebep oldu, bu da onların daha sonra yaşanan gelişmelerde çok derin izler bıraktı. Bu acımasız “kan ve gözyaşı” politikasının yüzyıl boyunca doğurduğu sonuçlar, tüm yıkıcılığıyla, bu halklarda görülmektedir. Yirminci yüzyılın başında hepsi millet olarak varolma imkânını yitirmiştir. Bu, tam anlamıyla kölelik ve paryalıktır.

1905 yılında bu milletler bir miktar canlandılar. Ama o da çok sınırlı bir canlanmaydı. Aynı yıl, Türk-Tatarları için yol açtığı olumlu sonuçlardan biri de yerli ticaret burjuvazisinin ve zayıf olan yerli küçük burjuva aydın katmanının sahneye politik bir güç olarak, “milli diriliş” şiarıyla çıkmasıydı. Sözcüğün Batı Avrupa’da kullanılan anlamıyla, yani millet düzeyinde örgütlenmiş, sınıfsal politik bir güç ve nitelikli işgücü anlamında proletarya henüz mevcut değildi. Yeraltı madenlerinde, demiryollarında ve az sayıda fabrika ve atölyede çalışan Tatar işçileri, niteliksiz işçi olarak her yerde azınlık hâldeydi, bu hâlleriyle Rus proletaryası içerisinde yer alıyorlardı.

Tüm bunlar, laf esirgenmeden, çekinmeden dile getirilmeliydi, Türk-Tatar halk kitleleri içerisinde açığa çıkan devrimci ve komünist hareketin gelişimi dâhilinde bu tespitler bir bir dillendirildi. Eğer komünist partinin Rus kesimi, fabrika ve atölyelerde inşa edilen yeraltı faaliyeti içerisinde doğduysa, Türk-Tatar komünistleri de ancak devrim esnasında can bulabildiler. Ekseriyeti küçük emekçi aydınların içinden şans eseri çıkanlar oluşturuyordu ve bu insanlar, komünist partiye sınıf mücadelesi ve sınıfsal devrim sloganları değil, daha çok milletin özgürlüğü sloganları üzerinden bağlanmışlardı. İçlerinde partiye gerçekten sınıfsal devrim hevesiyle gelmiş olanlar varsa da bunların sayısı öylesine azdı ki bu insanlar, yerel halka mensup komünistlerin örgütlenmesi içerisinde gerçek bir güç hâline gelemediler. Buna bir de Türk-Tatar komünistleri içerisinde kariyerist ve “dalkavuk” unsurların Rus yoldaşlara kıyasla daha fazla görülmesi meselesini de eklemek gerekmektedir.

Bu koşullarda az sayıdaki Tatar komünistinin, Ekim Devrimi sırasında ve sonrasında milliyetçi zehrin ve silâhlı yerli şovenizmin bitinin kanlanmasına karşı inisiyatif almayı bilmiş, cesaret ortaya koymuş olmasının ne kadar zor ve trajik olduğunu sanırım Tatar komünistlerinin Kazan örgütlenmesinin tarihinde karşımıza çıkan şu tipik örnek daha iyi ortaya koyacaktır: 1918 yılı baharında “Zabulaç Cumhuriyeti”ni silahlandırdık. Bunun sonrasında merhum Yoldaş Şeynkman’ın çağrısıyla Tatar burjuvazisinden (zorla) bağış toplanmıştı, ardından, Tatar komünistlerinin oldukça etkin olan kesiminin düzenlediği resmi toplantı esnasında elli bin ruble tutarındaki altını “kara günde” aralarında paylaşmayı teklif etmişi. Daha sonra, bir yandan Tatar ve Rus yoldaşlar, diğer yandan Tatar komünistlerin kendileri arasında şiddetli tartışmalar cereyan etti. Ben 1918 yazında Moskova’daki yönetim faaliyetlerinden uzaklaşıp Kazan’a döndüğüm vakit (tüm bunlar ben yokken olmuştu) yereldeki parti teşkilâtının neredeyse tümden çöktüğünü gördüm. Kazan’daki garnizon birliğinde Haziran ayında yaşanan ayaklanmanın[1] kuşkusuz tümüyle değil, büyük ölçüde parti teşkilâtının bu ahlaksızlaşması temelinde ortaya çıktığına inandım.

1919 yılı başında Ufalı iki işçiyle yaşanan olay da bu türden bir örnek olarak ele alınabilir: Bu işçilerden biri Devrimci Komite (Revkom), diğeri ise Tatar-Başkurt komünistlerinin il başkanlığı üyesiydi. Bu yoldaşların tek meşguliyeti, yağmacılıktı. Müslüman halkı, karşıdevrimle mücadele etmek için kurulmuş örgütleri kullanıp korkutuyorlar, insanlardan sistemli ve örgütlü bir çaba dâhilinde para sızdırıyorlardı. O esnada Kolçaklar, Ufa’nın yirmi otuz kilometre ötesindeydiler (bununla ilgili ayrıntılı bilgi, o sırada 5. Ordu özel dairesinde çalışan, şimdilerde sanırım Askeri İstihbarat görevlisi olan Yoldaş Pavlunovski’den alınabilir) ve oranın halkını devrim safına çekebilmek için çok büyük çabalar harcamak gerekiyordu.

Sanırım, bu bakış açısına göre, şu anda Tatar komünistlerinin başını çeken grubun yüzde 70-80’inin molla ve tüccar çocukları olması, genellikle de devrime kadar ve devrim öncesindeki yıllarda Tatarların toplumsal yaşamında çok gerici bir rol oynamış olan mollaların çocukları olmasına dikkat çekmek yanlış olmayacaktır.

Tarihin oldukça sorumluluk içeren ve zor bir görevi, emekçi Doğu halklarını etkin bir biçimde hareket eden güçler olarak toplumsal devrimin yörüngesine çekmek gibi zor bir görevi yüklediği Tatar komünistlerinin durumunun bu koşullarda, nasıl olması gerektiği, umarım, açıklamaya ihtiyaç duymadan, idrak edilecektir.

Bu durum, bizlerin Türk-Tatar halklarının bağrından çıkan komünistlerin yeraltının devrimci zorluklarını çekmemiş olmamızın yanında, başlangıç düzeyinde de olsa doğru eğitim ve öğrenimin temellerine sahip olmamamız sebebiyle daha da derinleşti. Çocukken Arap ortaçağının “bilgileri”, sonra da İlminski, Pobyedonotsev gibi Rus misyonerlerinin “bilgileri” sokuldu. Devrimci gelişmenin okullarına sahip olamadık. Sosyal Demokrat (Bolşevik) ve kısmen anarşist ve sosyalist devrimci saydığımız Rus proletaryasının devrimci okulları, o yoğun gizlilik koşullarında ürettikleri çalışmaları bize ulaştıramadılar. Biz, tesadüfen edindiğimiz broşürlerden, meclis hatiplerinin konuşmalarından ve bildirilerden bir şeyler öğrenip belirli yargılara ulaşabildik. Onların gazeteleri taşraya, bize, dahası, köylere hiç gelmedi, çünkü Çarlık iktidarı, sürekli takipteydi. Örneğin, şahsen ben, bir ara altı ay boyunca muhasebe yardımcısı olarak matbaada çalışmama rağmen, Bakû’de bile Bolşeviklere kendimi duyuramadım. Dahası, partimiz RSDİP(B) bizim aklımıza ve fikrimize göre en devrimci partiydi. Kendimizi bu partiye yakın hissediyorduk. Hâsılı, kendi ham ve işlenmemiş devrimci enerjimizden, dikkatli bir yaklaşım ve doğru bir devrimci eğitimle çok daha iyi bir devrimci çekirdek, Doğu’da devrimin gelişmesi için iyi bir maya temin edebilirdik. Ama devrim esnasında bunu düşünecek vakti bulamadık. Korku ve kaygıyla hareket ettiğimiz için o mayaya ve çekirdeğe kavuşamadık.

Bu birinci temel husus.

İkincisi ise şu: Devrim esnasında yürüttüğümüz çalışmalar (Türk-Tatar milletinin ve küçük milletlerin, “kendi kaderini tayin hakkı” şiarı aracılığıyla toplumsal devrime örgütlenmesi yönünde yürütülen çalışmalar) çok boyutlu ve çeşitliydi. Ayrıca bu çalışmalar yoğun bir güç ve enerji harcamayı gerekli kılıyordu. Hiç şüphe yok ki tüm bunlar doğalında yürütülmesi gereken işlerdi, başka türlüsü zaten mümkün değildi.

İnsanlığın bildiği devrimler içerisinde Rus Ekim Devrimi, toplumun yeniden yapılanması sorunu yanı sıra, proletarya diktatörlüğü koşullarında millet meselesinin çözüme kavuşturulması sorununu da ele aldı ve bu çalışmanın en güç kısmının, deyim yerindeyse, kara kısmının, çevremizdeki yerli komünistlerin sırtına bindiğini söylemek gerekiyor. Bu yöndeki çalışmanın da kolaylıkla, hiç mücadele etmeksizin, huzursuzluğa yol açmadan, hata ve kusurlarla yüzleşmeden yürümesini talep etmek akıllıca olmayacaktır. Dahası, toplumsal devrim meselesi konusunda ortada zengin bir deneyim var. Bu konuyla ilgili literatür de gayet zengin. Ayrıca işçi sınıfı bilinçli bir örgütlenme süreci içerisinde. Buna rağmen, devrim konusunda bu tür taleplerde bulunulamaz.

Millet meselesi, bu türden koşullara sahip değildi. Teorik açıdan millet meselesi yeterince incelenmedi, özellikle devrimin ilk yıllarında üzerine pek kafa yorulmadı, sadece deneyim üzerinden çözüme kavuşturulmaya çalışıldı. Devrim esnasında millet meselesi, üç kez parti kongresinde, iki kez de Komintern kongresinde gündeme getirildi. Bu, söylediğim sözün kanıtı.

Bu sebeple, parti kitlesi de millet meselesi ile ilgili çalışmaların yöntemleri açık bir dille ifade etmedi. Yoldaşların büyük bir kısmı, millet meselesinin önemini kesinlikle idrak edebilmiş değil. Ona olumsuz bir şekilde, gayri ciddi ve alaycı bir tutumla yaklaşıyorlar. Sadece Rus değil, yerli komünistler de meseleyi nihilist bir açıdan ele alıyorlar.

Bu bağlamda, özerk cumhuriyetlerin ve bölgelerin oluşum tarihi, küçük istisnalar haricinde, bir yandan hem yerelliklerdeki emekçi halk kitlelerinden beslenen hem (yoldaş Lenin ve Stalin gibi) merkezdeki kimi önemli isimlerin desteğine ve o desteğin sağladığı güvene yaslanan hem de kadroların milli politika şiarlarını gerçeğe taşıması fikrine destek sunan küçük grupların, bunun yanında, yereldeki Rus yoldaşların ve onlara eşlik eden, nihilizm eğilimli, millet meselesine olumsuz yaklaşan, onu devrim değil, daha çok bir karşı-devrim meselesi addeden yereldeki yoldaşların mücadele tarihi olagelmiştir. Sanırım, Merkezî Komite arşivlerinde, millet denilen oluşumların ortaya çıkma ve varolma tarihinin muhtelif momentlerini niteleyen, milli özerk birimlerin ortaya çıkmasının da var olmasının da Rus ve kısmen yerli yoldaşların şiddetli tepkilerine yol açtığı döneme dair yeterince belge bulunmaktadır.

Parti MKK’sından bir kez daha, benimle ilgili sorunu gözden geçirirken bu koşulları gözardı etmemesini rica ediyorum, zira bu koşullar, çalışmaların olağan ve hatasız bir seyir içerisinde yürütmenin çok güç olduğu koşullardır.

MKK’ya verdiğim dilekçeyi özetlersem eğer:

1. Partiden ihraç edilmem, benim hatalı davranışımın neticesiydi. Bu davranış karşısında partinin kestiği cezayı haklı buldum.

2. Buna karşın, partiye yeniden alınma umudumu korudum, korumaya devam ediyorum, çünkü benimle ilgili davanın ayrıntılı incelemesi sırasında görülebilecek bir dizi nesnel ve öznel koşula bağlı olarak, partinin beni davranışımdan ötürü affedebileceğini düşündüm, hâlen daha düşünüyorum.

3. Bu beklentim temelinde MKK’nın 1913 yılından beri devam etmekte olan devrimci faaliyetlerimi de hesaba katarak, benimle ilgili sorunu tekrar ele almasını ve beni 1917 yılındaki eski konumuma yeniden atamasını rica eden dilekçeyi vermeme izin vermesini istiyorum.

4. Partiye tekrar alınmam durumunda, partinin disiplinli bir üyesi olacağıma, parti nereye gönderirse oraya gideceğime söz veriyorum.

Mirsaid Sultan Galiyev
8 Eylül 1924
Moskova
Kaynak

Dipnot:
[1] 1918 yılının Haziran ayının başlarında Kazan’daki garnizon kuvvetleri, Kazan’ın sivil ve askeri iktidarının kendilerine verilmesi talebinde bulunmuştu. Aksi takdirde tüm garnizonun 17-18 Temmuz’da silâhlı çıkaracağını söylemişti. Sultan Galiyev’in de içinde bulunduğu Kazan’ın bazı yöneticilerinin iradesi ve Karl Marx Uluslararası Taburu Birinci Müslüman Sosyalist Alayı ve Tatar-Başkurt Taburu’nun sarsılmaz devrimci konumunu koruması sayesinde silâhlı isyan engellenmişti. 19 Temmuz’da Kazan Sovyeti, Garnizon Komitesi’ni dağıtma ve onun görevlerini Kızıl Ordu’ya devretme karar aldı. 27-29 Haziran’da Kazan Sovyeti Kızıl Ordusu’nun yeni seçimleri yapıldı. Bu seçimin neticesinde garnizon yönetimine Sovyet iktidarının görüşünü paylaşan askerler getirildi.

0 Yorum: