“Dilce
susup / Bedence konuşulan bir çağda / Biliyorum kolay anlaşılmayacak /
Kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın / Yanık yağda boğulan
yapıların arasında / Delirmek hakkını elde bulundurmak”[1]
Homeros’un
Odesa adlı eserinde Truva Savaşı’ndan dönen Odysseus’un tanrılar
tarafından cezalandırılarak yurduna dönüşünün engellenmesi ve bu -on yıllık-
süreçte denizde yolunu kaybetmesi anlatılır. Tanrılar tarafından yurduna
dönüşüne izin verildiğinde bu yolculuk kolay olmayacaktır. Mitolojiye göre, bugünkü
Foça yakınlarında bulunan Orak Adası’nda yaşayan Sirenler, tatlı ezgileriyle
gemicileri bu adaya çekip gemilerinin parçalanmasına yol açarlar. Odysseus ve
askerleri Sirenler’in yaşadığı adaya yaklaşmadan önce tanrıça Kirke ona bir
uyarıda bulunur: Sirenler’in tatlı ezgilerini dinlerse askerlerine gemiyi bu
adaya sürmelerini isteyecektir, fakat böyle olursa yurduna kavuşamayacaktır.
Tanrıça Kirke, askerlerin kulaklarının bal mumuyla kapatılmasını önerir.
Odysseus’a ezgileri dinlemesi, fakat adaya gemiyi sürme emrini askerlere
vermemesi için gemideki direğe kendisini bağlatarak ağzının süngerle
kapatılması da salık verilir. Odysseus, Sirenler’in tatlı ezgilerini dinler,
ama askerler bu sesleri duymaz; askerlere emir vermek ister, fakat ağzı kapalı
ve kolları bağlıdır. Odysseus, memleketi İthaka’ya ancak bu şekilde sağ salim
dönerek eşiyle evlenmek isteyen talipleri yenilgiye uğratabilmiştir. Eşi
Penolop da taliplere türlü oyunlar oynayarak evlilik sürecini uzatıp Odysseus’u
beklemektedir.
Odesa
hikâyesi sembolik düzlemde de okunabilir. 74 affının eseri olan bir dönemin
kitleselleşen solunun 12 Eylül ertesi içine düşüp hâlen çıkamadığı bunalım
durumu, bu sembollerle açığa çıkarılabilir. Odysseus, şüphesiz bugünün
reformist çevrelerinin yolculuğuyla eşleşir. Odysseus, Sirenler’in tatlı
ezgilerini askerlerin dinlememesi için onların kulaklarını bal mumuyla
kapatmıştır ve kendisi de yanlış emri vermemek için ağzını süngerle
kapatmıştır. Avrupa merkezli 68 hareketiyle liberalleşen sol, Berlin Duvarı’nın
yıkılmasıyla Sirenler’in tatlı ezgilerine kanarak gemilerini kayalıklara
vurmuş, parçalanan gemilerden elde kalan birkaç tahta parçasıyla denizde
yollarını şaşırarak bir türlü yurtlarına dönememiş, 12 Eylül sonrası
sığındıkları anti-komünist Avrupa’yı da yurt bellemiştir. Avrupa’nın bu
sosyalistleri niye kabul ettiği sorusunun cevabı da merak konusudur çünkü ikiye
bölünmüş Almanya, karşıt iki ideolojiyi yaşatmaktadır.
Bugün
reformist solu ve sendikaları yöneten, Avrupa’nın ideolojisi ve kültürüdür.
Sirenler’in tatlı ezgileri de felsefi düzlemde postmodernizm, ideolojik anlamda
yarı-anarşist sivil toplumculuk, kültürel açıdan burjuvazi, mekânsal bağlamda
bar ve meyhane, beslenme biçimi veganlık, deşarj olma yöntemi alkol ve yogadır.
Düşünür olarak Biricik ve Mülkiyeti adlı eserinde “Halk öldü, yaşasın
Ben!” diyerek ideal toplumu “egoistlerin birliği” olarak tarif eden Max
Stirner, işçi sınıfını “ayaktakımı” olarak gören üst-insan idealiyle faşizme
kapı aralayan nihilist Nietzsche, Marksist filozof diye piyasaya sürülen
anti-Marksist Zizek[2], cinsiyeti akışkan olarak kabul edip insanın kendine
yabancılaşmasını savunan Judith Butler’dır. Nietzschevari toplum karşıtı bir
solun oluşması, 12 Eylül’ün ertesine denk düşer. Günümüzde aşağıdaki görselde
belirtilen tarzda kitapların yazılması sol, seküler ve pozitivist aydınlanmacı
kesim içindir. Bu kitapların muhafazakâr kesim için yazılmadığı gayet açıktır.
Kitabın
kapağında da görüldüğü gibi, asıl bozulması gereken yapı “aile”dir. Sol, yanına
aldığı postmodernistlerle birlikte Marksist kılıflar oluşturup aileye
saldırmaktadır. Boşanma oranlarının arttığı günümüzde, aile değerinin en fazla
hangi kesimde aşındığı da görülecektir. Aileye savaş açanların bir bütün olarak
toplumu nasıl yöneteceği sorusu bu çevrelere yönetilmelidir. Bu kitaba uygun
şekilde paylaşımları sosyal medyada görmek mümkündür.
Solun
halka bakışı sıkıntılıdır. Gitmediği mahalle hakkında ahkam kesmek,
Nietzschevari üst-insancılığın tezahürüdür. Geçtiğimiz yaz Beykoz-Tokatköy’deki
kondu yıkımı sırasında, ilgili mahalle sakinlerinin verdiği oy yönsemesine göre
solcu kişilikler tarafından “yargılanması”, bu paylaşımdan okunabilir.
Paylaşımda 80 öncesine kadar gidilmektedir, fakat o tarihte sol tarafından
kurulan mahallelerin bugünkü durumu incelenirse, sosyo-politik-ideolojik-etik
açıdan nasıl bir gerileme yaşandığı da anlaşılabilir. Müteahhitlik ve emlak
bürosuna dönen “sol” mahalleler…
Sirenler’in
tatlı ezgilerinin dinlenip ya da içilip hülyalara dalınan bir yer de sol
çevrelerin işlettiği bar ve meyhanelerdir. Bu ülkedeki bu mekânları muhafazakâr
çevre işletmemektedir. Bu ülkede bar ve meyhanelerin metropollerde yoğunlaşması
ve bu ticari alanın büyük ölçüde “sol”a bırakılması egemenlerin solu kontrol
ederek emekçi halk yığınlarını sol eliyle kültürsüzleştirme, uyuşturma ve
yozlaştırma politikasının sonucudur. Bu bağlamda, Birgün gazetesinin
Pazar ekinde Barış İnce’nin “İyiliği İcat Etmek” başlığı altında geleneği icat
ettiği yazısına bakmak gerekir. Güncel olması açısından bu yazı önemlidir.
Yazıda seçimin yaklaştığı ve önemsenmesi gerektiği, yüzde bir, binde bir denen
partilerin küçümsenmemesi gerekliliği, yaşanan süreci kötülük-iyilik
kavramlarıyla açıklamanın yanlış olduğu, muhalefetin yanlışlarının seçim öncesi
süreçte eleştirilmeyip bu eleştirilerin ileri bir tarihe ertelenmesinin doğru
olacağı ifade ediliyor. Yazının son paragrafında geçen şu cümleler ise yaşanan
süreci özetlemesi açısından önemli:
“Sol dediğimizde ‘yüzde
bir binde bir’ diye gevrek gevrek gülerek konuşanlara, o yüzde birlerin her
kritik evrede milyonları nasıl harekete geçirdiğini hatırlatırım. Belki biraz
oksijen için, meyhanelerden aşağı inip, Gümüşsuyu ile Talimhane arasındaki
yeşil alanda yürümek iyi gelebilir. Belki orada kafamıza bir elma da düşebilir,
aklımıza bir icat gelebilir!”.[3]
Bu
eleştiriler, büyük ihtimal yazdığı gazeteye ve onun yakın durduğu siyasi
çevreye yönelik. Yazar; “Birgün’lük Festival” düzenleyerek kitleye alkol
eşliğinde küfür, uyuşturucu, anti-sınıfsal, arabesk-rap şarkılar söyleyen
Gazapizm’i dinletenlerin hangi gazete olduğunun ya farkındadır ya da bunda bir
beis görmemektedir. Liberal Gazeteduvar tarafından parlatılan
Bandista’nın 1 Mayıs sahnesine çıkarılması da benzer anlayışların bilinçli
politikasının ürünüdür. Aynı şekilde, yazıdan iki hafta önce Cihangir’de değil
de Taksim’de “Meclis” meyhanesinde “dayanışma” adı altında -yılbaşına birkaç
gün kala- sendikal bir etkinlik düzenleyen anlayışın hangi çevreye yakın olduğu
da merak konusudur. Aynı şekilde “dayanışma, meyhane, devrimci, sendika,
meclis” kavramlarının aynı potada eritilmesinde beis görmemeli miyiz? Bir
çevrenin yaptığı bir şey sadece o çevreyi değil tüm solu ilgilendirmez mi?
Aşındırılan kavramlar ortak değerlerimize işaret ediyorsa sessiz mi kalmalıyız?
“Demokrat” bar-meyhane işletmecisinin sol bir çevreye ya da sendikaya indirim
yapması da bu dayanışmanın bir bileşeni midir? KESK üyelerinin yaşadığı
ihraçlar sürecinde “dayanışma” adı altında hangi barda etkinlik düzenlendiği ve
ihraç üyenin meyhane (kafe değil) açmasına yardımcı olan (ya da onu motive
eden) atmosfer de nasıl bir tarihsel sürecin sonucudur! Bu bağlamda ilgili yazıya
dönersek Taksim’deki “solcu” barların işletmecilerine değil de Cihangir’deki
meyhanelere “sitem” edilmesinin nedeni de yerel seçimde kaybedilen Beyoğlu’nun
faturasının Cihangir’e kesilmesinden kaynaklanabilir. Nihayetinde bazı
anlayışların yolu farklı olabilir ama o yolun bir sonu varsa yollarımızın sonunda
buluşacağımız nokta aynı değildir.
Bu
noktada şu soruyu da sormak gerekmektedir: Sosyalist olduğunu iddia eden bir
gazetenin “Kızıl Soros” denen bir burjuvadan para alarak gazetesini ayakta
tutması, hangi düzlemde değerlendirilmelidir? Burjuvazi için sakıncasız bir sol
mümkündür, ama makul mudur? Bazıları için belki geçmiş hâlen tüketilmedi, ama
bugün, gelecek ve yol, onlar için çoktan tükendi. Şiirde de geçtiği gibi
çürüyüp dökülen bir zincir var, kimilerinin yolunda…
Her
şey o kadar normalleştirildi ki kimse “Dayanışma gibi bir değerle meyhane nasıl
yan yana gelebilir ki!” diye tepki gösteremiyor ya da gösterince gürültüye
getirilip sesi kısılıyor. Hem uyuşturucunun her yere yayıldığı günümüzde, solun
gündemi neden bu konular olsun ki(!)
Festival’de
yer alan diğer sanatçı da artık yeni bir şey üretemeyince arabesk bir şarkıyı
alıp “cover”layıp klip çeken Kardeş Türküler. Gülmemiz Gerek adlı
şarkıya Kadıköy’de çekilen klipte, insanların amaçsızca güldüğü, neye güldüğü
belli olmayan, gülünecek bir ortamın hâlen oluşturulamamasına rağmen insanlara
“katıla katıla” gülünmesi gerektiği salık verilen sahneler mevcut.[4] Solun
dergâhlarından biri olan Kadıköy’de çekilen klipte, “Bizi bize düşman eden
öfkeyi / İçimizden çıkarıp atmamız gerek” sözleri dillendiriliyor. Sormamız
gerek: Bizi bize “düşman eden” öfkenin mahiyeti ve nedeni nedir? Ayrıca “biz”
hangi sınıflardan oluşmaktadır? Burjuvazinin sömürdüğü emekçi halk yığınlarının
içindeki öfkeyi atıp katıla katıla gülmesi mi gerekmektedir? Tekstil
atölyelerinde çalınan arabesk şarkının Kadıköy sokaklarında klipleştirilip sol
adına “cover”lanması… Evet, gülmemiz gerek ama nasıl? Çok basit çünkü
gülemiyorsanız, Antalya’da yaşamadığınızdan ya da seçtiğiniz belediye
başkanından dolayıdır. Neden mi? Antalya Belediyesi ve Konyaaltı Belediyesi
size bu “hizmeti” sunuyor:
“DHA’nın haberine göre;
nefes çalışmasıyla başlayıp 'şifa topu çalışması' ve 'derin gevşeme
meditasyonu' ile devam eden çalışmalarda kadınların attıkları kahkahalar,
metrelerce uzaklıktan duyuldu. Park içinde yürüyüş yapanlar da kahkaha yogasını
izledi. Kadınları duyanlar da kahkaha atarak eğlenceli etkinliğe ortak
oldu.”[5]
Sirenler’in
tatlı ezgileri nelere kadir! “Gülmek, kahkaha, yan yana gelmek, öznellik,
güzellik, farklılıklarımız” gibi birbirinden seçmece kavramlarda kulaç atan
sol… Biz bu konuda Edip Cansever gibi hissederek gülmenin bir halk gülüyorsa
gerçekten gülmek olabileceğini belirtiyoruz.
Öte
yandan işçi sınıfının gazetesi de Sirenler’in tatlı ezgilerinden nasibini alan
başka bir kesimi oluşturmaktadır. Emperyalistler Suriye’den çıkmasın diye imza
kampanyası düzenleyenler, şirketlere ve CEO’lara hazırladığı projelerle
danışmanlık yapan akademisyenler, Ukrayna liderini güzelleyen yazılar yazanlar,
aynı yerde buluşuyor.
Geçtiğimiz
günlerde ölüm yıldönümünde anması yapılan Metin Göktepe için Ferhat Tunç
tarafından bestelenen Metin’e Ağıt adlı türkü, Mert Onat adlı DJ
tarafından “remix” yapılarak disko görüntüleriyle klipleştirildi. Bu durum
karşısında gazete, sadece Ferhat Tunç ve birkaç kişinin verdiği tepkiyi içeren bir
haber yaptı.[6] Gazetenin kurumsal anlamda bir tepkisi var mıdır? Henüz
rastlanmadı! Haberde “acılarımızın üzerinde tepinilmesinden” bahsediliyor fakat
değerlerimizin üzerinde sol ve bazı çevreler tepinirken neden sessiz kalındı?
Sessiz kalan her süreç gelir size sirayet eder. Geçmişteki ideolojilerini
anarşizan, maceracı ve işçi sınıfından kopuk bulanların anlaması güç olan
değerler, yaşamın her anında kendini hissettirir.
Aynı
gazeteye yakın siyasi çevrenin sendikalarda anlaşamadığı anlayışlarla ülke
seçimlerinde ittifak kurması da sürecin bir başka tutarsızlığı. İşçi sınıfının
ideolojisini savunup buna karşı olanı “sivil toplumcu” olarak değerlendirdikten
sonra karşı çıktığınız anlayışla birlikte yeni bir ülke tahayyül etmek, nasıl
bir açmazın eseridir? Yorumsuz.
Aynı
ittifakta yer alan başka bir siyasi çevrede de burjuva dâhil her sınıftan
kadını kız kardeşi kabul eden ve eşi emperyalist vakıflardan fon alan figürler
var. Tüm bu toplamın ve daha fazlasının “mutabakat ilkesi” adı altında
yönetemedikleri sendikalardan yola çıkarsak, onların ülke tahayyülü bu halka ve
sınıfa çok uzak durmaktadır. Sendikaların da eğlence ve dayanışma anlayışı
alkollü etkinliklerden ibaret. Uzağa gitmeye gerek yok: Yaklaşık beş bin üyesi
ihraç edilen KESK’in sessizliği ve sürece yabancı kalması, sendika
yöneticilerinin her fotoğrafta gülen pozlarla yer alması, salgında hepimizin
eve kapatılmasını talep etmesi, hâlen etkinlikleri alkolsüz yapamama
motivasyonu, hangi gerçeklikte yaşadığımızı karşımıza çıkarmaktadır. Neye
gülündüğü, niye gülündüğü, niye bu kadar neşeli olunduğu, ne için kadeh
kaldırıldığı da bilinmelidir.
Şaşırmamak
gerekir, çünkü 74 affının eseri olan kitlesel sol da 12 Eylül’ün bir günde her
şeyi “bitirdiği” söylemini yıllarca dillendirdi. Gerçek öyle değil, ama öyle
bile olsa, bir günde bittiyseniz, zaten hiç yoktunuz demektir. Bu tutarsızlığı
12 Eylül’de halk gördü. Eylüle karşı siz durdunuz mu ki halk yanınızda
konumlandı? Bir günde bitmişsiniz ya hani! Emekçiler de benzer gerçeği
yanlarında sendikalarını bulamayınca gördü. Tarih, birikimli bir süreçtir, bu
gerçek, dünden bugünü; bugünden yarını şekillendirir. Yine de DİSK ve KESK’e
çok söz etmemek gerekir, çünkü kimse “kendini” onlara “dayatamaz”(!)
Sirenler’in
seslerine aldanan başka bir çevre de Kadıköy’de açtığı bar/kültür merkeziyle
solda bu kültürü kurumsallaştıranlardır. Komünist olma tekelini elinde
tutanlar, bayraklarındaki orak çekicin yanına LGBT’nin gökkuşağını eklemekte
beis görmemektedir. Mesele, cinsel kimlik düzleminde ele alınmamalıdır.
Emperyalizmle kurduğu fon ilişkisi çerçevesinde her türlü liberalizmi sola zerk
etmeye çalışan, ideolojik olarak anti-sınıfsal karaktere sahip bir kesimin
simgelerinin orak çekiçle ne ilgisinin olduğu tartışmaya açılmalıdır. Unutanlar
için bir hatırlatma: Gökkuşağı eklemeye çalıştığınız bayrak için 27 milyon
Sovyet, Hitler faşizmine karşı can verdi.
Sizin
için artık Sovyetler de ideolojisi de yok, hepsi Berlin Duvarı’nın altında
kaldı! Önemli olan emperyalistlerden aldığı fonla kendisine alan açan ve
kitleselleşen LGBT ve onun savunduğu “seks işçiliği”dir. Bugün pozitivist
açıdan öyle bir ortam yaratıldı ki “gerici” görünmemek adına reformistler ve
belirli çevreler, postmodern popülasyondan dışlanmamak adına ve onların
imkânlarından yararlanmak için “Seks işçiliği olur mu, böyle bir ‘iş’ (işse
eğer!) hangi insana önerilebilir, bizim mücadelemiz böyle bir sömürünün yok
edilmesine yöneliktir!” tepkisini veremiyor. Halktan neden kopuk olunduğunun
bir nedeni de burada aranmalıdır. Reformistleri de aşan radikal çevreler, el
yükselterek Avrupa’da “sosyalist” bir festival düzenleyip dansöz oynatarak,
bunu da savunup karşı çıkanları da ahlakçılıkla suçlayabiliyor. Ne günlerden
geçiyoruz, tuz kokuyor.
Sirenler’in
ezgileriyle kuşatılmış yeni dünya düzeninde ele aldığımız sol ve onların
yönetemediği sendikalar, olsa olsa burjuvazinin sol kanadıdır. Aklı da kalbi de
Avrupa’dadır. O, artık aşağıdaki dizeleri kaleme alan Nazım’ın ideolojisinden
de hayata bakışından da uzaktır:
“Yarısı burdaysa
kalbimin
yarısı Çin'dedir,
doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan'da kurşuna
diziliyor.”[7]
* * *
Şükrü
Erbaş bir şiirinde, “Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz
şeylerin / Biçimini alıyoruz.”[8] der. Bu dizeler, bugün hepimizin yaşadığı
sıkışmışlık durumunu açığa çıkarmaktadır. Yazıda özetlediğimiz sol gibi
bunaldığımız şeylerin biçimini almamak için zor zamanlardan geçiyoruz.
Kapitalizm,
değdiği her yerin/şeyin özünü boşaltıp onu değersizleştirerek kirletiyor. Bugün
için ihtiyacımız olan değerlerin doğru ve tutarlı mücadele çizgisiyle oluşacağı
nettir. İnsanın insana ve kendine yabancılaştığı, kadın erkek ilişkisinin
mekanik bir ilişkiye indirgendiği, değerlerin hiçe sayıldığı, insanlar arasında
güvenin parçalandığı, mahremiyet hakkının hiçe sayılıp gizli kalması gerekenin
şeffaflaştırılmaya zorlanarak şeffaf kalması gerekenin saklandığı, aileden
topluma insanı insan yapan tüm bütünselliklerin saldırı altında olduğu,
anti-sınıfsal ideolojinin hâkimiyetiyle zihinlerin, kişiliklerin, ilişkilerin
ve tarihin işgal edildiği çağımızda, tek çıkar yolumuz, ideolojik, insani ve
etik mücadeleyi her türlü eksikliğimize rağmen geliştirmektir. Eksiklerimizin
tamamlanma süreci, mücadeleyle şekillenecektir. Bize hiçbir şey katmayan, sır
tutmaktan uzak; dedikoduya, yalana, takiyeye, kullanmaya-kullanılmaya,
bencilliğe dayanan; güven, samimiyet, sorumluluk bilinci ve disiplin içermeyen;
cinselliğin ve uyuşmanın kavramlarıyla/pratikleriyle hareket edilen dejeneratif
her türlü ilişkiden uzak durmak, ideolojimizi her dakika canlı tutmamızı
sağlayacaktır. Bizi biz yapan değerlerin aşındırılmasına, o değerleri temsil
eden kavramların yoz değerlere işaret eden kavramlarla aynı cümlede/mekânda
eşitlenmesine hiçbir şekilde müsaade edemeyiz. Değerlerimize sahip çıkmakta
cesur olmazsak yaşamın her alanında korkak ve silik kalarak savrulmayı
kabullenmek zorunda kalırız. Aksi durumda bizden geriye ne kalabilir!
Bugün
kapitalizmin her türlü saldırısına, solun önemli bir kesimin
özünden/ideolojisinden uzaklaşıp karşı ideoloji safında yer alarak, burjuva
kültürüne ve yaşam biçimine destek olmasına rağmen depresyondan, düzenin
kirinden pasından, yaşamın anlamsız olduğu savunusundan, umutsuzluktan,
kapitalizmin yarattığı yaşam biçiminden ve yoz değerlerinden, antidepresandan
ve çeşitli uyuşma/uyuşturma biçimlerinden uzak duruyorsak, hâlen ideolojimizin
ve mücadele içinde yaratılarak bize miras bırakılan değerlerin tek kurtuluş
yolu olduğunda ısrar edişimizdendir. Bu gerçeği dayatmak zorundayız. Uzun bir
süreç de olsa diyalektik ve yaşamın doğasının gereği olarak değişim, bir
şekilde yaşanacaktır, iş ki bu değişimi ve tarihin akışını özlemini ve
ihtiyacını duyduğumuz düzenin lehine çevirebilmek. Yaşamanın bu kadar
zorlaştığı, her türlü insani ihtiyacımızı karşılamaktan uzak şekilde doğru
yaşam diye bize dayatılan çamur içinde milyonların debelendiği bu çağda,
idealimiz olandan farklı bir yaşam düşünemiyoruz. Bütün öfkemiz de mücadelemiz
de bundandır. Bu yaşamı burjuvazinin sol kanadı vermeyecektir. Bu yüzden
ideolojik mücadeleyi yaşamın her alanında geliştirmek, birbirimizi bulup
geliştirerek mücadele etmek, bizim için bir tercih değil zorunluluktur. Sonuçta
Turgut Uyar’ın şiirinde geçtiği gibi her şey naylondan ve korkulacak bir şey de
bulunmuyor:
“Halbuki
korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.”[9]
S. Adalı
17 Ocak 2023
Dipnotlar:
[1] Özel İsmet. Erbain. İstanbul: Şûle Yayınları, 2010.
[2]
Tomasz Kurianowicz, Slavoj Zizek Söyleşisi, Aralık 2020, Birgün.
[3]
Barış İnce, “İyiliği İcat Etmek”, 8 Ocak 2023, Birgün.
[4]
Kardeş Türküler, “Gülmemiz Gerek”, Youtube.
[5]
“Antalya’da Kadınlar Kahkaha Yogası Etkinliğinde Buluştu”, 20 Kasım 2022, Enson.
[6]
“Metin’e Ağıt’a Remix Tepki Topladı”, 13 Eylül 2022, Evrensel.
[7]
Nazım Hikmet. Seçme Şiirler. İstanbul: Adam Yayınları, 1997.
[8]
Erbaş, Şükrü. Bütün Şiirleri-1. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013.
[9]
Uyar, Turgut. Büyük Saat. İstanbul: YKY, 2011.
1 Yorum:
Yazıdaki bir çok tespiti bizde yapıyoruz. Ancak belki netleştirmemiz gereken yer net bir ideolojik hat çizmek ve örgütsel bir yapıya kavuşturmak olmalı diye düşünüyorum. Yazıyı okuyanlar boşluğa düşmemeli
Yorum Gönder