26 Ocak 2023

,

Devletin Solu / Devrimin Solu

1919 yılının sonunda Batı’nın devlet adamları, Sovyet Rusya’da Bolşeviklerle savaşan Beyaz kuvvetlerin yenildiğini, ülkeye yönelik müdahalelerinin başarısız olduğunu gördüler. İngiliz başbakanı Lloyd George, Ocak 1920’nin ortalarında Sovyetler’le ticaretin kaldığı yerden devam etmesi önerisini gündeme getirdi. Öneri kabul edildi, ama bu kararın “Müttefik Kuvvetler’in Sovyetler’e yönelik siyasetinde bir değişikliği ifade etmediği” ısrarla dile getiriliyordu.[1]

Bugün olduğu gibi o gün de bir tahıl krizi vardı. İngiliz başbakanı, Amerika’dan değil de Rusya’dan tahıl alınmasını istiyordu. Güç mücadeleleri dâhilinde İngilizler, hem Bolşevikleri “evcilleştirmek”, hem de Avrupa ile Asya’daki etkinliğini muhafaza etmek derdindeydi.

Lloyd George, “İngiltere’den çok Avrupa’yı düşünen” bir liberaldi.[2] Onun siyaseti, ilhamını Batı kapitalizminin genel çıkarlarından alıyordu. George’a göre, Asya ve Afrika halklarının hilafına olacak şekilde, Avrupalı işçilerin yaşam standartları iyileştirilmeliydi. Bu iyileştirme için Rusya’yla ilişki kurulması zaruriydi.

“Avrupa’nın zengin tarım arazilerine ve maden yataklarına sahip olan, yüz otuz milyon insana ev sahipliği eden bir ülkenin işbirliği olmadan adım atması mümkün değildi. Avrupa’nın yeniden inşa edildiği süreçte çalışmalar yürüten uzmanlar, Rusya’nın Avrupa’ya dâhil edilmesinin zaruri olduğunu her gün ortaya koyuyorlardı. Rus hayranı olmayan Avrupalı devlet adamları bile bu tezi zamanla kabul ettiler.”[3]

O dönem Avrupa’da olan Perulu komünist José Carlos Mariátegui, Avrupa’nın Rusya ile ilişkisi konusunda bu değerlendirmeyi yapıyor.

Ticari ilişkilerin kurulması konusunda Rus Kooperatif Birlikleri’nden istifade edildi. İlişki, sadece İngilizleri değil, tüm müttefik kuvvetleri ilgilendiriyordu. 31 Mayıs 1920 günü başlayan görüşmelerde İngilizler, Sovyetler’i politik konularda anlaşmaya varmaya zorladı. Ekonomik açıdan sıkıntıda olan ülkeyi sıkıştırmaya çalıştı. Eski Rusya’nın borçlarını ödemesini, el konulan altınları iade etmesini istedi. İngiliz dışişleri, Sovyetler’in anlaşmayı imzalamak için her türden bedeli ödeyeceğini düşünüyordu. İngilizler’in Sovyetler’den ilk istediği şeyse, bilhassa Asya’da, İngiliz karşıtı propaganda faaliyetlerinin son bulmasıydı.[4] Bu rica, anlaşmanın ardından Sovyet dışişleri bakanına elden iletilen mektupta açık bir dille aktarılmaktaydı.

Bu ticaret anlaşması için yürütülen görüşmeler, Polonya meselesi üzerinden kesintiye uğradı. Polonya ile Sovyetler arasındaki savaşta 17 Nisan günü Polonya, saldırıya geçerek belirli mevzileri ele geçirdi. Batılı güçler, Polonya’yı Ekim Devrimi ile Almanya arasında bir tampon olarak inşa etmek niyetindeydi. 12 Ekim günü Sovyetler, Polonya ile anlaşmak zorunda kaldı. Anlaşma, Riga Anlaşması ile 18 Mart 1921 günü resmileşti. Devrimin batıya uzanan yolu, kapandı. Moskova, yüzünü doğuya döndü. Dönmek zorunda kaldı.

Müzakere süreci dâhilinde, İngiliz-Sovyet ticaret anlaşmasından eski borçların kabulü maddesi çıkartıldı, propaganda yasağı ile ilgili madde, bir miktar yumuşatıldı. Belli ödünler karşılığında, anlaşma, 16 Mart 1921 günü imzalandı. Lloyd George, Kafkasya’yı Bolşeviklere verdi, karşılığında Anadolu’yu aldı.[5]

Bu propaganda yasağı meselesi, Afganistan, İran ve Türkiye gibi İngiliz nüfuzunda olan ülkelerle yapılan anlaşmalara da girdi. Bolşevikler, buralarda kurdukları İngiliz karşıtı ittifakları dağıttılar. Küçük burjuva unsurların muktedir olmasına izin verdiler.

Tasfiye edilen isimlerden biri de Küçik Han’dı. Çerkes Ethem, Mustafa Suphi ve Küçik Han, hep birlikte tasfiye edildiler. Kafkasya’nın verilmiş olması, oradaki mücadelenin yolunun kesilmesi demekti. Bağ kopmalıydı. İran ve Anadolu için oluşturulmuş Kızıl Ordu nüveleri, yok edildiler. “Ordusu işçi ve köylülerden oluşan Rus Bolşevikleriyle el ele verip Tahran’a, ortak düşmanın üzerine yürümek”[6] niyetinde olan güçler, ortadan kaldırıldılar. Meydan, devletin koltuğu altında solculuk yapan, Batı’nın ilerlemeciliğini, hümanizmini, sosyal demokrasisini, liberalizmini sosyalizm diye ambalajlayıp satanlara kaldı.

Sovyetler’le devlet ve ticaret üzerinden ilişki kuran, solu ve sosyalizmi bu ilişkiler üzerinden tarif edenler, hâkim oldu sola. “Sovyetler’le ticari bağların geliştirilmesinden yana olan bu kesimler, Sovyet hükümetinin devlet düzeyinde tanınması için çalışma bile yürüttüler.”[7] O ticari bağlar belirledi sosyalist hareketi. Hareket bağlarla düşündükçe, devlete daha fazla yakınlaştı. “Ama halkı düşünüyoruz, kapitalizm de gerçek neticede, ona uyum sağlamak ve ilerlemek lazım” denildi. Ağızlarındaki “işçi sınıfı”, kapitalizmi övmek ve yüceltmek için vardı aslında. Dertleri, gerçek işçi ve davası değildi. “İşçi” vurgusu üzerinden en fazla Alman sosyal demokrasisine, Fransız sosyalizmine ve İngiliz işçi partisine bağlandılar. Oraların ajanı olabildiler.

Neticede Komintern’in Doğu’da yürüttüğü yıkıcı faaliyetlerle, Sovyet Dışişleri’nin Batı ülkeleriyle yürüttüğü diplomatik ilişkiler çelişti. Yeni kurulan cumhuriyetlerde, misal Türkiye’de, sosyalist hareket, o dışişleriyle ilişkilere göre şekil aldı. “İşçi-köylü ordusu” fikri, toprağa gömüldü.

Bugün sosyalist hareket, bahsi geçen ticaret anlaşmasının ve diplomasinin ürünü. Batı’nın anlaşmasında, “tamam, o geri Doğu’yu siz aydınlatın, modernleştirin, ama bize düşman etmeyin” cümlesi var. Sovyetler, bu anlaşma uyarınca hareket etti. “İşçi-köylü ordusu ve devrim” fikrinin üzeri örtüldü.

Neticede siyasetle, ideolojiyle ve teoriyle ilişki, bu diplomasi ve ticaret anlaşmasının verdiği kıvama ve içeriğe göre şekillendi. İster istemez her solcu, devletle düşünmeye, devletle hareket etmeye alıştı.

Ticaret anlaşması, Doğu konusunda tuhaf bir işçiciliği koşulladı.

Bir dönem Komintern genel sekreterliği yapan Balabanova, Türkistan’da görevlendirilince sinirlenir. “Bunlar, beni tasfiye etmek istiyor” der. Barbarlıkları, ilkellikleri aşikâr olan bu bölge halkının içine beni ölmem için gönderiyorlar” türünden laflar eder. Solun Doğu’yla ilgili algısı, bilgisi bu düzeydedir.

Bu sol, Doğu’nun milleti ve dini karşısına Batı liberalizminin yüce bireyini çıkarttı. O bireye “işçi” tulumu giydirdi. “İşçi sınıfı” ve “işçinin saflığı” derken, aslında bireyden söz ediyordu. Dinden ve milletten arınmış bir işçicilik, tüm sosyalist harekete miras kaldı. Devlet ve sermaye, bu miras üzerinden solcuları ajanlaştırdı.

İran’da komünist parti, İngiliz petrollerini millileştiren Musaddık’a bu işçici liberalizm sebebiyle karşı çıktı.[8] Gerçeklikten kopuk, ezbere muhalefet, partinin kitle tabanını zayıflattı. 1953’teki İngiliz-Amerikan darbesi ile birlikte parti, etkisizleşti.

Saf birey olarak “işçi sınıfı”nı korumak adına, dinle ve milletle “bulaşık” halk kitlelerinin sınıfsal tepkilerine körleşmek, bölgedeki komünist partilerin ve türevlerinin yazgısı. O yüzden aşağıdaki tweet atılıyor. Stalin'in yoksul bir Doğulu kadınla yan yana oturmasına bile tahammül edilemiyor. O kadınla illaki dalga geçme ihtiyacı duyuluyor. Saf birey kurgusu, burjuvaziye ait. Bu alaycı dilde burjuvazinin saldırısı tespit edilip savuşturulmalı.

İşçi sınıfı, burjuva manada izole edilip, göğe çıkartılınca, din ve milletten arındırılınca, din ve milletle ilişkili halk kitleleri içerisindeki sınıflar mücadelesinden kopuldu. Neticede sol, devletin solu olmaya mahkûmdu. O, devletin ve sermayenin kitleleri arındırma, dönüştürme, disipline edip terbiye etme çabalarına bir yerlerinden ortak olmaya çalıştı. Solculuk, bu ortaklık olarak tarif edildi. Burjuvaların modernizasyon, aydınlanma ve ilerleme çalışmalarına yedeklendi.

Oysa din ve milletle “bulaşık” halk kitleleri içerisinde tüm canlılığıyla yaşanan sınıflar mücadelesine kolektif devrimci özne olarak katışmak, orada “işçi-köylü ordusu” ve devrimin solu için güç biriktirmek, zaruri.

Türkiye’de sol, önce resmi TKP’nin, sonra İngiliz-Sovyet ve Türk-Sovyet ticaret anlaşmalarının çocuğudur. Otuzlarda Sovyetler’le kurulan, örneğin sanat ve sanayi gibi alanlardaki ortaklıkları ağzı açık seyreden bürokratlardan ve memurlardan farkı yoktur. Siyaseti, o ağzı açıklıkla, o hayranlıkla tanımlıdır. O ağızlar, zamanla Ankaralı bürokrat ve memur gibi konuşmayı öğrenmiştir. Bu bilince sahip sol, işçiyi, yoksulu, halkı ve ezileni hor görmeye mecburdur. Siyasetle ticaret üzerinden ilişki kurdukça, o İngiliz-Sovyet ve Türk-Sovyet ticaret anlaşmasına teslim olur, devletin solu olarak varlığını sürdürür. O varlığı korumak için, verdiği gizli söz gereği, devrimin solunu yok etmek için uğraşır.

Türkiye komünist hareketi, Komintern’in devrimci damarıyla, tüm coğrafyada işçi-köylüden oluşan kızıl ordular kurma iradesiyle, milleti ve diniyle ayağa kalkmış halk kitleleriyle ortaklaşan davasıyla birleşmeyi bilmelidir. Devletin solunun devrim gibi derdi olamaz. 

O nedenle bugün TİP, TKP, Sol Parti gibi oluşumların sözlerinde ve eylemlerinde devrim diye bir derde yer yoktur. Devletin solu, devrimin solunu tasfiye etmeye mahkûmdur. Önce bu mahkûmiyetin duvarları yıkılmalıdır.

Eren Balkır
24 Ocak 2023

Dipnotlar:
[1] M. V. Glenny, “The Anglo-Soviet Trade Agreement, March 1921”, Journal of Contemporary History, Cilt 5, Sayı 2, (1970), s. 63.

[2] José Carlos Mariátegui, “Lloyd George”, La escena contemporánea içinde, MIA. Türkçesi: İştiraki.

[3] José Carlos Mariátegui, “Dos Testimonios”, La escena contemporánea içinde, MIA. Türkçesi: İştiraki.

[4] Stephen White, Science & Society, Cilt 40, Sayı 2, Yaz 1976, s. 177.

[5] Erhan Baltacı, “İştirakiyyun Fırkası: İlk Huruc”, 31 Ocak 2012, İştiraki.

[6] Cosroe Chaqueri, Birth of the Travma: The Soviet Socialist Republic of Iran, 1920-1921, University of Pittsburgh Press, 1995, s. 193.

[7] Stephen White, a.g.e., s. 190.

[8] Cosroe Chaqueri, Cahiers du Monde russe, Sayı 40/3, Temmuz-Eylül 1999, s. 526.

0 Yorum: