16 Kasım 2021

,

İki Tanıklık

Fransa’nın Sovyetler’i tanıyan son ülke olması öngörülüyordu. Ama tarih, bu öngörünün gerçekleşmesini istemedi. Altı yıl ortalarda görünmeyen Fransa, nihayet Moskova’ya döndü. Paris’te bulunan ve Fransa’nın Sovyetler’i tanıyan son ülke olması öngörülüyordu. Ama tarih, bu öngörünün gerçekleşmesini istemedi. Altı yıl ortalarda görünmeyen Fransa, nihayet Moskova’ya döndü. Paris’te bulunan ve Çarlık Rusyası’ndan kaçmış birkaç mülteciye ve diplomata ev sahipliği eden, çara bağlı elçilik sarayında bugün bir Bolşevik elçi görev yapıyor.

Fransa, Milli Blok hükümetlerinin güttüğü Rusya karşıtı saldırgan siyaseti bir iki ay içerisinde yürürlükten kaldırdı. Bu hükümetler nezdinde Fransa, Sovyet karşıtı gericiliğin başını çeker hâle gelmişti. Georges Benjamin Clemenceau, Fransız burjuvazisinin Sovyetler’e karşı tutumunu şu türden tarihsel bir ifadeyle dile getirmekteydi: “Bizimle Bolşevikler arasındaki mesele, bir güç meselesidir.”

Aralık 1919’da Fransız hükümeti, mecliste yürüttüğü tartışma dâhilinde, o katı, eğilip bükülmeyen, uzlaşmaz tavrını yeniden ortaya koydu. Fransa’nın Sovyetler’le anlaşması veya herhangi bir tartışma içerisine girmesi bile mümkün değildi. O, tüm gücüyle, Sovyetler’i ezmek için uğraşıyordu. Alexandre Millerand, bu siyaseti devam ettirmekten başka bir şey yapmadı.

Polonya’yı silâhlandıran Fransa, onu Rusya’nın üzerine sürdü. Sonrasında Fransa, şaibeli isimlerden oluşan askerî birlikleriyle Kırım’ı yağmalayan, büyük devletlerin parasına güvenerek maceraya atılmış olan General Wrangel’i fiili Rusya hükümeti olarak tanıdı. 1921 yılında Cannes’da Briand, Milli Blok’un Sovyetler ve Almanya’ya yönelik siyasetini ölçülü bir üslupla uygulamaya çalıştı. Ama teşebbüs ona iktidara mal oldu.

Briand’ın yerine gelen Raymond Poincaré, Cenova ve Lahey konferanslarında Rus hükümeti ile kurulacak tüm ilişkileri bir bir sabote etti. Başbakanlığının son gününe kadar bu tavrını değiştirmedi. Ancak Fransa’nın teoride ve pratikte aldığı konum zamanla değişti. Poincaré hükümeti, artık Avrupa toplumuna yeniden kabulünü sağlama noktasında Rusya’dan komünizmi inkâr etmesini istemiyordu. Bu süreçte Ruslara kendi tercihlerini yönetme hakkı bahşedildi. Başbakanın tek itiraz ettiği konu ise Rusların borçlarıydı. Bu konuda Poincaré, Sovyetler’in tümüyle teslim alınmasını talep etti. Teslim olmadığı takdirde Rusya, Avrupa’dan ve Batı medeniyetinden dışlanacak, kopartılacak, görmezden gelinecekti.

Fakat Avrupa’nın zengin tarım arazilerine ve maden yataklarına sahip olan, yüz otuz milyon insana ev sahipliği eden bir ülkenin işbirliği olmadan bu adımı atması mümkün değildi. Avrupa’nın yeniden inşa edildiği süreçte çalışmalar yürüten uzmanlar, Rusya’nın Avrupa’ya dâhil edilmesinin zaruri olduğunu her gün ortaya koyuyorlardı. Rus hayranı olmayan Avrupalı devlet adamları bile bu tezi zamanla kabul ettiler. Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Edward Benes, Çek meclisinde, biraz da Fransa’nın etkisiyle, “Rusya olmadan bir Avrupa siyaseti ve Avrupa barışı imkânsızdır” diyordu.

İngiltere, İtalya ve diğer güçler de en nihayetinde Sovyet hükümetini tanıdılar. Bu tutumun açığa çıkmasının sebebi, bu ülkelerdeki Bolşevik sevdası değildi. İngiltere’de İşçi Partisi çizgisi, İtalya’da Faşist çizgi bu tutumu benimsedi. Hadi diyelim İşçi Partisi’nin ideolojik olarak Bolşeviklerle belirli bir bağlantısı vardı, gelgelelim aynı şeyi Bolşevik karşıtı olduğu aleni olan Faşistler için söylemek mümkün değildi.

Avrupa’nın yüzünü Rusya’ya dönmesinin sebebi, Avrupa ekonomisinin olağan şekilde işlemesi için zaruri olan pazarlara acilen yeniden sahip olmak istemesiydi. Fransa’nın bu yönelimin dışında durması mümkün değildi. Rusya’nın abluka altında tutulmasını öngören siyasetin dayandığı tüm sebepler hükmünü yitirdi. Bu siyaset öyle bir noktaya gelmişti ki sürdürüldüğü takdirde Rusya değil, Fransa tecrit olacaktı.

Éduard Herriot ve Anatole de Monzie bu tezi savunuyordu. Éduard Herriot 1922’den, Anatole de Monzie 1923’ten itibaren, Fransız burjuvazisinin ve küçük burjuvazisinin Rus meselesine dair kanaatini değiştirmek için yoğun bir kampanya yürüttü. Her iki isim de Rusya’yı ziyaret etti, insanlarını araştırdı, rejimini inceledi. İkili, yeni Rus hayatına bizzat şahit oldu. Rusya’da esas olarak karşılarına çıkan şey, devrimin ürettiği, istikrarlı ve güçlü bir rejimdi.

Herriot izlenimlerini Yeni Rusya isimli kitabında bir araya getirdi. De Monzie ise Kremlin’den Lüksemburg’a isimli, yaptığı yolculuğa dair notları içeren bir kitap kaleme aldı. Tüm kitap, temelde Fransa-Rusya anlaşması için yürüttüğü kampanyaya hizmet ediyordu.

Bu kitaplar, Fransa’nın Sovyetler’e yönelik yeni siyasetini aktaran iki somut belge niteliğindedir. Kitaplar, aynı zamanda burjuvazinin iftiralara uğrayan bir devrimin insanlarındaki ve fikirlerindeki hakkaniyete ve büyüklüğe dair tanıklığı olarak görülebilir.

Komünist öğretiyi ne Éduard Herriot ne de Anatole de Monzie kabul ediyor. İki yazar da ilgili öğretiyi kendilerindeki burjuva ve Fransız bakış açısı üzerinden yargılıyor. Burjuva demokrasisine ölümüne bağlı olan bu iki isim kitaplarında yollarından zerre sapmıyorlar. Ama Sovyetler’in yaşama becerisine, Sovyet liderlerinin de belirli yeteneklere sahip olduğunu dürüstçe kabul ediyorlar.

Yaptıkları gözlemlere rağmen kitaplarında Sovyetler’in hemen ve eksiksiz bir biçimde tanınması konusunda bir öneride bulunmuyorlar. Sadece Herriot, kitabının sonuç bölümünde, Fransa’nın Moskova’da temsilcilik açmasını istiyor. Ona göre mesele, “bu ülkenin hukuken tanınması meselesi değil ki bu mesele varlığını uzunca süre muhafaza edecek.”

Anatole de Monzie ise daha ihtiyatlı ve ölçülü bir tavrı benimsiyor ve Nisan ayı içerisinde, Poincaré’i iktidardan uzaklaştıracak olan seçimden birkaç gün önce Fransız Senatosu’nda yaptığı konuşmada Sovyetler’in Rusya’nın borçları meselesi çözüme kavuşturulmadan tanınmaması gerektiğini söylüyor. Ama kısa bir süre sonra bu önerilerin yetersiz ve zayıf olduğu görülüyor. İktidara gelen Herriot, hukuken tanıma meselesiyle uğraşmak zorunda kalıyor ve bir şekilde bu meseleyi hallediyor. Anatole de Monzie’ye ise bu çözüm sürecinde işbirliğine gitmekten başka seçenek kalmıyor.

Herriot’nun kitabında de Monzie’nin kitabına kıyasla daha fazla tarihsel tespitlere yer verilmiş. Herriot, Rusya denilen olguyu nispeten daha liberal bir anlayış üzerinden ele alıyor. Anatole de Monzie ise yaptığı her bir gözlemde şaka yapmaktan kendisini alıkoyamayan bir avukatın tekniğine ve zihniyetine başvuruyor.

İki isim de ayrıca fazla iyimser sonuçlara ulaşıyor ve buradan abartılı değerlendirmelerde bulunuyor. Anatole de Monzie, kitabında “kızıl Rusya’yı fazla hoş gösterdiği için eleştirileceğim diye korktuğunu” itiraf ediyor. Bolşeviklerin hukuk sistemini ele aldığı bölümde “haksızlığın zerresine tanık olmadığını” söylüyor. Anatole de Monzie, kitabında daha çok hukukçu gibi konuşurken, Herriot, Fransız Devrimi’nin ideolojisiyle yoğrulmuş bir demokrasi uzmanı gibi konuşuyor.

Herriot, kitabında Rus tarihini ele alıyor. Bir yerde Bolşevik Devrim’i ideolojik ve manevi köklerini bilmeden anlamanın imkânsız olduğunu söylüyor. Ona göre, “Rus Devrimi kadar şiddet yüklü bir olayın öncesinde uzun süre bir dizi olayın gerçekleşmiş olması gerekiyor. Dolayısıyla devrim, tarihçi açısından bu olaylar dizisinin doğal sonucundan başka bir şey değildir.”

Herriot, devrimin sebeplerini, Rusya tarihi, bilhassa Rus düşüncesi tarihi dâhilinde keşfetmeye çalışıyor. Ona göre, devrimin keyfi, tarih dışı, romantik veya suni bir tarafı yok. Rus Devrimi “bir sonuç, belirli gelişmelerin çıktısı.”

Bu anlamda Herriot, Bolşevizmi parayla satın alınmış bir avuç Alman’ın öncülük ettiği, trajik sonuçlara yol açmış, garez ve tehlikeli tutkularla beslenen, Çinli paralı askerlerin desteklediği, şeytanî bir teşebbüs olarak ele alan o kaba, basit tezin sahiplerinden çok farklı düşünüyor. Herriot, Rusya’da idarenin ve tüm birimlerin yöneticiler bağlamında dürüstlükten sapmadığını söylüyor ve “aynı şey Batı demokrasileri için söylenebilir mi?” diye de soruyor.

Herriot, devrimin Marksist yolu takip edeceğine inanmıyor: “Kendi politik formuna hâlen daha bağlı kalan Sovyet rejimi, hayat denilen, gözle görünmeyen ve süreklilik arz eden gücün basıncı altında, verili ekonomik düzen içerisinde çoktan dönüşmüş durumda.”

Esasen Herriot, yeni Rusya’nın ekonomi politikasının yol açacağı sonuçlar ve oluşturacağı kalıplara ilişkin iddiasına belirli bir kanıt arıyor. Sovyetler’in ticaret, endüstri ve tarım sahasında özel girişimcilere ve sermayeye verdiği tavizleri hoşnutlukla karşılıyor.

Ama Bolşeviklerin adaletinden de rahatsız oluyor. Herriot, bunun devrimci adalet olduğunu görmüyor. Bir devrimden başkalarına model olacak mahkemeler kurup başkalarının model alacağı kanunlar çıkartmasını kimse bekleyemez. Devrim, yeni bir hukukun ilkelerini formüle eder, ama uygulamanın başvuracağı tekniği kurallara bağlamaz.

Herriot, üstelik Bolşeviklerin bu ve benzeri yönlerini izah edemiyor da. Kendisinin de bildiği gibi Fransız mantığı Rusya’da geçerli değil. Kitabında asıl şaşırtıcı olansa ondaki nesnelliğin bu türden tuzaklara düşmüyor olması. Kitabın belirli yerlerinde Herriot, Kamanef, Trotskiy, Krassin, Rikof, Cerjinski gibi isimlerle yaptığı sohbetleri hatırlatıyor.

Yazar, Cerjinski’de Slav bir Saint Just görüyor. Çeka’nın başkanı olan Feliks Cerjinski’yi Fransız meclisinin ünlü siması ile kıyaslıyor. Batı burjuvazisinin sıklıkla sevimsiz biri olarak takdim ettiği Saint Just’da Herriot bir tür çilecilik buluyor. Yalın, sade, ısıtması olmayan küçücük bir odada çalışan Cerjinski’yi bekleyen bir muhafızın bile bulunmadığını söylüyor.

Kızıl Ordu, Herriot’yu bayağı etkiliyor. Kızıl Ordu, karşı-devrimin saldırıya geçtiği kritik günlerde eskiden olduğu gibi altı milyon askerden oluşmuyor. Asker sayısı sekiz yüz binden az ki bu sayı, bu kadar büyük ve bu denli kuşatma altında bulunan bir ülke için epey mütevazı. Dolayısıyla bazen ona atfedilen emperyalist ve fetihçi duygulardan uzak bir ordu bu.

Herriot kitabında, ordudaki kusursuz disiplinden ve mükemmel ahlaktan dem vuruyor. Daha çok eğitime dönük coşkulu yaklaşımdan ve kültüre duyulan o büyük açlıktan bahsediyor. Kışlalarda devrim, bilim inancını yayıyor. Herriot, aynı kışlalarda kitapların ve gazetelerin bolluğuna dikkat çekiyor. Bir yerde küçük bir doğa tarihi ve anatomi müzesi gördüğünü, askerlerin kitapların üzerine kapanıp okuma yaptıklarını söylüyor. Ardından şu tespiti yapıyor: “Askerler arasında görülen hiyerarşik mesafeye rağmen o samimi kardeşlik duygusunu her yerde hissediyorsunuz. Bu hâliyle kışlalar, en önemli sosyal ortam hâline geliyorlar. Kızıl Ordu, her şeyden önce genç devrimin yarattığı en özgün ve en güçlü şey.”

Herriot'nun kitabı, Rusya’nın ekonomi sahasında sahip olduğu güçleri inceliyor. Ardından ülkenin ahlaki yönlerini, bu düzlemde sahip olduğu imkânları ele alıyor. Bir yerde Lunaçarski’nin çalışmalarını şu şekilde özetliyor. Kremlin’deki o mütevazı çalışma odasında, keşiş hücresinden bile daha çıplak olan o odada Lunaçarski, Sovyet üniversitesinin büyük ustası, Herriot’ya yeni Rusya’da eğitimin ve kültürün mevcut durumunu açıklıyor. Devamında sanat galerisi ziyaretinden bahsediyor: “Devrimde tek bir resim, tek bir mobilya, tek bir heykel bile heba edilmemiş. Modern Rus resmine ait koleksiyon son yıllarda daha da zenginleşmiş.”

Herriot, Sovyetler’in Asya siyaseti bağlamında elde ettiği başarılara değiniyor ve bu siyaset sayesinde Rusya’nın “Doğu halklarının büyük kurtarıcısı” olarak görülmeye başlandığını söylüyor. Kitabının temel çıkarımı ise şu: “Eski Rusya öldü, sonsuza dek aramızdan ayrıldı. Sonuç itibarıyla elimizde zorba ama mantıklı, şiddete meyilli ama bilinçli bir devrim olsa da bu devrimin uzun zamandır biriken öfkenin, çilenin ve kinin ürünü olduğunu görmek gerekiyor.”

Anatole de Monzie ise kitabına Rusya’nın artık abluka altında olmadığını, hiçe sayılan, yalnızlaştırılmış bir ülke olmaktan çıktığını ortaya koyarak başlıyor. Rusya’yı her gün önemli ve ünlü birçok isim ziyaret ediyor. Kuzey Amerika, bu ülkeyi keşfedip incelemekle en fazla ilgilenen milletlerden biri. Amerikalı ziyaretçiler listesi epey ilginç: Listede eski vali Goodrich, Profesör Johnson, Meyer Blomfield, senatörler (Wheeler, Brookhart, William King, Edwin Ladde), piskoposlar (Blake ve Nuelsen), eski içişleri bakanı Sécy Fall, kongre üyesi Frear, John Sinclair, Roosevelt'in oğlu, Irving Bush, Standard Oil’dan Dodge ve Dellin gibi isimlere rastlanıyor. Moskova’daki diplomat sayısı da epey yüksek.

Rusya’nın Doğu’daki konumu günbegün güçleniyor. Anatole de Monzie, Rusya’nın yükselişiyle birlikte ortaya çıkan sonuçları inceliyor. Bir yerde yanlış yönlendirilmekten korktuğunu söylüyor, bu sebeple kendi izlenimlerini başka ziyaretçilerin izlenimleriyle kıyaslama ihtiyacı duyuyor.

General Transatlantic Şirketi temsilcisi Maurice Longe da Anatole de Monzie ile aynı fikirde:

“Rusya’nın millet olarak dirildiği tartışılmaz bir gerçek, ekonomik sahada yaşanan diriliş de öyle. Onun Batı medeniyetine yeniden katılma arzusunu kimse görmezden gelemez.”

Ayrıca de Monzie, Lunaçarski’ye Rus sanatına, bilhassa dinî çalışmalara ait hazineyi kurtardığı için teşekkür ediyor ve “Bugüne dek hiçbir devrim, anıtlara bu kadar saygı göstermemişti” diyor.

Anatole de Monzie, aynı zamanda ülkeye dair değerlendirmelerde öne çıkan diktatörlük efsanesinin fazlasıyla abartıldığını düşünüyor.

“Moskova’da herhangi bir meclis kontrolü, bu kontrole zemin sağlayacak fikir ve ifade özgürlüğü, herkese oy hakkı, İsviçre’ye has referanduma denk uygulamalar olmasaydı diyebilirdik ki ‘evet bu halk komiserlerine veya diğer yüksek mevkideki kişilere tam yetki bahşedilmiş.’ Lenin diktatör rolünü oynuyor, burası kesin, ama o diktatör olmak gibi bir derdi olmayan bir diktatör, kendi adına komutayı ele alıp diktatör unvanını üstüne almakla ilgilenmiyor.”

Bu noktada Fransız senatör, Lenin’i Cromwell’e benzetiyor. İki liderin de birbirine benzediğini, iki devrimin akraba olduğunu söylüyor. Devamında Fransa’nın Rusya politikasını sağlam bir zemin üzerinden eleştiriyor. Bu siyaseti İngilizlerin siyaseti ile karşı karşıya getiriyor ve kıyaslıyor. Tarihe dönüp oradan her iki siyasetin bir muadilini bulup çıkartıyor. Bu noktada İngiltere ve Fransa’nın Amerikan devrimine yönelik tutumunu anımsatıyor.

O dönemde İngiliz başbakanı George Canning, İngilizlerin iyi bir tutum sergileme anlayışı üzerine kurulu geleneksel politikasına belirli bir yorum getiriyor. Alelacele İngiltere, Amerika’daki devrimci cumhuriyetleri tanıyor ve onlarla ticari ilişkiler kuruyor. Öte yandan Fransız hükümeti ise yeni kurulan İspanyol-Amerikan cumhuriyetlerine düşmanca yaklaşıyor ve şu tarz bir dile başvuruyor:

“Eğer Avrupa, Amerika’da fiilen kurulmuş olan hükümetleri tanımak zorunda kalırsa, siyaseten, bize kendi topraklarının ürünleriyle birlikte kendi ilkelerini de gönderecek olan devrimci cumhuriyetlerin yanına hizalanır ve krallıklar, olduğu gibi bu cumhuriyetin yeni dünyasında kendisine bir yer bulur.”

Fransa, bu noktada bir iki işsiz kalmış prensi oraya göndermeyi düşünüyor. İngiltere’nin tek derdi ise ürünlerini ve altınını Amerikan mallarıyla takas etmek. Cumhuriyetçi Fransa’nın başındaki isimler olarak Clemenceau ve Poincaré, kralcı Fransa’nın başındaki Viscount Chateaubriand’ın mirasını devralıyor.

Anatole de Monzie'nin ve Herriot’nun kitapları, Mayıs ayında yaşadığı yenilgiye rağmen Rusya’daki dirilişe karşı inatçı bir tutum takınan Fransız siyasetinin karşısında duran somut ve susturulması mümkün olmayan, birbiriyle bağlantılı iki talep olarak okunabilir. Bu kitaplar, aynı zamanda Bolşevik Devrim konusunda entelektüel burjuvaların belirli bir akılla kaleme alınmış tanıklıklarını belgeliyorlar.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: