Robert M. La Follette
ABD
hükümetinin içerisinde Bay Coolidge ve Bay Dawes olduğu sürece, Cenevre’de beklendiği
üzere, Wilson’cı özgürlük ve demokrasi davasının bir ilerleme kaydetmesi mümkün
değildir. Amerikan seçimleri, Bay Hughes ve Bay Coolidge’in siyasetine onay vermiştir.
Bu milliyetçi ve emperyalizm yanlısı politika, dünyayı Wilson’ın birliğinin beslediği
yanılsamalardan uzaklaştırmıştır.
Emperyalist
bir tutum takınarak ABD, tarihsel kaderine boyun eğiyor. Lenin’in o devrimci çalışmasında
dile getirdiği biçimiyle “emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır”. Spengler’ın
felsefe ve bilim ile ilgili çalışmasında ifade ettiği biçimiyle emperyalizm,
kültürün varacağı son politik duraktır. Birleşik Devletler, büyük bir
demokrasiden çok büyük bir imparatorluktur. Üzerindeki cumhuriyetçilik
gömleğinin bir anlamı yoktur ABD’de kapitalizmin gelişimi, emperyalizmle sonuçlanmıştır.
Amerikan kapitalizmi, artık ABD’nin ve sömürgelerinin mevcut sınırları
içerisinde gelişme kaydedemez. Bu sebeple onda genişleme ve başka ülkelere
hâkim olma istidadı mevcuttur.
Wilson,
yeni özgürlük anlayışı için dövüşmek istedi, ama gerçekte o, yeni bir
imparatorluk için dövüştü. Onun kafasında tasarladığından daha büyük olan bir
tarihsel güç Wilson’ı savaşa sürükledi. ABD’nin dünya savaşına girme emrini,
emperyalist çıkarları verdi. Wilson, imparatorluğun özel niteliğini nazik ve
vakur bir üslupla yüceltirken aslında ona hizmet ediyordu. Savaşta kimlerin
başarılı olacağına karar veren ABD, birden Avrupa’nın kaderinde önemli bir role
sahip olan bir arabulucu hâline geldi. Avrupa’nın bankaları ve fabrikaları, Amerikan
borsasını ve Avrupa’nın elinde bulunan hisseleri kurtardı. Bunlar, birden
Avrupa borsasına ve hisselerine hücum ettiler. Avrupa ABD’ye kredi verirken,
birden ondan borç alır hâle geldi.
ABD
bu dönemde dünyadaki altının yarısından fazlasını topladı. Bu noktada Yankiler,
elde ettikleri sonuçları savunma ve kazanımları artırma ihtiyacı duydular. Bu
da Wilson’ın sonunu hazırladı. Çünkü Yankiler, Wilson’daki boş laflardan
utanıyor, rahatsız oluyorlardı. Kendi dönemi içerisinde faydalı olmuş olan
Wilson’ın programı barış döneminde anlamsızlaşmıştı. Wilson’ın savunduğu yeni
özgürlük anlayışı herkese uysa da ABD’ye uymuyordu. Bu sebeple cumhuriyetçiler
iktidara geldiler.
İstemeye
istemeye de olsa, ABD’yi Wilson’ın politikasına ne döndürebilir? Demokrat Parti’nin
adayı Davis ihtiyatlı, mülayim bir diplomat, Wilson’daki rahatsız edici yan ve
hayal gücü onda yok. ABD, hükümeti ona gönül rahatlığıyla verebilir, çünkü onun
ülkenin emperyalist çıkarlarına halel getirmesi mümkün değil.
Buna
karşın Coolidge, daha fazla güvence ve daha iyi teminat sunuyor. Coolidge Cumhuriyetçi
iken Davis Demokrat, gene de bu tür sıfatlara pek aldanmamak gerekiyor.
Dahası
Davis hatip olmak gibi bir kusura sahip. Coolidge ise sessiz sakin, belagatiyle
tehlikeye neden olacak biri değil. Diğer yandan Demokrat Parti içerisinde
Wilson’cı düşünceleri benimsemiş epey insan var. Cumhuriyetçi Parti,
sendikaların ve solcuların başkan adayı Robert M. La Follette’i kendisinden,
içindeki verimli ve atik isimlerden ayırmayı başardı. La Follette, esasen hem
Amerikan kapitalizminden hem de emperyalizmden yana duran ilginç bir aday.
Cumhuriyetçilerin içinden çıkmış tehlikeli bir muhalif, bir sapkın, partinin
ince eleyip sık dokuduğu ilkelerinden uzaklaşmış bir isim.
Calvin
Coolidge’in başkan seçilmesi kimseyi pek şaşırtmadı. Birçok gözlemci bunun olacağını
öngörmüştü. ABD, daha doğrusu, Amerikalı kapitalistler, siyasetlerini
değiştirmek istemiyorlardı. Neden değiştirsinler ki?
Coolidge
döneminde işler o kadar da kötü gitmedi. Coolidge, tarih ve dünya bağlamında önemli
bir isim değildi. Ama gazeteler, kurumlar ve yazarlar, heybetli bir kişilik
yarattılar kendisinden ve onu başkan adayı yaptılar. Onun gerçek hayat hikâyesi
ve kişiliği üzerinde kimse durmadı, gazeteler, kurumlar ve yazarlar o hikâyenin
içerisinden arayıp tarayıp gayet kıymetli bir şey buldular: sükût.
Bu
noktada Coolidge, bize mükemmel, sessiz, suskun, gizemli bir kişi olarak takdim
edildi. Wilson ise onun tam zıddı idi. Wilson söz ise Coolidge sükût idi.
O
kurumlar, gazeteler, yazarlar bize Coolidge’in konuşmadığını, ama bolca
düşündüğünü söylediler. Bu tür insanların sessiz, sakin olmalarının nedeninin
sessizliği sevmeleri olduğundan bahsedildi ama öyle değildi, bu insanların
söyleyecek bir şeyleri yoktu. Ama nedense insanlar, gizemli, anlaşılmaz
kişilerden ve illüzyondan etkileniyorlardı. İnsanlar sözü seviyor, ama sükûta
saygı duyuyorlardı. Söz gümüşse sükût altındı. Bu özelliği onun ABD’de neden
itibar gördüğünü de izah ediyor aslında.
Birleşik
Devletler, imparator olmanın yanında bir demokrasidir de. Bu tespitte bir sorun
yok. Ama şu görülmeli: bugün ABD’de galebe çalan, ondaki imparatorluk yönü.
Demokratlar daha fazla demokrasiyi; Cumhuriyetçiler daha fazla imparatorluğu
ifade ediyorlar. Bu anlamda seçimleri Demokratların değil de Cumhuriyetçilerin
kazanmış olması gayet doğal ve mantığa uygun bir gelişme.
Yanki
imparatorluğu, Yanki demokrasisine göre daha somut ve daha doğrulanabilir bir gerçeklik.
Bu imparatorluk, henüz askerleriyle dünyaya hâkim olma şansına sahip olamadı,
ama bu şansa para ile kavuşması mümkün. Üstelik bugün imparatorluğa o kadar da
ihtiyaç yok. Bugün dünyadaki örgütlenme veya dağılma sürecinin ana niteliği
politik olmaktan çok ekonomik. Ekonomik güç politik gücü koşulluyor. Eski
imparatorluklar sahaya ordularını sürerlerken, bugünkü imparatorluklar
bankacılarını sahaya sürüyorlar. Birleşik Devletler, dünyadaki altının büyük
bir bölümünün sahibi. Hazinesi ağzına kadar altınla dolu olan bir ülkeyle
parası neredeyse tedavülden kalkmış, bitip tükenmiş, dilenci konumuna düşmüş
ülkeler yan yana yaşıyorlar. Bu sebeple ABD, azıcık altın karşılığında onlara
istediğini dikte edebiliyor.
Avrupa
devletlerinin kurtarıcı bir sihirli değnek olarak gördükleri Dawes planı, her
şeyden önce Amerikan bankacılık sistemine ait bir plan. Londra konferansını
gündeme getiren ve yöneten Morgan’dı. Avrupa’nın yeniden inşası politikasını
kaleme alanlar, ABD’yi hakem olarak görüyorlar. Örneğin Nitti’nin kitapları,
Avrupa medeniyetinin yardımına koşsun diye ABD’ye yapılmış çağrılarla başlıyor,
gene bu çağrılarla bitiyor.
Ama
ABD, bugünün krizini izlemekle yetinmek isterdi, ama o da bu krizin ana karakterlerinden
biri. Avrupa, Amerika’daki gelişmelerle yakından ilgileniyor, ama ABD, Avrupa’daki
gelişmelerle o kadar ilgili değil. Avrupa’daki iflas, ABD’deki iflasın
başlaması demek. Bu sebeple Amerika, Avrupa’daki kendisinden borç alan ülkelere
borç vermeye devam etmek zorunda. Eğer Avrupa borçlarını öderse, Amerika bu
sefer ona mali yardım sunmaya mecbur. Elbette bu yardımları özel kimi
güvenceler karşılığında yapacak. Poincaré döneminde Fransa, Amerikan
bankalarından harcamalarını azaltıp vergileri artırma şartıyla kredi
alabilmişti. Almanya ise Dawes planının vereceği mali yardım karşılığında
kendisini ABD’nin kollarına bıraktı.
Kuzey
Amerika, Avrupa’nın kaderiyle ilgilenmeye mecbur. Etrafına ekonomik duvarlar öremez.
Avrupa’dan farklı olarak Birleşik Devletler altına hücumun çilesini çekiyor. Amerikan
deneyimi, bize altınsızlığın da altın fazlasının da belâ olduğunu öğretiyor.
Altın bolluğu yaşam giderlerini artırıyor, sermayeyi ucuzlatıyor. Altın, dünya
için ölümcül, tıpkı Wagner’in operasında anlatılan trajedide olduğu gibi.
Avrupa’daki
yoksullaşma, Amerikan maliyesinin ve sanayisinin büyük bir pazarı kaybetmesi demek.
Amerikan tarımı ve sanayisinde işsizlik krizi tam da bu sebeple baş gösterdi.
İşsizlik, aynı zamanda toplumsal meseleleri derinleştirdi. Proletaryada
devrimci fikirlerin yayılması için gerekli zemini oluşturdu.
Cumhuriyetçilerin
seçim zaferine, emperyalizm yanlısı ve muhafazakâr iddialarıyla edindikleri
değere rağmen devrimci ruh hâlinin ABD genelinde yayıldığına şahit olunuyor. Bir
dizi olgu, bize ABD’nin devrimci fikirlerin giremeyeceğini, bu ülkenin böylesi
fikirlere karşı bağışıklığının bulunduğunu söyleyenleri bir bir yanıltıyor.
Amerikalı işçiler giderek daha fazla cesur adımlar atıyorlar. Tarımsal
ürünlerdeki azalma sebebiyle yoksullaşan küçük köylü, eski partilerinden
kopuyor.
Birleşik
Devletler’de de iki partili sistem krizde. La Follette’in adaylığı geleneksel
siyasetin dengesini bozdu. Üçüncü bir akımın ortaya çıkışını muştuladı. Bu akım,
henüz biçimini ve ifadesini kazanabilmiş değilse de yenilenme sürecinde güçlü bir
akım olarak kendisini ortaya koyabildi. Yeni partinin kaderinin, yıllar önce
Roosevelt’in peşinden gitmek için Cumhuriyetçi partiden kopanların kaderine
benzediğini söyleyenler yanılıyorlar. Onlar, hizipçi Cumhuriyetçilerdi ve kendi
fikirlerini yaymaya çalışıyorlardı. La Follette, her şeyden önce sendikaların
ve tarım birliklerinin adayı. Bunun yanında bir de daha gelişkin olan başka bir
akım, ABD’de yeni fikirler dile getiriyor, hiç kimsenin ele almadığı meselelere
eğiliyor.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder