24 Kasım 2021

,

Devrimci Ali Şeriati

2017 yılına sadece Amerika’nın ilk kripto-faşist başkanı Trump’ın göreve başlaması değil, ayrıca adaletsizliğe, zulme ve insanlığın maniple edilen bir şeye indirgenmesine, tüketici insana doğru kapatılmasına karşı isyan etme becerisi damgasını vurdu.[1]
Bu maniplasyon ve tüketim koşullarında her bir birey, kendisini kullananlar ve istismar edenler nezdinde, kullanım değerinden gayrı bir değere sahip değil. Bu gerçeklikte gösterilerin ve devrimin hüküm sürdüğü şimdiki zamanda insanlar, kendilerini bu türden zulmedici koşullardan kurtarmak için varlıklarını riske atma becerisine ve isteğine sahip olduklarını gösterdiler.
Beş yüz yıl önce, 31 Ekim 1517’de münzevi bir Aziz Augustinci keşiş ve Almanya’nın Wittenberg kentinde İncil Çalışmaları profesörü olarak çalışan Martin Luther, Wittenberg Kalesi Katedrali’nin kapısına çivilediği 95 teziyle Roma Katolik Kilisesi’ndeki yozlaşmayı protesto etti. Luther, bu eylemiyle St. Peter Bazilikası’nın varisi, Medici ailesinden Papa X. Leo’nun yönetimdeki yolsuzluklara tepki gösterdi. Her ne kadar bu eylem öncesinde, Medici ailesini Floransa’dan, Borgialı Papa VI. Alexander’la mücadele eden Aziz Dominikçiler tarikatına mensup isyankâr keşiş Girolamo Savonarola gibi kişiler benzer eylemler gerçekleştirmişse de Luther’in bu kendisine has protestosu, Protestan Reformu denilen hareketin fitilini ateşledi. Bu hareket, dünya nimetlerine tamah etmiş, kötü, dinî görevleri sağa sola satan kiliseye başkaldırdı. Hakiki ve saf Hristiyanlık adına isyan eden Luther, Ortaçağ’ın Katolik Kilisesi’ndeki yalancılığa ve riyakârlığa karşı mücadele etti.
Dört yüz yıl sonra, 1917’de ise toplumu kapitalist sömürüden ve çarın zulmünden kurtarmak adına hareket eden Bolşevikler, Lenin’in liderliğinde devlet iktidarını aldılar ve “tüm iktidarın sovyetlere devredilmesini” istediler. Bu Marksist-Leninist proleterlere göre işçi ve köylülerden oluşan ulusu ne aristokrasi ne de Kerenski’nin kısa ömürlü hükümetinde görüldüğü üzere, burjuvazi yönetebilirdi. Başta demokratik işçi şuraları bulunmalıydı.
Rus halkını sömürüp ona zulmeden Romanof hanedanlığı, yüzlerce yıl halkın emeğini sömürmüştü. Bu ailenin iktidarı, savaştan bıkmış, aç kitlelerin ayaklanması sonucu yıkıldı. “Ekmek, barış, toprak” sloganını atan kitleler, zenginlerin ve imtiyazlıların ayaklarına kapanmayacaklarını ilân ettiler. Bu noktada Romanofların doğal efendiler olduklarına ve krallık idaresinin tarihin bir sonucu olduğuna dair o eski ideolojiyi ellerinin tersiyle ittiler. O tarih, devrimci sınıf mücadelesiyle alaşağı edildi.
Elli yıl sonra, 1967’de, Amerika’nın desteklediği Kübalı diktatör Fulgencio Batista’nın 1959 devrilmesini sağlayan devrime katılan Arjantinli doktor ve devrimci komutan Ernesto Che Guevara, Bolivya’da bu ülkedeki askeri hükümetin ve CIA’in aslen Kübalı Félix Rodríguez liderliğinde yürüttüğü harekât üzerinden katledildi. Kendisini vuran kişiye Che şunu söyledi: “Vur beni korkak, sadece bir insanı öldürmüş olacaksın.”
Kendisini devrim davasıyla birlikte tanımlayan, insanlığın kurtuluşu davasına kendisini adamış olan Che, kurtuluşa, adalete, kapitalist sömürünün ve emperyalist zorbalığın sona ermesine dair güçlü bir imge hâline geldi. Zamanla Üçüncü Dünya’nın zulme karşı mücadelesi, Che ile birlikte anılmaya başlandı. Che’nin siması, solcu her isyanda karşımıza çıktı, zira ondaki statükoya yönelik itaatsizlik, tüm insanların hayatı için kıymetli bir toplum vizyonuna bağlılığı ifade ediyordu.
Bugün Batı toplumu, kendi hayatındaki ve çalışmalarındaki peygambervari, Sokratik detayları unutmuş olsa bile, Batı’da yaşayan insanlar olarak biz, Martin Luther, Vladimir İlyiç Lenin ve Ernesto Che Guevara gibi isimlere aşinayız. Luther, Lenin ve Che gibi isyancı bireylerin hatırası isimlerini bildiğimiz birer hayalet misali aramızda dolaşır, varlıklarını belli belirsiz hissederiz, ama bir yandan da piyasanın yön verdiği tüketim toplumunda, bu gaflet toplumunda yaşadığımız rutinleşmiş hayatımızı doğrudan etkilemediği için onları görmezden geliriz.
Konuların yüzeysel geçildiği tarih derslerinde öğrendiğimiz bu devrimci isimler, uyurgezer Batı toplumunun pek aşina olmadığı milyonlarca insanın hayatında muazzam etkiler bırakmışlardır. Bu devrimcilerin isimlerini bilmeyiz, ama Uber şoförünün, restorandaki garsonun veya banka memurunun ismini biliriz. Frankfurt Okulu’nun görüşleri açısından bakıldığında bu, affedilmesi mümkün olmayan bir durumdur.
Çünkü azınlığın özgürlüğü herkesin özgürlüğünü gölgede bırakıyor, o hâlde Batı dışında kurtuluş mücadelesine cansuyu olan devrimci güçleri anlamamız gerekmektedir. Proletaryanın ve prekaryanın kurtuluşu, Batı dışındaki insanların kurtuluşuna bağlıdır. Batı dünyasında yaşayan insanlar olarak bizler, bir dünya bilinci geliştirmeli, batıcı narsistliğimizi geride bırakmalıyız. Tıpkı Malcolm X’in yaptığı gibi biz de enternasyonalist olabilmeli, böylelikle kurtuluş davasının dünyanın lanetlileri ve ezilenleri arasında ittifaklar meydana getirmesini sağlayabilmeliyiz.
Bu noktada incelememiz gereken bir devrimci de Ali Şeriati’dir. Devrimci bir sosyolog, entelektüel ve eylemci olarak Şeriati, İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin devrilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu Amerika’nın kuklası olan rejimi 1953’te başa CIA ve MI6 getirmiş, bunun için seçimle işbaşına gelmiş olan başbakan Dr. Muhammed Musaddık devrilmiştir. Emperyalistlerin bu yasadışı eylemi sayesinde Ortadoğu’nun en zalim diktatörlüklerinden biri tesis edilmiştir.
Che Guevara’nın öldürülmesinden tam on yıl sonra, 1977’de, Ali Şeriati’nin saraya karşı mücadelesi aniden sona ermiş, Şah’ın hapishanesinden çıktıktan kısa bir süre sonra Britanya’nın Southampton şehrindeki bir hastanede “bilinmeyen sebeplere bağlı olarak” ölmüştür.[2] Şeriati’nin erken ölümüyle birlikte, samimi bir müceddidin, en önemli Müslüman modernleştirici ve reformistin hayatı da son bulmuştur.[3]
Batı’da isimleri ve düşünceleriyle aramızda dolaşan, yukarıda andığımız devrimcilerden farklı olarak Şeriati’nin kendi ülkesinin Batı hâkimiyetinden hem politik hem de ekonomik düzlemde kurtulmuş olmasına yaptığı katkıyı bugün de görmek mümkündür.
Siması Humeyni ve halefleri gibi, bugün hükümet binalarını, evlerin odalarını süslemese bile Şeriati’nin dili ve idealleri birer tohum gibi toprağa işlemiştir, dolayısıyla bugün Şii mollalardaki gelenekçilik, onun devrimci nüfuzu olmaksızın günümüz Şiiliğini tam anlamıyla kavrayamamaktadır. Şeriati’nin en önemli Şii din adamı olan Ayetullah Humeyni üzerindeki etkisini kimse inkâr edememektedir.[4]
Birçok yönden Ayetullah Humeyni ve ondaki İslam anlayışı, devrimci sınıf bilinci anlamında Kızıl Şiilikle yoğrulmuştur. Şeriati’nin bu Şiilik anlayışı üzerindeki etkisini bugün bile görmek mümkündür.[5]
Şah döneminde Şeriati, tüm bir kuşağa, direnişin İslam’ın temel ilkesi olduğunu, bu ilkeye uymanın, zalim düzene boyun eğmemenin ulusal kurtuluş mücadelesi verenler açısından sadece devrimci bir görev olmadığını, aynı zamanda dinî bir pratik olduğunu öğretmiştir. Şeriati’ye göre Müslüman olmak başkaldırmak, başkaldırmaksa Müslüman olmak demektir.
Dustin J. Byrd
[Kaynak: Ali Shariati and the Future of Social Theory: Religion, Revolution, and the Role of the Intellectual, Brill, 2017, s. 98-101.]
Dipnotlar
[1] Roger Griffin, The Nature of Fascism. (New York: Routledge, 1993), s. 1–55.
[2] Ali Rahnema, An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shariʾati. (Londra: I.B. Tauris Publishers, 2000), s. 330–370.
[3] Ali Rahnema (Ed.), Pioneers of Islamic Revival. (Londra: Zed Books, 2008), 9. Bölüm.
[4] Dustin Byrd, Ayatollah Khomeini and the Anatomy of the Islamic Revolution in Iran: Towards a Theory of Prophetic Charisma. (Lanham, md: University Press of America, 2011), s. 77–107.
[5] Şeriati’yi küçük gören kimi mollalar Humeyni’ye Şeriati’nin eserlerinin “İslam dışı” olduklarını söylemesi için baskı yapmıştır. Ancak, Şeriati’nin hayat hikâyesini kaleme alan Ali Rahnema’nın aktardığına göre Şeriati’nin mevcut tüm eserlerini okuyan Humeyni mollaları da eleştiriyor olmasına rağmen, Şah’ı eleştiren en etkili isimlerden biriyle karşı karşıya gelmek istememiştir. Rahnema, An Islamic Utopian, s. 275.