2017 yılına sadece Amerika’nın ilk kripto-faşist
başkanı Trump’ın göreve başlaması değil, ayrıca adaletsizliğe, zulme ve
insanlığın maniple edilen bir şeye indirgenmesine, tüketici insana doğru
kapatılmasına karşı isyan etme becerisi damgasını vurdu.[1]
Bu maniplasyon ve tüketim koşullarında her bir
birey, kendisini kullananlar ve istismar edenler nezdinde, kullanım değerinden
gayrı bir değere sahip değil. Bu gerçeklikte gösterilerin ve devrimin hüküm
sürdüğü şimdiki zamanda insanlar, kendilerini bu türden zulmedici koşullardan kurtarmak
için varlıklarını riske atma becerisine ve isteğine sahip olduklarını
gösterdiler.
Beş yüz yıl önce, 31 Ekim 1517’de münzevi bir Aziz
Augustinci keşiş ve Almanya’nın Wittenberg kentinde İncil Çalışmaları profesörü
olarak çalışan Martin Luther, Wittenberg Kalesi Katedrali’nin kapısına
çivilediği 95 teziyle Roma Katolik Kilisesi’ndeki yozlaşmayı protesto etti.
Luther, bu eylemiyle St. Peter Bazilikası’nın varisi, Medici ailesinden Papa X.
Leo’nun yönetimdeki yolsuzluklara tepki gösterdi. Her ne kadar bu eylem
öncesinde, Medici ailesini Floransa’dan, Borgialı Papa VI. Alexander’la
mücadele eden Aziz Dominikçiler tarikatına mensup isyankâr keşiş Girolamo
Savonarola gibi kişiler benzer eylemler gerçekleştirmişse de Luther’in bu
kendisine has protestosu, Protestan Reformu denilen hareketin fitilini
ateşledi. Bu hareket, dünya nimetlerine tamah etmiş, kötü, dinî görevleri sağa
sola satan kiliseye başkaldırdı. Hakiki ve saf Hristiyanlık adına isyan eden
Luther, Ortaçağ’ın Katolik Kilisesi’ndeki yalancılığa ve riyakârlığa karşı
mücadele etti.
Dört yüz yıl sonra, 1917’de ise toplumu kapitalist
sömürüden ve çarın zulmünden kurtarmak adına hareket eden Bolşevikler, Lenin’in
liderliğinde devlet iktidarını aldılar ve “tüm iktidarın sovyetlere
devredilmesini” istediler. Bu Marksist-Leninist proleterlere göre işçi ve
köylülerden oluşan ulusu ne aristokrasi ne de Kerenski’nin kısa ömürlü
hükümetinde görüldüğü üzere, burjuvazi yönetebilirdi. Başta demokratik işçi
şuraları bulunmalıydı.
Rus halkını sömürüp ona zulmeden Romanof hanedanlığı,
yüzlerce yıl halkın emeğini sömürmüştü. Bu ailenin iktidarı, savaştan bıkmış,
aç kitlelerin ayaklanması sonucu yıkıldı. “Ekmek, barış, toprak” sloganını atan
kitleler, zenginlerin ve imtiyazlıların ayaklarına kapanmayacaklarını ilân
ettiler. Bu noktada Romanofların doğal efendiler olduklarına ve krallık idaresinin
tarihin bir sonucu olduğuna dair o eski ideolojiyi ellerinin tersiyle ittiler.
O tarih, devrimci sınıf mücadelesiyle alaşağı edildi.
Elli yıl sonra, 1967’de, Amerika’nın desteklediği
Kübalı diktatör Fulgencio Batista’nın 1959 devrilmesini sağlayan devrime
katılan Arjantinli doktor ve devrimci komutan Ernesto Che Guevara, Bolivya’da bu
ülkedeki askeri hükümetin ve CIA’in aslen Kübalı Félix Rodríguez liderliğinde
yürüttüğü harekât üzerinden katledildi. Kendisini vuran kişiye Che şunu
söyledi: “Vur beni korkak, sadece bir insanı öldürmüş olacaksın.”
Kendisini devrim davasıyla birlikte tanımlayan,
insanlığın kurtuluşu davasına kendisini adamış olan Che, kurtuluşa, adalete,
kapitalist sömürünün ve emperyalist zorbalığın sona ermesine dair güçlü bir
imge hâline geldi. Zamanla Üçüncü Dünya’nın zulme karşı mücadelesi, Che ile
birlikte anılmaya başlandı. Che’nin siması, solcu her isyanda karşımıza çıktı,
zira ondaki statükoya yönelik itaatsizlik, tüm insanların hayatı için kıymetli
bir toplum vizyonuna bağlılığı ifade ediyordu.
Bugün Batı toplumu, kendi hayatındaki ve
çalışmalarındaki peygambervari, Sokratik detayları unutmuş olsa bile, Batı’da
yaşayan insanlar olarak biz, Martin Luther, Vladimir İlyiç Lenin ve Ernesto Che
Guevara gibi isimlere aşinayız. Luther, Lenin ve Che gibi isyancı bireylerin
hatırası isimlerini bildiğimiz birer hayalet misali aramızda dolaşır,
varlıklarını belli belirsiz hissederiz, ama bir yandan da piyasanın yön verdiği
tüketim toplumunda, bu gaflet toplumunda yaşadığımız rutinleşmiş hayatımızı
doğrudan etkilemediği için onları görmezden geliriz.
Konuların yüzeysel geçildiği tarih derslerinde
öğrendiğimiz bu devrimci isimler, uyurgezer Batı toplumunun pek aşina olmadığı
milyonlarca insanın hayatında muazzam etkiler bırakmışlardır. Bu devrimcilerin
isimlerini bilmeyiz, ama Uber şoförünün, restorandaki garsonun veya banka
memurunun ismini biliriz. Frankfurt Okulu’nun görüşleri açısından bakıldığında
bu, affedilmesi mümkün olmayan bir durumdur.
Çünkü azınlığın özgürlüğü herkesin özgürlüğünü
gölgede bırakıyor, o hâlde Batı dışında kurtuluş mücadelesine cansuyu olan
devrimci güçleri anlamamız gerekmektedir. Proletaryanın ve prekaryanın
kurtuluşu, Batı dışındaki insanların kurtuluşuna bağlıdır. Batı dünyasında
yaşayan insanlar olarak bizler, bir dünya bilinci geliştirmeli, batıcı
narsistliğimizi geride bırakmalıyız. Tıpkı Malcolm X’in yaptığı gibi biz de
enternasyonalist olabilmeli, böylelikle kurtuluş davasının dünyanın lanetlileri
ve ezilenleri arasında ittifaklar meydana getirmesini sağlayabilmeliyiz.
Bu noktada incelememiz gereken bir devrimci de Ali
Şeriati’dir. Devrimci bir sosyolog, entelektüel ve eylemci olarak Şeriati, İran
Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin devrilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu
Amerika’nın kuklası olan rejimi 1953’te başa CIA ve MI6 getirmiş, bunun için seçimle
işbaşına gelmiş olan başbakan Dr. Muhammed Musaddık devrilmiştir.
Emperyalistlerin bu yasadışı eylemi sayesinde Ortadoğu’nun en zalim
diktatörlüklerinden biri tesis edilmiştir.
Che Guevara’nın öldürülmesinden tam on yıl sonra,
1977’de, Ali Şeriati’nin saraya karşı mücadelesi aniden sona ermiş, Şah’ın
hapishanesinden çıktıktan kısa bir süre sonra Britanya’nın Southampton şehrindeki
bir hastanede “bilinmeyen sebeplere bağlı olarak” ölmüştür.[2] Şeriati’nin
erken ölümüyle birlikte, samimi bir müceddidin, en önemli Müslüman modernleştirici
ve reformistin hayatı da son bulmuştur.[3]
Batı’da isimleri ve düşünceleriyle aramızda dolaşan,
yukarıda andığımız devrimcilerden farklı olarak Şeriati’nin kendi ülkesinin
Batı hâkimiyetinden hem politik hem de ekonomik düzlemde kurtulmuş olmasına
yaptığı katkıyı bugün de görmek mümkündür.
Siması Humeyni ve halefleri gibi, bugün hükümet
binalarını, evlerin odalarını süslemese bile Şeriati’nin dili ve idealleri
birer tohum gibi toprağa işlemiştir, dolayısıyla bugün Şii mollalardaki gelenekçilik,
onun devrimci nüfuzu olmaksızın günümüz Şiiliğini tam anlamıyla
kavrayamamaktadır. Şeriati’nin en önemli Şii din adamı olan Ayetullah Humeyni
üzerindeki etkisini kimse inkâr edememektedir.[4]
Birçok yönden Ayetullah Humeyni ve ondaki İslam
anlayışı, devrimci sınıf bilinci anlamında Kızıl Şiilikle yoğrulmuştur. Şeriati’nin
bu Şiilik anlayışı üzerindeki etkisini bugün bile görmek mümkündür.[5]
Şah döneminde Şeriati, tüm
bir kuşağa, direnişin İslam’ın temel ilkesi olduğunu, bu ilkeye uymanın, zalim
düzene boyun eğmemenin ulusal kurtuluş mücadelesi verenler açısından sadece
devrimci bir görev olmadığını, aynı zamanda dinî bir pratik olduğunu
öğretmiştir. Şeriati’ye göre Müslüman olmak başkaldırmak, başkaldırmaksa
Müslüman olmak demektir.
Dustin
J. Byrd
[Kaynak:
Ali Shariati and the Future of Social
Theory: Religion, Revolution, and the Role of the Intellectual, Brill,
2017, s. 98-101.]
Dipnotlar
[1] Roger Griffin, The Nature of Fascism. (New York: Routledge, 1993), s. 1–55.
[2] Ali Rahnema, An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shariʾati. (Londra: I.B. Tauris Publishers, 2000), s. 330–370.
[3] Ali Rahnema (Ed.), Pioneers of Islamic Revival. (Londra: Zed Books, 2008), 9. Bölüm.
[4] Dustin Byrd, Ayatollah Khomeini and the Anatomy of the Islamic Revolution in Iran:
Towards a Theory of Prophetic Charisma. (Lanham, md: University Press of
America, 2011), s. 77–107.
[5] Şeriati’yi küçük gören kimi mollalar Humeyni’ye
Şeriati’nin eserlerinin “İslam dışı” olduklarını söylemesi için baskı
yapmıştır. Ancak, Şeriati’nin hayat hikâyesini kaleme alan Ali Rahnema’nın
aktardığına göre Şeriati’nin mevcut tüm eserlerini okuyan Humeyni mollaları da
eleştiriyor olmasına rağmen, Şah’ı eleştiren en etkili isimlerden biriyle karşı
karşıya gelmek istememiştir. Rahnema, An
Islamic Utopian, s. 275.