18 Mart 2022

,

Asalak İmparatorluk


Kovid’den önce benim çocuklarımın da gittiği okulda ırkçılıkla ilgili sorunlarla karşılaşılıyordu. Hatta okuldaki öğretmenler, siyahî öğrencilere yönelik aleni ırkçı saldırıları görmezden gelmekle suçlanmışlardı.

Irkçılık öyle yaygınlaşmış ki okul mesele ile ilgili olarak, ebeveynlerin öncülük ettiği bir komite üzerinden öğrencileri bu yönelimlerinden kurtarmak için çalışma başlatmak zorunda kalmıştı. Ne var ki okul mezunu siyahîler, söz konusu komiteyi de ırkçı bulup eleştirmişlerdi.

Bana o günlerde bu süreç, Demokrat Parti için yürütülen, şirketler eliyle desteklenmiş politik kampanyanın basit bir bileşeniymiş gibi gelmişti. O günlerde yumruklarını havaya kaldırıp “Siyahların Hayatı Önemlidir” diye bağıranlar, zamanla Yurtseverlik Kanunu ve bilcümle ceza kanununun mimarı olmakla övünen Joe Biden’ın destekçileri hâline geldiler. Oysa okuldan hapishaneye uzanan yolun da, “terörle mücadele” denilen ırkçı ve sömürgeci saldırının da, hapishane-sanayi kompleksinin de mimarı Biden’dı.

İşin tuhaf yanı, her şeyin yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor olması. Sonuçta o komitenin faaliyetlerine katıldığım için sonrasında kendimi epey kötü hissetmiştim.

“Siyahların hayatı önemlidir” diyen bu okul, bugün katı aşı politikasını uygulama kararlılığı içerisinde.

Oğlum dedikoduyu sevmez, kimsenin arkasından da konuşmaz. Ama geçen gün tüm okulun henüz deney aşamasında olan aşıları olmadıkları için birkaç çocuğu ezmeye çalıştığını söyledi. Oğlum daha önce de zor günler geçiren Siyahî arkadaşı için de üzülmüş, ırkçı saldırılara maruz kaldığı için öfkelenmişti.

Irk ve Kovid aşıları ile ilgili buna benzer çok fazla olay yaşanıyor.

Aşı yaptırımlarının insanları kapalı alanlarda yapılacak aktivitelerden uzak tuttuğu New York şehrinde Siyahların neredeyse yarısı bu deneysel aşıyı olmayı reddetti. Bugün Siyahların yarısını kapalı alan aktivitelerine almamaya kim nasıl kılıf bulacak? Bunun adı nedir?

Ortada yaptırım ve dayatma olmamasına karşın bazı işyerlerinin aşısız insanları mekânlarına almaması yanlış bir uygulama. Oysa Kovid’e yakalanma riski obez, yaşlı ve kronik durumda olmaya göre farklılık arz ediyor.

Bugün bilim insanları ve doktorlar, aşıların güvenli olup olmaması yanında verimli olup olmadığını da tartışıyorlar.

Ama bugün kendilerine “cemaat lideri” diyen bazı işyeri sahipleri, büyük ilâç tekelleri için çığırtkanlık yapıyorlar ve kendince tercihte bulunan insanları eleştirip birilerine dalkavukluk yapıyor, buradan da toplumsal hiyerarşide yukarı tırmanmış olmalarıyla övünüyorlar. Oysa bu süreçte ABD’de Siyahîlerin sahip olduğu küçük işletmelerin yüzde kırkı kapandı.

Bugün virüsle mücadele maskesi takan saldırganlar, her şeyi kendilerince yeniliyorlar. Kimse, suçla, uyuşturucuyla vs. mücadele dâhilinde nelerin olup bittiğini görmüyor.

Evde çalışma imkânı bulan veya çalışmama şansına sahip imtiyazlı insanlar için Kovid dönemi rahat geçti. Ama bu insanlar söz konusu rahatlığa, oligarşi lehine işleyen ekonomik yeniden inşa sürecinin çilesini çekenlerin hilafına kavuşabildiler.

Bu dönemde eşi benzeri görülmemiş bir servet transferine tanık olundu. Zaten sömürülen halkın elinde olanlar, aşırı zengin ve güçlü insanların avuçlarına aktı. Bir yandan da bu zenginlerin ve muktedirlerin hayalini kurdukları neoliberal yeniden yapılanma projesi, hayatları kurtarma bahanesiyle uygulamaya konuldu.

Sömürü ve boyun eğdirme pratiğinin sahip olduğu mekanizmanın bu denli basit olduğunu görünce insanın morali bozuluyor doğrusu. Zengin oligarklar öyle güçlüler ki her şeye onlar sahipler. Medya onların. Siyaset onların. Hükümetler, bilim insanları, ordu, onların.

Her şeye sahip olan bu insanlar bize güçler ayrılığına saygı göstermemiz gerektiğini, bizim “temsilî demokrasi”ye güvenmek zorunda olduğumuzu, her şeye sahip olan kişilerin atadığı Anayasa Mahkemesi’nin yönettiği hukuk sistemine itaat etmeye mecbur olduğumuzu söylüyorlar.

Burada tek mesele bizi bölmek, zenginleri ve muktedirleri kapitalizmin rahipleri olarak kutsamak. Çünkü her şeye onlar sahipler, tüm yetkiler onların elinde, buna karşılık halk güçten de yetkiden de mahrum.

ABD’de halkın gücünü şirketlerin kölesi olmuş, pisliğe gömülmüş iki politik parti temsil ediyor. Aslında bu partiler halkı temsil etmiyorlar, ediyormuş gibi yapıyorlar.

Kapitalizm çerçevesinde birbiriyle mücadele ediyormuş gibi görünen, şirketlere ait iki parti üzerine kurulu mekanizma, “demokrasi” temsilini sahnelemede öyle mahir ki ABD’de toplumsal dinamikleri bu temsil olmadan tartışmak bile mümkün değil.

Bir Amerikalının ideolojik eğiliminin ne yönde olduğunun bir önemi yok. Tarihsel efsanelerin, piyeslerin, savaş müsamerelerinin, milliyetçi duygularla yoğrulmuş destanların, Amerikan bayrağı önünde yapılan saygı törenlerinin biçimlendirdiği hayat denilen sahne, herkesin bir biçimde içselleştirdiği otoritenin bir parçası aslında. Bu otorite bu ülkede doğmuş olanların zihinlerine kök salmış, bedenlerine sinmiş bir şey.

Bugün birçok muktedir ve zengin, Demokrat Parti ile iltisaklı. Bu noktada Jeff Bezos, Mark Zuckerberg, George Soros, Bill Gates gibi isimleri sıralamak mümkün. Oysa patronların çıkarlarını Cumhuriyetçi Parti’nin temsil etmesi beklenirdi. Son açıklanan rakamlar ana yönelimi ortaya koyuyor sanki:

“ABD’de son açıklanan, gelirin partilere göre dağılımı şu şekilde: bugün yıllık 500.000 doların üzerinde gelir elde eden vergi mükelleflerinin yüzde 65’i Demokrat Partili şehirlerde, yıllık 100.000 dolardan az gelir elde edenlerin yüzde 74’ü ise Cumhuriyetçi Partili şehirlerde yaşıyor. Buna bir de zaten herkesin malumu olan şu gerçeği de eklemek gerek: tüm ülke genelinde kongreye temsilci yollayan on en zengin şehrin hepsinin temsilcisi Demokrat Partili.”

Esasında insanların politikmiş gibi davranmalarının bir önemi yok. Yani tümüyle sermayenin elinde olan partilerden birine alkış tutmanız beyhude. Çünkü sizin paranın toplumsal kurumları nasıl kontrol ettiği, değerlerimizin, inançlarımızın ve kurallarımızın yönetici sınıfın çıkarlarınca nasıl belirlendiği, ekonomik kast düzeninin pratikte paranın ve şiddetin hükümranlığını daim kılmak için kapitalizme özgü yükümlülükleri nasıl dayattığı konusunda kafa yormanız istenmiyor.

İster inanın ister inanmayın, bugün bu türden bir muhakeme ve anlayış tarzı “komplo” olarak damgalanıyor. Şirketlerin işledikleri suçlardan, sonu katliamlarla neticelenen komplolardan vs. bahsettiğinizde size deli muamelesi yapılıyor.

Oysa her şey tüm çıplaklığıyla olup bitiyor. Kendilerini istisnai varlıklar olarak gören zenginler, şirketlere hizmet eden siyaseti haklılık iddiaları üzerinden hüküm altına alıyorlar. Liberal siyaset, nazik ve kibar yüzüyle sömürgeciliği sürekli kılıyor. Bunlar olurken birileri çıkıyor, sömürüye dair Marksist analize “komplo” diyor.

Kapitalizmin verili mekanizmasını gizleme eğilimi, Kovid döneminde uygulanan kapanmalar ve aşılar ile ilgili zorlamalara karşı çıkanlarda karşılık buluyor. Bu sürecin öteki tarafında duranlar, aşı ve kapanmalara karşı çıkanlar açısından tüm bu seferberlik hâli “komünist bir girişim”den başka bir şey değil.

Haklılar. Dünya Ekonomi Forumu, IMF, Dünya Bankası vs. üzerinden kendi çıkarlarını daim kılmak adına komplolar tezgâhlayan o tutucu kapitalistlerin hepsi bugün komünist. Peki uygun bir adım mı bu? Kapitalizm oportünizm olmadan yapamaz.

Yaşanan her şeyin belirli bir anlamı ve yeri var. Kapitalist spektrumun her iki ucunda duran faşistler ve sosyal demokratlar, her zaman kapitalist hegemonyayı daim kılmak için mücadele ettiler. Günün sonunda bunların nihai hedefi, kapitalist kast hiyerarşisini ve kendilerinin bu hiyerarşi içerisindeki haklı konumlarını kalıcı kılmak.

Emperyalist hegemonyanın hızını dengeli seyreder kılmak adına bazen sol bacak öne atılıyor bazen de sağ bacak. Zaten tam da bu sebeple Trump, Hilary Clinton eliyle var ediliyor, Trump da Demokrat Parti’ye varolma gerekçesi sunuyor.

Bir sol bir sağ… İmparatorluk, ağırlığını bir sola bir sağa vererek ilerliyor. Emperyalizmin savaş arabasını birlikte yürütürken her türden devrimci çıkışa onu aşağı çeken, iftiralarla, karalamalarla boğmak isteyen sözlerle saldırıya geçiyorlar.

Sol da sağ da kapitalizmin zorunlu olarak yapacağı işlere bağlı olduğu ölçüde mücadeleden ve tartışmadan kaçıyor. Şirket medyası, tüm söylemin bu dinamiğe uygun dillendirilmesini güvence altına alıyor. İlgili dinamiğin parçası olmayanlarsa her iki açıdan şeytanlaştırılıp birer “kafayı kırmış” aşırıcı ve öteki” olarak takdim ediliyorlar.

Peki bu imparatorluk, bu otoriteyi simgeleyen haleyi başına nasıl geçirdi? İmparatorluk, hiç şüphelenilmeyen “iyi insanlar”ı ben koruyorum hilesine başvurarak yaptı bunu.

Örneğin halk için hiç de sır olmayan yollardan katillere “gizlice” para akıtırken o halka “teröristler geliyor” dedi. Halk da bu sözün altındaki mesajı hemen aldı: “Evet anladım. Koruma bedelini ödemeliyim, yoksa ayvayı yerim.”

Örneğin halka “salgın kapıda” dediler, sonra da onu aşı olmaya zorladılar. Halk karşı çıktığında ise insanlar işlerinden atıldı, aileler bölündü, lokantaya gidip yemek yiyemediler vs. Otoriteye onun belirlediği araçlarla “sağlıklı” olduğunuzu kanıtlayana dek hepiniz tehlikeli ve hastalıklı bir unsur olarak damgalandınız.

Bu noktada masumiyet karinesi de insanların bilgilendirilerek rızasının alınması zorunluluğu da hükmünü yitirdi.

Otorite, insanların suçlu olduğunu herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde ispatlamak zorunda. Çünkü aksi takdirde insanlar keyfi bir biçimde herhangi bir suçu işlediği iddiası üzerinden suçlanıp cezalandırılabilirler. Bilgilendirme sonrası rızası alınmayan insanlar, kendilerine “atla” denildiğinde uçurumdan aşağıya atlamaya zorlanabilirler.

İnsanların hayatları ve ölümleri konusunda kararlar veren feodal ağalar hemen kendilerini tanrı katına yerleştirdiler. Hatta bir siyasetçi, Kovid “aşılar”ını Tanrı’nın gönderdiğini söyledi. Medyatik isimler, aşı olmayanları “doğa kanununa karşı gelmek”le, bilimi ayaklar altına almakla suçladılar ama bir yandan da Bill Gates ve onun gibi zehir tüccarlarını tanrılaştırdılar.

Bugün görünen o ki bu sahte “demokrasi” çöpe atılmış, onun yerine faşist düzeni andıran, olağanüstü hâl” ve kararnameler üzerine kurulu bir düzen almış.

İnsanlığın ve Doğanın Sömürgeleştirilmesi

Peki tüm bunlar nasıl mümkün oldu? Kapitalistlerin saldırıları kademeli olarak gerçekleşti. İlkin kapitalizm, toplumları istikrarsızlaştırmak, onlara sızmak ve parçalamak amacıyla bir saldırı gerçekleştirdi. Toplumların dokusunu tahrip eden kapitalizm, hayatî önemi haiz kurumları işlevsizleştirdi.

Önce kapitalizm, işgalcilerin suni toplumsal ilişkileri kuran, kaynakları temin eden, gerçekleri şekillendiren yeni tedarikçilere dönüştükleri zemini oluşturdu. Ardından sömürgeciler, halkları sömürmek ve onları teslim almak için kendi inançlarını, kurallarını ve değerlerini kullanarak o halkları evcilleştirdiler.

Toplumsal kurumlar sermayenin eline geçti. Halka hizmet eden yönlerini, ana işlevlerini yitiren bu kurumlar, sonrasında oligarklara satılarak yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet eden mekanizmalara dönüştürüldüler.

Sürecin her aşamasında insanlar harekete geçirilerek onların kendi kurumlarını tahrip edip yeniden oluşturmaları, böylece yönetici sınıfa hizmet eden sahte kurumlar eliyle evcilleştirilmeleri sağlandı.

Şirketlere çalışan STK’lar, düşünce kuruluşları, satılık akademisyenler, bilim insanları ve şirketlerin kölesi siyasetçiler bu konuda yardımlarını hiç esirgemediler. Halk, eğitim hizmetinden işte bu şekilde kopartıldı. Halk, sağlık hizmetlerinden işte bu şekilde uzaklaştırıldı. Siyaset halktan bu şekilde kopartıldı.

Halka ait kurumlar bile isteye kaynaklardan mahrum bırakıldı ki bu kurumlar işleyebilmek için zenginlere ve muktedirler bel bağlasın. Sonrasında yaşanan özelleştirme ve şirketleşme süreci kurumları, kâr, beyin yıkama ve evcilleştirme yönünde çalışan yapılara dönüştürdü.

Ne kadar çok finans düzleminde mücadele verirseniz sömürü girdabına o kadar çok kapılırsınız. Kapitalist hiyerarşinin dayattığı tuhaf bir gerçekliktir bu. Bu gerçeklikte kapitalizmin dayattığı zorunluluklara itaat edenler, müesses nizamı alaşağı edenleri baskı altına alıyor.

Bunlar olup biterken imtiyazlı konumda olanlarsa statükoyu koruma altına alıyorlar. Böylece fikirler, ideolojiler, dinler ve insanlar hiyerarşiye tabi tutuluyor. Kast sistemi imparatorluğun her yanına siniyor. Muhalif unsurlar, muhalif fikirler, ideolojiler, dinler ve insanlar sistematik olarak, yapısal düzlemde ezilirken imparatorluğun hayrına olanlar ön plana çıkartılıyor.

İnsanlar ne tür sonuçlarla yüzleşeceklerine bakılmaksızın oligarkların çıkarlarına hizmet etme yarışına girmeye zorlanıyorlar.

İnsanların beyinleri yıkanarak onların halkı iktidara taşıyan sosyalizmden nefret etmeleri sağlanıyor, buradan da insanlar, kendilerini boğan ve kapitalizm denilen sistemi arzulamak durumunda kalıyorlar. Sosyalizmin pratikte toplumumuzda şeytanlaştırılma sürecindeki aşamalara ait özeti şu şekilde sunmak mümkün:

1. Emperyalizmin sosyalist ülkelere yönelik saldırılarının sonuçları üzerinde dur, sonra da sosyalizmin işe yaramadığını iddia et.

Örnekler:

Bu ülkelere ekonomik yaptırımlar uygula, sonra da onların ekonomilerinin felâket olduğunu söyle.

Bu ülkeleri istikrarsızlaştırmak için oralara ölüm timleri gönder, sonra da batı hegemonyasının düşmanı olan insanları “güçlü adamlar”, “diktatörler” veya “kasap” olarak nitele.

Hükümetleri kapsamlı propaganda kampanyalarla yıkmaya çalış, sonra da bu hükümetlerin zalim olduklarını söyle.

2. Hiçbir ideolojinin, ülkenin veya hükümetin kusursuz olmadığını söyle, böylece batılı yönetici sınıfın ve tüm kapitalist hegemonyanın sistemsel ve yapısal düzlemde dayattığı zulmü, adaletsizliği ve insansızlığı görmezden gel.

Örnek:

Sosyalizm ve kapitalizmin tarihsel düzlemde olmasa bile pratikte aynı olduğunu söyle. Kapitalizmin birikmiş servet ve gücü elinde bulunduran güçlerce yönetilen bir sistem olduğu, kendisini küresel ölçekte emperyalizm olarak ortaya koyduğu gerçeğini gizle.

Tarihsel düzlemde sosyalizm, emperyalist sömürü ve teslimiyete karşı koymak için vardır. Sosyalist ülkeler, emperyalizme bağlı örgütlü güçlerin ağır saldırılarına maruz kalmışlardır. Emperyalistler sosyalizmle kapitalizmi birbirine denklerken esasen herkesin gözü önünde işleyen bu türden tarihsel dinamikleri görmezden gelmekte, bir yandan da kapitalizmin doğasını ve sahip olduğu mekanizmayı örtbas etmektedirler. İlgili konum, çoğunlukla “totaliterizm” kelimesinin kullanımında karşılık bulmaktadır.

“Totaliterizm” terimi, batının kültür dünyasında normalleşmiştir, ancak o daha çok gerici güçler tarafından kullanılmaktadır. Gerici güçler ilgili kavramı, kapitalizm çerçevesi dâhilinde hareket eden faşizmle sosyalist ülkeler eşitlemek için devreye sokmaktadırlar. Buradaki niyetse sosyalist ülkeleri şeytanlaştırmak yönündedir.

Tüm şiddetin kapitalist hegemonyanın sosyalist bir ülkeyi hedef almasıyla sona ereceğini söyle, emperyalist hegemonyanın sosyalist ülkeyi o ülke özsavunma süreci içine girmediği noktada yıkabileceği gerçeğini de asla unutma.

Batının hegemonyasına karşı çıkan politik liderleri şeytanlaştır, “Batı zalim olsa bile diktatörler de kurtarılmaya değmezler” de.

3. “Sosyalizm”i kendi bütünlüğü içerisinde şeytanlaştırmak için duygu yoğunluğu olan kişisel hikâyelerden istifade et, sosyalizmin halkın çıkarları için mücadele eden yönünü görmezden gel, emperyalizme hizmet eden dinamikleri es geç. Kapitalist medyanın imparatorluk dâhilinde kendi konumlarını güvence altına almak adına ülkelerine ihanet edenlerin gerici seslerine kulak ver.

Örnekler:

“Dedemi komünistler öldürdü.”

“Ailemi sosyalist rejim hapse attı.”

Şu, şu bir de şu kendi insanlarını öldürüyor. Biliyorum çünkü oralıyım, sen değilsin.”

4. Kapitalizme hizmet eden toplumsal kurumların söylediği propaganda yalanlarına bel bağla.

Örnekler:

Sosyalistleri alaya al, onları taşla, onlarla dalga geç. Bu tavrın yaslandığı anlayış tümüyle normaldir, dolayısıyla izahtan varestedir. İspat yükümlülüğü ise anlayışı eleştirenlere aittir.

Birinci, ikinci ve üçüncü maddedeki işlemleri propagandatif yalanlara başvurarak yerine getir.

Peki, yönetici sınıfın bencil dürtülerinin yönettiği, sağa sola salına salına yürüyen bu devasa canavar nereye gidiyor? İnsanlığı ve doğayı dijitalleştiren, finansallaştıran ve transhümanizmin konusu kılıp onları sömürgeleştiren bu canavarın amacı, hepimizi dijital bir hapishane içerisine tıkmak mı? Bu canavar, Çin’e savaş açacak mı?

Herkesi endişeye sevk eden birçok önemli mesele var. Bu meseleleri maalesef kimse inceleme gereği duymuyor. Düşüncelerimiz, kanaatlerimiz sistematik bir biçimde, yapısal açıdan kapitalist kurumlarca şekillendiriliyor, böylece kapitalizmin genel çerçevesine uyum sağlıyor.

Kendi ekmeği için mücadele eden insanlar pahasına emperyalizm, her şeyi kendi lehine çevirmeyi biliyor.

Kapitalistler bizi dövüyor, sonra biz birbirimize düşüyoruz. Mücadele edince de kendi insanımıza saldırmak durumunda bırakılıyoruz. Bunun sebebi, kurumlarımızın sömürgeleştirilmiş olması.

Şirketlerin kurduğu politika sahnesinde şirket yanlısı Biden ile TV yıldızı Trump arasında yapılacak tercih için milyar dolarlar harcanıyor. Tıpkı sosyalizm, komünizm ve Marksizm gibi bizim istediğimiz şekilde işleyecek politikayı uygulama iradesi de kötüleniyor.

Son salgında doktorlar ve hemşireler suça ortak olmaya zorlandılar. Tedavi seçeneklerini daraltmak zorunda bırakıldılar. Ivermectin veya HCQ gibi ilk başta kullanılan ve sayısız insanın hayatını kurtaran ilâçlar “koca karı ilâcı” denilerek alaya alındılar, böylece deney aşamasındaki gen tedavisi ilâçları için acil kullanım statüsü alındı.

Bu süreçte Kovid aşılarından kaynaklı ölümlerin üzeri örtüldü. Sağlık uzmanları, insanların ölümüne neden olan solunum cihazlarını, remdisivir gibi öldürücü ilâçları ve kimi ağrı kesicileri kullandılar. ABD’de bu kadar çok insanın ölmesinin nedeni, her yıl görülen solunum hastalığına gizli bir katil olarak obezitenin eşlik etmesiydi.

Bu insanlar, kurum içerisindeki konumlarını korumak için ne kadar çok çaba sarf ettiyse o kadar çok tavizde bulundular. Bazı doktorlar, bilim insanları ve sağlık uzmanları kendi mesleklerini korumak istediler, bu sebeple virüsle ilgili hakikati dillendirildiler, ama bu insanlar sansüre, saldırılara maruz kaldılar, işten atıldılar, öte yandan emirlere uyanlarsa, kâr dürtüsüyle şekillendirilmiş tedavi protokolleriyle hastalarını öldürmeye devam ettiler.

Oligarkların yön verdiği, onlar için işleyen bir sistem, bundan başka bir şeye yol açamazdı.

Oligarkların sömürü programları birçok alanda krize yol açtı: çevre krizi, sağlık krizi, barınma krizi, ekonomik kriz, psikiyatri krizi vs. Yönetici sınıf, esasen daha fazla kâr elde etmek, iktidarını perçinlemek ve kapitalizmin yolunu yeniden çizmek için önceden hazırladığı şirketlerden yana “çözüm önerilerini dayatmak amacıyla bu krizlerin içinden birini seçip onun arkasına saklandı.

Süreç dâhilinde oligarklar, hayatî önemi haiz toplumsal kurumları yok ediyorlar ve onların evcilleşmesi için yeniliyorlar. Seçilmiş olan krizden ve onunla bağlantılı şirket yanlısı programlardan başka hiçbir şeyin önemi yok. Kapitalizmin yolunun yeniden çizilmesi ve kapitalist hiyerarşide yeni bir ayarlama yapılmasıyla diğer krizler de derinleşiyor.

İnsanları sömürüp onları boyunduruk altına aldıkları sürece krizler bitmeyecek. Krizler yolunu kolayca açmayı bilenler için bir engel değil, aksine krizler, bu tür güçler için fırsatlar sunuyor. Üstelik bu güçlerin süreç dâhilinde kaybedecekleri bir şey de yok.

Onlar bizi kendi kurumlarımızı yok etmeye zorluyorlar, kendi işlerini bize yaptırıyorlar. Bizi sokacakları kafesleri bize yaptırıyorlar. Kurumları isterlerse satın alıyorlar, alamıyorlarsa onları yok ediyorlar, geriye kalanları alıp satıyorlar, onları farklı bir ambalaja koyup yeniden halka satıyorlar.

Kendi aramızdaki bağlar koptukça, doğayla ve toplumla ilişkimiz kalmadıkça yönetici sınıfın eline geçen kurumların beyin yıkama faaliyetlerinin ve propaganda çalışmalarının kurbanı oluyoruz. Psikoloji denilen bilim, bireyleri davranışları kapitalizme uygun kılma sürecinin dayattığı zorluklara uyumlu kılmak için kullanılıyor.

Sosyoloji, kapitalizmin genel çerçevesi dâhilinde kolektif davranışları biçimlendirmek için devreye sokuluyor. Ekonomi ise kapitalist hâkimiyeti meşrulaştırmak için kullanılıyor. Siyasetin amacı ise feodal hiyerarşinin normalleştiği süreci belirli ritüellere, törenlere tabi kılmak.

Bugün biz bilimin sömürü ve boyun eğdirme amacıyla kullanıldığına tanıklık ediyoruz.

Davranışlarımız, büyük ölçüde müesses nizamın belirlediği toplumsal ilişkilere, olgulara, kültürlere vs. dayanıyor. Hayatlarımızda yaşadığımız gerçek olaylara dair algımıza göre hareket etmiyoruz. Birçoğumuz hayatımızı, yapısal düzlemde kapitalizmin belirlediği ortamda otomatik pilot modunda yaşıyoruz.

Kovid süreci, hayatlarımızın bu yönünü tüm netliğiyle ortaya koyuyor.

Detayları ile izah edildiği vakit insanlar maske takıyorlar, sosyal mesafeye uyuyorlar, kapanma tedbirlerine göre hareket ediyorlar. Kişisel düzeyde ise birçoğumuz, dışarıda ölümcül bir salgın varmış gibi davranmıyoruz.

Öldürücü olduğu söylenen virüsün bulaştığı maskeleri biyolojik açıdan tehlikeli madde olarak görmüyoruz ve onları her yere atıyoruz. İnsanlar sadece bir restorana girmek için maske takıyorlar, sonra kapalı bir alanda hiç tanımadığı kişilerle birlikte yemek yemek için o maskeyi çıkartıyorlar.

Kapitalist çerçevenin gerçekte tüm algılarımıza yön veren ana ilke olduğunu küçükken öğreniyoruz. Virüs salgınında da görüldüğü üzere bu durum, bizi toplumsal hiyerarşide yukarıdan aşağıya yuvarlanma riskine maruz kılıyor.

Talimatlara uymak zorunda kalınca olgular, algılar ve uzman görüşleri devletin çıkarttığı kararnameler karşısında hükmünü yitiriyor.

İnsanlık ve doğa nesillerdir sömürgeleştiriliyor, varlığımızı derinden etkileyen bu süreç hızlanıyor.

Maddi gerçekliği temel alan algılardan mahrum kalmak, sonrasında yönetici sınıfın çıkarlarınca belirlenen zorunlulukları esas alan algılara sahip olmak, muhalifler arasında oluşan çatlakları daha da derinleştiriyor.

İdeolojik konumların marjinalleştirilmesi ve kapitalizmin uyguladığı zulüm kimilerini, başkaları için ne tür sonuçlara yol açacağına bakmadan, kendi koşullarını esas alan çözüm önerilerini dillendirmeye itiyor. Burada sınıfsal konum belirleyici bir rol oynuyor, ayrıca emperyalizmin şiddetine maruz kalanlara karşı olmak da o çözüm önerilerinin içeriğini belirliyor.

Bunun klasik bir örneğine Suriye’ye karşı başlatılan emperyalist savaş esnasında tanık olduk.

ABD’nin Suriye’ye yönelik müdahalesine birçok savaş karşıtı muhalif destek verdi. Kimileri, Suriye hükümetinin şeytanlaştırılması çabalarına ortak olduğu, kimileri de ABD destekli teröristleri yücelten ve onları Suriye devletinin uyguladığı şiddetin mağdurları olarak resmeden batı kaynaklı propagandaya teslim olduğu için böylesi bir konum aldılar.

Vaktiyle imparatorluğun düşmanlarından yana olanlar, bu süreçte anti-emperyalist konumlarını değiştirmek zorunda kaldılar. Siyasi spektrumun farklı kısımlarına ait olan isimler farklı bir tavır sergilediler. Örneğin Noam Chomsky ve Chris Hedges gibi “muhalif” addedilen isimler, hedef alınan ülkelerin liderlerini karaladılar, bu ülkelere yönelik şiddeti meşrulaştıran, hoş gören resmi propaganda dilini benimsediler. Chomsky ve Hedges, bugün de aşısızlar karşısında konum aldı ve onlara yönelik ayrımcılık yapılması gerektiğini söyledi, geçmişte Ortadoğulu liderlere yönelik sert eleştirilerine benzer eleştirileri yineledi.

Sonuçta da bu tür insanlar, ABD’nin başvurduğu askerî saldırılara ve Suriye içerisinde muhalif gruplara verdiği desteğe onay verdiler. Suriye’yi bombalamak ve çocukların başlarını kesen zorba teröristlere destek vermek suretiyle Suriyeli çocukları kurtardığını ısrarla dile getiren Amerikalılar, kendi hükümetine ve ordusuna destek sunan Suriye halkının büyük çoğunluğunun ödediği bedeli, gösterdiği fedakârlığı asla göremediler.

ABD’nin öncülük ettiği, Suriye hükümetine karşı başlatılan savaşın şiddetlenmeye başladığı momentte eylemciler kendi aralarında bölündüler.

Zamanla süreç terse döndü. Vanessa Beeley ve Eva Bartlett gibi bağımsız gazeteciler, Suriye’den geçtikleri haberlerde halkın çoğunluğunun hükümetin batı destekli teröristlere ve ABD’nin Suriye halkını birçok alanda boğan sömürgeci politikalarına karşı benimsediği politikaya onay verdiğini söylediler.

Tüm toplumumuzu, ama aynı zamanda küresel dinamikleri doğrudan hedef alan virüsle mücadele pratiği de bizi böldü. Başkasının algı ve bilgisini görmeyen algı ve bilgimiz, başkalarının ortaya koydukları eylem sürecini idrak edemememize neden oldu.

Günde sekiz saat, haftada beş gün hatta daha uzun bir süre maske takanların, işlerini korumaya çalışanların, işten atılmamak için zorla aşı olanların veya aşı olmadığı için işten atılmayı tercih edenlerin yüzleştikleri ağır güçlükleri aynı koşullarda yaşamayanlar, aynı bakış açısına sahip olmayanlar zerre anlamadılar.

Virüs salgını insanları birbirinden koparttı, konuşma hürriyetine mani oldu, toplanma hürriyetini ortadan kaldırdı, bir yandan da herkesi ayrıştırdı. Bugün ABD’de medyanın, aşısız olan aile üyelerimizle ve dostlarımızla bağlarımızı kopartmamızı söylüyor olmasında alınacak çok ders var.

Toplumlar, içinde öfkenin, hayal kırıklığının ve nefretin bulunduğu kaynayan birer kazan.

Üzücü olan şu ki mevcut durum ağır virüs tedbirlerine karşı çıkanlar için de iyi değil. Örneğin bazı insanlar, hükümetin emirlerini yerine getirenlere düşman gözüyle bakıyorlar. O insanların emirlere uymazlarsa ekmeklerinden olacaklarını görmüyorlar.

Tanıdığım bir bar sahibi müşterileri için aşı zorunluluğu getirilmesine cesaretle karşı çıkıyordu. Ama işletmesi elinden gitmesin diye emirlere uymak zorunda olan bu adamı kimileri alaya alıp onunla dalga geçtiler.

Bu iklim, kurucu toplumsal eylemlere mani oluyor. Yaratıcılık ve pratik araçları temel alan, insanlar arasında gerçek toplumsal ilişkilerin doğal yoldan gelişmesi önünde engel teşkil ediyor.

Gerçek bir mücadele, yaşanan olaylara yönelik kendiliğinden tepkileri ve gerçeklere dair gerçek gözlemleri talep eder. Nihayetinde belirli bir koşulun dışında duranlar, böylesi bir mücadeleyi öneremezler.

Halktan yana olan, genel stratejileri koordine eden, insanları sömürü mekanizmaları konusunda eğiten gerçek bir kurum yoksa bu tarz “saf kalalım” tavrı, yönetici sınıfın saldırılarına karşı koymak için birleşmek zorunda olanlar arasında ayrışmaya sebep olur, ayrıca varolan yabancılaşmayı derinleştirir.

Geçen yüzyıl içerisinde Lenin’in söyledikleri, bu bağlamda hâlen daha geçerlidir. “Saf kalalım” anlayışı, direnişin yegâne akla yatkın hedefi olarak şehadeti benimser, bu da yenilgici bir yaklaşıma yol açar.

Müesses nizam, bu mekanizmayı gayet iyi bilmektedir. ABD imparatorluğunun sosyalistlerin, komünistlerin ve Marksistlerin örgütlü çalışmalarına bu denli sert saldırmasının sebebi budur. Devrimci bir itkiye yol açma ihtimali bulunan her türden unsuru müesses nizamla birlikte taşladığımız sürece sömürü düzeninden asla kurtulamayız.

Amacımız, sömürü sistemini değiştirip yerine müşterek mutluluğumuza hizmet eden bir sistem inşa etmek. Biz insanlar olarak birbirine düşman olan varlıklar olmaktan kurtulmalıyız.

Bu noktada halkına karşı ele silâh alanlar ile bu şiddet sonucu aile fertlerini yitirenleri uzlaştırmayı bilen Suriye hükümetinden öğrenecek çok şeyimiz vardır.

Çin Düşmanlığı

Çin ve virüs salgısını konusunda iki yazı kaleme aldım. (ilk yazı, ikinci yazı) Bu konu başlığı güncelliğini ve önemini koruyor, çünkü Çin Batılı kapitalist hegemonya önüne dikilen en büyük engel olmaya devam ediyor.

Her ne kadar Çin küresel piyasa ekonomisine tümüyle entegre olmuşsa da Batı’daki neoliberalleşme ve finansallaşma süreci üzerinden Batı’nın kendisine ait toplumsal dokuya hükmetme ihtimaline karşı koymayı sürdürüyor.

Bu da bize “Çin kapılarını neden piyasa ekonomisine açtı?” sorusuna gerekli cevabı verme imkânı sunuyor. Çin, o kapıları tüm ekonomik faaliyetlerini Çin Komünist Partisi’nin emri altına aldıktan sonra açıyor. Çin’in bir yandan kendi halkının ihtiyaçlarını karşılamak adına ekonomiyi büyütmesine imkân sağlıyor, bir yandan da Batı propagandasının ülkeye sızmasına, Batı’nın yön verdiği karaborsanın gelişimine ve Çin’deki toplumsal yapının Batı kapitalizmi uyarınca yeniden yapılandırılmasına mani oluyor.

Bugün Çin karşıtı, Çin düşmanı onca lafın önümüze boca edilmesinin sebebini bu türden gerçeklerde aramak gerekiyor.

Batı’nın yürüttüğü tüm savaşlar nihayetinde doğaları gereği emperyalist savaşlardır. Bu tespit virüsle mücadele için de geçerlidir. Kapanmalara ve deneysel Kovid aşılarına karşı olduklarını iddia edenler de dâhil kapitalizm çerçevesi dâhilinde hareket edenler, kendi feodal ağalarına karşı çıkmak zorunda kaldıkları durumlarda bile, emperyalist düşmanlarına yönelik horgörüsünü ifade ederken aslında imparatorluğa bağlılıklarını ortaya koyuyorlar.

Tarihsel planda Batı kapitalizminin yoksulluk, uyuşturucu, terör gibi konu başlıkları üzerinden yürüttüğü, kendi yapısal bütünlüğünü yeniden biçimlendiren ve daim kılan mücadeleler, emperyalist dinamiklerle bağlantılı olarak yürütülüyor. Sloganlar ve sohbetler, her zaman anti-komünist/anti-sosyalist unsurları içeriyor.

Azınlıkları yıkıma uğratmak için sürdürülen uyuşturucuyla mücadele, bir yanıyla da ABD hegemonyasına karşı koyan Latin Amerikalı hareketlerin yok edilmesiyle ilgiliydi. Terörle mücadele, bir vakitler farklı düzeylerde ABD hegemonyası ile işbirliği yapmış olan Ortadoğu ülkelerinin yok olmasıyla neticelendi.

ABD, genel emperyalist çerçevenin dışında yaşama ihtimali bulunan tüm toplumsal ilişkileri ve bu ilişkileri inşa eden alternatif sistemi asla hoş görmüyor. Bu yaklaşım, milyonlarca insanın ölmesine neden oldu. Her yüz kişiden biri mülteci oldu. Ülkeler yok edildi.

Terörle mücadele süreci, aynı zamanda ABD içerisinde ırkçılığı ve yapısal şiddeti kurumsallaştırdı, aynı zamanda halkın Ulusal Savunmanın Yetkilendirilmesi Kanunu, Yurtseverlik Kanunu, gözetim devletinin inşası, polisin askerîleştirilmesi gibi başlıklar üzerinden hukukî haklardan mahrum kalmasına neden oldu.

Öte yandan Çin, sömürgeciliğin saldırılarına, sömürgeci savaşlara, kimyasal/biyolojik saldırılara, vekalet savaşlarına, propaganda kampanyalarına, rejim değişikliği operasyonlarına, ticaret ambargolarına, yaptırımlara, ekonomik savaşlara maruz kaldı, üstelik bu saldırılarla henüz gerçekleştirdiği devrimle sosyalizm yoluna girmeden önce tanıştı.

Çin her şeyi gördü.

“Çin suçludur”, “Çin sistemi kapıda”, Çin insan haklarını ihlal ediyor” gibi lafları bu sebeple duyuyoruz. Virüsle mücadele de aynı kural üzre işliyor. Bu mücadele de toplumumuzu oligarşiyi daim kılmak amacıyla yeniden yapılandırıyor, sömürü ve boyun eğdirme sürecine, bu dönemde de emperyalizmin belirli ülkelere uyguladığı şiddet eşlik ediyor.

Çin’in etrafında tam da bu sebeple yüzlerce askerî üs var. Tam da bu sebeple Hong Kong, Tibet ve Uygur konusunda bunca propaganda faaliyeti yürütülüyor, Tiananmen Meydanı konusunda yalan söylenmeye devam ediliyor, Çin’in milyonlarca insanını öldürdüğünü iddia eden apaçık yalanlara bu sebeple başvuruluyor.

Batı’da inşa edilen direniş hareketi, sömürü ve boyun eğdirme pratiğinin genel çerçevesi dışına çıkamadığı sürece pratikte ancak emperyalizme hizmet edebilir. Faşizmle sosyal demokrasi arasında salınmak da emperyalizmin emridir.

Emperyalizmin genel çerçevesi dâhilinde Nazi Almanyası’nı ABD’li patronlar besledi. Bunu SSCB’ye saldırmak için yaptılar. Sonrasında aynı patronlar, ABD’nin emperyalist hegemonyası için çalıştılar, bu konuda gerekli bahaneye kavuştular. Bu süreçte Nazilere hizmet eden bilim insanları, hatta kimi politik isimler ABD’ye getirildiler. Bugün oluşan ve emperyalizmin özü kadar tehlikeli olan bu ortam, hiç de yeni değil.

Bu, idrak edilmesi zaruri olan bir dinamik.

İdrak edemezsek, imparatorluğu daim kılacak, onun içerisinde gerçekleşen yeni bir salınımı mümkün kılarız. Dışarıdan bakıldığında Çin “Büyük Reset” denilen sürecin parçasıymış gibi görünüyor. Lâkin öte yandan Batılı güçler Çin’i askerî yönden kuşatmak için silahlanıyorlar.

Çin, Batı’nın yön verdiği finansallaşma ve neoliberalleşme sürecine teslim olması yönünde ciddi bir baskı altında. Bu süreç, SSCB ile müttefiklerin kuşatıldığı ve çevrelendiği süreci andırıyor. Anlaşılan o ki Çin bu dinamikleri gayet iyi analiz ediyor.

Muhtemelen bu faşist “Büyük Reset”, süreç içerisinde yeni dönemin ekonomi alanındaki Nazisini doğuracak, bu da muadiline Batı hegemonyası içerisinde ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası edindiği emperyalist statüye kavuşmasında olduğu gibi, belirli meşruiyet edinme imkânı sunacak. Tarihin tekrarlanma ihtimali mevcuttur. Böylesi bir ihtimal göz ardı edilemez. İyi ama imparatorluk tarafından yok edilecek yeni Nazi devleti olmayı kim ister?

Tüm aktörler bu dinamikleri idrak ediyorlar. ABD, müttefiklerinin kendi çıkarlarını tehdit etmesine izin vermez, ayrıca zaten bu ittifaklar imparatorluğun işlerini yapma görevini yerine getiriyorlar, üstelik onu memnun etme konusunda fazla hevesliler. Bu noktada büyük ilâç tekellerinin ürettiği aşılarla ilgili ağır tedbirlerin alınması yanında, dijitalleşme, finansallaşma ve dördüncü sanayi devrimi ile ilgili atılacak adımlar konusunda cevval olan Avustralya ve Kanada gibi ülkelere bakılabilir.

Belki de ilgili dinamikleri görebilmek adına bu aşamada İsrail’in emperyalist dinamikler dâhilinde oynadığı role bakmak gerekecek. İsrail rejiminin komşusu olan ülkelere uyguladığı şiddet, savaş üzerine kurulu ABD ekonomisine hizmet ediyor, bir yandan da emperyalist hegemonyaya meydan okuyanları cezalandırma işlevi görüyor.

İsrail, ABD koruması altında imparatorluğa hizmet eden, saldırgan bir bekçi köpeği olarak iş görüyor, ABD’nin suçlarını üstleniyor, bu sayede emperyalizm içi ilişkilerde varlığını sürdürme imkânı buluyor. İsrail bir yandan pandemiyle bağlantılı bir dizi tedbiri alıyor, bir yandan da virüsle mücadelesini tüm sadakati ve acımasızlığı ile sürdürüyor.

Virüsle mücadeleyi anlamak için emperyalizmin dinamiklerini anlamak gerek.

Bu esnada Çin ise emperyalist dinamikler içerisindeki konumunu net bir biçimde görüyor. Çin’in amacı, SSCB’nin çilesini çektiği, neticede onun yok olmasına sebep olan neoliberal yeniden yapılanma sürecini başlatmak değil. Çin, biyolojik saldırı, vekalet savaşı veya ekonomik savaş biçimi almış her türden sömürgeci savaşı kabullenecek bir ülke hiç değil.

Eğer Çin, ekonomi alanını kendisine has sosyalizmin bir parçası olarak görmeye devam ederse virüs salgını ile bağlantılı olarak Batı’da işleyen toplumsal, politik ve ekonomik yeniden yapılanma sürecinin yol açtığı dalgalarla boğuşma imkânı bulacaktır.

Çin’in Batı’dan gelebilecek biyolojik saldırılara karşı gerekli gördüğü hazırlıkları yapma kararı tümüyle kendisine aittir, bu karar konusunda Batı’ya asla söz düşmez. Üstelik kitle imha silâhlarının büyük bir kısmı, ayrıca dünyadaki yüzlerce biyolojik silâh tesisi ABD’nin elindedir. Ayrıca Çin, Kore Savaşı gibi momentlerde bu türden silâhların kullanıldığına tanık olmuştur.

Çin’in kendi Kovid aşısını geliştirme kararı tümüyle onuyla ilgilendirir, Batı’yı zerre ilgilendirmez. Neoliberal yeniden yapılanma ve finansallaşma süreciyle bağlantılı olarak Kovid salgını üzerinden Batı’da yükselen dalgalara karşı kendi finansal egemenliğini korumak için virüsle alakalı tedbirler almak da sadece Çin’i ilgilendiren bir meseledir.

Çin tüm bu başlıklarda başarılı olur olmaz, ekonomik canlılığını artırır artırmaz, bilimsel ilerleme ve halkından destek alır almaz, bu konular Batı’yı asla ilgilendirmez.

Korkuya teslim olmak, insanları birbirine düşürmek, şirketlerin otoritesini kutsamak, aileleri parçalamak, toplumları yok etmek, bireyleri ümitsizliğe ve nefrete mahkûm etmek, doğanın insandan istediği şeyler değil.

Karşımızda felçli konaklarını çürütüp tüketen asalaklar var. Marx’ın tarif ettiği, kapitalizm denilen bu insanlık dışı toplumsal formasyonun özü bu. Ona karşı “direndiği” iddiasında olanların bile kendilerini tarif ettikleri formasyon olarak “komünizm”e işaret etmeleri, bize esasen çok şey anlatıyor.

Tekrarda fayda var: sömürgecilerin eline geçmiş olan kurumlar, nihayetinde kapitalizm için işleyen bir tür kafes olarak kullanılıyorlar. Bu kurumlar, kast sisteminin ölçü ve ölçeğini yeniden ayarlamak için devreye sokuluyorlar.

Birçok kez, defalarca aldatıldık. Siyaset sahnesinde kurulmuş oyunlarda dövüşelim diye arkamızdan ittiler. Toplum denilen sahnede bizim “aktivizm” müsameresini sergilememizi istediler. Kültür sahnesinde iyi yurttaş rolü kesmemiz için bize ezberler yaptırdılar. Savaşın kurduğu sömürgecilik sahnesinde bizi “başkaları” ile dövüşmeye zorladılar.

Oligarkların belirlediği genel çerçeve içerisinde kaldığımız sürece birbirimizi suçlamaya, gözden çıkarılacak varlıklar olarak bizi tuzağa düşüren feodal hiyerarşiye ince ayar çekmeye devam edeceğiz.

Aslında güç ve servet, onları ellerinde biriktiren o asalak azınlığın değil. Onlar, doğanın ve kendi içinde uyum hâlinde yaşayan insanlığa ait nimetler. Oligarklarsa sadece tek bir şeye sahipler, kendileri dışında kalan insanlardan aşırı zenginler.

Oligarklar, bize ait olanları insanlığı ve doğayı evcilleştirmek adına tekellerine alıyorlar. Oysa hayat, ilkel bir kafesin içine hapsedilemez. Bu nedenle oligarklar, hayatın niteliğini değiştirip onun kendi krallıklarının genel çerçevesine uyduruyorlar. Daha fazla susuyoruz, cesaretimiz kayboluyor, daha fazla sinik ve iki yüzlü oluyoruz. Bunlar, bulunduğumuz yerden bakıldığında asla kabul edilmeyecek şeyler.

Mevcut toplumsal formasyon, türümüz için oldukça yıkıcı sonuçlara yol açacak bir yapı.

Durumu gereğince kavrayamazsak, gen terapisi ilâçları, psikotropik ilâçlar, davranışları koşullayan işlemler vs. mevcut durumun daha da kötüleşmesi için devreye sokulacak, hayatlarımız daha fazla dijitalleştirilip finansallaştırıldıkça zihinlerimiz ve bedenlerimiz de aynı ölçüde metalaştırılacak.

Tüketilecek ürünler hâline geldiğimizde planlı eskime sürecine tabi hâle geleceğiz, kalitemiz düşecek, çeşitliliğimiz azalacak. Böylece bizim dışımızdaki ürünlere benzeyeceğiz, basit bir ürüne dönüşeceğiz.

Tüm toplumsal kurumları ahtapot gibi kuşatıyorlar. Maddi gerçeklik kendi çıkarlarına uysun diye kurumların görevleriyle oynuyorlar, diledikleri zaman bu kurumların yetkilerini azaltıyorlar, dilediklerinde de artırıyorlar. Bu sayede yanılsamalar, yalanlar, aldatmalar, uyuşturucular, havuç-sopa oyunu ile halkı felç ediyorlar, bizi diri diri mideye indiriyorlar.

Biz bu asalak toplumsal formasyonu hak etmiyoruz.

Bize insanın ve doğanın uyumunu mümkün kılan maddi gerçekliği güvence altına alacak bir sistem lazım. Para ve zor üzerine kurulu bu feodal düzenin dışına çıkmak için bize şirketlerin kulu olmuş siyasetin o saçma sapan ritüelleri, sağlıktan yanaymış gibi duran ama aslında kapitalizmi savunan sloganlar lazım değil.

Bir adım geri atıp olan bitene bakmalı, asalaklara “asalaksınız” demeyi bilmeliyiz.

Dünya genelinde ülkeleri yok eden aynı sömürgeciler, bugünlerde bize karşı psikoloji temelli asimetrik bir kent savaşı sürdürüyorlar. Birbirimizi vurduğumuz bu koşullarda bize hep birlikte olduğumuz söyleniyor.

Onlar diyorlar ki sadece şirketlerin yalayıp yutacağı ölçüde dümdüz edilmiş toplumların virüs kaynaklı ölüm eğrisinin düzleştiğini görecek.

Peki biz, kendi ihtiyaçlarımızı esas alan toplumsal ilişkilere sahip toplumları nasıl inşa edebiliriz? Herkese hizmet eden bir toplumsal formasyonun inşasına katkı sunacak toplumsal kurumları nasıl oluşturabiliriz?

Asalaklar konaklarını yiyip bitiriyor, çünkü yaratıcı bir hayat süreci içerisine girme becerisine sahip değiller. Onlar kendilerine tabi kıldıkları halkı esir almak için yalan söylemek, o halkı aldatmak, böylece esirlerin asalaklar için bir krallık kurmak zorunda kalmasını sağlamak zorunda. Asalaklar kendilerini öyle sunsalar bile asla her şeyi gören tanrılar değiller.

Gezegenimizdeki türlerden bir tür olarak, kâinatın sunduğu nimetlere sahip olup hayatta kalmak adına hepimiz, bu yıkıcı pratiği görmeli, ötesine bakabilmeliyiz.

Elimizden sadece çığlık atmak geliyor. Türümüzün önündeki aleni engelleri mesele eden, insanlığa ait küçük bir grubuz aslında.

Aşağıdaki cümleler, Kaliforniya’daki San Quentin Hapishanesi’nde katledilmesinden kısa bir süre önce George L. Jackson tarafından kaleme alınmış (Kısa süre önce bu sözü aktardığı için John Steppling’e teşekkür ederim.):

“Didişmelerinize bir son verin, bir araya gelin, mevcut durumumuzun gerçekliğini idrak ediğin, faşizmin yürürlükte olduğunu görün, kurtarılması mümkün olan insanların neden öldüklerini sorgulayın, nesillerin harekete geçmediğimiz takdirde daha da yoksullaşacağını, yarım hayatlar yaşayacaklarını artık anlayın. Yapılması gerekeni yapın, insanlığınızı ve devrime olan sevdanızı yeniden keşfedin.”

Fred Hampton da aynı şeyi söylüyor: “Bir devrimciyi öldürebilirsiniz ama devrimi öldüremezsiniz.”

Hiroyuki Hamada
1 Şubat 2022
Kaynak

0 Yorum: