08 Mart 2022

Federici Marx’a Karşı

Caliban ve Cadı, başka hususların yanında, Ortaçağ ile modern zamanlar arasındaki kritik dönemde açığa çıkan toplumsal hareketlere, kapitalizmin doğuşuna, onun cinsiyetle ilgili boyutuna, kadınların gördüğü muameleye, erkek ve dişi bedenlerin işleyen birer makineye dönüştürülmesine dair anlayışımıza inkâr edilemeyecek katkılar yapmış bir çalışmadır. Ama öte yandan kitap, geçmiş ve bugün konusunda, önerdiği politik perspektif kadar sorgulanabilir olan bir vizyon sunmaktadır.[1]

Federici’ye Göre Kapitalizm Nasıl Ortaya Çıktı?

“Ben Marksist ortodoksiye karşıyım.” (s. 6)

Federici’nin Caliban ve Cadı kitabı, bilhassa kitabın sekizinci bölümü, Marx’ın Kapital’ini tamamlayan metin (hatta bazı okurlara göre ona alternatif) olarak okunuyor. Federici orada şunları söylüyor:

“[…] Benim ilkel birikim tarifim, Marx’ta eksik olan, ama aslında kapitalist birikim açısından epey önem arz eden bir dizi tarihsel olguyu içeriyor:

1. Cinsellik temelli yeni bir işbölümünün gelişmesi ve bu işbölümünün kadının emeğini ve üreme işlevini işgücünün yeniden üretimine tabi kılması;

2. Kadınların ücretli çalışma pratiğinden dışlanması ve onların erkeğe tabi kılınması üzerine kurulu yeni bir patriarkal düzenin inşa edilmesi;

3. Proleter bedenin makineleşmesi ve bu bedenin kadınlar bağlamında yeni işçi üreten makineye dönüşmesi.” (s. 11)

Bu satırları okuyunca insan, bilhassa tarihin kadınların yok sayılmasının çilesini çektiğini söyleyen birinden, üst anlatıda eksik olanları dinlemeyi bekliyor. Sonra akla, “hegemonya karşıtı tarih yazdığını söyleyenleri bizi nereye götürüyor?” sorusu geliyor. Bu işe soyunduğu iddiasında olan Federici, bahsini ettiği boşlukları doldurmakla kalmıyor, Marx’ın kapitalizm anlayışından sadece farklı olmakla kalmayıp, aslında ona karşı olan bir anlayış olarak kendi ilkel birikim analizini aktarıyor.

Federici, kapitalizmin doğuşunu anlamak için özelde kadınların genelde toplumsal grupların maruz kaldıkları zulme vurgu yapıyor. Hedefine bu zulmü alan yazar, belirli faktörlere öncelik tanırken, bazılarını geri plana atıyor.

Bu noktada da akla, “tarihsel ölçekleri neyin etkilediği” sorusu geliyor.

On yedinci yüzyılda Hindistan’daki pamuklu dokuma fabrikalarında emek maliyeti, tahminen Avrupa’daki maliyetin yedide biriydi. Doğu Hindistan Şirketi, yığınla Hint malı tekstil ürünlerini ithal edip satın alıyordu. “Alınan malın miktarı, koruma altındaki gümrük tarifeleri dâhilinde ticaretini korumaya çalışan Britanya’daki dokumacılık endüstrisine hâkim olacak düzeydeydi.”[2]

Sonra, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında dünya genelinde üretilen pamuklu ürünlerin yarısının İngiltere’nin kuzeyinde imal edildiği bir dönem geldi. Bugün Şangay veya Şenzen bölgesini ziyaret eden insanlar gibi o gün de (“Pamuk Şehri” de denilen) Manchester’ı ziyaret edenler de gördükleri manzara karşısında şaşkınlık yaşıyorlardı. Ama öte yandan “Hindistan’daki düzlüklerin üzeri pamuk dokumacılarının kemikleriyle kaplanmıştı.”[3]

Peki bu iki yüz yıl içerisinde ne yaşanmıştı? İngiliz burjuvazisi güç dengesini değiştirmeyi nasıl başarmıştı? Lafı dolandırmadan söylersek eğer; emeğin kendi ülkelerindeki maliyetini düşürerek ve aynı ürünleri daha ucuza imal ederek.

Bu gelişim, doğal olarak askerî alana da yansıdı. Avrupa, ancak on dokuzuncu yüzyılda üstün konuma gelebilmişti, çünkü Batı, modern ücretli emek ve sanayi devrimine bağlı olarak daha iyi askere ve silâha sahip olmanın imkânlarından faydalanıyordu. Makineli tüfeğin yıkıcı gücünün sanayideki karşılığı, elektrikli dokuma tezgâhıydı.

Tarih tek bir sebep üzerinden şekillenmez, son iki yüz yılın tanık olduğu yükseliş sürecinde ana itici güç, milyonları üretime yönelik çalışma pratiğine dâhil etme becerisiydi.

Buna karşılık Federici, tek ana sebep olarak, mülksüzleştirme meselesine odaklanıyor. Çiftçilerin topraklarından, köylülerin toplumlarıyla kurdukları bağlardan, kadınların zanaattan ve sahip oldukları becerilerden kopartılması olumsuz bir koşuldur. Ama bir yandan da gerekli bir koşul olmasına karşın yetersizdir. Caliban ve Cadı’nın asıl kusuru, önemli “itici” faktörleri ihmal ediyor olmasıdır. Federici’nin tarih değerlendirmesi, akla yatkın olmaktan uzaktır. Bu değerlendirme, esasen ne Kapital’i tamamlamakta ne de onu zenginleştirmektedir. Federici’nin yolu tümüyle farklı bir yoldur.

Çünkü Federici’nin ilk birikim anlayışı, Marx’ın kapitalizminden çok farklı bir tanımdan beslenmektedir.

Silvia Federici’ye Göre Kapitalizm

Caliban ve Cadı, Shakespeare eserlerini anıştıran, gayet iyi bir başlık[4]. Öyle iyi ki kitabın tezini özetliyor: Kölelik ve kadınların boyunduruk altına alınması meselesi, sadece kapitalizmin temelini teşkil etmiyor, ayrıca onun kalıcılaşmasını da sağlıyor, kapitalizme hizmet ediyor. Esasen Federici, bu tezle kendi değirmenine su taşıyor.

Federici’nin kendi kurgusunda köle ve kadın, erkek ve kadın işçiye nazaran daha önemli bir rol oynuyor. Kadın işçi ise ona göre büroda veya atölyede yaptıklarından dolayı değil de evde gördüğü işlev sebebiyle hayatî bir öneme sahip.

Gelgelelim, köleliğe ve kadınların ikincil konuma sürüklenmesine öncelik veren Federici’nin bu yaklaşımı gerçeklerle çelişiyor. Kapitalizmin doğduğu on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla dek uzanan süreçte kölelik önemli bir rol oynasa da bu önem, büyük ölçekli endüstrileşme ve önce köle ticaretini sonra köleliği yürürlükten kaldıran ilk ülkelerden biri olan İngiltere’nin sanayi devrimine liderlik etmesiyle birlikte azalıyor.

Yirmi birinci yüzyılda kölelik farklı biçimler altında sürüyor, ama onun kapitalist ekonomi açısından hayatî bir unsur olduğu günlerin çok gerilerde kaldığını görmek gerekiyor. Cinsiyet eşitsizliği ortadan kalkmış olmasa bile, en “ileri” ülkelerde önemli ölçüde azalıyor. Hâlen daha kadınlara karşı ayrımcılık yapan kapitalizm, kadınları çalışma hayatına giderek daha fazla katıyor, onları erkeğin egemen olduğu iş alanlarında istihdam ediyor, yönetim kademelerine kadınları getiriyor. Varolan tüm toplumsal sistemler içerisinde kapitalizm, cinsiyetlere en az eşitsiz yaklaşan, muamele eden sistem. Kapitalizm kadınları özgürleştirmedi elbette, ama gene de onun kadınların ikincil konumundan beslendiğini, onlara boyun eğdirilmesi üzerine kurulu olduğunu söyleyemeyiz.[5]

Bu tür gerçekler, yaptığı analiz kendi önkabullerini temel alan Federici için önemsiz. Ona göre her şey, hangi tarihsel dönüm noktasının çıkış noktası olarak seçildiğine bağlı. Federici, kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı dönemi Ortaçağ ile Rönesans arasında uzanan tarihsel kesite, yani sanayi devrimin öncesine yerleştirmek zorunda kalıyor, çünkü o, kapitalizmin doğuşu ile kadınların çalışma hayatından, değer üreten emek sürecinden dışlanmasını bir tutuyor. Federici’ye göre kadınlar, on beşinci ve on altıncı yüzyılda salt “üreme ve yeniden üretim” denilen alana hapsedilirken, sonrasında daha az olmak kaydıyla, ücretli işlerde kullanılıyor.

Federici, ücretli emek meselesine kendi gerçekliği içerisinde bakmıyor, onu dışında işleyen bir süreç üzerinden, yani işyerinin dışında duran, ama Federici’ye göre ücretli emeği mümkün kılan bir olguyla izah ediyor. Bu bağlamda “yeniden üretim”, önemli bir kelime olarak öne çıkıyor.

“Yeniden üretim”, tabii ki konuyla alakalı olan bir kavram. Ama o her şeyi kapsayacak şekilde sündürülecek olursa, nüfusun yeniden üretimi, sermayenin yeniden üretimi, sınıf sisteminin yeniden üretimi ve tüm toplumsal yeniden üretim arasındaki ayrım çizgileri silikleşiyor, böylece fazla çekiştirilen kavram, her şeyle alakasını yitiriyor.

Eskiden işçiye odaklanan Marksizm, daha çok fabrikaları öne çıkartırdı. Federici de farklı bir önyargıya sahip olsa da o da bu konuda önyargılı. Onun odağında üretim değil de yeniden üretim kavramı duruyor ve kavram, çocukların doğurulması anlamına geliyor. Bu sefer hayatî rol kadınlara bahşediliyor. Bu noktada “hayatî” kelimesinin en uygun kelime olduğunu söylemek gerek, çünkü Federici, kadınların kapitalizmde önemli bir konumda olduğunu, çünkü bir canı dünyaya getirdiklerini, hayata hayat kattıklarını düşünüyor. Hamile kalıp çocuk doğurmak, onlara ait bir vasıf.

“[…] Kadınlar, en zaruri kapitalist meta olan işgücünün üreticileri ve yeniden üreticileri hâline geldiler. […] Kadınların evde harcadıkları, karşılığı ödenmeyen emeği ücretli işçilerin sömürüsünün üzerine kurulduğu ana sütun ve o üretkenliğin sırrı idi.” (s. 7)

Caliban ve Cadı kitabı, feodalizmden kapitalizme geçişi inceleyen, çığır açıcı bir çalışma olarak ün kazansa da esasen Federici, yaptığı tüm araştırmalarda yaptığı değerlendirmelerde aynı önermeyi tekrarlayıp duruyor. Tarihsel verilerin bolluğu karşısında afallayan okurlar, doğalında yazarın varsayımını kabul ediyorlar: Kapitalizmin tanımı, birbiriyle bağlantılı iki temel özellik olarak, mülksüzleştirme ve kısıtlama üzerine kuruludur. Çitleme faaliyetleri, milyonlarca köylü aileyi geçim araçlarından mahrum bırakırken, milyonlarca kadın da zanaatlarından ve geleneksel toplumdan edindikleri bilgilerden mahrum kaldılar ve bugün resmi ekonomi olarak anılan şeyin dışına atıldılar.

Gelgelelim kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan bu koşulun kapitalizmi tanımlamadığını söylemek gerekiyor. Esasen Marksist feminizme temel teşkil eden öncülün ispatlanabilir bir tarafı yok.

Silvia Federici’ye Göre Emek: “Yeniden Üretken” Emek Teorisi

Caliban ve Cadı, belirli bir teoriyi doğrulamak amacıyla yazıldı. Yazar daha işin başında, kitabın 1984’teki ilk baskısında kitabın “Marx’ın ilkel birikim analizini feminist açıdan yeniden ele alma girişimi” olduğunu söylüyor. İkinci baskı (2004) çalışmanın kapsamını genişletiyor. Kitap, yürüttüğü polemik için olgulardan istifade ediyor. Federici, Caliban ve Cadı kitabı ile sonuçlanacak tarih çalışmasını yürütmeye neden başladığını kendince şu şekilde izah ediyor:

“Ben, ev işlerinin kapitalizm öncesi dönemin bir mirası veya kalıntısı olmadığını, kapitalizmin inşa ettiği toplumsal ilişkiler dâhilinde icra edilen özel bir faaliyet türü olduğunu söyleyebilmek amacıyla bir tarihsel ve teorik bir temel elde etmek istedim. […] Ev işleri, evden yapılan işler ve tüm hayatımızın yeniden üretildiği tüm faaliyetler toplamı, aslında çalışma sürecinin kapitalist manada örgütlendiği süreç için zaruri şeylerdir. Bu süreç dâhilinde sadece yemek yapılmaz, kıyafetler temizlenmez, ayrıca işgücünün kendisi de yeniden üretilir, bu sebeple o, kapitalizmde en üretken iştir. Bu iş pratiği olmaksızın üretimin diğer biçimleri ortaya çıkamaz. […] Ev işleri, zaruri ve asli işlerdir.”[6]

“[…] Feminist teorinin ve mücadelenin yaptığı en önemli katkılardan biri de işi yeniden tanımlaması ve kadınların karşılığı ödenmeyen, yeniden üretimle alakalı emeğinin kapitalist birikimin önemli bir kaynağı olarak görülmesini sağlamasıdır. Ev işlerini kişisel bir hizmet değil de işgücünü üreten ve yeniden üreten iş olarak tanımlamakla feministler, sömürüye temel teşkil eden, Marx’ın ve Marksist teorinin tümüyle göz ardı ettiği, yeni ve önemli zeminin üzerindeki örtüyü kaldırdılar.”[7]

Bu husus, 1970 gibi erken bir tarihte, İtalya’da yayınlanan Kadınların İsyanı Manifestosu’nda da dile getirilen, 1960-1980 arası dönemde radikal feminizmin ve İtalyan Otonomi Hareketi’nin köşe taşlarından biriydi:

“Ücreti ödenmeyen ev işlerini, hem şirket kapitalizmine hem de devlet kapitalizmine hayatta kalma imkânı sunan yardımcı bir unsur olarak tanımlıyoruz.”[8]

Radikal feminizmin ortak ilkelerinden biri olan bu teori, birçok kavganın içine girdi, bir tür amentü hâlini almak suretiyle ciddi bir itibar elde etti. Dolayısıyla ona yönelik en ufak saldırı, birçok mahfilin ağır eleştirileriyle karşılaşacaktır.

Söz konusu teori, artık emek anlayışının kapsamını işyerinden eve doğru genişletiyor. Marx ise ücret alan kişiye kendi işgücünün değerinin, yani yeniden üretim maliyetlerinin ödendiğini söylüyor. Ama burada oldukça özel bir meta mevzubahis. O bir nesne değil, bir şeyler yapma ile ilgili faal bir beceri. Çalışma günün belirli bir kısmı, yaşamak ve aileye bakmak noktasında işçinin ihtiyaç duyduğu geçim araçlarının yeniden üretimine harcanıyor. Diğer bir kısmı ise kendi geçimliğini kazandıktan sonra çalıştığı saatlerden geliyor. Bu kısmın karşılığı ödenmiyor, bu ek kısma “artık emek” deniliyor. Patronun kârının kaynağı, işte bu artık-emek.

Kadınların “yeniden üretimde harcadığı emek” anlayışının özünü, “karşılıksız” emeğin diğer bir kaynağını ev kadınlarının faaliyetlerinde bulan anlayış oluşturuyor.

Bu teze göre, kadınların yaptıkları ev işleri işgücünü maliyetini düşürüyor: eğer (erkek) işçi paketli gıdalar yemek veya satın almak zorunda kalıyorsa, kıyafetlerini çamaşırhanede yıkattırıyorsa, kadının yemek yaptığı, evde kıyafetleri yıkadığı duruma kıyasla daha fazla para harcamak durumunda kalıyor. Kadının karşılığı ödenmemiş faaliyetleri sayesinde patronun cebinden para çıkmıyor. Bu işten istifade eden patron, erkek ücretli işçilerin hayatlarını idame ettirmeleri ve yetiştirilmeleri ile ilgili maliyeti kadınların sırtına yüklüyor. Bu anlamda, teze göre, ev işleri kapitalistlere ücretsiz verilmiş bir hediye, aynı zamanda da sermayenin sürekli değer kazanmasını sağlayan ana kaynaklardan biri.

Bu tez devamında, mantıksal tutarlılık gereği, kapitalist servetin sadece “sırrının” işyerinde değil, evde de bulunabileceğini söylüyor. Bir adım sonrasında o “de” bağlacının yerini “çoğunlukla” ifadesi alıyor. Zira yukarıda Federici’den yapılan alıntılarda yazarımız, ev işlerinin “en üretken”, “zaruri” ve “asli” olduğunu söylüyor.

Eğer bu tespit doğru ise, bir ücret emeğin üretim maliyetini ödediği için, tek başına yaşayan erkek bir işçi, evli arkadaşına kıyasla daha fazla maliyete yol açacak, bu işçiye evli olana kıyasla daha fazla para ödenmesi gerekecektir.

Aslında aynı mantık, bekâr bir kadın işçiye de tatbik edilebilir. Bu kadın işçinin patronu kendisine ailesiyle yaşadığında ödeyeceğinden daha fazla para vermek zorundadır. Oysa böyle bir şey olmaz.

Bir sürü erkeğin akşam işe gelip ayaklarını uzatıp eşlerinden yemek getirmesini istemesi, yemeğini yerken bir yandan da TV izlemesi tabii ki aşağılık bir durumdur, tabii ki zulümdür, ama aile de fabrika ya da atölye değildir. Çalışma pratiği konusunda herkes istediği şeyi söyleyebilir, ama sermaye üreten tek çalışma pratiği, bir şirket için gerçekleşen pratiktir.

Ev işlerinin kadın-erkek arasında eşit paylaşılması veya paylaşılmaması, kocanın eşinden istifade etmesi veya etmemesi, sermayenin yeniden üretiminde önemli bir değişikliğe yol açmaz.

Erkek tabii ki kadın üzerinden kâr elde eder, ama bu kârın şirket kârı ile ortak bir yönü yoktur. Ev işleri artık emeğe yol açmaz, piyasada satılan bir metaı üretmez.

Ayrıca “yeniden üretici” emek teorisi, çift olarak yaşamanın işçiler için bir kural olduğunu varsayar ki bu da doğru bir yaklaşım değil. Ücretli işçiler, çok farklı şekillerde hayatlarını yaşayabilirler. Bazıları ailelerinin yanında kalır, bazıları bekâr hayatı sürer, bazıları bekârların ve evlilerin bir arada kaldığı apartmanlarda yaşar, bazıları da baraka tarzı yurtlarda kalırlar. Madenci ailelerinin evleri ocakların yakınında inşa edilirken, açık maden ocaklarında çalışan işçiler çalışacakları süre boyunca ocağa uzak yerlerde ikamet ederler. Aynı durum, sondaj kulelerinde çalışanlar için de geçerlidir.

Kadın erkek milyonlarca Asyalı, ailelerini terk edip, inşaat ve hizmet sektöründe iş bulmak amacıyla Ortadoğu’ya akın ediyor. Buralarda kamplarda, konteynırlarda, bazen de patronlarının evinde kalıyorlar.

Peki çocuksuz ve bekâr olup hiçbir yakınının yanına gitmeyen, kendi başına yaşayan (ki bu durumda çok insan var) bir kadının “yeniden üretici emek” icra ettiğini söyleyebilir miyiz? Aslında bu “yeniden üretici emek” teorisi kadınlara değil, ev kadınlarına ait bir teoridir.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, kadınların ev içinde yaptıkları işler, yapısal açıdan sermayenin ayrılmaz bir parçasıdır.

Tabii ki Engels, “aile içerisinde koca burjuvaziyi, kadın proletaryayı temsil eder” demiştir.[9]

Ama bu söz basit bir analojidir ve analojiyi bilimsel bir teoriye dönüştüremeyiz. Öte yandan, otonomcu feminizmin analojik düşünmeye düşkün bir akım olduğu açıktır.

Federici, devamında değer teorisine taklalar attırıyor. Bu noktada artık değerin sadece üretim dâhilinde bir şirket için yapılan işten değil ayrıca, hatta çoğunlukla, ev içi işlerden kaynaklandığını söylüyor. Böylece tali üretim ile yeniden üretim arasındaki anlamsal farklı siliyor. Federici’de kavramların anlamları başkalaşıyor.

“[…] Değer üretimi, herhangi bir özel konumdaki ürün değildir, o toplumsal olarak belirlenir. […] Artık değer üretimi için gerekli toplumsal montaj hattı işlemektedir. […] Ücretli işçinin yeniden üretilmesini sağlayan faaliyetler, o toplumsal montaj hattının bir parçasıdır: Artık değeri belirleyen toplumsal sürece dâhildir. Burada söz konusu olan, tek başına fabrikanın ötesine taşan bir toplumsal fabrikadır. […] Kadınlar için evin kendisi fabrikadır; orası üretim alanıdır.”[10]

“[…] Fabrika ücretli erkek işçiler için neyse beden de kapitalist toplumda kadın için odur; beden, kadınların sömürülmesinin ve ortaya koydukları direnişin asli zeminidir.”(s. 15)

Bu tür bir zihniyetin yeniden üretimi her şeyi, sermayeyi, sınıfları, nüfusu, işgücünü, burjuva erkeği ve kadını, proleter erkeği ve kadını vs. kuşatan bir şeymiş gibi algılaması gayet doğaldır. Analojiyle düşünen Federici, kavramları sündürmekte, böylece tanımın kendisi iyice gevşerken, anlam yitip gitmektedir. Birçok faaliyet, fiiliyatta “toplumsal” olarak nitelendirilebilse de yeniden üretime yönelik her faaliyetin değer ürettiğinden bahsedilemez. Oysa Federici, sanki her şeyin sömürü ve iş olduğunu, her şeyin değer yarattığını söylemektedir.

Pek de öyle değil. Federici’ye göre yeniden üretimin bir türü, diğer hepsinin üzerindedir: çocuk doğurmak ve büyütmek. Bu yeniden üretim alanı önemlidir, çünkü çocuksuz ne toplum ne de kapitalizm olabilir. Bu anlamda “yeniden üretici emek” teorisi, kadına üretim alanında, girdi sağlayan diğer faktörlere benzer roller bahşeden bir rol verir, ama bir yandan da aynı teori, kadının belirleyici bir role sahip olduğunu söyler.

Caliban ve Cadı’da takdim edilen alabildiğine zengin malumat, esasen tek bir amaca, kapitalist sistemin kadının geçmişte ve bugünde maruz kaldığı esaret üzerine kurulu olduğu anlayışını oluşturma amacına hizmet eder. Kitabın amacı, “ev işlerinin işgücü denilen en önemli metanın yeniden üretilmesi olarak anlaşılmasını sağlamaktır.”[11]

Böylece Federici Marksizmi feministleştirir ki muhtemelen o, bu sayede popüler olmuş bir isimdir.

Politik Bir Slogan Olarak “Ev İşlerinin Ücreti Ödensin”

Eğer bir toplumsal hareket, kadınlara evde yaptıkları işler konusunda ücret ödenmesini sağlayacak kadar güçlü olursa bu, bizi mutlu eder, kadın erkek tüm proleterlerin koşullarını iyileştirecek, bir hakkın alınması konusunda gösterilecek başarıyı baş üstünde tutarız. Ama “ya hep ya hiç” gibi “kötünün iyisi” de bizim siyasetimiz değildir.

Gelgelelim bu tür tedbirleri savunanlar, farklı beklentiler içerisindedirler.

Onlar, “ev işlerinin ücreti ödensin” sloganını, devrimci bir slogan olarak görmektedirler. İtalyan otonomcular, geleneksel “işçi sınıfı” ve dar anlamda tanımlanmış ücret meselelerinin dışında duran tüm sömürülen kesimleri birleştirip harekete geçirecek bir siyasetin arayışı içerisindeydiler. Lotta Feminista [“Feminist Mücadele”] 1973’te bu tutumu şu şekilde ifade ediyordu:

“Sınıfın bir kesimi ücret alıyor, bir kesimi almıyor. Bu ayrımcılık yüzünden ücret alan-almayan arasında belirli bir güç farkı ortaya çıkıyor ki bu fark, sınıfı güçsüzleştiriyor.”[12]

Bu anlamda ev işleri için ücret ödenmesini savunan eylemcilerin amacı tüm sömürülenleri birleştirmekti, dolayısıyla söz konusu sloganı “insanları bölen ve epey güçlü olan tüm toplumsal yapıyı söküp atacak bir silâh” olarak görüyorlardı.[13]

Otonomcuların ifadesiyle, işçi sınıfı yetmiyordu. O, diğer kusurları yanında, kadınların esaretiyle pek ilgilenmiyordu. Dolayısıyla siyaset kucaklayıcı olmalı, çalışmayanlar, ev kadınları, öğrenciler, evde veya hastanede kalan hastalar tıpkı işçi gibi muamele görmeli, bunlara “politik ücret” verilmesi için mücadele yürütülmeliydi. Kapitalizm, sadece maaş çizelgesine kaydettiği küçük bir azınlığa yaşamak için gerekli araçları verdiğinden, böylesi bir talep, sistemin sahip olduğu o saçma ve baskıyı esas alan mantığını ifşa edecekti.

Bu fikri ortaya atanlar, aslında talebin karşılanmasını beklemiyorlar, dahası, bunu istemiyorlar da. Plan, bir bilinçlendirme kampanyası yürüterek, bunun sonucunda da bu hakkı kapitalistler vermek istemeyeceklerinden veya veremeyeceklerinden, talebin karşılanması ile ilgili toplumsal basıncın sistemi patlatmasını sağlamak üzerine kurulu. Zira Arşimed’in dediği gibi “bir kaldıraç bir dayanak noktası ile dünyayı yerinden oynatmak mümkün.”

Bu örnekte kaldıraç, ücret almayan insanların ücret alması talebi. Ucu bucağı olmayan proleter kitle de gerekli dayanak noktasını temin ediyor. Ama tarih de fizikle aynı ilkeler üzerinden hareket ediyor olsaydı, buradaki akıl yürütme ikna edici olabilirdi. Ücret almayanların ücret alması talebi üzerine kurulu bir kampanya, temelde devrimcilerin hem sömürülenlerin herkesi kucakladığını düşünecekleri hem de yönetici sınıfın kabul edilemez bulacağı bir talep icat edebilecekleri inancını temel alıyor.

Sol siyaset durmadan, her derde deva olan o mucizevi ilâcı arayıp duruyor. Solcular, kendi laboratuvarlarında imal ettikleri sihirli karışımı kitle mücadelelerine enjekte etmek için uğraşıyorlar, ama o kitleler nedense gerekli karşılığı vermiyorlar.

Demek ki eskiden İtalyan toplumunda kopmuş olan fırtına, “sömürülenleri nasıl ileri iletiriz?” sorusuna çakılıp kalmış takıntılı kafaları tekrar ön plana çıkartmış. Bu insanlar, tarihin lokomotifini o paslanmış freninden nasıl kurtarabileceklerinin derdine düşmüşler, güce güç katan, herkesi birleştiren iradenin şapkadan tavşan çıkartacağına inanmışlar.

Ama o eylemciler, bu kendilerine mantıklı görünen formülle taşı altın yapmayı başaramadılar. Kadınlara oy hakkı, doğum kontrolü, kürtaj, eşit işe eşit ücret ve kadınlara eşit iş imkânı taleplerinden farklı olarak “ev işlerinin ücreti ödensin” talebi mücadele içerisinde gerçek bir zemin bulamadı, pratikte ise bu mevzuyu kendi politik zeminlerinin esas bileşeni olarak ele alan politik örgütler, kadın kolektiflerini kendilerine bir biçimde iliştirme yoluna gittiler.

Ayrıca milyonlarca insanın sokaklara dökülüp en azından asgari ücret tutarında bir para alarak yaşamayı talep edeceğinin düşünüldüğü koşullarda, o milyonları bulan kadın ve erkekler herkesin paraya ihtiyacı bulunduğu aşamayı geçip “parasız bir dünya nasıl yaratılır?” sorusunu sormaya başladılar.

Önemli bir dönüm noktası olarak 1977 yılı sonrası, devrimci mücadele için perde kapanmaya başladı. Pratiğin teoriyle örtüşmediğini gören eylemciler kafayı taktiğe taktılar ve sloganlarını tekrar tekrar attıklarında başarıya ulaşacaklarını umdular. “Ücretsizlerin ücretlendirilmesi” kampanyası çok hızlı ilerledi ama tahminen çok az sonuç elde edebildi.

Bu talebin arkasında duran bazı isimlerse ilgili konu başlığını politik mahfillerde ve medyada tartıştırmayı başardılar. Radikal veya reformist bir bakış açısı üzerinden, bazen ikisinin karışımı temelinde kadın meselesine odaklanmış, uçlara o kadar savrulmamış isimler olarak epey başarı elde ettiler.

Örneğin Selma James, onlarca yıl taban örgütlenmesi ile lobi faaliyetlerini birleştirecek çalışmalar yürüttü.[14] Ücretsiz işin resmiyette kabul edilmesi ile ilgili yürüttüğü kampanya dâhilinde James, hükümetleri ve Birleşmiş Milletler’i bakıcıların (kadın bakıcıların) ekonomik ve politik hayat için önemli olduğu konusunda ikna etmek için elinden geleni yaptı.

Kongre üyelerini politikaları bağlamında etkilemek için onlarla bir araya gelen James, yapıp ettiklerini hâlen daha sınıfsal terimlere başvurarak anlatıyor.[15] Onca radikal söze rağmen James’in çabaları, kapitalizmin onlarca yıldır yaptıklarını aşamıyor: aileye, çocuğa, çalışmayan anneye ve bekâr çiftlere ödenek ayrılması, zaten kapitalizmin yaptığı bir şey.

Dolayısıyla ücret sistemini altüst etmekten çok uzak olan bu tür ek yardımlar, bugün emek-sermaye ilişkisinin parçası olan dolaylı veya toplumsal ücret denilen olguya katkı sunuyorlar. En modern hâliyle kapitalizm, çocukların bakılması ve yetiştirilmesi işiyle ilgilenenlere yapılacak sosyal yardımları asla göz ardı etmiyor, dolayısıyla kapitalizm, evde oturan kadınlar da dâhil, eskiden dışlanan herkesi toplam yeniden üretim sürecine dâhil ediyor.

Sol feminizm yola, fabrika işçilerini savunan ama fabrika duvarlarının dışında olan bitenle hiç ilgilenmeyen, erkeklerin egemenliğindeki sol siyaseti ve sendikacılığı eleştirerek koyuldu. Ona göre eskiden radikal olan bir şey, artık sadece sendikalist reformizme ait bir uzantı hâline gelmişti.

İçi kof eleştirilerin önünü almak için baştan söyleyelim: reformizm, bize göre bir hakaret değil. O, kabul edilmesi gereken bir gerçeklik. Asıl mesele, reform ile devrim arasında ayrımı görmemekte. Selma James’te gördüğümüz maraz tam da bu.

Caliban ve Cadı, James’e atıfta bulunuyor. Federici, çalışmalarının ilham kaynağının James olduğunu söylüyor. Eldeki tüm deliller de Federici’nin James’in sürekli yaptığı politik tercihlerin nesnel yönlerine pek itiraz etmediğini ortaya koyuyor. Buradan da Federici’nin reform-devrim ayrımının eskilerde kalmış, demode bir ayrım olduğunu düşündüğünü varsaymak zorundayız.

“Müşterekler”in Teorisyeni Silvia Federici

Caliban ve Cadı, yazarının çok açık bir dille ortaya koyduğu ajandasının genel çerçevesini çiziyor. Bazı okurlar meseleyi biraz yavaş anlamış olsa da Federici’nin politik duruşu, esasen yıllardır herkesin bildiği bir sır aslında. Bugün sadece Federici, tarih yorumu ile “müşterekler” teorisine sunduğu destek arasındaki bağı açıktan ifade ediyor.

Federici, günümüzde sürmekte olan direniş hareketlerinin izini, on altıncı yüzyıl ile on sekizinci yüzyıl arası dönemde gerçekleştirilen çitlemelerle ezilmiş “müşterekler”in mücadelesinde ve doğal kaynakların özelleştirilmesinde buluyor. Buradan da kapitalist modernite tarafından ezilmezden önce, kadınların erkeklere karşı koymasını mümkün kılan kadın toplumsallığının ve dayanışmasının canlandırılması çağrısı yapıyor. (s. 24) Federici’ye göre kapitalizmin doğuşuyla mağlup olan müşterek çaba, bugün küreselleşme karşısında, üstelik daha geniş bir ölçek dâhilinde ve başarı konusunda daha fazla şansa sahip olarak, tekrar dil buluyor.

Caliban ve Cadı’nın ana dayanaklarından biri de şiddetin tarihsel önemi meselesi. Federici, Marx’ın pek önem vermediği bu şiddet meselesinin kapitalizme geçiş sürecinde kendisini kısıtlamalar ve baskılar gibi biçimler altında ortaya koyduğunu, bu anlamda, burjuvazinin üretici güçleri örgütleme becerisinden daha önemli olduğunu düşünüyor. “Şiddetin kendisi en üretken güç hâline gelmektedir.”[16]

Şiddetin, ilgili tarihsel dönemi meydana getiren dönüşümün önünü açtığını düşünmek için tarihten sağlam gerekçeler bulabiliriz elbette. Ama aynı mantık üzerinden Federici’nin yöntemine de karşı çıkmamız gerekiyor.

Tüm kitap, insanın evriminin her şeyden önce bir güç ve iktidar meselesi olduğu varsayımını temel alıyor: Tarih, iktidardaki azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki kontrolünün tesis edilmesi veya insanların işbirliğine dayalı özörgütlenmeleri temelinde ele alınıyor. Buradan da toplumsal değişimin yeni güç biçimleri ve alanları oluşturma veya yeniden kurma pratiklerinden meydana geldiğinden bahsediliyor. Kapitalist sistemin temel özellikleri önemini yitiriyor: Bu temelde para, iş ve ücretli emek kolektif olarak yönetildiklerinde bunların niteliklerinin değişeceğine, buradan da sömürüyle ve zulümle ilişkisini yitireceklerine inanılıyor.

Eğer sermaye bir kısıtlama olarak tarif edilirse, elimizde sadece o kısıtlamadan kurtulmak için özgürce hareket etme istemi kalır.

Eğer sermaye mülksüzleştirme olarak tarif edilirse, “hadi dünyayı yeniden mülk edinelim”” denilir. Buradan da ortak komünal temellük etme pratiğinin bugün varolanı dönüştürmede yeterli olacağı düşünülür.[17]

Federici, kapitalizmi topluma dışsal bir güç olarak görüyor, buradan da sömürüyü yağmaya indirgiyor. Böylece Federici, kapitalistleri toplumdan çalan eşkıyalara benzetme imkânı buluyor. O, “toplum bir araya geldiğinde değişim de gerçekleşir” fikrini temel alıyor.

Federici, esasen “müşterek” kelimesini “toplumsal” yerine kullanıyor, onun potansiyel olarak her daim orada olan bir şey olduğunu düşünüyor, buradan da “müşterekler”in kendi benliğini yeniden bulan, kapitalizmin pençelerinden kurtulmuş toplum olduğunu söylüyor.

Peki bizim uğruna mücadele ettiğimiz toplum, zaten bugünde olan toplum mudur? Eğer öyleyse, bizim toplumumuzun, o egemen olana dek mevcut olacak olan toplum içerisinde gelişme ihtimali var mıdır?

Federici, her iki soruya da “evet”” cevabını veriyor. Caliban ve Cadı’nın üzerinde durduğu, vurguladığı mesaj bu. Reform ile devrim arasındaki temel ayrımı yapmaya devam edenlerle Federici tam da bu noktada ayrışıyor. O, “yarım tedbirlerin sevdalısı değilim”[18] diyen Jenny Marx’tan farklı düşünüyor. Çünkü James ve Federici, bugün yarım yamalak değişimlerin yarınki tam değişime doğru atılmış bir adım olduğuna inanıyor. Gramsci’nin sivil topluma nüfuz etme stratejisi, herkesin fikri hâline geliyor.

Selma James gibi Federici de sınıftan bahsediyor, ama ondaki sınıf anlayışı öylesine esnek ki yeryüzündeki tüm proleterler bir anda silinip yerlerini kapitalizme (ya da bu kavramdan geriye ne kaldıysa ona) kolektif ihtiyaçları ve kendi kendine örgütlenmiş toplulukları ile karşı koyan altı milyar iştirakçi alıyor.

Bu tür insanlara sakın “bu devrim gerçekleşiyor mu yoksa gerçekleşti mi?” diye sormayın. Hemen sizi eski, köhnemiş düşünce kalıplarının esiri olmuş kişiler olarak damgalayıverirler.

Çünkü tam da Federici ve tüm o “müşterekler” teorisine bağlı isimlerin söylediği gibi, gerçek değişim şimdi burada olan değişimdir. Onlara göre komünist devrimin yerini seçenekçilik fikri almıştır.

Özetle bu teorisyenlerin söylediği şudur: Kapitalizmin bir türlü aşamadığı, eski topluma ait basınç, işbirliğine açık ve özgür yazılımlarla, paylaşımcı ekonomiyle, bunlara ek olarak, aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmiş katılımcı doğrudan demokrasiyle birleşip kapitalizmi süreç içerisinde ama kesin olarak aşacak.

Marx ve Marksizm Eleştirileri

On dokuzuncu yüzyılda yaşamış Alman sosyalist J. Ph. Becker, Kapital’i “işçi sınıfının İncil’i” olarak nitelendirmişti. Marksçı düşünceyle alakası bulunan, ama esasında ondan farklı olan Marksizm, işçi hareketinin teorisiydi. Bu teori, sosyal demokrat türevinde burjuvaziyle işbirliği içerisine girdi ya da Leninist türevinde burjuvaziden koparak kendi alanını açtı. Feministler, bu Marksizmin kadınları kenara ittiğini düşünüyorlar. Cinsiyet meselesinin Marx’ın kör noktalarından, görmediği, ele almadığı meselelerden biri olduğunu söylüyorlar.

Bu şekilde tarif edilen Marksizm, yetmişlerde bir kısım işçinin, küçük bir azınlık olarak çalışma pratiğini reddetmesinin yarattığı şok ile bölündü, ama gene de toplumsal gerçekliklere ve sonuçlara karşı koyma karşısında kararlılığını yitirmedi.[19]

Yetmişli yıllar geride kalsa da bu teorik krizin etkileri hissedilmeye devam etti. Bu sarsıntıların yaşandığı dönem travmalarla ve inkârlarla geçti. Bir insanın yakınını kaybetmesi sonrası ne yaşanıyorsa Marksistler de onu yaşadılar bu dönemde. Yaşanan deprem, devrimci ilkelerdeki kusurların o kusurları aşacak güce sahip olunmadığı koşullarda, eski inançlarda delikler açtığını ortaya koydu.

Silvia Federici, bu kusurlardan, bilhassa Marx’ta kaçınılmaz olarak eksik olan şeylerden geçinen yarım aydınlar kuşağına mensup biri.

Kapital’in yazarı olarak Marx, ilkel birikimin önemli yönüne vurgu yapmıştır: ona göre ilkel birikim, üretici ile üretim araçlarını birbirinden kopartmıştır. Bu analiz dâhilinde Marx kadınlar üzerinde durmamış, doğanın ve toplumun makineleşmesine ve aklileştirilmesine bakmamış, bedenin mülksüzleştirilmesine, kafa/beden ayrışmasına, dilin rolüne, hayvanlara yönelik kötü muameleye de odaklanmamıştır.

Caliban ve Cadı’nın yazarı, Marx’ın yeterince ele almadığı konuların altını çizdiğine dair bir izlenim yaratıyor okurda ama aslında Federici, Marx’tan tümüyle farklı bir bakış açısı sunuyor.

Aslında temel mesele, kadının kapitalizmin doğduğu süreçte ve onun içsel yapısında merkeze koymanın uygun bir adım olup olmadığı ile ilgili. Sırf Marx öze ilişkin unsurları göz ardı ediyor veya onları kıyıya köşeye atıyor diye kalkıp kadını merkeze yerleştirmek, doğru bir teorik tutum olmamalı.

Neticede kimse, kendi döneminin sınırlarını aşamıyor.

Shakespeare’in Fırtına oyununun kahramanı Prospero oyunun sonunda şunu söylüyordu: “Kitabımı suda boğacağım.” Bugün Kapital’i boğmaya hacet yok, bunun anlamı da yok, bizim Marx’ı eleştirel bir gözle incelememiz gerekiyor.[20]

Federici’nin bu çalışmaya katkı sunması beklenemez. O, yetmişlerde İtalya’da yaşanan toplumsal ayaklanmanın en zayıf ve çaresiz yönlerinden istifade ediyor.[21]

Neticede radikal feministlerin bildiği tek komünist program, Rivolta Femminile [“Feminist İsyan”] örgütünün kurucularından Carla Lonzi’nin 1970’de dile getirdiği “emtia üzerindeki ortak mülkiyet ideali”. Bu ise Lonzi’nin göremediği temel bir mesele olarak erkekler için de kadınlar için de yetersiz olduğunu kolayca ispatlayabileceğimiz bir hedef aslında.[22] Bu insanların hedef aldıkları Marksizm, onun popüler versiyonu, yani işçi sınıfını putlaştırıp sosyalizmi veya komünizmi işçilerin yönettiği ekonomiyle aynı şey olarak gören Marksizm.

Çalışma, bu teorik tartışmaların en fazla öne çıkan mevzuu. Eskiden işçici [operaismo] olan teorisyenler, bugün çalışma meselesini ele alamıyorlar, daha doğrusu ele almak istemiyorlar. Onları harekete geçiren itici güç yaklaşık kırk yıl önce tükendi, içte yanan ateş külleneli çok oldu. Marx’ın yeniden incelenmesi işi ise yirmi birinci yüzyıla kaldı.

Otonomcu feministler ise ters yönden ilerliyorlar. Bilhassa Kapital’in birinci bölümüne yeniden bakıp Marx’ın çalışma derken kastettiği şeyi kavramak yerine, kavramı sündürüp tüm kadınları kadın işçi yapmak için uğraşıyorlar. Bu insanlar, “kadın sadece kadın değildir, işçidir, çünkü o çocuk doğuruyor” diyorlar.

Radikal feminizm, kadının işçi sayılması konusunda belirli bir kazanım elde etmiş olmakla övünüyor. Gerçek bir işçi, yani erkek ücretli işçiye eşit bir işçi, gerçekten sömürülen bir insan olarak kadın, “devrimci özne”nin dört dörtlük bir bileşeni statüsüne yükseltiliyor.

1970 yılında bu tür solcular, metal işçisinin toprağın tuzu olduğunu söylüyorlardı, ama sonra toprak tuzunu yitirdi, buradan da “toprak nasıl yeniden tuzlu yapılabilir?” sorusu gündeme geldi.[23] Bu soruya “Yeni tuz katmanları, yani daha fazla sömürülen insanlar eklenerek” cevabı verildi. Kadın, bu görev için biçilmiş kaftandı: Onlar hem ezilendi hem de sayıca çoklardı. İşçi sınıfı denilen o eski devrimci özne ise çok ufaktı, daha da kötüsü, dar görüşlü (yani cinsiyetçi, homofobik, üretimci vs.) idi.

Bugün artık zihin dünyası alabildiğine geniş ve kapsamlı bir tarihsel faile sahibiz. Bu sonuca ancak bu kadar basit bir işlemle varılabilirdi zaten.

Böylesi bir yola revan olmuş isimler, sonrasında ileriye bakan birçok proleterin gerçekleştirmek istediği fiilî kopuşa sırtlarını döndüler. Çalışmanın reddi ve gündelik hayatın eleştirisi, Marksizmin savunduğu “ortak üreticiler”den oluşan topluluğu meydana getirmesi mümkün olmayan bir devrime işaret ediyordu. Bu ortak üreticiler meselesine şüpheyle yaklaşsalar ve üzerini örtseler olumlu bir tavır sergilemiş olurlardı ama onlar, ilgili meseleyi olumsuz bir şey olarak ele almayı seçtiler.

İşçi hareketinin redde tabi tutulmasının sebebi, onun genelde muhafazakâr, hatta bazen karşı-devrimci olması değil, geleceğin dünyasının işçilerin dünyasının olmasının istenmemesiydi.

Karşı yönde ilerleyen eleştiri pratiği dâhilinde aralarında Federici gibi feministlerin de bulunduğu az sayıda otonomcu, işçi hareketini genişletme ihtimallerinin peşine düştü. Bu genişletme çabası dâhilinde söz konusu isimler, fabrikadan ofise farklı alanlarda çalışan insanlara başka kategoriler eklemek için uğraştılar. Bu bağlamda okul çocuklarından akıl hastalarına dek uzanan birçok kesim sınıf hareketi içerisinde görülmeye başlandı. Aslında başka bir ifadeyle, bu solcular, “emek hareketinin ötesine nasıl geçebiliriz?” sorusunun tartışıldığı bir dönemde genişletmeye çalışıyorlardı. Devrimi yapacak kadro meselesi devrimcilerin ana meselesi hâline gelince, devrimciler illaki yanlış yola sapıyorlar.

Federici’nin kusurları sadece ona ait değil. Bu kusurlar, son proleter dalganın sınırlarını ortaya koyuyor. Maalesef tarihsel yetersizlikler, politik programlar ve öğretiler dâhilinde yeniden yer bulduğu vakit birer ayak bağı hâline geliyorlar. Eskiden çalışmayı eleştirenler, bugün çalışmanın genele yayılmasını öneriyorlar, böylece herkese işçi statüsü bahşedildiğinde tüm sistemin kökünün dinamitleneceğini düşünüyorlar. Fabrikayı pratikte eleştiremeyenler, fabrikayı teorik planda evi kapsayacak ölçüde genişletiyorlar.

Yetmişli yılların devrimcileri, kendi dönemlerinde yaşanan olayların sınırları dâhilinde hareket edip düşünmeye mecburlardı. Silvia Federici’nin bugün edindiği popülerlikten anlıyoruz ki ilgili dönem henüz sona ermemiş.

Gilles Dauvé
Kasım 2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Autonomedia, 2009 (Birinci Baskı, 2004). Makalede verilen sayfa numaraları bu baskıya atıfta bulunuyor.

[2] J. Darwin, After Tamerlan. The Rise & Fall of Global Empire 1400-2000, Bloomsbury Press, 2008, s. 154.

[3] Marx, Hindistan Genel Valisi’nin 1834-45 arası döneme ait raporundan alıntı yapıyor: Capital, I. Cilt, 15. Bölüm., § 5.

[4] “Özgür Caliban” ifadesi bazen sokak duvarlarına slogan niyetine yazılıyor ama kimse annesi “o lanet cadı Sycorax” üzerinde durmuyor. Toplumsal cinsiyete dair ilginç bir yaklaşım dâhilinde Fırtına oyununu 2010 yılında sinemaya uyarlayan Julie Taymor, Milano Dükü ve sihirbaz Prospero’nun ismini değiştirip Prospera yapmış ve onu Helen Mirren isminde bir kadın oyuncuya oynatmış.

[5] “Kadın sorunu” ile ilgili bir makaleyi ileride yayınlamayı düşünüyoruz.

[6] “The Making of Capitalist Patriarchy: Interview with S. Federici,” Aralık 2013, Black Sheep. A Socialist Podcast.

[7] S. Federici, Precarious Labor and Reproductive Work (2010), 2006 yılında verilen “Güvencesiz Emek: Feminist Bir Bakış” başlıklı dersten alıntı. Bakım Emeği: Arşiv sitesinde “iktidar bakıcılara dolayısıyla sınıfa” diye bir alt başlık içeriyor. Bölüm başlığı aslında her şeyi anlatıyor: site, sınıfın bakım işçiliği yapan, çoğunluğu kadın olan insanlardan oluştuğunu söylüyor.

[8] Tam metin şu sitede: columbia.edu site.

[9] Origins of the Family, Private Property & the State, 1884, II. Bölüm, 4. Kısım. Fikrin kaynağı ilk sosyalistlerden ve feministlerden Flora Tristan (1803-44).

[10] Black Sheep’te yer alan röportaj.

[11] S. Federici, Precarious Labor and Reproductive Work (2010).

[12] Aktaran: G.Katsiaficas, The Subversion of Politics: European Social movements & the Decolonization of Everyday Life, 2. Bölüm, eroseffect.com.

[13] Black Sheep’te yer alan röportaj.

[14] Federici’nin de izah ettiği gibi, Caliban ve Cadı’nın temelini M. Della Costa ve S. James’in kaleme aldığı 1972 tarihli Women & the Subversion of the Community [“Kadınlar ve Toplumun Yıkılması”] isimli kitap oluşturuyor. James’in bir de Sex, Race & Class [“Cinsellik, Irk ve Sınıf” -1975] isimli bir kitabı daha var. Buradan şunu anlıyoruz: yirmi birinci yüzyılda her derde deva olarak önerilen “toplumsal cinsiyet + sınıf + ırk” karışımı kırk yıl önce de varmış.

[15] S. James’in Guardian’da 25 Nisan 2012’de çıkan röportajı.

[16] Caliban & the Witch, s. 16. Burada kavrama fazla anlam yükleniyor. Federici’nin dediğine göre kadın, anne ve bakıcı rollerine binaen en üretken güç. Bu noktada da şiddet en temel üretici olarak takdim ediliyor. Ama bu noktada “Kadın da şiddet kadar önemli mi, hangisi daha önemli?” gibi sorular bu noktada gündeme geliyor. Zihin bir kez daha sınıf meselesini bulandırıyor. Federici “Kadının tarihi sınıfın tarihidir” diyor, “toplumsal cinsiyetin sınıfsal ilişkilerin bir özelliği olarak ele alınması gerektiğini” söylüyor (s. 14) ama biz kadınların sömürülen sınıfa ait olup olmadığını hâlen daha bilmiyoruz. “Özellik” derken de yazarın neyi kastettiğini kavramak okura kalıyor. Zira Federici’nin kitabı tam da zihinsel işlemlerle anlamlarda yapılmış değişikliklerden oluşuyor.

[17] S. Federici, “Feminism & the Politics of the Common in an Era of Primitive Accumulation”, 2010 tarihli makale, Revolution at Point Zero: Housework, Reproduction & Feminist Struggle içinde, PM Press, 2012.

[18] Marx’ın 11 Mart 1861’de Louise Weydemeyer’e gönderdiği mektup.

[19] Red Notes, Italy 1977-78: Living with an Earthquake (okunmasını tavsiye ettiğim bir çalışma). Ayrıca bkz.: Robert Lumley, States of Emergency: Cultures of Revolt in Italy from 1968 to 1978. Her iki çalışmayı da libcom sitesinde okuyabilirsiniz.

[20] Bu eleştiriye katkı olarak bkz.: Value, Labour Time & Communism: Re-Reading Marx, bu sitede yer alıyor (Eclipse & Re-Emergence of the Communist Movement isimli kitabın bir bölümü, PM Press, 2014). Daha detaylı bir analiz için bkz.: Bruno Astarian & G. Dauvé, Everything Must Go! Abolish Value, önümüzdeki yıl (2016’da) yayımlanacak. Gerçek bir kopuşun kelimelerden fazlasına ihtiyaç duyduğunu söylemeye bile gerek.

[21] Ne yazık ki bu tespit Toni Negri gibi eski Otonomcular için de geçerli. Devrimcilikten ılımlı siyasete doğru evrilen Negri, tıpkı okulun yaramaz çocuğunun ileride öğretmen olmasına benzer bir hikâyeyi yaşıyor. İtalya’da sınıf ve gündelik hayatı hedef alan saldırılar derine çekildikçe onun eskiden karşı çıktığı reformist eğilimler de zaman içerisinde gelişme imkânı buldu. Bu eğilimler en çok da yükselen dalganın çekildiği momentte açığa çıktılar. Doğrusu, devrimci liderler kendilerindeki radikalliği söküp atmakta epey mahirler.

[22] Let’s Spit on Hegel [“Hegel’in Yüzüne Tükürelim”] isimli yazısında Carla Lonzi, Marksizmin kadına yönelik saygısızlığının izlerini Platon’dan Hegel’e, oradan da Marx, Engels, Lenin ve en nihayetinde Pannekoek ve Bordiga’yı görmezden gelenler açısından standartlaştırılmış komünist teorinin zirvesi olan Gramsci’ye uzanan bir düşünce çizgisi dâhilinde sürüyor.

[23] Matta, 5:13. Politik tavırların altında gözün gördüğünden daha fazla dinî dip akıntıları akıyor.

0 Yorum: