ABD’de
2016 yılında yapılan seçimin gerçek kazananı sosyalizmdi. Birçoklarının
öldüğünü sandığı bir fikir, Bernie Sanders’ın kampanyası sayesinde politik sahneye
hızlı bir giriş yaptı ve neredeyse o sahnede başrolü ele geçirdi.
Aradan
dört yıl geçti ve bugün sosyalizm her yerde, ana akım medyanın haber kanallarında
arzı endam ediyor, dergilere, konferanslara, partilere ve podcast’lere sızıyor,
borç yükü altında ezilenleri inceleyen anketler kapitalizmin reddedildiğini
ortaya koyuyor. Sosyalizm bu koşullarda, ister sağın kâbuslarına uzun zamandır
giren bir hortlak, isterse düzene isyan eden, eşitlik isteyen kampanyalar
biçiminde olsun, şehir, eyalet ve ülke seçimlerinde önemli bir rol oynuyor.
2019’daki
konuşmasında Trump, ülkenin en popüler programlarının “sosyalist” olarak
nitelendirilen programlar olduğu koşullarda, sosyalizmin Amerika’nın bir numaralı
düşmanı olduğunu söyledi.
Peki
ama bu hangi sosyalizm?
Kitlesel
zemin bulan her türden fikir gibi sosyalizm de farklı insanlara ve partilere farklı
şeyleri ifade ediyor. Yaklaşık yüz yıldır uluslararası sol sosyalizmin
anlamını, içeriğini ve pratik uygulamalarını tartışıyor. ABD’de yeniden doğma
imkânı bulan sosyalizm, terim olarak yirminci yıldaki devlet sosyalizminden Roosevelt’in
Yeni Mutabakat’ına, komuta ekonomilerinden ve merkezi planlamadan küçük ölçekli
kooperatiflere ve zenginlerden vergi alınmasını öneren yaklaşımlara, devrimci
anti-emperyalizmden geçmişin kamusal projelerinin reformist anlamda korunmasına
dek geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Günümüzde
süren tartışmalarda daha çok köleliğin kapitalist endüstrinin küresel
gelişimine yaptığı katkı, işçi sınıfındaki çeşitlilik, ücretsiz çalışan,
toplumsal açıdan yeniden üretime katkı sunan emeğin önemi, teknolojinin iki
kenarı keskin kılıcı ve iklim değişikliğinin yol açtığı güçlükler gibi
başlıklar ele alınıyor. Bu başlıklara bir de reform ve devrim, parti ve sendika
ayrıca bir türlü sönümlenmeyen devlet gibi klasik meseleler de ekleniyor.
Martin
Hägglund, süren tartışmaya demokratik sosyalizmi seküler bir din olarak gören
yaklaşımı ile katkıda bulunuyor.
Birçok
sosyaliste göre Marx ve Engels, işçi sınıfı mücadelesiyle ahlakçı ve ütopyacı
sosyalistlerin geliştirdiği kapitalizm eleştirisini birbirine bağlamak
suretiyle paha biçilmez bir katkıda bulundu.
Marksçı
sosyalizm ve komünizm, işçi sınıfının dövüşen teorisidir, sınıf mücadelesi
içerisinde kullandığı bir silâhtır.
Buna
karşılık, Hägglund’un seküler dini, sınıf mücadelesinin içini boşaltır ve
yüzünü yeniden ilk dönem sosyalist reformcularının ahlakî ve manevi kaygılarına
döner. Hägglund’a göre demokratik sosyalizm, özgür hayatın maddi ve manevi koşullarını
güvence altına alma taahhüdüdür.
Seküler
bir din olarak demokratik sosyalizmin üç ilkesi vardır: toplumsal servetin
toplumsal düzlemde elde edilebilen özgür zaman üzerinden ölçülmesi; üretim
araçlarındaki kolektif mülkiyet ve dağıtım alanına ilişkin olarak dillendirilen
“herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi (ki Marx, komünizmi
tarif ederken bu sözü aktarır).
Son
iki ilkeye baktığımızda Hägglund’un devrimcilerin safında olduğunu düşünebiliriz.
Üretim araçlarındaki kolektif mülkiyet ilkesi ise nispeten daha radikal bir
talep. Herkese temel gelir, bu talep bağlamında dillendiriliyor. Bu noktada
Hägglund’un herkese temel gelir ile ilgili eleştirisinin ikna edici ve gerekli
olduğunu söylemek lazım.
“Herkesten
yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi ise sömürü ve zulüm ile kol
kola ilerleyen üretim tarzının devrimci anlamda dönüştürülmesini gerekli kılıyor.
Mal ve hizmetleri ücretli emek üzerinden temin eden kapitalizm, aslında baskı
olarak görülecek şeyi bir tercihmiş gibi sunuyor: Size “ister çalış ister
çalışma, ama eğer çalışmazsan ne evin ne aşın olur, geberir gidersin” diyor.
Ücreti
ortadan kaldırmak suretiyle demokratik sosyalizm, herkesin kolektif esenliğe
katkı sunacağını umuyor, ama bir yandan da dağıtımla ilgili tartışmaların bu
katkıyı sunmasına imkân vermiyor.
Devrimi
savunmak, analiz ve örgütlenme çizgisinde ilerlemek yerine Hägglund, toplumsal
serveti toplumsal düzeyde elde edilebilen özgür zaman olarak değerlendirmek
suretiyle gerçekleşecek dönüşüme destek sunuyor.
Esasında,
parti veya hareketin yüzleştiği içinden çıkılması güç zorlukları ile eli kolu
bağlanmamış bir felsefeciye hitap eden bir proje bu. Yazarın seküler din olarak
gündeme getirdiği demokratik sosyalizm vizyonu, bu anlamda devrimci bir vizyon
değil. O daha çok “hâlihazırda sahip olduğumuz, ama aslında henüz netliğe
kavuşturulmamış” olduğunu söylediği liberal değerlere bağlı bir isim.
Hägglund
da zaten demokratik sosyalizmin üç ilkesinin, liberal demokrasinin ve
kapitalist ekonominin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı eşitlik ve
özgürlük taahhüdünde örtük olarak varolanı açığa çıkarttığını söylüyor. Buradan
da yazarımız, alabildiğine bölünmüş ve eşitsiz olan kapitalist toplumu henüz
gerçekleşmemiş müşterek taahhütler üzerinden tanımlıyor.
Hägglund
da Marx’a atıfta bulunuyor. Ondan istifade ediyor. Marx’ı Marksist materyalizmde
eksik olan manevi özü açığa çıkartıp besleyerek “derinleştirdiği” iddiasında bulunuyor.
Oysa
bu hamle, Marksizmi derinleştirmek şöyle dursun, onu tahrif ediyor, materyalizmin
altını idealizme ait kazma kürekle oyuyor. Marx, burjuvaziyle proletarya,
kentle kır, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki temel maddi ayrımları
teorize ederken, Hägglund ideallerin asli birliği üzerinde duruyor, kâra dönük “inancımız”a
vurgu yapıyor, değer anlayışının yanlış anlaşıldığını söylüyor. Bu sebeple Hägglund,
günümüzde küresel kapitalist sistemi, emperyalizmi, yani ABD’ye ait askerî
gücün, bir avuç güçlü devletin, tekellerin ve finans kuruluşlarının ayakta
tuttuğu, dünyadaki ısınma ile birlikte gezegeni felâkete sürükleyen, bu anlamda
insanlığın büyük bir kısmını sömüren ve yoksulluğa mahkûm eden düzeni politik
mücadelenin hedef tahtasına koymuyor, sadece “değer verdiğimiz şeyler sorunlu”
diyor.
Hägglund,
Marx’ın değer biçimine dair klasik analizinde dile getirilen değer anlayışı
karşısında “özgün” bir anlayış ortaya koyduğunu iddia ediyor. Aslında kendisi, Marx’ın
genelleşmiş mübadele süreçlerinin bir sonucu olarak görüp eleştiriye tabi
tuttuğu değer kategorisini bireyin fani ömrüne ait somut değer anlayışı ile ikame
ediyor.
Marx’a
göre değer doğrudan ortaya çıkmaz. O her zaman bir başka şeyle ilişki
içerisindedir, iç içe geçen birden fazla sürecin toplam hikâyesine ait bir
üründür. Değerin bir “öz”ü yoktur. Bu süreçlerin gizli hakikatini bulmak
yerine, Hägglund, bireyin fani ömrü dediği başka bir değer anlayışını gündeme
getiriyor. Ona göre kapitalist toplumlarda kâr arayışı, bireyin kendi şahsi
hedefleri peşinde özgürce koştuğu zaman anlamında özgür zamanın değerli
görülmesi gerekirken, emek zamanın değerlenmesini sağlıyor. Bu anlamda
kapitalizm, yanlış bir değer anlayışına sahip.
Hägglund,
özgün sandığı değerle ilgili yaklaşımının Marx’ın teorisini geliştirmekle
kalmadığını, aynı zamanda liberalizmin ve kapitalizmin vaat ettiği içsel
hakikati de idrak ettiğini düşünüyor. Ona göre liberal demokrasi, kendisini
herkesi özgür bir hayat yaşama imkânı sunacağı vaadi üzerinden meşrulaştırıyor.
Kapitalizm ise toplumsal serveti artırdığı iddiası üzerinden kendisine bir
kılıf buluyor. Hägglund, demokratik sosyalizmde toplumsal servetin özgür zaman üzerinden
değer kazanmasıyla liberal idealin gerçekleşeceğini sanıyor.
Hägglund,
aslında liberalizmin ve kapitalizmin taahhütlerini bu kendisine has, tuhaf
demokratik sosyalizm anlayışı üzerinden anlamlı kılmaya çalışıyor. Birçok sosyalistin
toplumsal ihtiyaçları karşılama fikrine bağlı olduğu koşullarda, Hägglund bireyin
özgür zamanıyla ilgileniyor. Marx, ücretli köleliğin işlediği suçlar üzerinde
dururken, Hägglund, ücreti özgürce yaşama hakkı üzerinden temellendiriyor. Marx,
köleliği kapitalizmin bir pratiği olarak görürken, Hägglund, köleliği kapitalist
ilerlemenin geride bıraktığı, geçmişe ait bir şey olarak anıyor. Solun önemli
bir kısmı emperyalizme karşı çıkıp uluslararası dayanışma ilişkileri örerken, Hägglund,
kitabında da yer alan, kitabın satıldığı şehir listesinden de anlaşılacağı
üzere, sadece ABD ile sınırlı bir vizyon sunuyor.
Bu
kitabı okuyunca ondan istifade edecek insanlar illaki olacaktır. Lâkin uluslararası
sosyalist hareketi güçlendirmek için uğraşan örgütçülerin onu okumaya vakit
ayırmalarına hiç gerek yoktur.
Jodi Dean
15 Temmuz 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder