03 Mart 2022

,

Liberaller İçin Sosyalizm

ABD’de 2016 yılında yapılan seçimin gerçek kazananı sosyalizmdi. Birçoklarının öldüğünü sandığı bir fikir, Bernie Sanders’ın kampanyası sayesinde politik sahneye hızlı bir giriş yaptı ve neredeyse o sahnede başrolü ele geçirdi.

Aradan dört yıl geçti ve bugün sosyalizm her yerde, ana akım medyanın haber kanallarında arzı endam ediyor, dergilere, konferanslara, partilere ve podcast’lere sızıyor, borç yükü altında ezilenleri inceleyen anketler kapitalizmin reddedildiğini ortaya koyuyor. Sosyalizm bu koşullarda, ister sağın kâbuslarına uzun zamandır giren bir hortlak, isterse düzene isyan eden, eşitlik isteyen kampanyalar biçiminde olsun, şehir, eyalet ve ülke seçimlerinde önemli bir rol oynuyor.

2019’daki konuşmasında Trump, ülkenin en popüler programlarının “sosyalist” olarak nitelendirilen programlar olduğu koşullarda, sosyalizmin Amerika’nın bir numaralı düşmanı olduğunu söyledi.

Peki ama bu hangi sosyalizm?

Kitlesel zemin bulan her türden fikir gibi sosyalizm de farklı insanlara ve partilere farklı şeyleri ifade ediyor. Yaklaşık yüz yıldır uluslararası sol sosyalizmin anlamını, içeriğini ve pratik uygulamalarını tartışıyor. ABD’de yeniden doğma imkânı bulan sosyalizm, terim olarak yirminci yıldaki devlet sosyalizminden Roosevelt’in Yeni Mutabakat’ına, komuta ekonomilerinden ve merkezi planlamadan küçük ölçekli kooperatiflere ve zenginlerden vergi alınmasını öneren yaklaşımlara, devrimci anti-emperyalizmden geçmişin kamusal projelerinin reformist anlamda korunmasına dek geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Günümüzde süren tartışmalarda daha çok köleliğin kapitalist endüstrinin küresel gelişimine yaptığı katkı, işçi sınıfındaki çeşitlilik, ücretsiz çalışan, toplumsal açıdan yeniden üretime katkı sunan emeğin önemi, teknolojinin iki kenarı keskin kılıcı ve iklim değişikliğinin yol açtığı güçlükler gibi başlıklar ele alınıyor. Bu başlıklara bir de reform ve devrim, parti ve sendika ayrıca bir türlü sönümlenmeyen devlet gibi klasik meseleler de ekleniyor.

Martin Hägglund, süren tartışmaya demokratik sosyalizmi seküler bir din olarak gören yaklaşımı ile katkıda bulunuyor.

Birçok sosyaliste göre Marx ve Engels, işçi sınıfı mücadelesiyle ahlakçı ve ütopyacı sosyalistlerin geliştirdiği kapitalizm eleştirisini birbirine bağlamak suretiyle paha biçilmez bir katkıda bulundu.

Marksçı sosyalizm ve komünizm, işçi sınıfının dövüşen teorisidir, sınıf mücadelesi içerisinde kullandığı bir silâhtır.

Buna karşılık, Hägglund’un seküler dini, sınıf mücadelesinin içini boşaltır ve yüzünü yeniden ilk dönem sosyalist reformcularının ahlakî ve manevi kaygılarına döner. Hägglund’a göre demokratik sosyalizm, özgür hayatın maddi ve manevi koşullarını güvence altına alma taahhüdüdür.

Seküler bir din olarak demokratik sosyalizmin üç ilkesi vardır: toplumsal servetin toplumsal düzlemde elde edilebilen özgür zaman üzerinden ölçülmesi; üretim araçlarındaki kolektif mülkiyet ve dağıtım alanına ilişkin olarak dillendirilen “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi (ki Marx, komünizmi tarif ederken bu sözü aktarır).

Son iki ilkeye baktığımızda Hägglund’un devrimcilerin safında olduğunu düşünebiliriz. Üretim araçlarındaki kolektif mülkiyet ilkesi ise nispeten daha radikal bir talep. Herkese temel gelir, bu talep bağlamında dillendiriliyor. Bu noktada Hägglund’un herkese temel gelir ile ilgili eleştirisinin ikna edici ve gerekli olduğunu söylemek lazım.

“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi ise sömürü ve zulüm ile kol kola ilerleyen üretim tarzının devrimci anlamda dönüştürülmesini gerekli kılıyor. Mal ve hizmetleri ücretli emek üzerinden temin eden kapitalizm, aslında baskı olarak görülecek şeyi bir tercihmiş gibi sunuyor: Size “ister çalış ister çalışma, ama eğer çalışmazsan ne evin ne aşın olur, geberir gidersin” diyor.

Ücreti ortadan kaldırmak suretiyle demokratik sosyalizm, herkesin kolektif esenliğe katkı sunacağını umuyor, ama bir yandan da dağıtımla ilgili tartışmaların bu katkıyı sunmasına imkân vermiyor.

Devrimi savunmak, analiz ve örgütlenme çizgisinde ilerlemek yerine Hägglund, toplumsal serveti toplumsal düzeyde elde edilebilen özgür zaman olarak değerlendirmek suretiyle gerçekleşecek dönüşüme destek sunuyor.

Esasında, parti veya hareketin yüzleştiği içinden çıkılması güç zorlukları ile eli kolu bağlanmamış bir felsefeciye hitap eden bir proje bu. Yazarın seküler din olarak gündeme getirdiği demokratik sosyalizm vizyonu, bu anlamda devrimci bir vizyon değil. O daha çok “hâlihazırda sahip olduğumuz, ama aslında henüz netliğe kavuşturulmamış” olduğunu söylediği liberal değerlere bağlı bir isim.

Hägglund da zaten demokratik sosyalizmin üç ilkesinin, liberal demokrasinin ve kapitalist ekonominin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı eşitlik ve özgürlük taahhüdünde örtük olarak varolanı açığa çıkarttığını söylüyor. Buradan da yazarımız, alabildiğine bölünmüş ve eşitsiz olan kapitalist toplumu henüz gerçekleşmemiş müşterek taahhütler üzerinden tanımlıyor.

Hägglund da Marx’a atıfta bulunuyor. Ondan istifade ediyor. Marx’ı Marksist materyalizmde eksik olan manevi özü açığa çıkartıp besleyerek “derinleştirdiği” iddiasında bulunuyor.

Oysa bu hamle, Marksizmi derinleştirmek şöyle dursun, onu tahrif ediyor, materyalizmin altını idealizme ait kazma kürekle oyuyor. Marx, burjuvaziyle proletarya, kentle kır, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki temel maddi ayrımları teorize ederken, Hägglund ideallerin asli birliği üzerinde duruyor, kâra dönük “inancımız”a vurgu yapıyor, değer anlayışının yanlış anlaşıldığını söylüyor. Bu sebeple Hägglund, günümüzde küresel kapitalist sistemi, emperyalizmi, yani ABD’ye ait askerî gücün, bir avuç güçlü devletin, tekellerin ve finans kuruluşlarının ayakta tuttuğu, dünyadaki ısınma ile birlikte gezegeni felâkete sürükleyen, bu anlamda insanlığın büyük bir kısmını sömüren ve yoksulluğa mahkûm eden düzeni politik mücadelenin hedef tahtasına koymuyor, sadece “değer verdiğimiz şeyler sorunlu” diyor.

Hägglund, Marx’ın değer biçimine dair klasik analizinde dile getirilen değer anlayışı karşısında “özgün” bir anlayış ortaya koyduğunu iddia ediyor. Aslında kendisi, Marx’ın genelleşmiş mübadele süreçlerinin bir sonucu olarak görüp eleştiriye tabi tuttuğu değer kategorisini bireyin fani ömrüne ait somut değer anlayışı ile ikame ediyor.

Marx’a göre değer doğrudan ortaya çıkmaz. O her zaman bir başka şeyle ilişki içerisindedir, iç içe geçen birden fazla sürecin toplam hikâyesine ait bir üründür. Değerin bir “öz”ü yoktur. Bu süreçlerin gizli hakikatini bulmak yerine, Hägglund, bireyin fani ömrü dediği başka bir değer anlayışını gündeme getiriyor. Ona göre kapitalist toplumlarda kâr arayışı, bireyin kendi şahsi hedefleri peşinde özgürce koştuğu zaman anlamında özgür zamanın değerli görülmesi gerekirken, emek zamanın değerlenmesini sağlıyor. Bu anlamda kapitalizm, yanlış bir değer anlayışına sahip.

Hägglund, özgün sandığı değerle ilgili yaklaşımının Marx’ın teorisini geliştirmekle kalmadığını, aynı zamanda liberalizmin ve kapitalizmin vaat ettiği içsel hakikati de idrak ettiğini düşünüyor. Ona göre liberal demokrasi, kendisini herkesi özgür bir hayat yaşama imkânı sunacağı vaadi üzerinden meşrulaştırıyor. Kapitalizm ise toplumsal serveti artırdığı iddiası üzerinden kendisine bir kılıf buluyor. Hägglund, demokratik sosyalizmde toplumsal servetin özgür zaman üzerinden değer kazanmasıyla liberal idealin gerçekleşeceğini sanıyor.

Hägglund, aslında liberalizmin ve kapitalizmin taahhütlerini bu kendisine has, tuhaf demokratik sosyalizm anlayışı üzerinden anlamlı kılmaya çalışıyor. Birçok sosyalistin toplumsal ihtiyaçları karşılama fikrine bağlı olduğu koşullarda, Hägglund bireyin özgür zamanıyla ilgileniyor. Marx, ücretli köleliğin işlediği suçlar üzerinde dururken, Hägglund, ücreti özgürce yaşama hakkı üzerinden temellendiriyor. Marx, köleliği kapitalizmin bir pratiği olarak görürken, Hägglund, köleliği kapitalist ilerlemenin geride bıraktığı, geçmişe ait bir şey olarak anıyor. Solun önemli bir kısmı emperyalizme karşı çıkıp uluslararası dayanışma ilişkileri örerken, Hägglund, kitabında da yer alan, kitabın satıldığı şehir listesinden de anlaşılacağı üzere, sadece ABD ile sınırlı bir vizyon sunuyor.

Bu kitabı okuyunca ondan istifade edecek insanlar illaki olacaktır. Lâkin uluslararası sosyalist hareketi güçlendirmek için uğraşan örgütçülerin onu okumaya vakit ayırmalarına hiç gerek yoktur.

Jodi Dean
15 Temmuz 2020
Kaynak

0 Yorum: